tag:blogger.com,1999:blog-80841923549473531212024-03-05T14:54:44.226-08:00Sokakta arşivSokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.comBlogger105125tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-82553299303110273102012-04-13T05:03:00.000-07:002012-04-13T05:03:15.849-07:00YUMURTA ÜRETİMİNDE KAFESLİ KÖLELİK<div style="font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;"><span style="background-color: #444444; color: #cccccc;"><b>Tabaklarımızdaki yiyecekleri üretmek için vücutları kullanılan bütün hayvanlar gibi tavuklar da birer meta olarak görülüyor. Yumurtlama operasyonlarındaki tavuklar yerlerine yeni tavuklar koymak için öylesine ucuzlar ki 42 X 48 cm yükseklik ve 48 X 60 cm genişliğindeki küçük, telli, her birisinde 4-6 arası tavuğun bulunduğu bu kafeslerde öylesine sıkış tıkış yaşıyorlar ki kanatlarını çırpamıyorlar bile. Kafes telleri tüylerinin çoğunu koparıyor, onları çıplak bırakıyor, yaralı ve korumasız. Kafaları, kanatları veya bacakları tellerin arasına sıkışabiliyor, böylece açlıktan ölebiliyorlar, çürüyen cesetlere kafesteki diğer tavuklar katlanmak zorunda kalıyorlar. Ayakları teller tarafından kesiliyor, tellere yapışık kalınca ayakları tellere sarılı şekilde büyüyebiliyor. Batarya kafeslerinde 4-5 sıra bulunuyor, dışkı ve sidik üstlerine akıyor, kafaları ve bedenleri kirleniyor alttaki tavukların, nihayetinde bir şekilde kaçmayı başaran bazı tavuklar bu sidik ve dışkıların biriktiği pisliklere düşüp ölüyorlar.</b></span></div><div style="font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;"><span style="color: #cccccc;"><b><span id="more-2997" style="background-color: #444444; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;"></span></b></span></div><div style="font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;"><span style="background-color: #444444; color: #cccccc;"><b>Süt endüstrisinde olduğu gibi yumurta endüstrisi de feminen olanın tahakküm altına alması üzerine inşa edilmiş, gaddarlığın boyutu ne olursa olsun kadın vücutlarınden azami menfaati elde etmek adına manipüle edilmesi üzerine kurulmuş. Tavuklar hem daha küçük, hem de ineklere kıyasla daha da önemsiz olduğu için, ucuz yumurta elde etmek adına daha da çok gaddarlığa maruz bırakılıyorlar. Tavuklar rutin olarak gagasız bırakılıyorlar, bu operasyonda gagalarının yarısı koparılıyor. Sıcak bıçak gagalarındaki en hassas sinir dokusunu kesiyor, akut bir acıya sebep oluyor, tavuğun nabzı dakikada 100’e çıkıyor. Çoğu anında ölüyor. Hayatta kalabilenler için bu prosedürden kaynaklı kronik acı bütün hayatları boyunca sürebilir ve yemek yemelerine engel olabilir. Horozlara da ihtiyaç olmadığı için işçiler onları kitleler halinde yok ediyor, ya canlı canlı boğuyorlar ya da plastik çöp torbalarında eziyorlar, ya da içinde dönen bıçakların bulunduğu ahşap doğrayıcı makinelerin içine atıyorlar, orada ilk darbeyle bu hayvanlar tavuk yemine ya da gübreye dönüşüyor. Artık yeterli yumurta üretmeyen tavuklar da aynı makinelere atılarak öldürülüyor.</b></span></div><div style="font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;"><span style="background-color: #444444; color: #cccccc;"><b>…Tek bir yumurta üretimi bölmesine tıkılan on binlerce tavuğun gidebileceği, yuva kurabileceği, sosyal düzenlerini oluşturacağı ya da doğal zekâlarını ya da amaçlarını ifade edebilecekleri hiçbir yer yok. Onları sürekli karanlıkta tutan suni ışıklandırma ve bütün o yemler ve ilaçların hepsi tek bir amaca hizmet ediyor: masrafların azaltılması ve tavukların rahminden düşen yumurta sayısının artması.</b></span></div><div style="font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;"><span style="background-color: #444444; color: #cccccc;"><b>…Bütün aile hayatı ve sosyal, doğal hayat yok ediliyor. Bu tavuklar ne annelerini ne yavrularını, ne eşlerini ne güneşi ne dünyayı biliyorlar. Yumurtlama merkezlerinde doğuyor, gagaları kesiliyor ve yumurta üretimi için kafesli köleliğe mahkûm ediliyorlar.</b></span></div><div style="font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;"><span style="background-color: #444444; color: #cccccc;"><b>Bir yumurta tesisindeki binlerce tavuk nüfusu yumurtlama döneminin sonuna geldiğinde, tavuklara ya gaz verilir ve öldürülür çünkü işkence görmüş vücutlarından tazelik öylesine geçip gitmiştir ki mezbahaya gönderilmeye dahi değmezler, ya da tavuk çorbası veya evcil hayvan maması olmaları için düşük kaliteli et olarak katledilirler. Çoğu kez tavukların önce zorla tüyleri dökülür, vücutları bir kez daha yumurtlasın diye şoklanır. Bunu da yiyecek ve su vermeyerek, içinde hormon bulunan bir takım ilaçlar vererek yaparlar. Bu baskı sonucu açlık iki hafta kadar sürebilir, bu süreç sırasında bir sürü tavuk ölür. Bir ya da iki kez tüyleri zorla döküldükten sonra, artık tavuk çorbası olmak üzere öldürülmeye götürülürken, tavuklar kafeslerinden atılır, kamyonlara tıkılır ve böylece kendilerinden sonra gelecek yeni köle tavuk dalgası için yer ayırırlar. Belki de bu dünyada endüstriyel bir yumurta çiftliğinde tavuk olarak doğmaktan daha kötü bir cehennem olamaz.</b></span></div><div style="font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;"><br />
</div><div style="font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;"><span style="background-color: #444444; color: #cccccc;"><b>O sözde free-range yumurta tesislerinde ise tavukların gene gagaları kesiliyor, aynen standart yumurta fabrikalarındaki gibi, ve horozların hepsi doğum anında gaddar bir şekilde öldürülüyor. Tavuklara gene bir nesne muamelesi yapılıyor, hepsi üremeye zorlanıyor, ve artık kendilerinden bir menfaat sağlanamadığı an zalimce öldürülüyorlar. Free-range teriminin legal olarak bir anlamı yok sayılır, free-range çiftliklerde tavuklara ayrılması gereken boşluk konusunu kontrol eden hiçbir kural yok, bu yüzden esaret diğer bataryan kafeslerine kıyasla daha az olsa da, gene de büyük, leş kokulu bölmelerde, gün ışığını asla görmeden bir araya tıkıştırılıyorlar.</b></span></div><div style="font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;"><strong style="margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;"><span style="background-color: #444444; color: #cccccc;">Will Tuttle, Ph.D.</span></strong> </div>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-16899910236276412262012-04-04T13:55:00.000-07:002012-04-04T13:55:40.434-07:00J. ZERZAN TEKNOLOJİ BİZİ ÖLDÜRÜYOR<span style="background-color: #444444; color: #cccccc;"><b><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Dijital dünyaya olan bağımlılığımız bir materyal pahasına ortaya çıkıyor.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Her defasında Apple yeni bir iPhone ya da iPad halka sunduğunda dünya çıldırıyor. Fakat ne fark eder? Neden ‘smartphone’ (Akıllı Telefon) ve tabletler bu kadar önemli oldular? </span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">CNN’de Şubat’ın sonlarında, Andrew Keen, Cep Telefonu Dünya Kongresinde (Mobile World Congress) rapor verirken, raporun “Cep Telefonlarımız Nasıl Frankenstein’in Canavarı Oldu” isimli bir bölümünü “cep telefonlarına olan bağımlılığımızda bir artış” olarak andı. </span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">SecureEnvoy, bir İngiliz güvenlik firması, cep telefonu yokluğu korkusu ya da cep telefonu kaybetme korkusu olarak adlandırılan yaygın bir durumu açıkladı. SecureEnvoy tarafından yapılan ankete katılanların üçte ikisi cep telefonlarını kaybetmekten çok korktuklarını – bu korku 4 sene önce %53’ten yükseldi – belirterek bu korkunun titreme, terleme ve mide bulantısı gibi belirtileri olduğunu kaydettiler. </span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bu garip gelişme bazı yönlerden yenidir ve ayrıca çok yeni değil. Hızlanan bir süratle ve yeni teknolojinin çığırtkan vaatleriyle şüpheler ortaya çıkmaya başlar. iPhone gibi cihazlar yüksek teknolojinin bizi güçlendirdiği ve iletişim sağladığımız iddiasını somutlaştırır. Ve bir kat daha biz her zamankinden daha güçsüzleşmiş ve daha izole edilmiş olmadık mı?</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bir mezar kinizm noktasında güçsüzleştirilmiş ve hesap verilebilirlik ya da sorumluluk duygusu kaybıdır. Sosyologlara göre izole edilmiş bir toplumda daha az arkadaşlarımız var ve onları daha az ziyaret ediyoruz. 1980’lerin ortalarından itibaren arkadaşları olmayanların sayısı 3 katına çıktı. </span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">İzole edilmiş ve aralıksız bir şekilde devam eden daha ve daha çok teknolojik kültürde dayanışma erozyonuna, bağların yıpranmasına şahit oluyoruz. Teknolojinin tek faktör olduğu söylenemez, fakat yüksek düzeyde bunalan ve dağınık duyguların toplumun koşulu olarak yükselişine eşlik etmesi tesadüf değildir.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Fenomenin hayatımızı teknikleştirmekle ilgisi olduğu için ben şu anın kronik öfkeli alanlarına kadar gidebilirim. İnsan topluluklarını cihazlarıyla birlikte belirlediğimizde herşey olabilir. Sosyal ilişkilerde giderek artan çatlaklar herşeyin olabileceği ve olurluğu demektir. Hiçbir yerden hiçbir yere anında bağlantı bizim aşırılığımıza bir çözüm değildir. </span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Okullardaki, işyerlerindeki ve alışveriş merkezlerindeki alanlar bilinçli olarak incelenmediler ve bilinmez olarak kaldılar. Bu yönelimin toplum hakkında ne söylediği tartışılmıyor. Bu arada son versiyonunda daha da kötüleşiyor. Baba (ya da anne) bütün ailede katliam yapıyor. </span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Toplum da giderek zayıflamakta iken gerçek; ekranın arkasında kaybolduğunda ve direkt deneyim zayıfladığında tekno-meditasyon yeni zirvelere ulaşır. Sanal gerçeklik, herhangi biri? Gerçekten hemen hemen hiçbir topluluğun kalmaması üzücü bir durumdur. Bu nedenle siyasetçiler ve geliştiriciler (programcılar) bu sözü sıklıkla kullanıyorlar. Günümüzde toplum ne süreklidir ne de dolaysızdır (doğrudandır). Dijital dünyaya gerçekten ev denir mi?</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Nasıl yapılırlığın problemi olarak bu kadar çok hayat teknolojik terimlerde inceleniyor. Bizim dünya ile, birbirimiz ile, insan olarak içgüdülerimiz ile olan doğal bağımıza ne oldu? Bu bir gecede olmadı. 1968’de Bilgisayar öncüsü J.C.R Licklider; “Gelecekte yüz yüze iletişim kurmaktansa makina yoluyla iletişim kurmak daha etkin biçimde olabilecek.” dedi. İnancını yitirmiş teknolojik alan yüz yüze iletişimi ısrarla tüketerek bu durumu başardı. Hangi yüksek fiatla? Cep telefonlarının yerleşik gözetim fonksiyonunu ve beyin kanseri riskini bir yana bırakın diğer teknolojik gruplar gibi onlar doğal dünyanın sistematik yıkımı üzerine inşa edilmektedir. Ölü sayısı ne kadar ve böyle “harika” şeylere düşkünlük için alternatif olabilir mi?</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bireysel ve toplumsal yabancılaşma kitle toplumunun doğasında birleşiyor. Seri üretim, kitle kültürü, kitle tüketimi ne kadar sağlıklı? Bir zaman önce, W. H. Auden; “bir aldatıcı suç gibi zamanımızın koşullarının etrafı sarılıyor” sonucuna vardı. Fakat bu sadece aldatıcı bir ölçüde çünkü belirlenmiş olarak çağımızın temel özelliklerini kabul etmeye devam ediyoruz – sorunlaştırılmamaya ya da politize olmamaya, soruya açık değil.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Muazzam bir teknolojik yabancılaşma aileye de uzanıyor. Hiçbir yer bundan muaf değil. 1800’den itibaren küresel ısınma küresel sanayileşmenin artan seviyesine cevap verdi. Aletlere karşı olan modern sistemlerin teknolojisi endüstri olmadan varlığını sürdüremez. </span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">iPhones ve diğerleri bu bütünün bir parçası. Bir çözüm tüm parçaları sorgulamayı gerektirir. Teknolojik gelecek, gelecek değildir.</span></b></span>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-86307790563714744592012-02-12T08:10:00.000-08:002012-02-12T08:10:32.701-08:00J. ZERZAN -ATAERKİLLİK, UYGARLIK VE TOPLUMSAL CİNSİYETİN KÖKENLERİ<div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><em><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">-John Zerzan</span></b></em></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Uygarlık, esas itibariyle doğanın ve kadının üzerinde uygulanan tahakkümün tarihidir. <a href="http://tr.wikipedia.org/wiki/Ataerkillik" style="text-decoration: none;" target="_blank">Ataerkillik</a>, kadına ve doğaya hükmetmek anlamına gelir. Temel olarak bakıldığında bu iki kavram aynı anlama mı gelmektedir?<br />
Felsefe, iş bölümünde ortaya çıkan ve ortaya çıktığı andan bu yana yayılan bir ıstırabın krallığını, onun uzun sürecini çok defa görmezden gelmiştir. Héléne Cixous felsefe tarihini “babaların zinciri” olarak tanımlar. Tıpkı ıstırap gibi, kadınlar da bu zincirde yer almaz ve kuşkusuz birbirlerinin en yakın akrabasıdırlar.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Nitekim, anti-feminist edebiyat kuramcılarından biri olan <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Camille_Paglia" style="text-decoration: none;" target="_blank">Camile Paglia</a>, uygarlık ve kadını şöyle bağdaştırır:</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">“Üstü açık bir yük vagonundan kocaman bir vinç. Gördüğümde, sanki kilisede bir törendeymişim gibi huşu ve saygıyla duraklarım. O nasıl bir tasarım gücü: O ne görkem: bu vagonlar bizi anıtsal mimarinin ilk olarak hayal edildiği ve hayata geçirildiği yere, eski Mısır’a bağlıyor. Uygarlık kadınların ellerine bırakılmış olsaydı, hala sazdan kulübelerde yaşıyor olacaktık.” (1)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="color: #eeeeee;"><span id="more-98" style="background-color: #444444;"></span></span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><a href="http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/0/04/Agriculture_(Primitive)_CNE-v1-p58-I.jpg/400px-Agriculture_(Primitive)_CNE-v1-p58-I.jpg" style="text-decoration: none;" target="_blank"><img align="left" alt="" class="alignleft" height="280" src="http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/0/04/Agriculture_(Primitive)_CNE-v1-p58-I.jpg/400px-Agriculture_(Primitive)_CNE-v1-p58-I.jpg" style="display: inline; float: left; margin-bottom: 12px; margin-left: 0px; margin-right: 24px; margin-top: 4px; max-width: 640px;" width="363" /></a>Uygarlığın “zaferler”i ve kadınların bunlara ilgisizliği. Bazılarımız için “sazdan kulübeler”, baskının ve yıkımın şekillendirdiği o yanlış yolu seçmemiş olmayı simgeliyor. Teknolojik uygarlığın ölüm dürtüsünün küresel çapta olduğunu, her yere bulaştığını göz önünde<br />
bulundurduğumuzda, keşke hala sazda kulübelerde yaşıyor olsaydık.<br />
Egemen model, kadınların ve doğanın değerini evrensel boyutta en aza indirdi. Bunun neyi şekillendirdiğini kim göremiyor? <a href="http://tr.wikipedia.org/wiki/Ursula_K._Le_Guin" style="text-decoration: none;" target="_blank">Ursula Le Guin</a>, Paglia’nın ikisini de reddediyor olmasını sağlıklı bir şekilde düzeltiyor:</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">“Uygar Erkek şöyle der: Kendi olan benim, Efendi benim, geri kalan her şey ötekidir- dışarıdadır, aşağıdadır, alttadır, itaat edendir. Ben sahip olurum, ben kullanırım, ben sorgularım, ben faydalanırım, ben kontrol ederim. Önemli olan benim yaptığımdır. Benim ne istediğim tek nedendir. Ben benim, gerisi benim uygun gördüğüm şekilde kullanılacak olan kadınlar ve el değmemiş vahşi arazidir.” (2)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Şüphesiz, ilk uygarlıkların anaerkil olduğuna inanan pek çok insan var. Ama hiçbir antropolog ya da arkeolog, ki içlerinde feministler de var, bu tür toplumların var olduğuna dair bulguya ulaşamadı. <a href="http://www.anthro.ucla.edu/faculty/ortner/" style="text-decoration: none;" target="_blank">Sherry Ortner</a>, “Bırakın anaerkil olmayı, tam anlamıyla eşitlikçi bir kültür arayışı sonuçsuz kalmıştır” (3) hükmüne varmıştır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Oysa, erkek tarafından belirlenen kültür, içinden çıkılmaz bir hal almadan ve evrensel olmadan önce, kadınların erkeklere daha az tabi olduğu uzun bir zaman dilimi de vardı. 1970’lerden bu yana, <a href="http://anthro.ucsc.edu/lab/zihlman.html" style="text-decoration: none;" target="_blank">Adrienne Zihlman</a>, Nancy Taner ve Frances Dahlberg (4) gibi antropologlar, daha önce odaklanılan noktayı ya da şöyle diyelim, “Avcı Erkek”in karşısına “Toplayıcı Kadın”ı koyan tarih öncesine ait bir klişeyi düzeltmişlerdir. Burada kilit nokta; genel olarak ortalamaya bakıldığında, tarım öncesi göçebe toplumların yiyeceklerin %80’ini toplayıcılık, %20’sini ise avcılıkla karşılıyor olmasıdır. Avcılık-toplayıcılık arasındaki ayrımı abartmak ve kayda değer ölçüde toplulukta kadının avcılık, erkeğin toplayıcılık yapmış olmasını görmezden gelmek mümkündür.(5)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ancak, toplayıcı toplumlarda kadınların özerk olmasının altında yatan temel neden, besin için gerekli kaynakların, kendi faaliyet alanları içinde hem erkekler hem kadınlar için ulaşılabilir olmasıydı.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Avcı-toplayıcı ya da toplayıcı toplumların, ana hatlarıyla eşitlikçi bir kültürel yapılarının olması bağlamında;<a href="http://www.indiana.edu/~wanthro/leacock.htm" style="text-decoration: none;" target="_blank">Eleanor Leacock</a>, <a href="http://www.unl.edu/anthro/afaculty/draper.htm" style="text-decoration: none;" target="_blank">Patricia Draper</a> ve Mina Caulfield gibi antropologlar, kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi ekseriyetle eşitlikçi olarak tanımladılar. (6) böyle durumlarda, yani bir şeyi temin eden kimsenin aynı zamanda onu paylaştırdığı, gerekli yiyeceğin %80’ini kadınların temin ettiği durumlarda; göçebe toplumun nereye gideceğine, nerede konaklayacağına karar veren çoğunlukla kadınlardır. Aynı şekilde, tarım öncesi toplumların kullandığı taş aletleri hem kadınların hem erkeklerin yaptığına dair bulgular da var. (7)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Anasoylu hanelerin temel alındığı <a href="http://tr.wikipedia.org/wiki/Pueblo" style="text-decoration: none;" target="_blank">Pueblo</a>, <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Iroquois" style="text-decoration: none;" target="_blank">Iroquois</a>, <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Crow_Nation" style="text-decoration: none;" target="_blank">Crow</a> ya da öteki yerli amerikan topluluklarında, kadınlar bir evlilik ilişkisini herhangi bir zamanda sona erdirebilirler. Bunların ötesinde, göçebe toplumdaki kadın ve erkekler özgürce – ve gayet barışçıl bir biçimde – istedikleri topluluğa girip çıkabilirler ya da istedikleri ilişkiyi başlatıp sona erdirebilirlerdi. (8) <a href="http://www.rosalind.net/" style="text-decoration: none;" target="_blank">Rosalind Miles</a>’ın belirttiği gibi, erkekler, kadınların emeğine hükmedip faydalanmadıkları gibi “kadınların bedenini, çocukları ya çok az kontrol ediyorlar ya da hiç etmiyorlar; bekareti ve iffeti fetişleştirmiyor, kadınların cinsel ayrıklığı olması gerektiği talebinde bulunmuyorlardı.” (9) Zubeeda Banu Quraishy ‘de Afrika’dan bir örnek gösteriyor “<a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Mbuti" style="text-decoration: none;" target="_blank">Mbuti</a> toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ayırt edici özelliği uyum ve dayanışmaydı.” (10)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Yine de insan düşünmeden edemiyor, durum gerçekten hiç böyle umut verici olmuş muydu? Görünüşe göre evrensel bir boyuta varan, biçimi farklılar gösterse de özü aynı kalan kadının değersizleştirilmesi durumunda, başka türlüsünün nasıl ve ne zaman yaşandığı sorunu. Toplumsal varoluşta, toplumsal cinsiyete dayanan temel bir bölünme ve bu bölünmeden açıkça görülen bir hiyerarşi var. Felsefeci Jane Flax’a göre tüm kökleşmiş ikilikler, bunların içinde özne-nesne, akıl-beden ikilikleri de var, toplumsal cinsiyetteki ihtilafın yansımalarıdır. (11)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Toplumsal cinsiyet, cinsiyetlerin arasında var olan doğal/fizyolojik ayrım gibi değildir. Toplumsal cinsiyet, kültürel bir sınıflandırma, çok büyük bir öneme sahip tek kültürel biçim olabilecek cinsiyete dayalı işbölümü temelinde var olan bir derecelendirmedir. Toplumsal cinsiyete dayalı işbölümü temelinde var olan bir derecelendirmedir. Toplumsal cinsiyet, eşitsizliği ve tahakkümü yaratıyor ve meşrulaştırıyorsa, sorgulanacak daha önemli ne olabilir? Öyleyse, kökler ve geleceğimiz söz konusu olduğunda toplumsal cinsiyetin olmadığı bir insanlık tartışması kendini ortaya koyuyor.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">İşbölümünün, evcilleştirmeye ve uygarlığa öncülük ettiğini, günümüzde ise tahakkümü küresel çapta bir sistem olarak yürüttüğünü biliyoruz. Yapay bir biçimde kabul ettirilen işbölümünün, toplumsal cinsiyetin ortaya çıkış şekli ve onu oluşturan biçim olduğu da ayrıca ortaya çıkıyor.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Yiyeceğin paylaşılması, uzun bir süre boyunca toplayıcılığa dayanan hayat tarzının ayırt edici niteliği olarak kabul edildi. Uygarlığın yalıtılmış ve içine kapanmış aile yaşantısına karşı olarak, bugün sayıca çok az da olsalar bazı avcı-toplayıcı toplumlarda hala görülen, çocukların bakımı konusundaki sorumluluğu paylaşmak da, bu niteliklerden biriydi. Ailenin ebedi bir kurum olmadığını düşünebiliyorsak, benzer bir şekilde insanın evriminde sadece kadının annelik rolünü üstlenmesi de kaçınılmaz değildir. (12)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Toplum, işbölümüyle bir bütün haline gelir, aile de cinsiyete dayanan bir işbölümüyle. Bütünleşme ihtiyacı bir gerilimin, birlik beraberlik için temel oluşturma arayışındaki bir ayrışmanın ipuçlarını taşır. Bu anlamda Testart haklıdır: “Akrabalığın doğasında olan hiyerarşidir.” (13) İşbölümünün temelinde yer almaları nedeniyle, akrabalık ilişkileri üretim ilişkileri haline gelir. Cucchiari’nin işaret ettiği gibi, “Toplumsal cinsiyet, akrabalığın doğasında vardır, onsuz var olamaz.” (14) tam da bu alanda, doğanın olduğu kadar kadının üzerinde uygulanan tahakkümün kökeni incelenebilir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Göçebe toplumlardaki toplayıcı topluluklarda uzmanlaşmış roller önemini yitirirken, eşitsizlik ve gücün türevleri doğrultusunda gelişen akrabalık yapıları, ilişkilerin altyapısını biçimlendiriyordu. Kadınlar karakteristik olarak, çocuk bakımını üstlendikleri rolle hareketsiz kılındı; toplumsal cinsiyetin varsayılan gerekliliklerin ötesinde, bu kalıbın sınırları daha sonra iyice keskinleşti. Toplumsal cinsiyet temelli ayrım ve işbölümü aşağı yukarı Orta Paleolitik çağdan Üst Paleolitik çağa geçişte ortaya çıktı. (15)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Toplumsal cinsiyet ve akrabalık sistemi, içlerinde yer alan biyolojik özneleri karşısına alan, hatta onların üzerine kurulan kültürel yapılardır, Juliet Mitchell’in ifadesiyle “her şeyin ötesinde, davranışın sembolik örgütlenmesi.” (16) aslında toplumsal cinsiyetin şekillendirdiği toplumun, “çok keskin bir biçimde ikiye bölünmüş evreni sembolik olarak bir araya getirme”nin (17) gerektirdiği gibi sembolik kültürün kendisine bakmak daha açıklayıcı olacaktır. Önce hangisi vardı sorusu ortaya atılır ve cevabını bulmak zordur. Oysa, temel dayanağı cinsiyete dayalı işbölümü olan toplumsal cinsiyetin açıkça ortaya çıkışına kadar sembolik faaliyetlere (örneğin mağara resimleri) dair bulguların olmadığı çok açıktır. (18)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Üst Paleolitik çağa kadar, evcilleştirme ve medeniyetin Neolitik Devrimi’nin hemen öncesindeki dönem, cinsiyet devrimi zaferini ilan etti. Yaklaşık 35000 yıl önce, eril ve dişil semboller ilk mağara resimlerinde vardı. Toplumsal cinsiyet bilinci, ikiliklerin kuşatıcı birliği, bölünmüş toplumun kuruntusu olarak ortaya çıkar. Bu yeni kutuplaşmada, hareket toplumsal cinsiyetle ilişkili, toplumsal cinsiyetle ilişkili,, toplumsal cinsiyet tarafından tanımlı hale gelir. Avcının rolü, örneğin, erkeklerle birliğe, bu birliğin arzu edilen davranışlar olarak erkek cinsiyetiyle ilgili gereklerine doğru gelişir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Grubun yiyecek aramak ve çocuk yetiştirmek için müşterek sorumluluğu gibi daha bölünmez ve genelleşmiş olanlar, cinsel kıskançlığın ve mülkiyetçiliğin ortaya çıktığı ayrılmış alanlar haline geldi. Aynı zamanda, sembolik ayrı bir alan ya da gerçeklik olarak ortaya çıktı. Bu, ritüelde ve pratiğinde yer aldığı kadar sanatın içeriğinde de ortaya çıkar. Günümüzden uzak geçmişi tahmin etmek tehlikelidir, yine de var olan endüstrileşmemiş toplumlar buna ışık tutabilirler. Papua Yeni Gine’li Bimin Kushusmin’ler, örneğin, eril-dişil ayrımını temel ve tanımlayıcı olarak yaşarlar. Finiik denilen eril “öz”, sadece güçlü, savaşçı özellikleri değil, ritüel ve denetimle ilgili özellikleri de gösterir. Khaapkhabuurien ya da dişil “öz” vahşi ve tenseldir, ritüelden bihaberdir. (19) Benzer şekilde, kuzeybatı Sibiryalı <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Mansi" style="text-decoration: none;" target="_blank">Mansi</a>ler, kadınların ritüel pratiklere katılımlarına sınırlamalar getirirler. (20) göçebe toplumlarında, ritüelin varlığı yada yokluğunun kadının boyun eğmesi sorusunda hayati olduğunu söylemek abartı sayılmaz. (21) <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Gayle_Rubin" style="text-decoration: none;" target="_blank">Gayle Rubin</a> şöyle bitirir: “kadınların dünya tarihindeki yenilgisi kültürün kökenleriyle meydana geldi ve kültürün ön koşuludur”. (22)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sembolik kültürün ve toplumsal cinsiyetin şekillendirdiği yaşamın eşzamanlı yükselişi tesadüf değildir. Her biri, ayrılmamış, hiyerarşik olmayan yaşamdan temel farklılıklar içerir. Gelişmelerinin ve genişlemelerinin mantığı cisimleştikleri gerilim ve eşitsizliklere tepkidir; ikisi de diyalektik olarak ilk yapay işbölümüne bağlıdır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Cinsiyet/sembolik değişimin tepesinde, görece olarak, tarıma ve medeniyete doğru başka bir “Büyük İleri Sıçrama” oldu. Bu, önceki iki milyon yıllık tahakküm uygulamayan zekayı ve doğayla yakınlığı hükümsüz kılarak, nihai “doğanın üzerine çıkma”dır. Bu değişim, işbölümünün pekişmesi ve yoğunlaşması olarak beliryecidir. Meillasoux bunun başlangıcını bize hatırlatır:</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">“Doğanın içinde hiçbir şey cinsiyete dayalı işbölümü veya evlilik, karı-kocalık yada evlatlık gibi kurumlar olduğunu anlatmaz. Bunların hepsi kadınlara zorla kabul ettirilmiştir, bu yüzden hepsi, açıklama olarak kullanılmayan, açıklanması gereken, medeniyetin gerçekleridir.” (23)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Kelkar ve Nathan, örneğin, batı Hindistan’daki çiftçilerle karşılaştırıldığında, avcı-toplayıcılar arasında, çok fazla toplumsal cinsiyet özelliği bulamadılar. (24) Yiyecek toplamadan yiyecek üretimine geçiş, her yerdeki toplumlar arasında benzer radikal değişimler getirdi. Günümüze yakın bir örneği aktarmak öğreticidir, Güneybatı Amerikalı Muskogee halkı, evcilleştirilmemiş ormanın gerçek değerini sürdürdüler: sömürgeci uygarlar, bu tutuma<a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Muskogee" style="text-decoration: none;" target="_blank">Muskogee</a> anasoycu geleneğini babasoycu ilişkilerle değiştirerek saldırdılar. (25)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Vahşinin kültürele dönüşümünün yeri evdir çünkü kadınlar giderek bunun ufuklarıyla sınırlandırıldılar. Evcilleştirme burada temellendi (etimolojik olarak da, Latince domus’tan ya da evden): ağır ve sıkıcı iş, yiyecek aramadan daha az güç, birçok çocuk ve erkeklerden daha az yaşam süresi, kadınlar için tarımsal varoluşun özellikleri arasındadır. (26)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Burada farklı bir ikililik ortaya çıkar, birçoğu için, birçok nesil için var olmayan iş ve iş olmayan arasındaki fark. Toplumsal cinsiyete dayalı üretim alanları ve bunların sürekli genişlemesiyle, kültürümüzün ve düşünce tarzımızın ileri temelleri oluştu.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Tamamen pasifize edilmemişse sınırlandırılmış olan kadınlar pasif olarak tanımlanır. Doğa gibi, üretmek için yapılmış bir şey olarak değere sahiptir, dölleme ve harekete geçmeyi kendi dışından bekler. Kadınlar, küçük, hareketli anarşik gruplardaki özerklik ve göreceli eşitlikten, büyük, karmaşık, hükümetli yerleşimlerdeki kontrollü statülerine doğru hareketi yaşadılar.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Mitoloji ve din, bölünmüş toplumun bedelleri, kadınların indirgenmiş durumunu doğrular. Homeros’un Yunanistan’ında, nadasa bırakılmış toprak (tahıl kültürüyle evcilleştirilmemiş) dişil kabul edilir, <a href="http://sourtimes.org/show.asp?t=kalypso" style="text-decoration: none;" target="_blank">Kalypso</a>’nun,<a href="http://sourtimes.org/show.asp?t=kirke" style="text-decoration: none;" target="_blank">Kirke</a>’nin evi, Odisseyus’u medeniyetin işlerini bırakması için baştan çıkaran Sirenler. Toprak ve kadın, yine tahakkümün özneleridir. Fakat bu emperyalizm, Prometheus ve Sisyphu’un hikayelerinde evcilleştirme ve teknolojiyle bağlantılı cezalardaki gibi suçlu vicdanın izlerine ihanet eder.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Tarım projesi, Demeter’in hikayelerindeki ırza geçme olayları gibi, (bazı alanlarda diğerlerinden daha fazla olmak üzere) tecavüz olarak hissedildi. Zamanla kayıplar arttıkça, Yunan mitinin büyük anne-kız ilişkileri – örn. Demeter-Kore, Klytemnestra-Iphegenia, Jocasta-Antigone – yok olur.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">İncil’in ilk kitabı Yaratılış’ta, kadın erkeğin bedeninden doğar. Cennet’ten Kovuluş, avcı-toplayıcı hayatın ölümünü, tarıma ve ağır işe kovulmayı temsil eder. Kovuluş’un suçunu taşıyan Havva, tabii ki, sorumlu tutulmuştur. (27) Tamamen ironi olarak, Bahçe miti gerçekte senaryosunun ana kurbanını suçlarken, bu evcilleştirmede doğa ve kadın korkusu ve reddi vardır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Tarım, cinsiyet oluşumu ve gelişimiyle ne başladıysa bunları tamamlayan bir zaferdir. Bereketin mihenk taşına bağlanan Tanrıça figürünün varlığına rağmen, genelde Neolitik kültür erkeklikle ilgilidir. Bu erkekçiliğin duygusal boyutlarından, Cauvin’in göz önüne aldığı gibi, hayvanların evcilleştirilmesi öncelikle bir erkek girişimidir. (28)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Mesafe koyma ve iktidar vurgusu, şimdiye kadar bizimleydi; sınır gelişimi, örneğin, erkek enerjisinin kadın doğasını baskı altına alması, bir sınırdan sonra diğeri. Bu yörünge, ezici boyutlara ulaştı ve her yerde birden bulunan teknolojiyle ilgili yükümlülüklerimizden kaçamayacağımız her tarafta bize anlatılıyor. Fakat, ataerkillik de her yerde, ve bir kere daha doğanın değersizliğinden bahsetme cüretinde bulunuyor. Bereker versin ki, “çoğu feminist” diyor <a href="http://www.uwm.edu/Dept/JMC/facstaff/stabile.html" style="text-decoration: none;" target="_blank">Carol Stabile</a>, “teknolojinin reddi esasında ataerkilliğin reddiyle özdeştir” i savunuyor. (29)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bedenden ve onun toplumsal cinsiyetle şekillenmiş boyun eğme tarihinden sanal ve cyborg bir kaçışı konumlandıran teknolojik girişimin bir kısmını savunan başka feministler de var. Fakat, bu kaçış aldatıcıdır, ataerkilliği oluşturan baskıcı kurumların tüm maiyetini ve mantığını unutmaktır. Bu bedensizleştirilmiş ileri teknoloji geleceği aynı yıkıcı sürecin daha fazlası olabilir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Freud, toplumsal cinsiyetle şekillenmiş özne olarak bir kişinin yerini almayı kültürel ve psikolojik olarak temel aldı. Fakat onun teorileri zaten varolan cinsiyetleştirilmiş öznelliği farz eder ve birçok soru ortaya atar. İktidar ilişkilerinin ifadesi olarak toplumsal cinsiyet ve bu dünya biseksüel yaratıklar olarak gelişimiz gibi çeşitli düşünceler ele alınmadan kalmıştır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Carla Freeman, “Yerel: Dişil gibi Küresel: Eril midir? Küreselleşmenin Cinsiyetini Yeniden Düşünmek” makalesinde yerinde bir soru sorar. (30)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Modernitenin genel krizinin kökeninde toplumsal cinsiyetin dayatılması vardır. Ayrım ve eşitsizlik, sembolik kültürün ortaya çıktığı dönemde burada başlar, çok geçmeden evcilleştirme ve medeniyet gibi nihai halini alır: ataerkillik. Toplumsal cinsiyetin hiyerarşisi sınıf sisteminden ve küreselleşmeden daha fazla ıslah edilemez. Radikal bir kadın özgürleşme hareketi olmadan, her yerde korkunç bir çan çalan ölümcül hile ve sakatlanmaya mahkumuz. Kökten bir toplumsal cinsiyetsizliğin bütünlüğü kurtuluşumuz için reçete olabilir.</span></b></div>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-87120551430292117482012-02-12T06:52:00.001-08:002012-02-12T06:52:28.605-08:00J. ZERZAN - UYGARLIK VE İLKELLİK<div class="entrybody" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><em><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">John Zerzan “<a href="http://kitap.antoloji.com/kitap.asp?kitap=12469" style="text-decoration: none;" target="_blank">Gelecekteki İlkel</a>” ve Richard Leakley “<a href="http://kitap.antoloji.com/kitap.asp?kitap=39454" style="text-decoration: none;" target="_blank">Göl İnsanları</a>” kitaplarından derlenerek yazılmıştır.</span></b></em><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Paleolitik toplumlar, bugünün kanlı dünyasının açıklamasına göre, cehaletin, sefaletin, açlığın ve kanlı yaşamın hakim olduğu bir yaşam biçimlerine sahipler. Bu yanlıştır.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Toplayıcı-avcılar besinlerini doğrudan doğadan ilişkide bulundukları hayvanlardan ya da bitki ve meyvelerden elde etmektedirler. Tarım gibi, beslenmek için hem çevresel etkilere hem de diğer insanlara muhtaç olduğun bir işlemi gerçekleştirmeyip, sürekli olarak kamp alanlarını değiştirirler, ancak bu kıtlıktan değil, doğanın sunduğu zengin ikramdan yararlanmak amaçlıdır. Afrika’da yaşayan <a href="http://www.ucc.uconn.edu/~epsadm03/kung.html" style="text-decoration: none;" target="_blank">!Kung</a>’lardan birinin Richard Lee’ye “Dünyada bu kadar çok <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Mongongo" style="text-decoration: none;" target="_blank">mongongo</a> fıstığı varken neden toprağı ekelim!” demesi bunun güzel bir örneğidir. Yine Richard Lee’nin aktardığı üzere, “!Kungların çalışma süreleri konusundaki ölçümleri yaparken,<a href="http://tr.wikipedia.org/wiki/Kalahari_%C3%87%C3%B6l%C3%BC" style="text-decoration: none;" target="_blank"> Kalahari Çölü</a>nün o bölgesinde üç yıldır şiddetli kuraklık hüküm sürüyordu ve zaman kurak mevsimdi. Komşu <a href="http://tr.wikipedia.org/wiki/Botsvana_Cumhuriyeti" style="text-decoration: none;" target="_blank">Botswana</a>’da, çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan nüfusu 500bin dolayındaki <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Bantu" style="text-decoration: none;" target="_blank">Bantu</a>ların üçte birinden çoğu o kadar zor durumdaydı ki, Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı onları açlıktan kurtarmak için bir yardım kampanyası başlatmak zorunda kalmıştı. Bu arada !Kunglar ise, çok az çaba harcayarak, toprağın doğal ürünleriyle sağlıklarını çok iyi koruyabiliyorlardı.</span></b><br />
<b><span style="color: #eeeeee;"><span id="more-8" style="background-color: #444444;"></span></span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Tarım, yani yiyeceğin üretilmesi; doğadan kopuşu, toprağın kontrolü ve yabancılaşmanın şekilleşmiş halidir. Yiyecek üretimi insana bir külfet getirmiştir. Günümüzde hala varlıklarını sürdüren birkaç toplayıcı-avcı grup, tarımın henüz ele geçiremediği <a href="http://tr.wikipedia.org/wiki/Inuit" style="text-decoration: none;" target="_blank">Inuit</a>’in karlı bölgeleri ya da Avustralya <a href="http://tr.wikipedia.org/wiki/Aborjin" style="text-decoration: none;" target="_blank">Aborjin</a>lerinin yaşadığı çöller gibi, dünyanın ekonomik açıdan en az ilgi çeken bölgelerinde yaşamaktadır. Çiftçilik gibi tatsız bir işi reddeden Tanzanya’daki Hazdalar, Filipinlerdeki Tassadaylar, Botswana’daki !Kunglar ya da – Richard Lee’ye göre, yanı başındaki çiftçiler açlıktan kırılırken, birkaç yıllık kuraklığı kolayca atlatan – Kalahari Çölündeki !Kung Sanları zamanlarının çoğunu, oyunlarla, sohbetle ve dinlenmekle geçirecek kadar boş zaman sahiptir. Tarım toplumlarında ise, sürekli, monoton, ağır bir çalışma vardır. Uygar toplumlarda çalışmaya tapınası bir değer olarak bakılmaktadır. Tıpkı, dinsel bir ritüel gibi insanlar günde 8 saat bu ibadeti gerçekleştirmekteler. Yaşamsal olarak gerekli ve gereksiz tüm ihtiyaçlarını –genelde kendileri üretmezler- , bir şeyler üreterek elde ettikleri gelirle sağlarlar. Bugün çalışan bir işçi 1 saatte ürettiği malı, 200 yıl önce 8 saatte üretmekteydi. Tarımla başlayan üretici çalışma, son sürat devam etmekte.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Yine toplayıcı-avcı yaşam tarzındaki avcılık, uygarlığın bir değeri olan evcilleştirme ile belirgin şekilde farklılık içerir. Bağımsız, özgür ve hatta eşit bir varlık olarak değerlendirilen avlanmış hayvan ile avcı arasındaki ilişki, bir çiftçi ya da çoban ile üzerinde mutlak bir denetim sağlanmış olan taşınabilir varlıklar arasındaki ilişkiden açıkça farklıdır. Hayvanların evcilleştirilmesi ile birlikte doğal seleksiyon bozulmakta ve daraltılarak yapay bir düzeyde taşınan organik dünya, kontrol edilebilir bir tarzda yeniden oluşturulmaktadır. Bitkiler gibi hayvanlarda işlenecek birer nesneye dönüştürülmüştür. Özgürlük durumundan, birer aciz asalak durumuna getirilen bu hayvanlar, hayatta kalabilmek için tamamen insana muhtaç hale gelmişlerdir. Özgürlüğe inanan insanlar olarak bizler, bu karşılaştırmadan daha özgür olan ilişki biçimini seçeceğimiz açıktır.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Toprağın kontrolü ve mülkleştirilmesi tarımla birlikte oluşmuştur. Roussea’ya göre, bölünmüş toplum, ilk defa küçük bir toprak parçasını ekerek, bu toprak benimdir diyen ve başkalarını kendisine inandıran kişinin eylemiyle çıkmıştır. Amerika’nın kolonileştirilmesinden sonra, hayatta kalmayı başaran yerliler şöyle soruyordu: “Toprağı satmak? Neden havayı, bulutları ve o büyük denizi değil de toprağı satmak?” Tarım, malı ve mülkü yaratıp, yüceltmektedir. İlk insanlar, farklı grupların toplayıcılık veya avcılık yaparken bölgeleri paylaşamamaları yüzünden birbirleriyle savaşmamışlardır. En azından toprak mücadelesi, etnografik literatür içinde yer almamaktadır; kaldı ki kaynakların çok daha bol olduğu ve henüz uygarlıkla ilişkinin kurulmadığı tarih öncesinde, böyle mücadelelerin cereyan etmiş olması ihtimali çok daha düşüktür. Toplayı-avcı topluluklarda mülkiyet anlayışı olmadığı gibi, bu insanlara atılan sürekli çatışma, insan öldürme suçlaması yalnızca çağdaş toplumumuzun değerleridir. Günümüz, avcı-toplayıcıları ile tarımla geçinen toplulukları karşılaştırdığımızda <a href="http://yabanil.net/?p=87" style="text-decoration: none;" target="_blank">(Savaş ve ilksel toplumlardaki grafiğe bakabilirsiniz)</a> bu fark belirgin olarak ortaya çıkar, keza Paleolitik sanatta insanın insanı öldürdüğü herhangi bir temsile rastlanmazken, insanlar arasındaki çatışmayı betimleme saplantısı Neolitik dönemle birlikte gelişmiş ve savaş sahneleri yaygınlaşmaya başlamıştır. Örneğin Turnbull tarafından incelenen<a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Mbuti" style="text-decoration: none;" target="_blank">Mbuti</a> pigmeleri türünden çiftçi olmayan grupların, hayvanları saldırgan olmayan bir ruhla, hatta bir tür mahcubiyetle öldürdüklerini göstermektedir. Oysa herhangi bir uygarlığın veya devletin oluşumu ile savaş arasında vazgeçilmez bir ilişki bulunmaktadır.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Erkekler tarafından kadınlara dayatılan şiddet de tarımla birlikte ortaya çıkmış ve kadınları birer ağır yük hayvanına ve çocuk bakıcısına dönüştürmüştür. Tarım öncesi toplayıcı yaşamdaki eşitçilik, erkeklere olduğu kadar kadınlara da eksiksiz bir şekilde uygulanmıştır, bunu sağlayan şey, görevlerin özerk olması ve kararların, bu kararları hayata geçirecek kişiler tarafından verilmesi olgusudur. Üretimin olmadığı ve çocuk emeğini gerektiren zararlı otların yolunması türünden tatsız işlerin bulunmadığı bir dönemde, kadınlar ağır gündelik işler altında iki büklüm olmadıkları gibi, sürekli olarak çocuk doğuran bir varlık olarak da değerlendirilmemişlerdi (Eleanor Leacook). Ayrıca, <a href="http://www.rosalind.net/" style="text-decoration: none;" target="_blank">Rosalind Miles</a>’ın belirttiği gibi, erkekler, kadınların emeğine hükmedip faydalanmadıkları gibi “kadınların bedenini, çocukları ya çok az kontrol ediyorlar ya da hiç etmiyorlar; bekareti ve iffeti fetişleştirmiyor, kadınların cinsel ayrıklığı olması gerektiği talebinde bulunmuyorlardı.” Zubeeda Banu Quraishy ‘de Afrika’dan bir örnek gösteriyor “Mbuti toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ayırt edici özelliği uyum ve dayanışmaydı.”</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Vahşi hayvanların et üreten birer makineye dönüştürülmesiyle birlikte, “toprağı işleme düşüncesi, insanlara dayatılan bir erdem haline geldi, bunun anlamı, evcilleştirme ve sömürü doğrultusunda, insanların kendi doğasındaki özgürlükten koparılmasıdır. <a href="http://tr.wikipedia.org/wiki/Mihail_Bakunin" style="text-decoration: none;" target="_blank">Bakunin</a>’nin “Savanaların ve bozkırların özgür insanı nasıl olurda toprağı ekmeye başlasın?” sorusuna cevabı baskı ve zorla olmuştur. Özgür insanın baskı ve zora dayalı kurduğu ilk uygarlık olan <a href="http://tr.wikipedia.org/wiki/S%C3%BCmer" style="text-decoration: none;" target="_blank">Sümer</a>ler tarafından kurulan ilk şehirlerin başlıca niteliği, bu şehirlerin gelişkin bir örgütlenmeyi ve görev dağılımını içeren fabrikalara sahip olmasıdır (Rice). Uygarlık bu noktadan sonra, insan emeğine dayalı kitlesel yiyecek üretimini, binaları, savaşları ve otoriteyi temsil etmektedir. Yiyecek üretimi özü itibariyle siyasal tahakküm için gizli bir gönüllülüğü içerir. Uygarlaştırıcı kültür başından beri bu tahakkümün propaganda aygıtı olmuştur.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Tarım aynı zamanda hızlı bir çevresel yıkım potansiyelini de beraberinde getirmiştir. Doğa üzerinde kurulan tahakküm, uygarlığın ortaya çıktığı yemyeşil alanları kısa sürede çorak ve cansız kılmıştır. Geviş getiren hayvanların evcilleştirilen ilk iki türü olan keçiler ve koyunlar için açılan otlaklar, Yunanistan, Lübnan ve Kuzey Afrika’nın çıplak hale getirilmesinde ve Roma ile Mezopotamya imparatorluklarının çölleşmesindeki başlıca faktördür.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Toplayıcı halkların beslenme rejimi çiftçilerin beslenme rejiminden çok daha sağlıklıdır. Üretim, sınırlı sayıda yiyeceğe dayanan daha küçük bir beslenme rejimi sağlar, çeşitli olumsuz koşullar ve iklimin beklenmeye hareketlerinden dolayı daha az güvenilirdir ve harcanan insan emeği bağlamında çok daha pahalıdır (Farb). Beslenme bozuklukları ve dejenaratif hastalıklar genel olarak evcilleşme ve tarımla birlikte ortaya çıkmıştır. Kanser, kalp damarlarının tıkanması, kansızlık, diş hastalıkları ve ruhsal bozukluklar, tarımın musibetlerinden yalnızca bir kaçıdır; ayrıca eskiden kadınlar doğum esnasında fazlaca zorlanmadıkları gibi, ya hiç acı duymamışlar ya da çok az duymuşlardır. Yiyecek üretmeyen insanlar 1500’ü aşkın yabani bitki türü ile beslenirken, uygarlıklar, yalnızca altı bitki türünden biri veya bir kaçıyla beslenmiştir; bunlar buğday, arpa, darı, pirinç, mısır ve patatestir. Yenilebilen bitki türü sayısı hızla azalırken, dünya nüfusunun geçimi artık yalnızca 20 bitki türüne bağımlı hale gelmiştir. Doğal bitkilerin yerine suni melezleri geçirilmiş, bu bitkilerin genetik çeşitliliği giderek azalmıştır.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Teknolojinin, tarımdaki hedefi biyosferin doğal dengesini bozan tamamen yapaylaşmış bir çevre, yani topyekün kontroldür. Yiyecek üretimi arttıkça, bu yiyeceklerin sağlıklılığı hızla azalmaktadır. Ve bir zamanlar yiyecek üretimi için kontrol altına alınan topraklarda, adeta açlığa zemin hazırlarcasına, bugün kahve, tütün, alkol hububatı, esrar ve diğer uyuşturucular zihinlerin kontrolü için üretilmektedir. İşleme, depolama, ulaştırma ihtiyaçları besinlerin tatsız ve yavan hale gelmesinde önemli rol oynamaktadır. Teknoloji ise bu tatsızlık sorununu, kimyasal tatlandırıcılar ile halletmeye çalışmaktadır.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Fizyolog <a href="http://en.wikipedia.org/wiki/Jared_Diamond" style="text-decoration: none;" target="_blank">Jared Diamond</a> tarımın başlangıcını etkisinden hiçbir zaman kurtulamadığımız bir felaket olarak tanımlamıştır. Gerçekten de tarım her bakımdan bir felaket olmuştur ve öyle olmaya da devam etmektedir; bugün canımıza kasteden yabancılaşmanın tüm maddi ve manevi kültürünü yaratan şey, bu felaketin kendisidir. İşte bu yüzden, tarım tasfiye edilmediği sürece özgürleşmek mümkün değildir.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Kontrol altına almanın, hükmetmenin, işbölümünün, uzmanlaşmanın, yabancılaşmanın olmadığı bu anarşi durumu uygarlık varolduğu sürece yaşanamaz. Sorunun sadece devlet ya da kapitalizm olmadığını anlamak için, tahakküm ilişkilerinin her türlüsünü sorgulamak yeterlidir.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Unutmadan, Florida’daki Kızılderili babalarının ölmeden önce kendi ailelerindeki beşinci kuşağı gördüklerini anlatan 16. yy İspanyol canlı tanıklara rağmen, uzun süre, ilkel insanların 30-40 lı yaşlarda öldüklerine inanılmıştı, ancak günümüzdeki araştırmalar (özellikle Robson ve Boyden), toplayıcı-avcıların, yaralanma ve şiddetli enfeksiyon dışında, çoğu zaman uygar insanlardan daha fazla yaşadıklarını keşfetmişlerdir. Ki yine de, oyunla, boş zamanla, özgürce geçen bir 30-40 sene, 7 yaşından başlayıp 20’li yaşlarda biten okul dönemi ve hemen peşinden başlayan ve 60’lı yaşlarda emeklilikle biten ancak yine de devam eden çalışma döneminden oluşan uygar insanın 70 yılından daha seçilesidir.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Serhat Elfun Demirkol</span></b></div><br class="Apple-interchange-newline" />Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-48530529906351171462012-02-12T06:51:00.000-08:002012-02-12T06:51:01.578-08:00J. ZERZAN - GELECEKTEKİ İLKEL<div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><em><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">[John Zerzan’ın <a href="http://yabanil.net/?p=280" style="text-decoration: none;" target="_blank">Gelecekteki İlkel</a><a href="http://yabanil.net/?p=280" style="text-decoration: none;" target="_blank"> </a>adlı kitabından alıntı.]</span></b></em></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Yaşadığımız güncel global krize ulaşmamızda eğeyce payı olan işbölümü, günübirlik işleyişle, bugünkü korkunçluğun kökenlerini kavramamızı engellemektedir. Mary Lecron Foster(1), yarım ağızla, antropolojinin günümüzde “ciddi ve tahripkâr bir parçalanma tehlikesiyle yüz yüze olduğunu” söylerken şüphesiz yanılıyor. Shanks ve Tilley(2) ise, bu konuda alışılmadık bir tavırla şöyle meydan okuyorlar: “Arkeolojinin amacı yalnızca geçmişi yorumlamak değildir; aynı zamanda, geçmişin yorumlanış tarzını günümüzdeki toplumsal yeniden inşaya hizmet edecek şekilde değiştirmektir.” Oysa, böylesi bir yeniden inşa için gerekli olan derin ve kapsamlı görüyü, bizzat sosyal bilimler engellemektedir. İnsanın kökeni ve gelişimi söz konusu olduğunda, sayısız parçalara bölünmüş olan ana ve tali bilim dallarının – antropoloji, arkeoloji, plaeontoloji, etnoloji, paleobotani, etnoantropoloji vb.- dizilimi, uygarlığın ortaya çıktığı andan itibaren taşıdığı daraltıcı ve sakatlayıcı etkiyi çok iyi yansıtmaktadır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="color: #eeeeee;"><span id="more-146" style="background-color: #444444;"></span></span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Daha fazla…Buna rağmen, uygun bir yöntemle, ihtiyatla ve sınırları aşma arzusuyla yaklaşıldığında, mevcut literatür son derece yararlı olabilir. Aslında, şu veya bu ölçüde ortodoks olan düşünme biçimlerinin eğreltiliği, hoşnutsuzluğu giderek artan bir toplumun taleplerine boyun eğebilir ve eğmelidir de. Çağdaş yaşamın getirdiği mutsuzluk, bu yaşamı meşrulaştırmak üzere sıralanan resmi yalanları gözler önüne sermekte ve böylece, insanın gelişimi hakkında çok daha gerçekçi bir tablo ortaya çıkmaktadır. Modern yaşamdaki koyuvermişlik ve boyun eğmişlik uzunca bir zaman “insan doğasının” zorunlu sonuçları sayılmıştır. Ne de olsa, uygarlık öncesi yaşamımızın mahrumiyetten, vahşilikten ve cehaletten ibaret olduğu anlayışı, bizi o yabanilikten kurtaran otorite açısından güzide bir armağan olmuştur. “Mağara insanı” ve “Neandertal” hâlâ da bize, dinin, yönetimin ve yorucu çalışmanın olmadığı bir yaşamı hatırlatmaktadır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ancak, kökenimize ilişkin bu ideolojik yaklaşım, yakın geçmişte, Richard Lee ve Marshall Sahlins gibi akademisyenlerin çalışmalarıyla tamamen tersyüz edildi. Antropolojik ortodoksluk son derece köklü bir dönüşüme uğrayarak, yepyeni kavrayışlara kaynaklık etti. Evcilleşme ve tarım öncesi yaşamın, ağırlıklı olarak doğayla özdeşleşme, duyusal bilgelik, cinsel eşitlik ve sağlığın hüküm sürdüğü bir yaşam olduğunu ancak şimdi öğrenebiliyoruz. Evet, insan doğamız iki milyon yıl boyunca böyleydi; ta ki, rahipler, krallar ve patronlar tarafından köleleştirilinceye kadar.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Üstelik son zamanlarda, yukarıdaki yaklaşımı daha da derinleştiren, geçmişte kim olduğumuz ve gelecekte tekrar kime dönüşebileceğimiz konusunda bize fikir verebilecek çok daha çarpıcı bir olgu ortaya çıktı. Toplayıcı-avcı yaşamın bu yeni yorumlarına yöneltilen saldırıların ana hattı, genellikle dolaylı ve üstü kapalı olmakla birlikte, bunun, evrimleşen bir türün erken bir evresinde erişebileceğinin azamisi olarak tanımlanışıdır. Bu iddianın sahipleri, inkâr edilemez bir zarafetin ve barışcıl bir varoluşun hüküm sürdüğü uzun bir dönemi kabul etmekte, ancak, ilk insanların, daha karmaşık toplumsal ve teknolojik kazanımları elde etmek üzere, basit yöntemleri aşabilecek zihinsel kapasiteye sahip olmadıklarını söyleyerek işin içinden çıkmaktadırlar.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Oysa uygarlığa vurulan başka bir darbeyle öğreniyoruz ki, insanlar bir zamanlar, son derece uzun bir dönem boyunca, yabancılaşmanın ve tahakkümün ne olduğunu bilmekle kalmayıp, John Fowlett ve Thomas Wynn adlı arkeologlar tarafından 1980′den beri yürütülen araştırmalarda da görüldüğü gibi, en azından bizimkine denk bir zekâya da sahip olmuşlardır. Böylece “cehalet” tezini hiç zorlanmaksızın başımızdan attıktan sonra, yeni veriler ışığında kökenimiz hakkında fikir yürütebiliriz.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Zihinsel kapasite konusunu ele alırsak, insanın kökeni ve gelişimi üzerine yapılan (yine ideolojik bakımdan yüklü) değerlendirmelere yeniden göz atmak yararlı olabilir. Robert Ardrey,(3) kana susamış, maço bir tarih öncesi anlayışı geliştirmiştir. Tıpkı Desmond Morris ve Lionel Tiger’ın daha az ölçüde de olsa yaptığı gibi. Benzer şekilde, Freud ve Kondrad Lorenz de, türün doğuştan gelen zaaflarından dem vurarak, günümüzdeki hiyerarşi ve iktidara katkıda bulunmuşlardır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Neyse ki, yorum olarak Paleolitik yaşam tarzına çok daha fazla yaklaşan, daha akla yatkın bir yaklaşım da ortaya çıkabilmiştir. Yiyecek paylaşımı, uzunca bir süre, ilk insan toplumunun tümleyici öğesi olarak değerlendirilmiştir.(4) Diğer araştırmacıların yanı sıra, Jane Goodall(5) ve Richard Leakey(6) de, benzersiz Homo özelliğimizin ortaya çıkmasında neredeyse iki milyon yıl önce anahtar rolü oynayan öğenin yiyecek paylaşımı olduğu sonucuna varmışlardır. 1970′li yılların başından beri, Linton, Zihlman, Tanner ve Isaac tarafından dile getirilen bu vurgu giderek daha fazla kabul görmektedir. Genelleşmiş şiddet ve erkek egemenliği tezine karşı savunulan işbirliği tezinin dayandığı etkili argümanlardan biri, erkek ile dişi arasındaki beden ve güç farklılığının, evrimin ilk dönemlerinde azalmaya başladığını göstermektedir. Cinsel dimorfizm* denilen bu oldu, başlangıçta fazlasıyla belirgindi; örneğin erkekler daha iri, dişiler ise daha küçük köpek dişlerine veya “kavga dişlerine” sahiptiler. Erkeklerdeki iri köpek dişlerinin yok oluşu, türün dişilerinin, toplumcul ve paylaşımcı erkekleri yeğleyen bir seleksiyon uyguladıklarını göstermektedir. Böylesi bir dişil seçim kapasitesinin söz konusu olmadığı kuyruksuz maymunların çoğunda erkek maymunlar, dişi türdeşlerine oranla çok daha uzun ve enli köpek dişlerine sahiptir.(7)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bir zamanlar verili kabul edilen ve avcı-toplayıcı kavramıyla ifade edilen cinsler arasındaki işbölümü, insanın kökenindeki diğer kilit alanlardan biridir. Daha önce kadınlara özgü bir uğraş olduğu düşünülen ve erkekler tarafından yapılan avcılıkla kıyaslandığında ikinci bir öneme sahip olan bitki toplayıcılığının, aslında temel besin kaynağını teşkil ettiği artık pek çok kişi tarafından kabul edilmektedir.(8) Kadınlar yiyecek bakımından erkeklere fazlaca bağımlı olmadıklarından,(9) işbölümünden ziyade, esnekliğin ve ortak etkinliğin esas olması olası görünüyor.(10) Zihlman’ın(11) da belirttiği gibi, genel bir davranışsal esneklik, erken insan varoluşunun temel öğelerinden biri olmuş olmalıdır. Joan Gero,(12) taş aletlerin erkekler tarafından yapılmış olduğu kadar kadınlar tarafından da yapılmış olabileceğini göstermiştir. Poirier(13) ise bize şunları hatırlatıyor. “İlk insanların cinsel işbölümü sergiledikleri iddiasını destekleyebilecek herhangi bir arkeolojik kanıt bulunmamaktadır.” Yiyecek toplayıcılığı pek işbölümü gerektirmemiş olsa gerek.(14) Cinsel uzmanlaşma ise muhtemelen insan evriminde çok daha sonraları ortaya çıkmıştır.(15)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Peki, türümüzü başlatan uyarlanma toplayıcılığa dayandıysa, avcılık ne zaman devreye girdi? Binford,(16) görece yakın bir dönemde ortaya çıkan anatomik bakımdan modern insanlardan önce, hayvansal ürünlerin kullanımına ilişkin herhangi ize (yani kesim faaliyetlerine işaret eden kanıtlara) rastlanılmadığını öne sürmüştür. Doğu Afrika’da bulunan fosil dişler üzerinde yapılan elektron mikroskop çalışmaları,(17) çoğunlukla meyvelerden oluşan bir beslenme rejimine işaret ederken, Kenya’daki Koobi Fora bölgesinde bulunan 1.5 milyon yıllık taş aletler üzerinde yapılan benzer incelemeler,(18) bu aletlerin bitkiler üzerinde kullanıldığını göstermektedir. Erken Paleolitik dönemin beslenme rejiminde rastlanılan az miktardaki et, muhtemelen, av hayvanlarından ziyade hayvan leşlerine aitti.(19)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Türün “doğal” durumu, yağ ve hayvan proteini içeren ve kronik bozukluklara yol açan modern beslenme rejiminin tersine, çoğunlukla lif bakımından zengin bir bitkisel beslenme rejimiydi.(20) İlk atalarımız, “ayrıntılı çevresel bilgilerini ve bilişsel haritacılıklarını”(21) bitki toplayıcılığa dayalı bir geçim doğrultusunda kullanmış olmalarına rağmen, zaman ilerledikçe, avcılığa ilşikin arkeolojik kanıtlar da yavaş yavaş artmış görünüyor.(22)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ancak, yaygın tarih öncesi avcılığı varsayımları, birçok kanıt ile ters yüz edilmiştir. Örneğin, daha önce, büyük çaplı memeli hayvan avının göstergesi sayılan kemik yığınlarının, daha ayrıntılı bir incelemeden sonra, su taşkınları veya hayvan sığınakları olmasından kaynaklandığı ortaya çıktı. Lewis binford’un “Tooralba’da Fil Avcıları Var Mıydı?” adlı çalışması,(23) böylesi ayrıntılı bir yaklaşıma iyi bir örnek teşkil ediyor. Binford bu çalışmasında, 200.000 yıl öncesine kadar kayda değer bir avcılık yapılmadığına ilişkin kuşkularını dile getiriyor. Adrienne Zihlman(24) ise, bu konuda şu sonuca varıyor: “Avcılık evrimde görece geç ortaya çıkmıştır ve son yüz bin yılın ötesine geçmeyebilir.” Tarımın ortaya çıkışından hemen öncesi Üst Paleolitik dönemden önce, memeli hayvanlara yönelik ciddi avcılık kanıtlarına rastlanılmadığı birçok kişi tarafından belirtilmektedir.(25)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bilinen en eski insan yapımı aletler, Doğu Afrika’da Hadar’da bulunan taş aletlerdir. Daha rafine yöntemlerle tarihlendirilen bu aletlerin 3.1 milyon yıllık olmaları olasıdır.(26) Bunların, insan çabasını temsil eden bir kategoriye sokulmalarınn başlıca nedeni, bu aletlerin başka bir alet kullanılarak yapılmış olmasıdır ki bu, bilinebildiği kadarıyla insanın en benzersiz özelliğidir. Homo habilis ya da “becerikli insan”, bilinen ilk insan türünü teşkil eder, ismi ise, ilk taş aletlerle ilintilidir.(27) Çabuk çürüyen ve bu yüzden de arkeolojik kayıtlarda daha seyrek rastlanılan başlıca ahşap ve kemik aletler de yine Homo habilis tarafından, Asya ve Afrika’daki “olağanüstü basit ve etkin” uyarlanışı çerçevesinde kullanılmıştır.(28) Atalarımız bu dönemde, bizimkinden daha küçük bir beyine ve bedene sahipti, ancak Poirier,(29) “kafatası dışındaki anatomilerinin daha ziyade modern insanlarınki gibi olduğuna” işaret etmekte, Holloway (30) ise, söz konusu dönemden kalma kafataslarının içi üzerinde yaptığı çalışmaların, esas olarak modern bir beyin örgütlenişine işaret ettiğini belirtmektedir. Benzer şekilde, iki milyon yıldan da eski olan aletlerin, taşların yontulma biçimi dikkate alındığında, istikrarlı bir sağ el kullanımına işaret ettiği ortaya çıktı. Sağ el kullanımı, modern insanlarda bir eğilim olarak, beynin etkin bir şekilde yananllaşması ve beyinsel yarıkürede göze çarğan işlevsel ayrım gibi tümüyle insana özgü olan özelliklerle ilişkilendirilmektedir.(31) Klein(32) ise “Homo habilis’in, insanın başlıca zihinsel ve iletişimsel yeteneklerine sahip olduğunun hemen hemen kesin olduğu” sonucuna varıyor.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">İnsanların, ormanlardan çıkıp daha kurak ve açık Afrika çayırlıklarına yayılmalarıyla birlikte 1.75 milyon yıl önce ortaya çıkan Homo erektus’un, Homo sapiensin bir diğer başlıca önceli olduğu uzun süredir kabul edilmektedir. Her ne kadar beynin büyüklüğü tek başına zihinsel kapasiteyi işaret etmiyorsa da, Homo erektus’un kafatası kapasitesi, modern insanınkiyle kısmen de olsa örtüşmektedir ve Homo erektus “aynı davranışların birçoğunu sergileyecek yeteneğe sahip olmalıdır”.(33) Johanson ve Edey’in(34) de belirttiği gibi, “Eğer en büyük beyne sahip erektus, en küçük beyne sahip sapiensle kıyaslansaydı, – ikisinin de tüm diğer nitelikleri bir yana – tür isimlernin değiştirilmesi gerekidri.” Yakın öncelimiz olan Homo Neandertal ise, bizimkinden biraz daha büyük bir beyne sahipti.(35) Ancak, belirgin zekâsına ve devasa fiziksel gücüne rağmen hep aşağılanan Neandertal bile, – egemen Hobbes’çu ideoloji sayesinde – ilkel ve hayvani bir varlık olarak tasavvur edilmiştir.(36)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Öte yandan, son zamanlarda, türlerin genel çerçevesi bir bütün olarak kuşkulu bir önerme haline geldi.(37) Çeşitli Homo türlerine ait “tüm fosil örneklerinin, ara morfolojik özellikler sergilediği”ne ve bu durumun, insanların keyfi bir sınıflandırmaya tabi tutulması konusunda çeşitli kuşkulara yol açtığına dikkat çekiliyor.(38) Örneğin Fagan(39) şöyle diyor: “Hem Homo erektus ile arkaik Homo sapiens arasında, hem de arkaik Homo sapiens ile anatomik anlamda modern Homo sapiens arasına kesin bir taksonomik” sınır çizmek son derece zordur.” Foley(40) de benzer şeyler söylüyor: “Homo erektus ile Homo sapiens arasındaki anatomik farklılıklar fazla değildir.” Daha kesin konuşan Jelinek(41) ise, erektus ile sapiensin iki ayrı tür sayılmasını gerektiren “yeterli anatomik veya kültürel neden bulunmadığını” açıklıyor ve Hublin’in(42) yaptığı gibi, en azından Orta Paleolitik çağdan itibaren “insanların Homo sapiens olarak değerlendirilebileceği” sonucuna varıyor.(43) Aşağıda tartışılan, erken zekânın yeniden değerlendirilmesi gerekliliği, türler konusundaki mevcut karışıklığa bağlı olarak ele alınmalıdır, zira, eskiden beri hüküm süren toptancı evrim modeli artık geçerliliğini yitirmektedir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ancak türlerin sınıflandırılmasına ilişkin tartışmalar, yalnızca, ilk atalarımızın nasıl yaşadıkları bağlamında ilginç olabilir. Binlerce yıl boyunca varlığını sürdürmesi beklenebilecek olanların azlığına karşın, bu yaşamın dokusuna ve işbölümü öncesi yaklaşımlarının zarafetine kısaca göz atabiliriz. Olduvai Boğazı bölgesinde Leakey’lerin üne kavuşturduğu “alet çantası”, yaklaşık olarak 1.7 milyon yıl öncesine ait olan ve “açıkça tanınabilen en az altı alet tipini” içeriyor.(44) Bundan kısa bir süre sonra ise, simetrik bir güzelliğe sahip olan ve neredeyse bir milyon yıl kullanılan Aşölyen el baltası ortaya çıktı. Gözyaşı damlasına benzeyen ve dikkate değer bir dengeye sahip olan bu el baltası, sembol kullanımının çok öncesine ait bir çağın zarafetini ve işlevselliğini çağrıştırmaktadır. Isaac,(45) “insanların keskin kenarlara duyduğu gereksinimin ‘Olduvay’ taş yontma örüntülerinden türeyen biçim çeşitliliğiyle karşılanabileceğini” belirtmekte ve “daha karmaşığın nasıl olup da daha iyi uyarlanmış olarak yorumlanmaya başladığını” sormaktadır. Günümüze ulaşan kemiklerde bulunan izlerden anlaşıldığına göre, bu uzak erken çağda, insanlar, hayvan leşlerinden elde ettikleri kas ve derileri, ip, torba ve örtü gibi eşyaların yapımında kullanıyorlardı.(46) Başka bulgular ise, mağara duvarlarının örtülmesi ve oturaklar için kürklerin, yatak için ise deniz yosununun kullanıldığını göstermektedir.(47)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ateşin kullanımı aşağı yukarı iki milyon yıl öncesine gitmektedir;(48) Poirier’nin(49) de ima ettiği gibi, insanlığın ana yurdu olan Afrika’nın tropikal koşulları olmasaydı, ateş belki de çok daha erken bir dönemde ortaya çıkabilirdi. Böceklerden korunmak üzere mağaralarda yakılan ateş ve zemin ısıtması, ateş kullanımının mükemmelleştiğine işaret etmektedir(50) ki bu konfor Paleolitik çağın çok erken bir döneminde ortaya çıkmaktadır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">John Gowlett’ın(51) da işaret ettiği gibi, Homo sapiens’ten önceki – sadece 30.000 yıl öncesi – her şeyi, biz “tam insan”lardan daha ilkel gören bazı arkeologlar hâlâ vardır. Ancak, yukarıda anılan, ilk insanlarda bile temelde “modern” bir beyin anatomisi olduğuna ilişkin belgeler ışığında bu azınlık, eksiksiz insan zekâsının neredeyse Homo türleriyle birlikte ortaya çıktığını gösteren son çalışmalarla baş etmek zorundadır. Thomas Wynn,(52) Aşölyen el baltası yapımının “tamamen modern yetişkinlerinkine benzeyen bir zekâ düzeyini” gerektirdiği yargısında bulunur. Gowlett da tıpkı Wynn gibi, düzenli bir ardışıklıkla ve yöntemlerin değiştirilmesine imkân veren bir esneklikle, doğru çekiç kullanımı, doğru güç ve doğru vuruş açısı için gerekli olan “işlemsel düşünme” üzerinde durmaktadır. Gowlett, el becerisi, yoğunlaşma, biçimi üç boyutlu olarak algılama ve planlamaya gerek olduğunu ve bu gereksinimlerin “iki milyon yıl gibi uzunca bir süre önce, ilk insanların ortak özelliği olduğunu” iddia ediyor. “Ve bu” diye ekliyor Gowlett, “spekülasyon falan değil, son derece ciddi bir bilginin ta kendisidir.”</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Paleolitik çağda uzun bir zaman dilimi boyunca, teknolojide sadece birkaç küçük değişiklik meydana gelmişti.(53) Gerhard Kraus’a(54) göre, “2.5 milyon yılı aşkın bir süre boyunca, taş alet kullanımında ölçülen yenilik hemen hemen sıfırdı.” Tarih öncesi zekâ hakkında bildiklerimizi de hesaba kattığımızda, böylesi bir “durgunluk” özellikle pek çok sosyal bilimcinin canını sıkmaktadır. Wymer’ın(55) deyişiyle, “böylesine yavaş bir ilerlemeyi kavramak bir hayli zordur.” Avcı-toplayıcı varoluşunun başarısı ve hoşnutluğuyla donanmış zekânın, kayda değer bir “ilerlme” olmayışının başlıca nedeni olması bana son derece makul görünüyor. İşbölümü, evcilleşme ve sembolik kültür; besbelli ki, bunların tümü yakın zamana kadar açıkça reddedilmişti.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Postmodern tezahürüyle birlikte çağdaş düşünce, doğa ile kültür arasındaki ayrım gerçekliğini ortadan kaldırma niyetindedir; oysa, insanların uygarlıktan önceki yetenekleri veri alındığında, o insanların çok önceden kültüre karşı doğayı seçtiklerini söylemek daha doğru olacaktır. Her insan eyleminin ve her nesnenin sembolik olarak değerlendirilmesi de çok yaygındır(56) ve bu yaklaşım, genelde doğa-kültür ayrımını reddeden duruşun bir uzantısıdır. Ancak burada söz konusu olan, sembolik biçimlerin manipülasyonu olarak kültürdür. Ayrıca, fazlasıyla yetkin bir zekâya rağmen, ilkel yaşamda, şeyleşmiş zamana, rakamlara, sanata ve dile (hem yazılı dile hem de muhtemleen bu dönemin tümü veya çoğunluğu boyunca konuşma diline) yer olmadığı da kolayca anlaşılıyor.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Burada araya girerek, “sembolik dünyanın inşasındaki gizli boyut zamandır” diyen Goldschmidt(57) ile hemfikir olduğumu eklemek istiyorum. Ve Norman O. Brown’un da belirttiği gibi, “batırılmamış bir yaşam, tarihsel zaman kapsamında değildir.” Bu bana şunu anımsatıyor; zaman bir özdeklik olarak gerçekliğe içkin değildir, tersine gerçeklik üzerinde kültürel bir dayatma, hatta gerçeklik üzerindeki ilk kültürel dayatmadır. Sembolik kültürün bu temel boyutu ilerledikçe, doğal olandan yabancılaşma da aynı hızla ilerlemektedir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Cohen,(58) “toplumsal düzenin gelişimi ve bekâsı için” sembollerin “zaruri” olduğunu ileri sürmüştür. Bu da, – azımsanmayacak miktardaki pozitif kanıtın daha zorlayıcı şekilde gösterdiği gibi – sembollerin ortaya çıkışından önce, onların varlığını gerektirecek bir düzensizlik halinin olmadığı anlamına geliyor. Levi-Strauss,(59) benzer bir mantıkla şuna işaret etmiştir; “mitik-düşünce, her zaman, karşıtların farkındalığından, onların çözümlenişine doğru ilerler.” Peki düzenin olmayışının nedeni hangisidir, çatışmalar mı yoksa “karşıtlıklar” mı? Paleolitik çağ üzerine oluşan literatür, özgün oldulara ilişkin binlerce monografi içermesine rağmen, bu temel sorun hakkında hemen hemen hiçbir şey içermemektedir. Bana göre mantıklı bir hipotez şu olabilir; işbölümü son derece tedrici ilerleyişinden dolayı fark edilmediği ve yeni oluşundan dolayı yeterince anlaşılmadığı için, insan topluluklarında küçük çatlaklar oluşturmaya başlayarak doğaya yönelik sağlıksız pratiklerin ortaya çıkmasına neden oldu. Gowlett,(60) Üst Paleolitik çağla ilgili olarak şöyle bir gözlemde bulunuyor; “Uzmanlaşmış bitki toplayıclığına ve uzmanlaşmış avcılığa, 15.000 yıl önce Ortadoğu’da rastlamaya başlıyoruz.” Üst Paleolitik çağda aniden ortaya çıkan sembolik etkinlikler (örneğin ritüel ve sanat) şüphe yok ki arkeologlara, tarih öncesinin “büyük süprizlerinden” biri olarak görünmüştür,(61) hele de böylesi davranışların Orta Paleolitik çağda olmayışı dikkate alındığında.(62) Ne var ki, işbölümü ve uzmanlaşma belirtileri, kendilerini bütünlüğün ve doğal düzenin çöküşü, yani giderilmesi gereken bir eksiklik olarak hissettiriyorlardır. Asıl şaşırtıcı olan, uygarlığa yapılan bu geçişin hâlâ olumlu bir gelişme olarak görülebilmesidir. “Sembolik tarzın… olağanüstü bir uyarlama gücüne sahip olduğu ortaya çıktı, eğer öyle olmasa Homo sapiens nasıl dünyanın maddi efendisi olablirdi?” sonucuna varan Foster,(63) uygarlığa geçişi adeta kutlamaktadır. “Sembol manipülasyonunun, kültürün başlıca malzemesi olduğunu” kabul eden Foster şüphesiz haklıdır, ancak, şu olguyu fark etmediği anlaşılıyor; yabancılaşmayı ve doğanın yıkımını günümüzdeki ürkütücü boyutlara taşıyan şey, bizzat bu başarılı uyarlanma olmuştur.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sembolik dünyanın, bir şekilde “yaygın bir sözsüz iletişim ortamından”,(64) ve yüz yüze ilişkiden doğan dilin formüle edilmesiyle ortaya çıktığını varsaymak mantıklı görünüyor. Dilin ne zaman ortaya çıktığı konusunda henüz bir fikir birliğine ulaşılmış değildir, bununla birlikte, Üst Paleolitik çağdaki kültürel “patlamadan” önce konuşmaya ilişkin herhangi bir bulguya rastlanmamıştır.,(65) Dil, modern öncesi bireyin açık olduğu imge ve duygu fırtınalarına ket vurarak, “dizginleyici bir etmen” olma ve yaşamı “daha büyük bir denetime”(66) tabi kılma işlevini görmüş olmalıdır. Bu anlamda dil, açıklığın ve doğayla ortaklığın hüküm sürdüğü bir yaşamdan, sembolik kültürün yükselişinden sonra ortaya çıkan tahakküme ve evcilleşmeye yönelik bir yaşama geçişi temsil etmiş olmalıdır. Bu arada, dil ile düşündüğümüz için düşüncenin ilerlediğini varsaymak (ilerleyişini evrensel bir memnuniyetle karşılayabileceğimiz “tarafsız” düşünce diye bir şey varsa eğer) muhtemelen yanlıştır; çünkü bunu varsaymamızı gerektiren kesin bir kanıt yoktur.(67) Sessiz bir şekilde kendi kendilerine konuşma yetisi de dahil olmak üzere konuşma yeteneklerini, sert darbeler ve benzeri hasarlar nedeniyle tümden kaybeden hastaların, mantıklı düşünüş yeteneklerini tamamen muhafaza ettiklerini gösteren pek çok örnek vardır.(68) Bu veriler, kuvvetli bir şekilde şunu gösteriyor; “insanın entelektüel yeteneği, dil olmadığnıda bile kendi başına yeterince güçlüdür.”(69)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sembolleştirmenin işleyişi söz konusu olduğunda, “ritüelin Üst Paleolitik’teki icadının, kültür yapısına muazzam yayılma itimini veren anahtar olabileceğini söyleyen” Goldschmidt(70) haklı görünüyor. Hodder(71) tarafından, “sembolik ve toplumsal yapıların amansız çözülüşü” olarak kavramlaştırılan ve kültürel dolaylamanın gelişine eşlik eden gelişmelerin ekseni ritüel olmuştur. Ritüel, toplumsal tutunumun sağlanmasına ve güçlendirilmesine yarayan bir araç olarak gerekliydi;(72) örneğin totem ritüelleri, kabile birliğini güçlendirmektedir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Doğanın evcilleştirilmesi ya da terbiye edilmesinden duyulan hoşnutsuzluğun başlangıcı, yabanılın ritüel aracılığıyla kültürel düzenlenişinde görülmektedir. Besbelli ki, dişinin vahşi veya tehlikeli bir kültürel kategori olarak değerlendirilmesi bu dönemden itibaren başlamıştır. Ayinsel “Venüs” heykelcikleri 25.000 yıl önce ortaya çıkmıştır ve kadınların temsil ve kontrol amacıyla yapılan en eski sembolik benzeyişlerini örneklemektedir.,(73) Daha somut olmak gerekirse, yabanıllığın boyun eğişi, büyük memeli hayvanlara yönelik ilk sistematik avcılıkla birlikte başladı; ritüel bu faaliyetin tümleyici bir parçasıydı.(74)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Şamanik bir faaliyet olarak ritüel, tüm insanların, bugün bizim duyumlar üstü olarak sınıflandırabileceğimiz bir bilinç düzeyini paylaştıkları bir yaşamdan gerileme olarak da değerlendirilebilir.(75) Bir zamanlar komünal olan bu algı zirvelerine artık yalnızca uzmanlar ulaştıklarınnı iddia ettiklerinde, işbölümündeki gerilemeler daha da kolaylaşıp hızlanmıştır. ritüel aracılığıyla büyük mutluluğa geri dönüş, diğer sevinçlerle birlikte ölçülebilir zamanın da yok oluşunu vaat eden evrensel bir mitik temadır. Bu tema, ritüelin sahte bir şekilde doldurmaya çalıştığı bir boşluğun varlığına işaret etmektedir; tıpkı sembolik kültürün genel olarak yaptığı gibi.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Duyguların düzenlenmesine yarayan bir araç, kültürel yöneliş ve dizginlenmenin bir yöntemi olarak ritüel, dışavurumun bir biçimi olan sanatı ortaya çıkardı.(76) Gans’e(77) göre, “çeşitli seküler sanat türlerinin ritüelden türemiş olduğu, kuşkuya hemen hemen hiç yer bırakmamaktadır.” Böylece, bir sıkıntnıın başlangıcını, eski ve dolaysız bir otantikliğin yok oluşunun yol açtığı o duyguyu artık fark edebiliriz. “Sanat ve din, aynı şekilde, tatmin olmamış arzulardan doğmuştur” diyen La Barbe(78) bence de haklıdır. Önce dil olarak, daha soyut, sonra ritüel ve snat olarak daha amaçsal bir şekilde ortaya çıkan kültürün işlevi, manevi ve toplumsal kaygıları yapay bir tarzda gidermeye çalışmaktadır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ritüel ve büyü ilk (Üst Paleolitik) sanata hakim olmuş olmalıdır ve muhtemelen, artan işbölümüyle birlikte, toplumsal yönetim ve düzen için zorunlu bir ihtiyaca dönüşmüşlerdir.(79) Benzer şekilde, Pfeiffer,(80) ünlü Üst Paleolitik Avrupa mağara resimlerini, gençliği artık karmaşıklaşan toplumsal sistemlere erginlemenin özgün bir biçimi, düzen ve disiplin için gerekli unsurlar olarak yorumlamıştır.(81) Ve sanat, örneğin ilk bölgeciliğin gelişimi çerçevesinde, doğanın egemenlik altına alınmasına katkıda bulunmuş olmalıdır.(82)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sembolik kültürün, doğasına içkin olan manipule ve kontrol etme arzusuyla birlikte ortaya çıkışı, kısa süre içinde doğanın evcilleştirilmesine kapıları açtı. İnsanların, doğa içinde diğer yabanıl türlerle dengeli bir şekilde yaşadığı iki milyon yıllık bir yaşamdan sonra, tarım, yaşam tarzımızı ve uyarlanma biçimimizi eşi görülmemiş bir değişikliğe uğrattı. Daha önce hiçbir tür, böylesine radikal, hızlı ve köklü bir değişikliğe uğramamamıştı.(83) Dil, ritüel ve sanat aracılığıyla yapılan özevcilleştirme, akabinde, bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesinde esin kaynağı oldu. Sadece 10.000 yıl gibi kısa bir süre önce ortaya çıkan çiftçilik çabucak zafer kazandı; çünkü kontrol, tam da doğası gereği, yoğunlaşmaya yol açar. Üretim arzusu bir kez ortaya çıktıktan sonra, daha yetkin bir şekilde uygulandıkça daha verimli olmaya ve böylece daha baskın ve daha uyarlayıcı olmaya başladı.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Tarım, yüksek boyutlara erişen işbölümünü mümkün kılar, toplumsal hiyerarşinin maddi temellerini kurar ve çevresel yıkıma yol açar. Rahipler, krallar, ağır çalışma koşulları, cinsel eşitsizlik ve savaş, tarımın doğrudan özgül sonuçlarından sadece bir kaçıdır.(84) Paleolitik insanlar, birkaç bin çeşit bitkiden oluşan son derece değişken bir beslenme rejimine sahipken, çiftçilikle birlikte bu kaynaklarda yoğun bir azalma oldu.(85)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Taş Devri insanlığının zekâsı ve muhteşem pratik bilgisi veri alınarak, hep şu soru sorulmuştur; “Tarım niçin, diyelim ki, İ.Ö. 1.000.000 yılında değil de, İ.Ö. 8.000 yılı dolaylarında ortaya çıktı?” Ben, işbölümü ve sembolleşme biçiminde ortaya çıkan ve yavaş yavaş ivme kazanan yabancılaşmadan söz ederek, bu soruyu cevaplamaya çalıştım, ancak, sonuçların ne denli olumsuz olduğu dikkate alındığında, bu olgu şaşırtıcı olmaya devam ediyor. Ancak Binford’un(86) da dikkat çektiği gibi, “Sorulması gereken soru, tarımın niçin her yerde gelişmediği değil, esas olarak tarımın niçin ortaya çıktığıdır.” Avcı-toplayıcı yaşamın sona erişi, bedende, boyda ve iskelet yapısında bir gerilemeye neden oldu(87) ve diş çürümesi, beslenme bozuklukları ve bulaşıcı hastalıkların önemli bir kısmını beraberinde getirdi.(88) Cohen ve Armelagos(89) şu sonuca varıyor: “Bir bütün olarak ele alındığında tüm bunlar, insan yaşamının niteliğinde – muhtemelen süresinde de – topyekün bir gerileme anlamına geliyor.”</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Tarımın diğer sonuçlarından biri de sayının icadı oldu; oysa sayı, ekinlerin, hayvanların ve tarımın belirleyici özelliklerinden biri olan toprağın, mülkiyet konusu olmadığı dönemlerde tamamen gereksizdi. Sayının gelişimi, doğayı egemen olunacak bir varlık olarak görme tutkusunu daha da körükledi. Evcilleşme, ilk ticari işlemler ve politik yönetim için yazıyı da gerektiriyordu.(90) Levi-Strauss,(91) ikna edici bir biçimde, yazılı iletişimin başlıca işlevinin, sömürünün ve baskının kolaylaştırılması olduğunu, yazı olmaksızın kentlerin ve imparatorlukların ortaya çıkamayacağını söylemiştir. İşte bu noktada, sembolleşme mantığı ile sermayenin büyümesi arasındaki bağlantıyı açık seçik bir şekilde görüyoruz.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">O denli uzun üsren tarım öncesi insanlık durumunun kendiliğindenliğinin, hazzının ve keşif duygusunun yerini alan uygarlığın zaferiyle birlikte, itaat, tekrar ve düzen anahtar haline geldi. Clark,(92) avcı-toplayıcı yaşamdaki “boş zaman bolluğuna” değinerek şöyle der; “sıkıntı ve günbegün öğütülme yerine, zevk verici bir yaşam tarzının eşlik ettiği bu boş zaman bolluğu, toplumsal yaşamın niçin öylesine durgun kaldığını gayet iyi açıklamaktadır.” En kalıcı ve yaygın söylencelerden birine göre, bir zamanlar, huzurun ve mutluluğun hüküm sürdüğü bir Altın Çağ vardı; sonra bir şey oldu ve bu saf ve hoş yaşam ortadan kalkarak yerini sıkıntılara ve acılara bıraktı. İsmi Aden veya her ne olursa olsun, burası, eski avcı-toplayıcı atalarımızın yaşadığı yerdi ve düş kırıklığına uğramış toprak işçilerinin yitik özgürlüklerine ve rahatlarına olan özlemini ifade etmektedir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Evcilleşme ve tarımdan önce insanların yaşadığı ve bir zamanların doğa bakımından zengin çevreleri neredeyse tümüyle yok olmuştur. Hayatta kalmayı başaran az sayıdaki avcı-toplayıcılara ise, kala kala, henüz tarıma elverişli olmayan en ücra ve yalıtılmış yerler kalmıştır. Ve kendilerni kölelere (örneğin, çiftçilere, politik kullara, maaşlı işçilere) dönüştürecek olan uygarlığın amansız baskılarına şu veya bu şekilde karşı koymayı başaran mevcut toplayıcı-avcıların tümü de, karşılaştıkları dışarlıklı insanlardan etkilenmişlerdir.(93)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Duffy,(94) üzerinde çalıştığı günümüz avcı-toplayıcıları olan Orta Afrika Mbuti Pigmelerinin, yüzlerce yıldır etraflarındaki köylü-çiftçilerle ve kısmen de, hükümet yetkilileri ve misyonerlerle kuşaklar boyu girdikleri ilişkilerle bir kültürleşme süreci yaşadıklarını belirtmektedir. Yine de, otantik bir yaşama yönelik güdünün, çağlar boyunca varlığını sürdürebildiği görülüyor. Duffy şöyle devam ediyor; “toprağın, barınmanın ve yiyeceklerin bedava olduğu, liderlerin, patronların, politikanın, örgütlü suçun, vergilerin ve kanunların olmadığı bir yaşam tarzı düşleyin. Buna, zengin ve yoksul insanların olmadığı, mutluluğun maddi varlıkların birikimi anlamına gelmediği, her şeyin paylaşıldığı bir toplumun üyesiolmanın yararlarını ekleyin.” Mbuti ler ne herhangi bir hayvanı evcilleştirmiş ne de ekin ekmişlerdir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Çiftçi olmayan topluluklar, az çalışma ve maddi bolluk gibi son derece aklı başında bir kombinasyon gerçekleştirmişlerdir. Bodley,(95) Güney Afrika’nın zorlu Kalahari Çölü’nde yaşayan San Buşmanlarının (Güney Afrika’daki yerli kabilelerden biri), hem kişi sayısı hem de çalışma saatleri bakımından, etraflarındaki çiftçilere oranla çok daha az çalıştığını keşfetmiştir. Buna rağmen, çeşitli kuraklık dönemlerinde, çiftçiler hayatta kalabilmek için San topluluğuna başvurmaktadırlar.(96) Tanaka’ya(97) göre Sanlar, “şaşırtıcı derecede az çalışırlar ve zamanlarının önemli bir kısmını dinlenerek ve eğlenerek geçirirler.” Yerleşik çiftçilerle kıyaslandığında, görece güvenli ve sakin bir yaşam süren San topluluklarının sahip olduğu bu canlılık ve özgürlük, başka araştırmacıların yorumlarına da konu olmuştur.(98)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Flood,(99) Avustralya yerlileri için, “toprağın işlenmesinde ve bitkilerin yetiştirilmesinde harcanan emeğin, muhtemel getiriden daha fazla olduğunu” belirtmiştir. daha genel konuşmak gerekirse Tanaka,(100) ilk insan toplumlarındaki bol ve istikrarlı bitkisel besinlere dikkat çektirmiştir; “aynen tüm omdern toplayıcı toplumlarda olduğu gibi.” Festinger(101) ise, Plaolitik insanın “ciddi bir çaba harcamadan, kayda değer miktarda yiyecek” elde ettiğine değinerek, sözlerini şöyle sürdürmüştür, “hâlâ avcı ve toplayıcı olarak yaşayan çağdaş topluluklar, ücra bölgelere sürülmüş olmalarına rağmen, yine de çok iyi yaşıyorlar.”</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Hole ve Flannery’nin(102) de özetlediği gibi: “Yeryüzünde hiçbir grup, zamanlarının çoğunu oyunlarla, sohbetle ve dinlenmekle geçiren toplayıcılar kadar boş zamana sahip olamaz.” Binford(103) ise, toplayıcıların, “modern sanayi ve tarım işçilerinden, hatta, arkeoloji profesörlerinden bile” çok daha fazla boş zamana sahip olduklarını ekliyor.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Vaneigem’in(104) de belirttiği gibi, evcilleşmemiş olanlar, yalnızca mevcut anın bütünsel [total] olabileceğini bilirler. Bu ise, onların, bizimle kıyaslanamayacak bir şekilde, çok daha büyük bir dolayımsızlık, yoğunluk ve tutkuyla yaşadıkları anlamına gelir. Bazı devrimci günlerin yüzyıllara bedel olduğu söylenmiştir; ve o ana kadar “Hep ileriye ve geriye bakarız” diye yazmıştı Shelley, “Var olmayan için iç çekip durarak…”</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Mbutiler,(105) “mevcut anın doyurucu bir şekilde yaşanmasıyla, geçmişin ve geleceğin, kendi başlarının çaresine bakacağına” inanırlar. İlkel insanlar anılarla yaşamzlar ve genellikle doğum günleri ve yaşlarını ölçme gibi konularla ilgilenmezler.(106) Gelecek konusunda ise, henüz var olmayanı kontrol altına almaya pek hevesli değildirler, tıpkı doğayı egemenlik altına alma niyetinde olmadıkları gibi. Onların, doğal dünyanın değişkenliğine ve akışına an be an katılışları, mevsimlerin farkında olmalarına engel değildir, ama bu, mevcut anı onlardan çalan yabancılaşmış bir zaman bilincine dönüşmez.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Çağdaş toplayıcı-avcılar, tarih öncesi atalarına göre daha fazla et yemelerine rağmen, tropikal ve yarı tropikal bölelerdeki bitkisel besinler, hâlâ temel beslenme rejimlerini oluşturmaktadır.(107) Hem Kalahari’deki Sanların hem de Kalahari’ye oranla av hayvanlarının çok daha bol olduğu Doğu Afrika’daki Hazdaların, besinlerinin yüzde sekseni toplayıcılığa dayanmaktadır.(108) Sanların bir kolu olan !Kunglar, yüzü aşkın değişik bitki türünü toplar(109) ve hiçbir şekilde beslenme bozukluğu sergilemez.(110) Avustralya’daki toplayıcıların sağlıklı ve bol çeştli beslenme rejimleri de bunun bir benzeridir.(111) Toplayıcıların beslenme rejimleri bir bütün oalrak, çiftçilerinkinden çok daha iyidir, açlığa çok seyrek rastlanır, sağlık durumları çok daha iyi, kronik hastalıklar çok daha enderdir.(112)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Lauren van der post,(113) San insanının coşkun kahkahasından duyduğu şaşkınlığı şöyle ifade etmişti; “uygar insanlar arasında asla duyamayacağınız ta mideden gelen bir kahkaha.” Post, bu gülüşü, uygarlığın şiddetli saldırılarına göğüs gererek ayakta kalmayı başaran muhteşem bir canlılığın ve duygu berraklığının göstergesi olarak yorumlamıştı. Tuwell ve Hansen,(114) aynı canlılığı, bir leoparla tutuştuğu silahsız kavgadan sağ kurtulan bir başka San insanından görmüş olmalı, yara almasına rağmen, hayvanı çıplak elleri ile öldürmüştü.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Tayland’ın batısındaki Andaman Adası yerlileri lidersizdirler, sembolik temsil hakkında bir fikirleri yoktur ve herhangi bir hayvanı evcilleştirmemişlerdir. Ama aynı şekilde, aralarında saldırganlık, şiddet ve hastalık da yoktur; yaraları şaşırtıcı bir şekilde çabuk iyileşir, görme güçleri ve işitme duyuları özellikle keskindir. Avrupalıların, 19. yüzyıl ortalarında bölgelerine girmelerinin ardından, bu özelliklerinin azaldığı söyleniyor, ama hâlâ da şu çarpıcı fiziksel özelliklerini koruyorlar; sıtmaya karşı doğal bağışıklık, doğum sonrası çatlakları ve yaşlılıkla gelen kırışıklığı ortadan kaldırabilen deri esnekliği ve “inanılmaz” bir dşi kuvvetliliği: Cipriani,(115) dişleriyle çivi kıran 10 ile 15 yaş arası çocuklar gördüğünü söylemştir. Ayrıca, Andamanlıların, hiçbir koruyucu giysi kullanmadan, bal toplama faaliyetlerine de tanık olmuştur; “buna rağmen, asla arılar tarafından sokulmuyorlardı ve onları seyrettikçe, uygar dünyanın yitirdiği binlerce yıllık bir gizemin içine dalmış gibi hissediyordum kendimi.”</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">DeVries,(116) dejeneratif hastalıkların ve zihinsel özürlülüğün olmaması, kolay ve acısız doğum da dahil olmak üzere toplayıcı-avcıların yüksek sağlık düzeylerinni kanıtlayan çeşitli mukayeseler yapmıştır. DeVries aynı zamanda, toplayıcı-avcıların uygarlıkla ilşikiye girdikleri andan itibare, sağlıklarının bozulmaya başladığına işaret etmektedir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Aynı konuyla bağlantılı olarak, ilkel insanların yalnızca fiziksel ve duygusal gücü değil, aynı zamanda yüksek duyumsal yeteneklerine ilişkin azımsanmayacak kanıtlar vardır. Darwin, Güney Amerika’nın en güney ucunda, dondurucu soğukta neredeyse çıplak bir şekilde ortalıkta gezinen insanlardan bahsederken, Peasley,(117) “herhangi bir giysi olmaksızın”, ilişklere işleyen soğuk çöl gecelerinde yaşamakla ünlenmiş olan Aborjinleri gözlemlemiştir. Levi-Strauss,(118) [Güney Amerikalı] bir kabilenin, “gün ışığında Venüs gezegenini görebildiğini” öğrendiğinde hayretler içinde kalmıştı. Sirius B’yi en önemli yıldız olarak değerlendiren Kuzey Afrikalı Dogonlar da benzer bir yeteneğe sahiptirler; yalnızca en hüçlü teleskoplarla bulunabilecek bir yıldızın varlığından, hiçbir alet olmaksızın, her nasılsa haberdardırlar.(119) Bu özellikler bağlamında, Boyden,(120) Jüpiter’in dört uydusunu çıplak gözle görebilen Buşmanlardan bahsetmiştir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Marshall,(121) The Harmless People (Zararsız İnsanlar) adlı eserinde, bir Buşman’ın, geniş bir ovada, ya”herhnagi bir çalı veya ağacın olmadığı” bir noktaya nasıl yolunu şaşırmadan gittiğini ve etrafında neredeyse gözle görülmeyen bir sarmaşık teli olan yassı bir otu nasıl gösterdiğini anlatır. Buşman, birkaç ay önceki yağmur mevsiminde, bu otu, henüz yeşilken görmüştü. Şimdi kavuruu sıcakta, orayı kazıp, otun kökündeki suyu çıkararak susuzluğunu gideriyordu. Lauren van der Post,(122) yine Kalahari Çölü’nde, San Buşmanları ile doğa arasındaki yakınlığı enine boyuna incelerken çöyle diyordu; “neredeyse mistik denilebilecek bir deneyim düzeyine sahipler. Çevrelerindeki mükemmel çeşitlilikten sadece birkaçtanesini belirtmek gerekirse, örneğin, bir fil, aslan, antilop, tavşan, kertenkele, fare, peygamberdevesi, baobab ağacı, sarı ibikli kobra veya yıldız benekli nergis zambağı olmanın ne demek olduğunu biliyor gibiydiler.” Toplayıcı-avcıların genellikle, rasyonel açıklamalara açıkça meydan okuyan bir iz sürme yeteneğine sahip olmakla tanındıklarını eklemek ise neredeyse gereksiz.(123)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Rohrlich-Leavitt(124) şu hususlara dikkat çekmişti; “Veriler, toplayıcı-avcıların genelde bölgeci olmadıklarını ve çift-yerli olduklarını, grup içi saldırganlığı ve rekabeti reddettiklerini; yaşam kaynaklarını serbestçe paylaştıklarını; grup işbirliği bağlamında, eşitlikçiliğe ve özerkliğe önem verdiklerini; çocuklara hoşgörülü ve sevecen davrandıklarını göstermektedir.” Onlarca çalışma, komünal paylaşım ve eşitlikçiliği, böylesi grupların neredeyse belirleyici özellikleri olarak vurgulamıştı.(125) Lee,(126) toplayıcılar arasındaki paylaşımın “evrenselliğine” dikkat çekerken, Marshall’ın 1961′deki klasik çalışması, “güçlü eşitlikçi” bir toplayıcı-avcı yönelişi vurgulayan bir “cömertlik ve alçak gönüllülük etiği”nden söz etmektedir. Tanaka tipk bir örnek verir: “En çok hayran oldukları özellik cömertliktir, en çok hor gördükleri ve nefret ettikleri özellikler ise cimrilik ve bencilliktir.”</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Baer,(127) eşitlikçilik, demokrasi, kişiselcilik, bireyselleşme ve özgeciliği”, evcilleşmemiş olanların anahtar erdemleri olarak sıralarken, Lee,(128) “dünyanın çeşitli yerlerinde sade bir şekilde yaşayan toplayıcılar” arasında, “sınıfsal ayrımlara duyulan mutlak nefretten” söz etmiştir. Leacock ve Lee,(129) grup içi “her türlü otorite” iddiasının, “!Kung topluluğu arasında alay ya da öfkeye yol açtığını” vurgulamıştır; aynı özelliğin, başkalarınn yanı sıra, Mbutiler,(130) Hazdalar(131) ve Dağlı Naskapiler(132) için de geçerli olduğu kaydedilmiştir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Lee,(133) Botswana’daki !Kung topluluklarından şöyle bahseder: “Geniş bir ailenin babası bile, oğluna veya kızına herhangi bir şey yapmalarını söyleyemez. İnsanların çoğu, sanki kendi iç programları doğrultusunda hareket etmektedirler.” Ingold,(134) “avcı ve toplayıcı toplumların çoğunda, bireysel özerklik ilkesine üstün bir değer biçilmektedir” değerlendirmesinde bulunurken, Wilson(135) bunlarda, “odaklaşmış açık toplumların ortak özelliği” olan bir “bağımsızlık etiği” bulur. Yüksek itibarlı bir alan antropoloğu olan Radin(136) şu sözleri söyleyecek kadar ileri gitmişti: “İlkel toplumda, akla gelebilecek her türlü kişilik boşalımına, dışavurumuna özgür alan tanınmıştır. İnsan kişiliği başka hiçbir yerde, bu toplumda olduğu kadar, ahlaki yargılardan muaf değildir.”</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Mbutilerin toplumsal yapısını inceleyen Turnbull(137), şöyle der; “aleni bir boşluk, nerdeyse anarşik olan bir iç sistem yokluğu.” Duffy’ye(138) göre; “Mbutiler doğal bir şekilde başsızdırlar; liderleri ve yöneticileri yoktur, topluluğu ilgilendiren kararlar konsensusla alınır.” Birçok açıdan olduğu gibi, bu noktada da, çiftçiler ile toplayıcılar arasında büyük nitel farklılıklar vardır. Söz gelimi, San topluluklarını çevreleyen çiftçi Bantu kabileleri (örneğin Sagalar), krallık, hiyerarşi ve çalışma temelinde örgütlenmişlerdir; San topluluklarıysa, eşitlikçilik, özerklik ve paylaşım sergilemektedirler. Bu çarpıcı ayrımı yaratan, evcilleşme ilkesinden başka bir şey değildir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Herhangi bir toplumdaki hakimiyet, doğanın evcilleştirilmesinden bağımsız değildir. Öte yandan, toplayıcı-avcı toplumlarda, insan ile insan olmayan varlıklar arasında keskin bir hiyerarşi bulunmaz;(139) benzer şekilde, toplayıcılar arasındaki ilişkiler de hiyerarşik değildir. Evcilleşmeyenler, tipik bir tarzda, avladıkları hayvanları kendileriyle eşit kabul ederler; son derece eşitlikçi olan bu ilişki, evcilleşmenin başlmasıyla birlikte sona ermektedir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Doğaya yabancılaşma kesin bir toplumsal denetime (tarıma) dönüştüğünde, değişen şey sadece toplumsal davranışlar olmadı. “Yeni keşfedilen” bölgelere ayak basan denizcilerin ve seyyahların yorumlarına bakacak olursak, o bölgelerdeki yabani hayvanlar ve kuşlar, başlangıçta bu işgalci insalardan hiç de ürkmemişlerdir.(140) Birkaç çağdaş toplayıcı topluluk, örneğin Filipinler’deki Tasadaylar,(141) dış dünya ile temas etmeden önce avcılık yapmamıştır; öte yandan çoğu toplayıcı, avcılık yapmasına rağmen, “av normalde saldırgan bir eylem değildir”.(142) Turnbull,(143) Mbuti avcılığından saldırgan bir ruhun pek de olmadığını, hatta Mbutilerin bir tür pimanlıkla avlandıklarını gözlemlemiştir. Hewitt(144) 19. yüzyılda karşılaştığı Xan Buşmanları nezdinde, avcı ile avlanan hayvan arasında bir sevecenlik bağı olduğunu belirtmiştir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Avcı-toplayıcılar arasındaki şiddt konusunda ise, Lee(145) şu tespitte bulunmuştur; “!Kunglar kavgadan nefret eder ve kavga eden herhangi bir insanın aptal olduğunu düşünürler.” Duffy’nin(146) değerlendirmesine göre, “Mbutiler, iki insan arasındaki her türlü şiddet biçimini büyük bir tiksinti ve nefretle karşılarlar ve bu şiddeti asla danslarında ve oyunlarında temsil etmezler.” Bodley(147) ise, cinayet ve intiharın, dış etkilere maruz kalmayan toplayıcı-avcılar arasında “son derece seyrek” olduğu sonucuna varmıştır. amerikan yerlilerinin “savaşçı” doğası, Avrupalıların işgalci emellerini meşru kılmak amacıyla çoğunlukla uydurulmuştur;(148) yağmacı uygarlıkla karşılaştıktan sonra şiddet uygulamaya başlayan Komançi yerlileri, Avrupalıların istilasından önce, yüzyıllar boyu şiddet içermeyen bir yaşam sürdürmüşlerdi.(149)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Hızlı bir şekilde tarıma yol açan sembolik kültürün gelişimi, ritüel aracılığıyla, geniş toplayıcı gruplardaki yabancılaşmış toplumsal yaşama bağlanmaktadır. Bloch,(150) ritüelin düzeyi ile hiyerarşi arasında karşılıklı bir ilişki saptamıştır. Ya da tersinden bir yaklaşımla Woodburn,(151) Tanzanya’daki Hazdalar arasında, ritüelin yokluğu ile uzmanlaşmış rollerin ve hiyerarşinin yokluğu arasında bir ilişki olduğunu görebilmiştir. Turner’in(152) batı Afrika’daki Ndembular üzerine yaptığı çalışma, daha katmansız olan eski toplumun çözülmesiyle ortaya çıkan ihtilafları gidermeye yönelik ritüel yapıların ve törenlerin bolluğunu göstermiştir. Bu törenler ve yapılar, politik bütünleyiciliği sağlayacak tarzda işlemektedir. Ritüel, sonuçları ve karşılığı, toplumsal sözleşme tarafından güvence altına alınmış olan basmakalıp bir etkinliktir, sembolik faaliyetin, grup üyeliği ve toplumsal urallar aracılığıyla kontrolü sağladığı mesajını iletir.(153) Bir denetim ve tahakküm anlayışına yol açan ritüelin, liderlik rollerine(154) ve merkezileşmiş politik yapılara dönüşme eğiliminde olduğu görülmüştür.(155) Törensel kurumların tekeli, açıkça otoriye anlayışını güçlendirir,(156) hatta bizzat otoritenin özgün biçimi olabilir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Liderlik ve ona içkin olan eşitsizlik, Yeni Gine’deki çifçi kabileleri arsında ritüel, erginleme hiyerarşisine veya Şaman tarzı ruhban medyumluğa katılım üzerine temellenmektedir.(157) Şamanların rolünde, insan toplumunda tahakküme katkıda bulunan somut bir ritüel faaliyeti ayrımsarız.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Radin,(158) “sadece kendilerinin doğa üstüyle iletişim içinde oldukları teorisini oluşturan ve geliştiren” Şamanlara ve hekümlere yönelik “aynı belirgin eğilimin”, Asya ve Kuzey Amerikalı kabile halkları arasında da bulunduğunu belirtmiştir. Bu üstünlük, diğerlerinin zararına olacak şekilde, Şamanları güçlendirmiş gibi görünüyor; Lommel,(159) “Şamanların ruhsal iktidarında… grubun diğer üyelerinin gücündeki zayıflamayla ters orantılı olan bir artış” görmüştür. Bu pratiğin, yaşamın diğer alanlarındaki iktidar iilşkilerine ilişkin belirgin anlamları vardır ve dinsel önderlikten yoksun olan önceki dönemlerle bir tezat oluşturmaktadır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Brezilya’daki Batuqueler, her biri, belirli bir ruhu denetlediğini iddia eden, müşterilerine doğa üstü hizmetler satmaya çalışan ve adeta rakip tarikatlara mensup rahipleri andıran Şamanlara sahiptir.(160) Muller’e(161) göre, “büyü aracılığıyla doğayı kontrol eden” bu tür uzmanlar, “doğal olarak, insanları da kontrol etme noktasına gelirler.” Şaman, gerçekten de, tarım öncesi toplumlarda, genellikle en güçlü bireydir;(162) değişimi kurumsallaştırabilecek bir konumdadır. Johennessen,(163) Güneybatı Amerika yerlilerinin, bitki ekimine karşı gösterdikleri direnişin, Şamanların nüfuzu sayesinde bastırıldığı tezini ortaya atıyor. Benzer şekilde, Marquardt,(164) Kzeu Amerika’da üretimin başlatılmasında ve düzenlenmesinde, ritüel otorite yapılarının önemli bir rol oynadığını dile getirmiştir. Amerika’daki gruplar üzerinde çalışan bir başka uzman(165) ise, Şamanların doğanın yabanıllığını denetim altına alma rolü ile kadınların boyunduruk altına alınışı arasında bir ilişki saptamıştır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Berndt,(166) ayinsel cinsel işbölümünün, Aborijinler arasındaki negatif cinsiyet rollerinin gelişiminde oynadığı önemli rolü vurgularken, Randolf(167) doğrudan konuya gelir: “Ritüel etkinlik, ‘uygun’ erkek ve kadınların yaratılmasına yarar.” Bender(168) ise, cinsel ayrım için “doğada herhangi bir neden” bulunmadığını iddia eder. “Bu ayrımın, dayatma ve tabularla yaratılması, ideoloji ve ritüel aracılığıyla ‘doğallaştırılması’ gerekmektedir.”</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ancak toplayıcı-avcı toplumlar, doğaları gereği, ritüelin kadınları evcilleştiren potansiyelini reddederler. Avcılığa en yatkın olanlar da dahil olmak üzere eşitlikçi toplulukların yapısı (ya da yapısızlığı), her iki cinsin özerkliğini güvence altına alır. Bu güvence, maddi yaşam olanaklarının, hem kadınlar hem de erkekler için eşit şekilde kullanılabilir olmasıdır, bunun da ötesinde, grubun başarısı, cinslerin bu özerkliğe dayanan işbirliğine bağlıdır.(169) Cinsiyet alanları genellikle birbirinden bir şekilde ayrıdır, fakat, kadınların ortak yaşama yaptıkları katkının en azından erkeklerinkiyle eşit olduğu göz önüne alındığında, cinsiyetler arasındaki toplumsal eşitliğin, “avcı-toplayıcı toplumların temel özelliği” olduğu görülür.(170) Gerçekten de, pek çok antropolog, kadınların avcı-toplayıcı gruplardaki statüsünün, diğer toplum biçimlerinde olduğundan daha yüksek olduğunu saptamıştır.(171)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Turnbull,(172) Mbutilerin tüm önemli kararlarında “kadının ve erkeğin eşit söz hakkına sahip olduğunu, avcılığa ve toplayıcılığa aynı derecede önem verildiğini” gözlemlemiştir. Turnbull,(173) avcı-toplayıcılarda -muhtemelen geçmişteki atalarına göre çok daha artmış olan- cinsel bir farklılaşmanın varlığını kabul etmiştir, “fakat, bu herangi bir hakimiyet-tabiyet ilişkisine yol açmamaktadır.” Post ve Taylor’a,(174) göre !Kung erkekleri, aslında kadınlardan daha fazla çalışmaktadır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Çağdaş toplayıcı-avcılarda yaygın olan işbölümü bağlamında, rollerdeki bu farklılaşmanın hiçbir şekilde evrensel olmadığını eklemeliyiz. Baltık bölgesindeki Fennilerden bahsederken, “kadınlar tıpkı erkekler gibi avllanarak geçiniyorlar… ve bu yazgılarını, tarla işleriyle iki büklüm olan diğer kadınların yazgılarından daha mutluluk verici buluyorlar” diye yazan Romalı tarihçi Tacitus’un zamanında da durum farklı değildi. Procopius’un İ.S. 6. yüzyılda, bugün Finlandiya olan bölgede yaşayan Serithifinnilerde saptadığı özelliklerde aynı anlama geliyor; “Serithifinniler ne kendilerini toprağı işlerler, ne de kadınların onlar için toprağı işler, ancak kadınları düzenli olarak erkeklerle birlikte ava katılırlar.”</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Melville Adası’ndaki Tiwi kadınları,(175) tıpkı Filiğinler’deki Agta kadınları gibi, düzenli olarak avlanırlar.(176) Turnbull,(177) Mbuti toplumunda, “cinsiyete dayalı uzmanlaşma azdır. Av bile ortak bir çabadır” derken, Cotlow(178) “av geleneksel Eskimolar arasında, tüm ailenin işbirliğini kapsayan bir girişimdir (ya da bir zamanlar öyleydi)” diyerek bu görüşü doğrulamaktadır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Darwin,(179) cinsel eşitliğin başka bir boyutunu saptamıştır: “… tamamen barbar olan kabilelerde, kadınlar sevgililerini seçmekte, reddetmekte, cezbetmekte veya sonradan kocalarını değiştirmekte, beklenildiğinden çok daha fazla söz hakkına sahiptirler.” Marshall(180) ve Thomas(181) tarafından da ortaya konulduğu üzere, !Kung Buşmanları ve Mbutiler bu kadın özerkliğine örnek teşkil ederler; “Evliliklerinden mutsuz olduklarında, kadınlar kolayca kocalarını terk ederler” diye tamamlıyor Begler,(182) Marshall(183) ayrıca, !Kunglar arasında, tecavüzün son derece ender olduğunu ya da hiç olmadığını saptamıştır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Toplayıcı-avcı kadınlarla ilgili bir diğer ilgi çekici oldu da, herhnagi bir doğum kontrolü yöntemi olmaksızın, hamileliği önlemekte sergiledikleri yetenektir.(184) Gebelik konusunda pek çok hipotez öne sürülüp çürütülmüşür; örneğin gebeliğin şu veya bu şekilde bedenin yağ düzeyine bağlı olması gibi.(185) En akla yatkın görünen açıklamalardan biri, evcilleşmemiş insanların, kendi fiziksel koşullarıyla çok daha uyumlu yaşamaları olgusuna dayanan açıklamadır. Toplayıcı-avcı kadınların duyuları ve gelişim süreçleri yabancılaşmış veya körelmiş değildir; bedenlerini yabancılaşmış bir nesne gibi algılamayanlar için doğum kontrolü hiç de mistik bir olgu olmasa gerek.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Zaire Pigmeleri, her kızın ilk adet dönemini, büyük bir şenlik ve festivalle kutlarlar.(186) Genç kadın büyük bir sevinç ve gurur duyar ve tüm topluluk bundan duyduğu mutluluğu ifade eder. Oysa çiftçi köylüler arasında, adet gören bir kadın, tabularla karantina altına alınması gereken kirli ve tehlikeli bir varlık olarak değerlendirilir.(187) San erkeği ve kadını arasındaki dingin, eşitlikçi ilişki, esnek roller ve karşılıklı saygı Drapper’ı(188) etkilemişti; Drapper’s göre, Sanlar toplayıcı-avcı olarak kaldıkları sürece aynı şekilde devam edecek olan bu ilişki, toplayıcı-avcı olmaktan çıktıkları andan itibaren ortadan kalkacaktı.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Duffy,(189) bir Mbuti kampındaki her çocuğun, her erkeğe baba ve her kadına anne olarak seslendiğini saptamıştır. Toplayıcı-avcı çocuklar, uygarlığın yalıtılmış çekirdek ailelerindeki çocuklara oranla çok daha fazla bakım ve ilgi görürler, kendilerine çok daha fazla zaman ayrılır. Post ve Taylor,(190) Buşman çocukları le ebeveynleri arasında “neredeyse sürekli bir temas” olduğunu söylemişlerdir. Ainsworth’un(191) üzerinde çalıştığı !Kung bebekleri, hızlı bir zihinsel gelişim ve hareket kabiliyeti göstermişleridir. Bu durum, hem kısıtlanmayan bir hareket özgürlüğünün sağladığı uyarıma ve manevra yeteneğine, hem de !Kung ebeveynleri ile çocukları arasında son derece yoğun olan tensel sıcaklığa ve yakınlığa yorulmuştur.(192)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Draper,(193) “!Kung çocuk oyunlarında hemen hemen hiç rekabet olmadığını” görebilirken, Shostack,(194) “!Kung kız ve erkek çocuklarının çoğu oyunları birlikte oynadıklarını” gözlemlemiştir. Draper ayrıca, daha büyük yaşlardaki Mbuti gençliğinin “evlilik öncesi cinselliği coşku ve zevkle yaşama” özgürlüğüne koşut olarak,(195) çocukların deneysel cinsellik oyunlarına engel olunmadığını saptamıştır. Ruth Benedict’in(196) aynı konu hakkında yazdıklarına göre, “Zunilerde herhangi bir günah anlayışı yoktur.” Benzer biçimde, “iffet, bir yaşam biçimi olarak büyük bir hoşnutsuzlukla değerlendirilmektedir… Cinsiyetler arasındaki mutlu ilişkiler, insanlar arasındaki mutlu ilişkilerin bir diğer ifadesidir… Cinsellik, mutlu bir yaşama ait olan bir olaydır.”</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Coontz ve Henderson,(197) cinsiyetler arasındaki en eşitlikçi ilişkilerin en sade toplayıcı toplumlarda bulunduğu önermesini destekleyen kanıtların gittikçe arttığına işaret etmektedir. Kadınlar, toplayıcı-avcı toplumdan farklı olarak, geleneksel tarımda son derece başat bir tol oynamalarına rağmen, karşılığında bir statü elde etmezler.(198) Bitkiler ve hayvanlar gibi, kadınlar da, tarımın başlamasıyla birlikte evcilleştirilmeye tabi kılınmaktadır. Temellerini yeni düzenle sağlamlaştıran kültür, içgüdünün, özgürlüğün ve cinselliğin koşulsuz boyun eğdirilişini gerektirir. Her türlü düzensizlik ortadan kaldırılmalı, doğanın gücü ve kendiliğindenlik sıkı bir şekilde denetim altına alınmalıdır. Kadınların yaratıcılığı ve cinsel kişilikler olarak temel varlığı, yerini, tüm köylü dinlerinde ifade edilen, erkelerin ve besinin bereketli kaynağı Büyük Ana rolüne bırakmaya zorlanmaktadır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Güney Amerika’daki çiftçi kabilerlerden biri olan Mundurukların erkekleri, kadınların baskı altına alınması bağlamında, bitkileri ve cinselliği aynı sözcüklerle ifade ederler: “Onları muzla terbiye ediyoruz.”(199) Simone de Beauvoir,(200) saban ile erkeklik uzvu arasında kurulan denklemde, kadınlar üzerindeki erkek otoritesinin sembolünü saptamıştır. Bir başka çiftçi grup olan Amazon Jivaroları arsında, kadınlar, yük hayvanı ve erkeklerin kişisel mülkiyeti olarak değerlendirilmektedir;(201) Güney Amerikalı bu ova kabileleri arasında “yetişkin kadınların kaçırılması, pek çok savaşın başlıca nedenidir”.(202) Kadınlara yönelik acımasızlık ve kadınn yalıtılması, tarımsal toplumların işleviymiş gibi görünüyor,(203) ve kadınlar böylesi topluluklarda, işlerin önemli bir kısmını, hatta tümünü yapmaya devam ediyorlar.(204)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Kelle avcılığı, göz dikilen tarım toprakları üzerine sürdürülen savaşın bir parçası olarak, yukarıda belirtilen topluluklar tarafından yapılmaktadır;(205) öte yandan, kelle avcılığına ve sürekli savaşlara, Yeni Gine yaylalarındaki çiftçi kabileler arasında da rastlanmaktadır.(206) Lenski’nin 1974′te yaptığı araştırmalar, savaşın avcı-toplayıcılar arasında ender olduğunu, ancak çiftçi toplumlarda hızla arttığını ortaya koymaktadır. Wilson’ın(207) da yalın bir şekilde belirttiği gibi, “İntikam, kan davası, kargaşa, kavga ve savaş, evcilleşmiş halklar arasında ortaya çıkmış ve onlara özgü olgularmış gibi görünmektedir.”</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Godelier,(208) kabile ihtilaflarının, “öncelikle sömürgeci tahakkümle açıklanabileceğini” ve bu ihtilafların kökeninin “sömürge öncesi yapıların işleyişinde” aranmaması gerektiğini savunuyor. Uygarlıkla temas, elbette huzur bozucu ve yozlaştırıcı bir etki yaratabilir, ancak kişi, böyle bir yaklaşımda Godelier’in Marksizminin (örneğin, evcilleşmeyi/üretimi sorgulama konusundaki isteksizliği) bir payı olabileceği şüphesinden urtulamıyor. Öte yandan, topluluk içinde kayda değer bir cinayet oranına sahip olan Bakır Eskimolarının, içlerindeki bu şiddeti dış etkilere borçlu oldukları söylenebilir, bununla birlikte, Eskimoların evcilleşmiş köpeklere olan bağımlılığı da gözden kaçmamalıdır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Godelier ile belli bir dereceye kadar paralellik içinde olan Arens(209), kültürel bir olgu olarak yamyamlığın bir kurgu olduğunu ve bu kurgunun, fetihçi unsurlar tarafından icat edilerek yaygınlaştırıldığını iddia etmektedir. Oysa, evcilleşmeye bulaşan halklar arasında bu pratik belgelenmiştir.(210) Örneğin, Hogg(211) tarafından yapılan çalışmalar, ritüelle başlayıp tarımla kökleşen yamyamlık pratiğinin bazı Afrika kabilelerinde bulunduğunu ortaya koymuştur. Genel anlamıyla yamyamlık, kaosun kültürel olarak deneyim altına alınmasının biçimlerinden biridir; yamyamlık pratiğinin kurbanı, hayvanlığı veya terbiye edilmesi gereken herhangi bir şeyi temsil etmektedir.(212) Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, Fiji Adası yerlilerinin önemli söylencelerinden biri, “Fijililer nasıl yamyam oldu” söylencesi, tam anlamıyla bir tarım masalıdır.(213) Benzer şekilde, yüksek bir evcilleşme düzeyine ve zaman bilincine sahip olan Aztekler, zaptedilemez güçleri dize getirmek ve son derece yabancılaşmış olan bir toplumu dengede tutmak üzere, insanları kurban etme pratiği sergilemişlerdir. Norbeck’in(214) de belirttiği gibi, evcilleşmeyen ve “kültürel bakımdan yoksul” toplumlar, yamyamlık ve insan kurban etme faaliyetlerine yabancıdırlar.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Şiddetin, daha karmaşık toplumlardaki temel kökenlerine gelince, Barnes,(215) toplayıcı-avcılar arasında yaşanan “bölgesel çatışmalara ilişkin etnografik raporların”, “son derece ender” olduğunu saptamıştır. Örneğin !Kung sınırları, belirsiz ve savunmasızdır,(216) Pandaramların yaşadıkları bölgeler sabit değildir ve isteyen istediği yere gidebilir;(217) Hazdalar, serbestçe bölgeden bölgeye geçerler;(218) Mbutiler için, sınırların ve arazilerine izinsiz girişlerin hemn hemen hiçbir önemi yoktur;(219) ve son olarak Avustralya Aborijinleri, bölgesel ve sosyal ayrımları reddederler.(220) Dışlayıcılığın yerini bir cömertlik ve konukseverlik etiği alır.(221)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Kitwood’a(222) göre, toplayıcı-avcı halklar “herhangi bir özel mülkiyet anlayışı” geliştirmemişlerdir. Yukarıdaki paylaşıma ilişkin olarak Samson’ın(223) Aborijinleri “mülkiyetsiz halklar” olarak nitelemesinden de anlaşılacağı gibi, toplayıcılar, uygarlığın dış varlıklara yönelik saplantılarını benimsemezler.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Pietro,(224) Kolomb’un ikinci seferinde karşılaştığı Kuzey Amerika yerlileri hakkında şöyle yazıyordu: “Tüm kötülüklerin kaynağı olan ‘benimki ve seninki’nin onlar arasında yeri yoktur.” Post’a(225) göre, Buşmanlar “herhangi bir iyelik anlayışına” sahip değillerdir ve Lee(226), Buşmanların, doğal çevrenin kaynakları ile toplumsal refah arasında keskin bir ayrım yapmadıklarını görmüştür. Bir kez daha görüldüğü gibi, doğa ile kültür arasında bir ayrım vardır ve uygarlaşmayanlar birincisini, yani doğayı seçmişlerdir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Kullandıkları her şeyi tek avuçlarında taşıyabilen, adeta dünyaya geldiklerinde sahip olduklarının biraz fazlasıyla ölen pek çok toplayıcı-avcı vardır. Bir zamanlar, insanlar her şeyi paylaşıyorlardı; tarımla birlikte, mülkiyet en yüce değer oluyor ve insan, tüm dünyaya sahip olmaya kalkışan bir türe dönüşüyor. Akıllara durgunluk veren bir deformasyon.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sahlins(227) belagatli bir şekilde şöyle demişti: “Dünyanın en ilkel insanları sadece birkaç şeye sahiptir, ama yoksul değildir. Yoksulluk ne malın mülkün az oluşu, ne de sadece amaçlarla araçlar arasındaki bir ilişkidir; yoksulluk her şeyden önce insanlar arasındaki bir ilişki biçimidir. toplumsal bir statüdür. Ve bu haliyle de, uygarlığın bir icadıdır.”</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">“Çiftçiliği, kendilerine adeta zorla dayatılana kadar reddeden” toplayıcı-avcıların bu “yaygın eğilimi”,(228) içlerinden köylü olanı artık Mbuti saymayan Mbuti inancında da göze çarpan bir doğa/kültür ayrımını göstermektedir.(229) Mbutiler, toplayıcı bir topluluk ile tarımcı bir köyün, zıt değerlere sahip karşıt toplumlar olduğunu bilirler.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ancak, zamanla, evcilleşmenin bazı beliryeci faktörleri gözden kaçabiliyor. Cohen,(230) “Kuzey Amerika’nın Batı Kıyısı’ndaki tarihi avcı-toplayıcıların, uzunca bir zamandan beridir, avcı toplayıcılar arasında anormal sayıldığını” açıklamıştır; Kelly’nin(231) de belirttiği gibi, “Kuzeybatı kıyısındaki kabileler, tüm avcı-toplayıcı klişelerini çiğnemişlerdir.” Temel geçim kaynakları balıkçılık olan bu avcı-toplayıcılar, şeflik, hiyerarşi, savaş ve kölelik gibi son derece yabancılaşmış özellikler sergilemektedirler. Ancak onların tütünü ve köpeği evcilleştirmiş oldukları hemen hemen her zaman göz ardı edilmektedir. Herkesçe bilinen bu “anormallik” bile, evcilleşme özellikleri içermektedir. Ritüelin üretime uygulanışı, bu sürece eşlik eden diğer tahakküm biçimleriyle birlikte, önceki sürece eşlik eden diğer tahakküm biçimleriyle birlikte, önceki zarafet durumunun yitirilişini kurumsallaştırmışsa benzemektedir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Thomas,(232) Kuzey Amerika’dan başka bir örnek veriyor; Büyük Havza Soshonları ve onların üç bileşeni olan Kawich Dağ Soshonları, Reese Nehri Soshonları ve Owens Vadisi Paiuteleri. Bu üç grup, evcilleştirme düzeyine koşut olarak artan bölgecilik ya da iyelik ve hiyerarşiyle birlikte, belirgin biiçimde farklı tarım düzeyleri sergilemekteydi.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">“Yabancılaşmamış” bir dünyadan söz etmek imkânsız olduğu kadar hoş karşılanmayan bir şeydir de, ancak sanırım, dünya olmaktan çıkan günümüz dünyasının nasıl bu hale geldiğini ortaya çıkarabiliriz ve çıkarmalıyız da. Sembolik kültürün ve işbölümünün ortaya çıkışıyla birlikte, anlayışlılığın, bütünlüğün ve büyüleyiciliğin hüküm sürdüğü bir yaşamdan koparak, bizi ilerleme öğretisinin tam göbeğindeki hiçliğe getiren son derece yanlış bir yöne saptık. Kendisi boş olan ve her şeyin içini boşaltan evcilleşme mantığı, her şeyi kontrol etme arzusuyla birlikte, geri kalan her şeyi harabeye çeviren uygarlığın yıkıntılarını artık gözümüzün içine sokmaktadır. Doğanın tali olduğu varsayımı, kısa bir süre sonra tüm yeryüzünü yaşanamaz hale getirecek olan kültürel sistemlerin tahakkümünü mümkün kılmaktadır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Postmodernizm bize, iktidar ilişkilernin olmadığı bir toplumun, sadece bir soyutlamadan ibaret olduğunu söylüyor.(233) Doğanın ölümünü kabul etmediğimiz sürece, bir zamanlar var olan ve tekrar bulabileceğimiz şeylerden vazgeçmediğimiz sürece, bu bir yalandan ibarettir. Turnbull, Mbuti insanları ile orman arasındaki yakın dostlukta, Mbutilerin sanki ormanla sevişirmiş gibi dans edişlerinden söz etmiştir. Eşitlerden oluşan bir yaşamın koynunda bunların hiçbiri soyutlama değildir; tıpkı, “onlar ormanla dans ediyorlardı, ayla dans ediyorlardı” diyen Turnbull’ün bu sözlerinde herhangi bir soyutlamanın olmayışı gibi.</span></b></div>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-8256517115613484992012-02-12T06:49:00.000-08:002012-02-12T06:49:01.167-08:00J. ZERZAN - ZAMANIN BAŞLANGICI ZAMANIN SONU<div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"> geriye.”<em>(110)</em><em>John Zerzan'ın <a href="http://www.kaosyayinlari.com/gelecekteki_ilkel.php" style="text-decoration: none;" target="_blank">Gelecekteki İlkel</a> adlı kitabından alıntı.]</em></span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Günümüzün en saplantılı kavramlarından biri nasıl ki zaman denen maddi gerçeklik ise, kendinden menkul zaman anlayışı da sosyal yaşamın ilk yalanı olmuştur. Başka türlü söylemek gerekirse, insan doğadan kopmadan önce zaman diye bir şey yoktu. Bu can alıcı şeyleşme – zamanın başlangıcı – İlk Günah’ı; yani yabancılaşmanın ve tarihin başlangıcını teşkil eder. Spengler bir kültürü başka bir kültürden ayıran özelliklerin zamana atfedilen sezgisel anlamlar olduğunu gözlemlerken,<em>(1)</em> Canetti, zamanı düzenlemenin tüm yöntemlerin başlıca özelliği olduğunu belirtmiştir(<em>2)</em>. Öte yandan, topluluktan yola çıkıp uygarlığa varan akışın kendisi de zamana dayandırılmaktadır. Zaman teknolojinin temel dili ve tahakkümün ruhudur. Zamanın günümüzde kazandığı erişilmez hız ve buna ek olarak zamanı uzamsallaştırma doğrultusundaki “çözümlerin” uğradığı başarısızlık, baskıcı bir güç olan zaman ile ona eşlik eden İlerleme ve Gelişmenin yapaylığını apaçık biçimde gözler önüne sermektedir. Daha somut konuşmak gerekirse, zamanın aleni boyunduruğunu, teknoloji ve çalışma çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Nereden bakılırsa bakılsın, tarihi ve zaman düzenini ortadan kaldırma isteği Orta Çağlardan beri, hatta daha da önce, tarımı doğuran Neolitik devrimden beri, bugünkü kadar güçlü olmamıştır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="color: #eeeeee;"><span id="more-150" style="background-color: #444444;"></span></span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Teknoloji ile çalışmanın insancıllaştırılmasının kuşkulu bir önermeye dönüştüğü günümüzde, zamanın insancıllaştırılması da bizzatihi sorgulanmaktadır. En can alıcı sorulardan biri şudur; zamanın yarattığı temel baskı etkin bir şekilde nasıl kontrol altına alınabilir veya reforme edilebilir? Oysa bunu yapmak yerine, neden bu baskıyı tamamen ortadan kaldırmayalım? Hegel’i onaylayarak ondan alıntı yapan Debord şöyle yazmıştı; “‘Varlığı bastırdığı ölçüde var olan negatif bir varlık olarak’ insan, zamanla özdeştir.”<em>(3)</em> Artık reddedilen bu denklemi aydınlatmanın en iyi yolu belki de zamanın kökenine, evrimine ve mevcut konumuna bakmaktır. Horkheimer ile Adorno’nun anlamlı bir şekilde dile getirdiği gibi, eğer “her türlü şeyleşme bir unutuş”<em>(4)</em> ise, zamanın bulunmadığı kökenimizden kopuşumuz ve ebedi bir şekilde “zamana yenilmemiz” bağlamında her türlü “unutuşun” bir şeyleşme olduğu da bir o kadar doğrudur. Esasen tüm diğer şeyleşmeler buradan doğmaktadır.<em>(5)</em> Zaman denilen nesneleşme ve onun akışının şimdiye dek hiç kimse tarafından tatminkâr bir şekilde tanımlanmaması, konunun bir hayli karmaşık olmasından kaynaklanıyor olmalı. Zamandan başlayarak tarihe, oradan ilerlemeye, ilerlemeden de ölümcül bir gelecek putperestliğine dönüşen bu akış günümüzde türleri, dilleri, kültürleri ve neredeyse tüm doğal dünyayı öldürmektedir. O nedenle, daha baştan niyet ve stratejiyi vurgulamak istiyorum; teknolojik toplum ancak zamanın ve tarihin ortadan kaldırılmasıyla tasfiye edilebilir (ve yeniden ortaya çıkması da ancak bu şekilde engellenebilir). Spengler tarafından da belirtildiği gibi, “Tarih öncesiz sonrasız bir oluştur ve bu yüzden öncesiz sonrasız bir gelecektir; Doğa ise var olandır ve bu yüzden sonsuz bir geçmiştir.”<em>(6)</em> “Tarih doğanın inkârıdır”<em>(7)</em> diyen Marcuse, neredeyse insanı insan olmaktan çıkaran ve giderek daha da hızlanan bu ilerleyişi iyi yakalamıştır. Bu sürecin odak noktasını, ilk insanlarda var olmayan hükmedici bir zamansallık anlayışı oluşturur. Levy-Bruhl konuya şöyle girer: “Zaman anlayışımız, insan aklının doğal bir niteliğiymiş gibi görünüyor. Oysa bu bir yanılgıdan ibarettir. Zira ilkel düşünüş tarzının söz konusu olduğu yerlerde, böyle bir anlayışa nadiren rastlarız…”<em>(8)</em> Frankfurt okulunun mensupları ise şu sonuca varmıştı; “eski çağların düşüncesi, zamanı tekdüze bir süreklilik veya nitel olarak farksız anlardan oluşan bir ardışlık olarak ele almaz.”<em>(9)</em> Bunun yerine ilk insanlar, “her an bir arada var olan ve böylece hem nicel hem de nitel bakımdan sürekli olarak değişen olaylar bütününü beraberinde getiren bir iç ve dış deneyim akışı içinde yaşamıştır.”<em>(10)</em>Ovalarda yaşamış olan avcı-toplayıcı kadın kafatasları üzerinde çalışan Jacquetta Hawks, “ovadaki tüm günlerin, tüm mevsimlerin direşimli bir birlik oluşturduğu öncesiz sonrasız bir şimdiyi” tasavvur etmiştir.<em>(11)</em> Gerçekten de yaşam, sürekli bir şimdi içinde yaşanmaktaydı<em>(12</em>); bu ise, tarihsel zamanın gerçekliğe içkin olmadığı, tersine gerçeklik üzerinde bir dayatma olduğu anlamına gelmektedir. Kendisi olatlardan bağımsız kalarak tüm olayları birbirine bağlayan o sonsuz ilerleme içinde açılan bir “yumağı” andıran böylesine soyut bir zaman anlayışına tümüyle yabancıydılar. Henri-Charles Puesch’ün “eklemli zamandışılık” terimi, örneğin belirgin bir zaman anlayışının olmadığı dönemlerde, zaman aralığı bilincinin var olduğunu yansıyan yararlı bir terimdir. Açıktır ki, zamansal mesafe davetsiz bir misafir gibi insan aklına girmeden önce, özne ile nesne arasında tamamen farklı bir ilişki vardır. Algı dediğimiz şeyin, doğanın dışlanmasına ve tahakküm altına alınmasına yol açan uzaklaşmayı yaratan günümüzdeki tek boyutlu eylemle herhangi bir benzerliği yoktu. Şüphesiz bu özgün durumun yansımalarını, varlıklarını hâlâ sürdüren kabilelerde farklı derecelerde görebiliriz. Waxon dokuzuncu yüzyıl Pawnee Kızılderililerinden söz ederken şöyle der; “Yaşamlarında bir ritim var, ama ilerleme yok.”(<em>13)</em> Hopi dili ne geçmişi ne şu anı ne de geleceği çağrıştıran hiçbir referans içermez. Tarih doğrultusunda biraz daha ilerlemiş olan Tivlerin düşüncesinde ve konuşmasında zaman öğesi göze çarpmakla birlikte ayrı bir kategori oluşturmamaktadır; bir diğer Afrikalı grup olan Nuerler de bağımsız bir düşünce olarak herhangi bir zaman anlayışına sahip değildir. Zamana yenilme aşamalı bir yenilgidir; tıpkı eski Mısırlıların, biri gün dönümlerini diğer ise tekbiçimli “nesnel” zamanı ölçen iki ayrı saat geliştirmesi gibi, Balililerin takvimi de “zamanın birimini değil, daha ziyade ne tür bir zamanda olunduğunu gösterir.”<em>(14)</em> Yukarıda genel olarak değinilen ilk avcı-toplayıcı insanlık<em>(15)</em> bağlamında birkaç şey daha söylemek yararlı olabilir, hele de 1960′lı yılların sonlarından beri “antropolojik ortodoksluğun neredeyse tamamen tersyüz edildiği”<em>(16)</em> olgusu dikkate alındığında. Yaklaşık 10.000 yıl önce ortaya çıkan ilk tarım toplumları öncesindeki yaşam uzunca bir süre boyunca çirkin, kısa ve hayvani bir varoluş olarak görülmüştür, ancak Marshall sahlins, Richard Lee ve diğer araştırmacıların yaptığı çalışmalar bu yaklaşımı kökünden değiştirdi. Asgari bir çabayla yaşamın idame edilmesini sağlayan ve çok çeşitli hazlar veren yiyecek toplayıcılığı artık özgün ve varlıklı bir toplumu temsil etmektedir; çalışma katı bir sosyal maliyet olarak değerlendiriliyor ve armağan etme ruhu ağır basıyordu.<em>(17)</em> İşte zaman dışı olma böyle bir yaşama dayanıyordu ki bu da akla Whitrow’un sözlerini getiriyor; “İlkel insanlar mevcut an içinde yaşarlar, tıpkı bizlerin de eğlenirken mevcut anda yaşaması gibi.”<em>(18)</em> Benzer bir yaklaşımı Nietzsche şöyle dile getirir; “Tüm zevkler sonsuzluğu arzular; derin, çok derin bir sonsuzluğu.” Bir zamanlar zevklerin ve mükemmelliğin hüküm sürdüğü özgün bir yaşam olduğu düşüncesi oldukça eski ve neredeyse evrensel bir düşüncedir.<em>(19)</em> Sadece birkaç örnek vermek gerekirse, “Kaybedilmiş Cennet” anıları, sonraki varoluşun yakımını talep eden bir eskatologya ile birlikte, Taocu Altın Çağ düşüncesinde, Roma’daki Kronia ve Saturnalia bayramlarında, Yunanlıların Elizyum’unda ve Hıristiyanlık’taki Cennet Bahçesi ile Cennetten Kovulma söylencesinde rahatlıkla görülebilir (ki muhtemelen bu düşünceler, efendisiz bir toplumdaki eski mutluluğun yitirilişini konu alan Sümer ağıtlarından kaynaklanmaktadır). Zamanın ortaya çıkışıyla birlikte yitirilen bu cennetvari varoluş, zamanın Cennetten Kavulma’nın getirdiği bir uğursuzluk, tarihin ise İlk Günah’ın sonuçlarından biri olduğunu göstermektedir. Norman O. Brown’a göre “Ayrılmışlık Cennetten Kovulma’ya, yani bölünmeye tekabül eder ve o ilk yalana yenik düşme anlamına gelir.”<em>(20)</em> Walter Benjamin’e göre ise, “soyutlamanın kökeni… İlk Günah’ta aranmalıdır.”<em>(21)</em>Buna karşılık, şaman faaliyetlerinde bir “cennet nostaljisi” keşfeden Eliade’a göre, “bir şamanın ancak kendisinden geçerek yapabildiği şey”, zamanın hegemonyasından önce, “tüm insanlar tarafından somut bir şekilde yapılıyordı.”<em>(22)</em> Öyleyse Loren Eisely’nin “yüce bir zamansızlıkla, hiçbir değişimin olmadığı o mutlu ülkeyle bağdaşmayan her şeyi kararlı bir şekilde ortadan kaldırmak ve yerli halklardan bahsetmesinde şaşıracak bir şey yok.<em>(23)</em> Hakeza, ilkel toplumların “kendi aralarında tarihi doğurabilecek her türlü yapısal değişikliğe karşı amansız bir direniş sergilediklerini” gören Levi-Strauss’un bu tespiti de pek şaşırtıcı olmasa gerek.<em>(24)</em> Eğer tüm bu anlatılanlar zaman gibi ciddi bir konu hakkında fazlaca sert görünüyorsa, bilgeliğin hangi noktada yitirildiğini göstermeleri bakımından, bazı modern klişeler bize soluk aldırabilir. “Zaman yaşantıyı düzenlemeye yarayan bir biçimdir” diyen John G. Gunnell<em>(25)</em>, teknolojinin tarafsız olduğunu savunan mantık dışı yaklaşımla mutlak bir paralellik oluşturmaktadır. Zamana çok daha aşırı bir sadakat gösteren yaklaşımlardan biri de Clark ile Piggott’nun tuhaf iddiasıdır; “insan topluluklarını hayvan topluluklarından ayıran şey, son tahlilde, insanların sahip olduğu tarih bilincidir.”<em>(26)</em> “İlkel halklar bireyselik duygusuna hemen hemen hiçsahip olmadıkları için, özel mülkiyetleri yoktur”<em>(27)</em> diyen Erich Kahler’in bu düşüncesi de tıpkı Leslie Paul’un “İnsan doğanın dışına adım atmakla kendisini zaman boyutunda özgürleştirmektedir”<em>(28)</em> biçimdeki sözleri gibi kökten yanlıştır. Şunu da eklemek gerekir ki, ilk insanın “kendi evrenine ve topluluğuna ilkel bir şekilde katılımının, zamanın devreye girmesiyle birlikte çatırdamaya başladığını” gören Kahler daha sağlam bir zemin üzerinde durmaktadır.<em>(29)</em> Bu kaybediş Seidenberg’in gözünden de kaçmamıştır; Seidenberg’e göre atamız “kendi içgüdüsel armonisinden tamamen koparak, istikrarsız sentezlerden oluşan tehlikeli bir yola sapmıştır. Tehlikelerle dolu olan bu yolun adı tarihtir.”<em>(30)</em> Mitik boyuta yeniden dönmek gerekirse, pratikte avcı-toplayıcı yaşamaya tekabül eden genelleşmiş antik bir Cennet Bahçesi’ne duyulan özlemlerde, tüm ırklarda ve tüm ilk toplumlarda izine rastlanılan büyü faaliyetleriyle karşılaşmaktayız. Zamana dayalı teknolojik tarzlarda olduğu gibi, bu faaliyetlerde de gözümüze çarpan şey, “doğanın olağan düzenliliğini yeniden sağlamayı” amaçlayan zaman karşıtı bir müdahaledir.<em>(31)</em> Böylece asıl vurgulanması gereken olgu, doğanın süreçlerinin aşılması değil, bu süreçlerdeki düzenliliğe ilk insanlar tarafından gösterilen ilgidir. Büyünün bir diğer boyutu da, bütün canlı varlıklar arasındaki akrabalığı en yüce değer olarak gören totemciliktir; büyü ve onun totemsel çerçevesine göre, doğaya katılım her şeyin temelidir. “Gerçek totemcilikte,” der Frazer, “…totem [ata, koruyucu] asla bir tanrı değildir ve ona hiçbir zaman tapılmamaktadır.”<em>(32)</em> Katılımdan dine, doğa ile özdeşleşmeden dışsallaşmış tanrı tapıncına doğru atılan adım, zamanı doğuran yabancılaşma sürecini teşkil eder. Ratschow, büyünün çöküşünden ve onun yerine dinin geçirilmesinden, bu can alıcı ilişkiyi sağlayan tarihsel bilincin yükselişini sorumlu tutmuştur.(<em>33)</em> Durkheim tam da böyle bir anlayıştan yola çıkarak zamanı “dinsel düşüncenin bir ürünü” olarak değerlendirmiştir.<em>(34)</em> Eliade artık iyice su yüzüne çıkan bu ayrışmayı görmüş ve onu sosyal yaşamla ilişkilendirmiştir; “en mantıksız efsaneler ve ritüeller, Tanrı ve Tanrıçaların hemen hemen tüm çeşitleri, Atalar, maskeler, gizli topluluklar, tapınaklar, papazlıklar ve benzerleri; tüm bunlar, toplayıcılık ve oyun tarzı avcılık aşamasının ötesine geçen kültürlerde ortaya çıkmaktadır…”<em>(35)</em> Elman Service, avcı-toplayıcı dönemde gruplar halinde yaşayan toplulukların “şaşırtıcı ölçüde” eşitlikçi olduklarını fark etmiştir, bu eşitlikçiliğe damgasını vuran şey yalnızca otoriter şeflerin yokluğu değil, ama aynı zamanda, uzmanların, her türlü aracı unsurun, işbölümünün ve sınıfların bulunmayışıdır.<em>(36)</em>Freud’un tekrar tekrar işaret ettiği gibi, özü yabancılaşma olan uygarlığın, ilk çağlardaki bu zaman dışı ve üretken olmayan mutluluğu ortadan kaldırması gerekiyordu.<em>(37)</em> Bu uzun ve bozulmamış çağda, yabancılaşma önce zaman biçiminde ortaya çıktı; ne var ki, zamanın mutlak zafere ulaşıp tarihe dönüşebilmesi için, on binlerce yıl süren bir direnişin kırılması gerekiyordu. Teknolojinin motoru olan uzamsallaştırmanın izi, zamanla birlikte ortaya çıkan ilk acı yoksullaşma deneyimlerine, zamana geçişi sağlamak üzere yaşam alanlarının genişletilmesini hedefleyen ilk çabalara dek sürülebilir. Eski Ahit’te geçen “Verimli ve üretici olun” emri Cioran tarafından bir “suç” olarak değerlendirilmiştir.<em>(38)</em> Muhtemelen cioran bu emirde ilk uzamsallaşmayı – bizzat insanların kendi kendilerini uzamsallaştımalarını – görmüş olsa gerek; zira ilerlemeci bir müdahaleyle yıkılan avcı-toplayıcı yaşamdan sonra ortaya çıkan işbölümü ve onu takip eden diğer ayrışmaların, insan nüfusundaki hızlı artıştan kaynaklandığı söylenebilir. Bu yıkımı burjuva tarzda dile getiren klişeleşmiş söyleme göre, tahakküm (yani yöneticiler, şehirler, devletler vb.) “nüfus baskısının” doğal bir sonucudur. Avcı-toplayıcılıktan göçebeliğe geçilirken, uzamsallaşma, yaklaşık olarak İ.Ö 1200 dolaylarında, iki tekerlekli savaş arabası (ve yarı insan yarı at biçimindeki bir figür) olarak karşımıza çıkmaktadır. Zamanı kontrol altına almanın bir telafisi olarak, yayılmanın ve hızlanmanın getirdiği zafer sarhoşluğu artık belirgin bir şekilde varlığını hissettirmektedir. Bir tür gurur vesilesidir bu durum; zaman anlayışının yarattığı tedirgin edici enerji, en basitinden uzamsal tahakküme kanalize edilmiştir. Göçebe yaşamın sona ermesiyle birlikte, toplumsal düzen, yeni bir uzamsallaştırma olan sabit mülkiyet<em>(39)</em> üzerinde inşa edilmiştir. Tam da bu noktada Euclid sahneye çıkar; Euclid tarafından geliştirilen geometri, ilk tarım sistemlerinin ihtiyaçlarını yansıttığı gibi, yaşam alanlarının ölçülüp biçilmesini başlıca ilke olarak kabul etmekle, bilimi yanlış bir zemin üzerine oturtmuştur. Eşitlikçi bir toplum portresi çizmeye çalışan Morton Fried, böylesi bir toplumun hiçbir şekilde düzenli bir işbölümü sergilemediğini (ve böylece politik bir iktidar için hiçbir temel yaratmadığını) belirtir; “Bu toplumların neredeyse tümü, avcılık ile toplayıcılığa dayanmaktadır ve büyük yiyecek rezervlerinin depolanmasını sağlayan önemli hasat dönemlerinden yoksundurlar.”<em>(40)</em> Artı ürünü ve uzmanlaşmayı geliştirerek üretimi doğuran tarım uygarlığı her şeyi temelden değiştirdi. Kendisine sunulan artı ürün sayesinde, rahip zamanı ölçmeye, gökyüzü hareketlerini tanımlamaya ve gelecekteki olayları öngörmeye başladı. Güçlü bir elitin denetimi altında olan zaman, doğrudan, devasa sayılardaki erkek ve kadının yaşamlarının kontrol altına alınmasında kullanıldı.<em>(41)</em> Lawrence Wright’a göre, ilk takvim ustaları ve onların bilgli yardımcıları “bağımsız bir rahip sınıfı haline geldi.”<em>(42)</em> Bunun en çarpıcı örneklerinden bii, yoğun bir şekilde zaman saplantıları olan Mayalar’dı. G.J. Whitrow şöyle der; ” tüm antik halklar arasında, en ayrıntılı ve en doğru astronomik takvimi geliştirenler ve böylece kitleler üzerinde muazzam bir denetim kuranlar Maya rahipleri olmuşlardır.”<em>(43)</em> Biçimsel zaman anlayışının tarımın gelişmesiyle birlikte ortaya çıktığını söyleyen Henry Elmer Barnes haklı görünüyor.<em>(44)</em> Eski Ahit’te, çalışmanın ve tahakkümün habercisi olan Cennetten Kovulma sahnesinde geçen ünlü tarım bedduasını hatırlamamak mümkün değil (Eski Ahit 3:17-18). Çiftçilik kültürünün ilerlemesiyle birlikte, zaman düşüncesi daha ayrıntılı bir şekilde tanımlanıp algılanabilir hale geldi ve zamanın yorumlanmasında ortaya çıkan farklılıklar, doğa ile uygarlık, eğitimli sınıflar ile kitleler arasında kesin bir sınır çizgisi oluşturdu.<em>(45)</em> Bu ayrım, yeni Neolitik olgunun tanımlayıcı niteliği olarak kabul edilir. Nilsson’a göre, “uygarlaşmış antik halklar, tam anlamıyla geliştirilmiş bir zaman hesaplama sistemiyle tarih sahnesine çıkarlar,”<em>(46)</em> Thompson’a göre ise, “takvimin yapısı, uygarlığın yapısına temel teşkil eder.”<em>(47)</em> Babilliler günü 12 saate, İbraniler haftayı 7 güne böldü ve kısmen de olsa yeniden başlangıç noktasına dönme iddiasında olan eski döngüesel zaman anlayışı, adım adım, çizgisel doğrultuda ilerleyen bir zaman anlayışına boyun eğdi. Zaman ve doğanın evcilleştirilmesi, ağır bir bedel pahasına ilerledi. “Tarımın keşfedilmesi,” diye iddia eder Eliade, “modern aklın hiçbir şee algılayamayacağı muazzam alt üst oluşlara ve ruhsal çöküntülere yol açmıştır.”<em>(48)</em> Bu zehir zemberek ortaklık koca bir dünyayı yıktı; tabii ki inaılmaz bir mücadeleyi yenilgiye uğrattıkran sonra. Öyleyse, Jacop Burckhardt’ın deyimiyle tarihe “sanki tarih bir patologmuş gibi” yaklaşmalıyız; Hölderlin’e göre ise, “Her şeyin nasıl başladığını, kötülüğün kim tarafından icat edildiğini” öğrenme üzere çaba sarf etmeye devam edeceğiz. Öykümüze tekrar devam etmek gerekirse, zamana yönelik direnişin izleri Yunan uygarlığına dek bile gitmektedir. Gerçekten de, Sokrates’te, Platon’da ve sistematik felsefenin öne çıktığı dönemde bile, zamanı ndizginleri henüz tamamen serbest bırakılmamıştı; çünkü zaman dışı ilk çağların “unutuluşu” hâlâ bilgeliğe ve kurtuluşa giden yolda önemli bir engel olarak değerlendiriliyordu.<em>(49)</em> J.B. Bury’nin <em>The Idea of Progress</em> (İlerleme Düşüncesi) adlı klasik eseri, insan ırkının başlangıçtaki “yalın bir altın çağdan” kendi isteğiyle vazgeçerek yozlaştığını savunan ve ilerleme düşüncesinin ilerleyişi önünde uzun vadeli bir engel oluşturan inancın Yunan’da son derece yaygın olduğuna” işaret eder.<em>(50)</em>Christianson, ilerleme karşıtı tutumun daha sonraki dönemlerde de sürdüğünü keşfetmiştir: “Romalılar da, Yunanlılardan ve Babilllilerden daha az olmayacak ölçüde, zamandaki döngüsel tekrara işaret eden çeşitli anlayışları terk etmemişlerdir…”<em>(51)</em> Ne var ki, Yahudilik ve Hıristiyanlık’la birlikte, zaman son derece belirgin bir şekilde keskinleşerek çizgisel bir ilerlemeye dönüştü. Radikal bir kopuş söz konusuydu ve zamanın ivediliği insanlığı ele geçiriyordu. Bu kopuşun standart özellikleri, hiç de rastlantısal olmayacak biçimde, tarihin en feci anlarından birinde, yani antik dünya ile Roma’nın çöktüğü bir dönemde, Augustin tarafından özetlenmiştir.<em>(52)</em>Geri dönülmez bir biçimde zaman içinde ilerleyen tekil bir insanlık tablosunu tasavvur eden Augustin, açıkça döngüsel zamana saldırmıştır; yaklaşık olarak İ.S. 400 yıllarında ortaya çıkan bu yaklaşım, kayda değer ilk tarih teorisidir. Galip gelen çizgisel zamana damgasını vuran Hıristiyanlığın göstergelerinden biri olarak, kısa bir süre sonra feodal Avrupa’da, katı bir zaman tarifesi altında yönetilen ilk günlük yaşam örneğiyle karşılaşıyoruz; bu örnek manastırdır.<em>(53)</em> Adeta bir saat gibi işletilen, katı bir şekilde düzenli ve mutlak olan manastır, bireyi, tıpkı duvarlarıyla kuşatır gibi zaman içine hapsetmiştir. Kilise, zamanın ölçülmesine katılan ve zamana göre düzenlenmiş bir yaşam tarzını dayatan ilk güç olmuş ve bu projesini katı bir şekilde uygulamaya devam etmiştir.<em>(54)</em> Bu yüzden, vurmalı ve yelkovanlı saatin Papa II. Sylvester tarafından 1000 yılında icat edilmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Özellikle Benediktin tarikatı, Coulton, Sombart, Mumford ve diğer tarihçiler tarafından, modern kapitalizmin ilk kurucusu olarak değerlendirilmiştir. İktidarlarının zirvesinde oldukları Ortaçağ’da yaklaşık olarak kırk bin manastırı yöneten Benediktin papazları, insanları “saatinde” çalışmaya zorlamakla, insan yaşamının bir makinanın doğal olmayan ritimlerinin boyunduruğu altına girmesine yardım etmişlerdir. Bu ise, saatin yalnızca zamanı gösteren basit bir araç olmadığını, ama aynı zamanda insan eylemini eşzamanlı hale getiren bir araç olduğunu göstermektedir.<em>(55)</em> Orta Çağlarda, özellikle de 14. yüzyılda, zamanın yürüyüşü, muhtemelen Neolitik tarım devriminden beri sürmekte olan benzersiz bir direnişke karşılaştı. Bu iddia, zaman ile toplumsal ayaklanmaların temel gelişimleri arasında yapılacak bir kıyaslmaya dayandırılabilir; böyle bir kıyaslama, zaman ile toplumsal ayaklanma arasındaki mutlak ve derin çatışmayı gözler önüne serecektir. 1300′lü yıllara gelindiğinde, niceliği artan resmi zaman, modern yaşamı tahakküm altına alma talebiyle gelip kapıya dayanmıştı; bo noktadan itibaren zaman tamamen soyutlanarak, anlarda ve bölümlerden oluşan tekdüze bir birimler silsilesine dönüşüyordu. Tüm kaçış yollarını tutan teknoloji tarafından, söz konusu yüz yılın başlarında üretilen ilk mekanik saat, nitel bakımdan yepyeni bir tutsaklık çağını temsil ediyor ve böylece zamansal öğeler doğadan tamamen kopuyordu. Avrupa çağında yayılan çeşitli kullanım tarzlarına ek olarak, 1345 yılı civarında kamusal zamanlama ortaya çıktı ve ardından bir saatin altmış dakikaya, bir dakikanın da altmış saniyeye bölünmesi yaygınlaştı.<em>(56)</em> Evcilleştirmenin kazandığı yeni boyut için gerekli olan bu mutlaklaştırma, çok daha katı bir eşzamanlılığı da beraberinde getirdi. Zamanın elde ettiği yeni gücün “kişisel deneyimlerdeki şiieselliğin ve yakınlığın yitirilmesine” yol açtığını savunan Glasser’a göre, kendisini bu şekilde ortaya koyan zaman, gündeki akışın ve sevincin yerine geçerek, günü kullanabilir zamansal bir birime indirgenmiştir.<em>(57)</em> Böylece günler, saatler ve dakikalar, birbirinin yerine geçebilen standart parçalara ve öncülük ettikleri çalışma süreçlerine dönüşmüş oluyordu. Öte yandan bu tayin edici ve baskıcı değişimler, bizzat döneme denk düşen büyük toplumsal ayaklanmaların tam ortasında gerçekleşmiş olmalı. Sadece en çok bilinen üç örneği hatırlatmak gerekirse, 1323 ile 1328 yılları arasında Belçika’da, 1358 yılında Fransa’daki Jacquerie ayaklanmasında ve 1381 yılında İngiltere’de patlak veren ayaklanmalarda, tekstil işçileri, köylüler ve kent yoksulları, toplumun normlarını ve bariyerlerini yıkımın eşiğine getirecek ölçüde sarsmıştı. Bohemya ve Almanya’da 16. yüzyılın başlarına kadar bile ısrarla süren bu dönemdeki devrimci başkaldırının binyılcı karakteri, şaşmaz bir zaman öğesine işaret etmekte ve dolaylanmamış özgün bir yaşama duyulan çzlemin eski örneklerini çağrıştırmaktadır. Örneğin, İngiltere’deki Free Spirit’in mistik anarşizmi doğallığı arıyordu, aynen isyancı John Ball’ün ünlü sözünde vurgulandığı gibi; “Adem ekip Havva biçerken, efendi kimdi?” Oldukça öğretici olan örneklerden biri de, Kölnlü radikal mistik Suso’nun yaklaşık 1330′daki kurgusudur:</span></b></div><blockquote style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">“Nereden geldin sen?” Suso’ya görünen “Hiçbir yerden geliyorum” diye cevap verir. “Söyle bana, nesin sen?” “Ben yokum.” “Ne istiyorsun?” “Ben istemem.” “Bu bir mucize! Söyle bana, adın ne?” “Bana İsimsiz Vahşilik derler.” “Senin anlayışın nereye varır?” “Dizginsiz bir özgürlüğe.” “Söyle bana, dizginsiz özgürlük dediğin nedir?” “Bir insanın geriye ve ileriye bakmaksızın ve kendisi ile Tanrı arasında herhangi bir ayrım yapmaksızın geçici heveslerine göre yaşamasıdır…”<em>(58)</em></span></b></blockquote><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">“Her şeyi olduğu gibi tutma,” sınıfları ve hiyerarşileri ortadan kaldırma arzusu, tıpkı Suso’nun açıkça zaman karşıtı olan sözcesinde olduğu gibi, 14. yüzyıl toplumsal ayaklanmasının en uç arzularını yansıtmakta ve bu toplumsal ayaklanmadaki zaman karşıtı öğeleri ortaya koymaktadır.<em>(59)</em> Ortaçağın son dönemlerine denk gelen bu dönüm noktası, perspektifin ölçülen alanının saatlerin ölçülen zamanını takip ettiği sanat aracılığıyla da anlaşılabilir.14. yüzyıldan önce hrhangi bir perspektif girişiminde bulunulmamıştı. Çünkü ressam şeyleri göründükleri gibi değil, oldukları gibi resmetmeye çalışıyordu. Ancak 14. yüzyıldan sonra, güçlü bir zaman anlayışı sanata damgasını vurmaya başlar; Bronowski’nin tanımladığı gibi, “Tıpkı an gibi, hiçbir yer bizim için sabit değildir; ve anın hızlanması ile bakış açısının ortaya çıkması daha ziyade zaman içinde gerçekleşmektedir.”<em>(60)</em> Benzer şekilde Yi-Fu Tuan, ancak 15. yüzyılda ortaya çıkan manzara resminin, hem zamanın hem de resmin perspektifinin tamamen yaniden düzenlenişini temsil ettiğine işaret etmiştir.<em>(61)</em> Alanlar arasındaki benzerliği zaman içinde cereyan eden bir olaya dönüştüren perspektif, devinimi baskı altına almaktadır; bu ise, uzamsallaştırma teması dikkate alındığında, zamanda ortaya çıkan “nitel sıçrayışı” gösteren bir başka örnektir. 14. yüzyılda zamana karşı sergilenen direnişin yenilgiye uğramasıyla birlikte, ileriye yönelik akış bir kez daha değerlerin çıkış noktası haline geliyordu; 15. yüzyılda ortaya çıkan modern haritadan ve onu takip eden büyük seferler çağından da rahatlıkla anlaşılacağı gibi, yeni bir uzamsallaştırma boyutu söz konusuydu. Bu veriler ışığında bakıldığında, Braudel tarafından kullanılan modern uygarlığın “boşluğa yönelk savaşı” biçimindeki terim yerli yerine oturmaktadır.<em>(62)</em> Kantorowicz, zamanın yeni ve güçlenmiş hegemonyasını şu sözlerle ifade etmiştir: “Artık iyice su yüzüne çıkan zamana atfedilen bu yeni değer, Batı düşüncesinin Orta Çağın sonunda dönüşüme uğratılmasını sağlayan en güçlü etmenlerden biri haline geldi.”(<em>63)</em> Bu resmi, legal ve olgulara dayalı objektif zamansal düzende yalnızca uzamsal zaman gerçek ifade olanağını yakalayacağına göre, her türlü düşünme tarzı zorunlu olarak biçim değiştirecek ve aynı zamanda yoksullaştırılacaktı. Bu yeni yönelimin özü, 15. yüzyılın ilk dönemleri hakkında yalın bir değerlendirme yapan Le Goff’un şu sözlerinden de anlaşılabilir; “hümanistin ilk erdemi bir zaman anlayışına sahip oluşudur.”(<em>64)</em> Öyle ya, zaman ile teknolojinin beraberce kazandığı yeni boyutlar olmaksızın, bu iki öğe arasındaki özel ve mükemmelleşmiş birleşme olmaksızın, moderniteye başka türlü nasıl varılacaktı? Lilley, “Orta Çağda üretilen en komplike makinaların mekanik saatler olduğunu”<em>(65)</em> belirtirken, Mumford, “modern endüstriyel çağın kilit aletinin buhar makinası değil, saat olduğu” sonucuna varmıştır.<em>(66)</em>Hakeza, Marx da makina sanayisinin ilk temelini burada görmüştür; “Saat, pratik amaçlara uygulanan ilk otomatik makinadır ve düzenli devinime dayalı üretim sisteminin genel teorisi saat üzerine inşa edilmiştir.”<em>(67)</em>Bir başka şaşırtıcı çakışma da, 15. yüzyıl ortalarında, Gutenberg’in matbaa makinasında basılan takvimin bilinen ilk basılı belge olmasıdır (takvim İncil’den bile önce basılmıştır). Ayrıca, 15. yüzyılda Bohemya’da patlak veren Taborites ayaklanması ve 16. yüzyıl başlarında Münster’de gerçekleşen Anabaptist ayaklanması türünden binyılcı başkaldırıların, mekanik saatlerin yaygınlaşmasına ve mükemmelleşmesine denk düşmesi de dikkate değer bir olgudur. Peter Breughel’in <em>The Triumph of Time</em> (Zamanın Zaferi, 1574) adlı eserinde betimlenen pek çok nesne ve düşünceye modern saat figürü hakimdir. Yukarıda değindiğimiz bu zafer, büyük bir uzamsal tutkuyu alevlendirerek, bazı ganimetleri de beraberinde getirdi; yerkürenin dört bir yanına düzenlenen seferler ve geniş kara parçalarının aniden keşfedilmesi bu ganimetin bir göstergesidir. Ancak en az bunun kadar gerçek olan bir diğer olgu da, Charles Newman’ın deyimiyle, söz konusu dönemden başlayarak “dünyanın ilerlemeci bir mantıkla gözden çıkarılması” olmuştur.<em>(68)</em> İfadesini tahakkümde bulan ve modern tarihin şafağına tamı tamına uyan bu yayılmacı tutum, dünyadan yabancılaşmaya belirgin bir önem atfediyordu. İnsanların birbirlerine söylediği her sözü filtresinden geçiren ver çarpıtan resmi zaman böyle hem gözle görülen hem de tüm çıkış noktalarını tutan bir engel haline geliyor. İnsanlar arasındaki ilişkilere yeni bir mesafe dayatarak duygusal tepkileri dizginlemeye başladı. Rönesansın zirvesinde, sıra dışı el yazmalarını ve klasik antikiteleri arayıp bulma çabası, bir bakıma, böylesine güçlenmiş bir zamana karşı koyma arzusunu ifade eder. Ne var ki bu savaşın sonu artık tayin edilmiş ve soyut zaman, yaşamın çehresi ve yeni çerçevesi haline gelmişti. Ellul, “varoluşun bir bütün olarak” artık “mekanik soyutlama ve değişmezlik” tarafından yönlendirildiğini söylerken, kesinlikle zaman boyutunu kastediyordu. Tüm bu gelişmeler 1600′lü yıllarda kaybedildi; modernitenin doğa üzerindeki tahakkümünü ilk kez ilan eden Bacon ile; Descartes’ın, “doğa üzerindeki emperyalist denetimi öngören ve ifadesini modern bilimde bulan”<em>(69)</em> <em>maîtres et possesseurs de la nature</em> (doğanın efendiler ve sahipleri) biçimindeki formülasyonuyla; ve de Galileo ve söz konusu yüzyılda gerçekleştirilen bilimsel devrimler silsilesi ile. Yaşam ve doğa basir bir niceliğe dönüşmüş, biriciklik gücünü kaybetmiş ve bundan kısa bir süre sonra da, dünyayı saat gibi işleyen bir mekanizmaya benzeten Newtoncu imge galibiyetini ilan etmişti. asıl modeli tek biçimli bir zaman olan eşdeğerlik, “benzersiz olanı soyut bir niceliğe indirgeyerek kıyaslanabilir hale getiren” bir dizi gelişmeyle beraber başlıca ilke oldu. Şair Ciro di Pers, saatin zamanı azalttığını ve yaşamı kısalttığını fark etmişti. Pers’e göre saat,</span></b></div><blockquote style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Kaçmakta olan yüzyılın akışını hızlandırır, Ve onun yolunu açmak için, Her saati mezara gömer.<em>(71)</em></span></b></blockquote><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Daha sonra, 17. yüzyılda, Milton’ın <em>Paradise Lost</em> (Kayıp Cennet) adlı eseri, zamanın bulunmadığı ihtişamlı yaşantıya çamur atacak ölçüde, muzaffer zamanın tarafını tutar:</span></b></div><blockquote style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">emekle kazanmalıyım Ekmeğimi; ne acı değil mi? ama aylaklıkdaha kötüydü.<em>(72)</em></span></b></blockquote><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Öyleyse zaman, endüstriyel kapitalizmin ortaya çıkışından çok önce, yaşamı tamamen boyunduruk altına alıp eşzamanlaştırmıştı; bu açıdan bakıldığında, ilerlemekte olan teknolojinin, daha önce zaman tarafından yaşamda açılan gediklerden doğduğu söylenebilir. Octavia Paz şu sonuca varmıştır; “Teknolojinin hızını mümkün kılan şey, modern zamanın ortaya çıkışıydı.”(<em>73)</em> E.P. Thompson’ın “Zaman, Çalışma Disiplini ve Endüstriyel Kapitalizm”<em>(74)</em>adlı ünlü eserinde, zamanın endüstriyelleşmesi ele alınmaktadır, ancak bunun daha da ötesinde, endüstriyelleşmeyi sağlayan şey bizzat zamanın kendisiydi; tabii, 18. yüzyıl ile 19. yüzyıl başlarında fabrika sistemine karşı girişilen büyük günlük yaşam mücadelelerini de unutmamak gerekiyor.<em>(75)</em> Modern döneme geçmek gerekise, her ne kadar yarım kalmış olsalar da, toplumsal ayaklanmalardaki aleni zaman karşıtlığı boyutu rahatlıkla ayırt edilebilir. Örneğin 18. yüzyıl sonlarında gerçekleşen iki devrimin çerçevesinin Kant’ı etkilediği düşünülebilir; zira Kant’a göre, uzam ile zaman ampirik dünyanın öğeleri değildir, tersine, edindiğimiz özneler arası yeteneklerden kaynaklanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Fransız Devrimi’nin yeni ve kısa ömürlü bir takvim yaratmış olması, karşı devrimci bir sapmadır; zaman karşı direnmek yerine, zaman yeni bir yönetim altında yeniden düzenlenmiş oluyordu!<em>(76)</em> Çatışmanın ilk anlarında “saat kulelerindeki saatlere, Paris’in birkaç yerinden eşzamanlı ve bağımsız bir şekilde ateş edildiği” olgusuna dikkat çeken Walter Benjamin, 1830′daki Temmuz Devrimi’nde ortaya çıkan fiili zaman karşıtlığını kaleme almıştır. Benjamin’in canlı bir tanıktan yaptığı alıntı aşağıdaki mısraları içerir:</span></b></div><blockquote style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Buna kim inanırdı ki? Bize söylendiğine göre her kulenin dibindeki yeni Yusuflar, sanki zamanın kendisine öfkelenmiş gibi, günü durdurmak üzere saat kadranlarına ateş ediyordu.<em>(77)</em></span></b></blockquote><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Üstelik zamanın tiranlığına karşı sergilenen duyarlılık bu kısacık ayaklanma anlarıyla da sınırlı değil. Poulet’ye göre hiç kimse, zamanın başkalaşarak aşağılayıcı bir olguya dönüşmesini, eserlerinde, “çalışmanın getireceği kurtuluşu reddeden” ve “Cenneti hemen şimdi, bu dünyada isteyen” doyumsuzları işleyen Baudelaire kadar derinden hissetmemiştir; bu doyumsuzları, “Zaman tarafından şehit edilen Köleler”<em>(78)</em> olarak adlandıran Baudelaire’in bu görüşü, zaman içinde var olmanın bir skandal olduğunu savunan Rimbaud tarafından da tekrarlanmıştır. Bu iki şair, 19. yüzyılın ortasında ve sonunda şahlanan sermayenin uzun ve karanlık gecesinde bir hayli acı çekmiştir; öte yandan onların eriştiği zaman bilincinin, 1848 Devrimi’ne ve 1871 Komönü’ne aktif bir şekilde katılmaları sayesinde netleştiği söylenebilir. Samuel Butler’ın <em>Erewhon</em> adlı ütopyası, makinalar kendilerini ortadan kaldırmasın diye, makinaları ortadan kaldıran işçileri betimler. eserin giriş konusu bir saat takma olayından başlar, ardından bir ziyaretçinin saati zorla, gemişteki kötülüklerin sergilendiği bir müzeye kaldırılır. Robert Louis Stevenson’un aynı ruhu fazlasıyla yansıtan aşağıdaki sözleri de yine aynı dönemde kaleme alınmıştır:</span></b></div><blockquote style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Yolun kenarında istediğiniz kadar oyalanabilirsiniz. Sanki saatlerimizi çöplüğe atıp artık zamanı ve mevsimleri hatırlamayacağımız yeni bir bin yıl gelmiş gibi. Diyecektim ki, saatlerden ömür boyu vazgeçmek, sonsuza dek yaşamak anlamına gelir. sadece açlıkla ölçülen ve uykunun çökmesiyle sona eren bir yaz gününün nasıl sonsuz bir şekilde uzun olduğun udenemeden anlayamazsınız.<em>(79)</em></span></b></blockquote><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Büyük siyasal olaylar gibi fenomenlerden söz eden Benjamin, “Mekanik Üretim Çağında Çalışma Sanatı” adlı eserinde şu sonuca varır; “Kitlesel üretim özellikle kitlelerin üretilmesinden destek almaktadır…”<em>(80)</em> Ancak bunun da ötesine geçerek, üretimin bizzat kitlelerin veya kitle insanının üretilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Birbiri yerine geçen standart parçalardan oluşan ve değeri ücretli emek ile belirlenen kitlesel üretimin ibzzat kendisi, Benjamin’in zihnini kurcalayan faşist gösterilerden çok daha önce, günlük yaşamdaki faşizmi yaratmıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi, bu faşist gösterilerden birkaç yüzyıl önce, yaşaı düzenleyen tekdüze ama parçalı birimlerde ifadesini bulan kategorik kitlesel üretim paradigmasını yaratan şey, bizzat zamanın kendisi olmuştur. Başka bir çalışmamda savunduğum bir tezde de belirttiğim gibi, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesindeki yıllar, ancak ürkütücü bir savaşla gerçekleştirilebilecek katliamların saptırıp yok edeceği radikal bir meydan okuyuşu ifade ediyordu.<em>(82)</em> Bu meydan okuyuşun derinliğini kavramanın en iyi yolu, ona zaman karşıtlığı açısından bakmaktır. Yaşam alanı ile zamanın alanı arasındaki çağdaş gerilim ilk defa, savaş öncesi dönemde, mekanik zamanın öğütücü ve baskıcı karakterine karşı çıkan Bergson tarafından dile getirilmiştir.<em>(83)</em> Bilime itimat etmeyen Bergson, nitelikli bir zaman anlayışının, yaşanmış bir deneyim veya duree anlayışının, resmileştirilip uzamsallaştırılan zamana karşı direnmeyi gerektirdiğini savunmuştur. Bir parça sınırlı olsa da, Bergson’un bu yaklaşımı, esaretin pek çok öğesini doğurma noktasına gelen bir tiranlığa karşı sergilenecek muhalefetin önüne yeni bir çığır açıyordu. Bu yüzyılda ortaya konulan zaman karşıtı istemlerin önemli bir kısmı, ifadesini en eksiksiz biçimde, savaşın hemen öncesinde gelişen hareketlerde buldu. Kübizmin görünümleri acilen yeniden incelemesi elbette bu hareketlere ilişkin bir olgudur; Kübistler, Rönesansın ilk dönemlerinden itibaren hakimiyetini sürdüren görsel perspektifi ortadan kaldırmakla, gerçekliği, zamanın herhangi bir diliminde göründüğü gibi değil, olduğu gibi kavramaya çalışıyorlardı. Böyle bir kavrayış tarzı John Berger’ın şu yorumu yapmasına yol açmıştı; “Kübist formül tarihte ilk defa… doğadan yabancılaşmamış bir insanlığı öngördü.”<em>(84)</em> Mutlak zamana ve uzama dayalı ünlü Newtoncu evren saçmalığı ile çatışan Einstein ve Minkowski de zaman karşıtı bir bağlamı savunmuştur. Müzik alanında ise, Arnold Schoenberg ahenksizliği, müziğe hakim olan yapay bir pozitivitenin baskılarından kurtarırken, Stravinsky, tıpkı aynı şeyi edebiyat alanında yapan Proust ve Joyce<em>(85)</em> gibi, zamansal sınırlamalara karşı bir dizi yeni yöntemle cepheden saldırıya geçti. Donald Lowe’a göre, tüm bu ifade biçimleri, “1905 ile 1915 arasındaki o sarsıcı on yıl boyunca, çizgisel görsellik perspektifini ve Arşimendci aklı reddediyordu!”<em>(86)</em> 1920′li yıllarda Heidegger, çağdaş metafiziğin odak noktasını oluşturan ve öznelliğin temel yapısını biçimlendiren faktörün zaman olduğunu vurguluyordu. Ancak savaşın doğurduğu yıkıcı sonuçlar, toplumsal gerçeklikteki olanaklara ilişkin anlayışı derinden değiştirmişti. Bu anlamda, Heidegger’in<em>Being and Time</em> (Varlık ve Zaman, 1927) adlı eseri, zamanı sorgulamak şöyle dursun, varlığın anlaşılmasını sağlayacak yegâne faktör olarak tamamen zamana teslim oluyordu. Benzer bir paralellik de Adorno tarafından kurulmuştur; “emirlere fiilimsi cümle kılıfı giydiren askeri komuta hilesi… ‘Ölüm vardır’ cümlesindeki yardımcı fiili italik olarak yazan Heidegger de kamçıyı şaklatmaktadır.”<em>(87)</em> Hakikaten de, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki kırk yıl boyunca, zaman karşıtı ruh neredeyse tamamen bastırılmıştı. 1930′lu yıllara gelindiğinde, örneğin Sürrealist harekette ya da Aldous Huxley’in romanlarında88 hâlâ bu ruhun izlerine rastlamak mümkündü, ancak döneme damgasını vuran asıl olgu, teknoloji ile tahakkümün yenilenen telaşıydı. Bunun yansımaları, Katayev’in Beş-Yıllık-Planı konu alan <em>Time, Forward!</em> (Zaman, İleri!) aslı romanında veya edebi bir binyılcı sembol olan Bin Yıllık Reich’ta ifade edilen acımasız deformasyonda görülebilir. Sözü çağdaş durumumuza getirmek gerekirse, yeni bir mücadele evresine girilmesiyle birlikte, rahatsız edici bir zaman bilinci yeniden ortaya çıkmaya başladı. 1950′li yılların ortalarında bilim adamı N.J. Berrill, oldukça tarafsız bir kitapla, tartışmanın seyrini değiştirerek, topluma hakim olan “hiçbir çıkışı olmayan hiçbir yerden hiçbir yere gitme” arzusunu yorumluyor ve şöyle bir gözlemde bulunuyordu; “Ve buna rağmen bir dakika sonsuzluğu kucaklayabiliyorken, bir ay tamamen anlamsız olabiliyor.” Berrill daha da ileri giderek ürkütücü bir çığlık atıyordu; “Uzun süre boyunca, tıpkı bir kaçış yolu bulmaya çalışan bir mahkûm gibi, zaman tarafından kapana kıstırıldığımı hissetmişimdir.”<em>(89)</em> Bilim gibi beklenmedik bir alandan böylesine rahatça dile getirilen düşünceleri duymak şaşırtıcı olsa gerek, ancak Berrill’den kırk yıl önce başka bir bilim insanı, tam da Birinci Dünya Savaşı’nın onlarca yıllık başkaldırıları ezdiği bir dönemde benzer bir açıklamada bulunmuştu. Şöyle diyordu Wittgenstein; “Zaman içinde değil, sadece mevcut an içinde yaşayan insan mutludur.”<em>(90)</em> Yalnızca mevcut anın bütün olabileceği düşüncesini ille de örneklendirmek gerekirse, çocukların mevcut an içinde yaşadıklarına ve mutluluğu hemen şimdi istediklerine şüphe yok. Zaman tarafından yabancılaştırılma, zamanın “yabancı” bir öğe olarak ortaya çıkışı, oldukça erken bir dönemde, annenin koruyuculuğu altındaki ilk bebeklik döneminde başlamaktadır. Öte yandan Joost Meerloo’nun şu sözleri de şüphesiz doğrudur; “Yaşamdaki her tramvayla, her yeni ayrımla birlikte, zaman bilinci de artmaktadır.”<em>(91)</em> Eğitimin işlevini mükemmel bir şekilde özetleyen Raoul Vaneigem, zaman bilincini yaratan öğeyi yakalaşmıştı: “Çocuğun günleri büyüklerin zamanından yakasını sıyırır; çocukların zamanı, düşsellikle, tutkuyla ve gerçeklik tarafından tutsak edilen düşlerle doludur. Dışarda ise, kolları saatli eğitimciler çocukları izlemekte ve onların gelip saatlerin devrine ayak uyduracakları anı beklemektedirler.”<em>(92)</em> Şartlandırmanın eriştiği bu düzey, elbette, zamanın mevcut anı bizden tamamen çaldığı, son derece anlamsızlaştırılıp yabancılaştırılan bir dünyayı yansıtmaktadır. “Geçen her saniye beni, bir sonraki anın öncesi olan andan koparıyor. Her saniye ruhumu benden çekip alıyor; şimdi denilen an asla var olmuyor.”<em>(93)</em> Endüstriyel yaşamın tekrardan ibaret olan rutin doğası, zamanın ve teknolojinin en somut ürünlerinden biridir.<em>(94)</em> Zaman dışı avcı-toplayıcı yaşamın önemli boyutlarından biri de, bu yaşamdaki etkinliklerin, tekrarı içermeyen biricik ve benzersiz niteliğiydi;<em>(95)</em> kısacası, sayılar ve zaman, nitel olana değil, nicel olana uygulanabilen olgulardır. Bu noktaya dikkat çeken Richard Schlegel’e göre, eğer yaşantı hep bir romandaki gibi olsaydı, sadece düzen ve rutin imkânsız hale gelmekle kalmayacak, ama aynı zamanda zaman nosyonu da ortadan kalkacaktır.<em>(96)</em> Beckett’in Godot’yu Beklerken adlı oyunundaki iki önemli karakter, bir ziyaretçiyi ağırladıktan sonra, karakterlerden biri şöyle iç çeker; “Eh, en azından zamanın geçmesine yardımcı oldu.” Diğer karakter şu cevabı verir; “Saçmalıyorsun, zaman zaten geçecekti.”<em>(97)</em> Modern yaşamın ürkütücü dehşeti bu yavan diyalogdan bile anlaşılabilir. Artık bir metaya dönüşmüş olan zaman, günümüzde, esaret altına aldığı bireylerden gayet bağımsız bir şekilde var olan son derece baskıcı bir güç olarak karşımıza çıkmaktadır. George Morgan’ın şu yorumu her şeyi yerli yerine oturtuyor: “Yenilikten yeniliğe sıkıntı dolu bir meşguliyet, dört bir yanı saran beyhudelik ve saçmalık duygusunu gizliyor. Modern insan bu sonsuz kazanımların göbeğinde, aslında insan yaşamının özünü kaybetmektedir.”<em>(98)</em>Bir zamanlar Loren Eisely, bir arkadaşıyla birlikte bir kafatasını incelerken, kendilerini adeta “her şeyi silip süpüren bir fırtınanın ortasında” bırakan “anlatılmaz bir terör duygusu”na kapıldığından söz etmişti. Eisely’nin bu duygusunu gayet iyi anlayan arkadaşı, onun durumunu şu sözlerle ifade eder; “zamanı bilmek zamandan korkmak anlamına gelir, uygar zamanı bilmek ise terör kurbanı olmak anlamına gelir.”<em>(99)</em> Zamanın tarihi ve bizim bu tarih içindeki mevcut esaretimiz dikkate alındığında, bundan daha çarpıcı bir mesaj düşünmek hemen hemen imkânsızdır. Robert Lowell 1960′lı yıllarda, zamanın getirdiği yabancılaşmayı az ve öz bir şekilde ifade etmişti:</span></b></div><blockquote style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Tarih içinde yaşamı öğreniyorum. Tarih ne peki? Tarih kendisine dokunulamayandır.<em>(100)</em></span></b></blockquote><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Neyse ki, yine 60′lı yıllarda, kol saati ve keyif verici madde kullanmaktan vazgeçen pek çok kişi, tarih içinde nasıl yaşanılacağını öğrenmekteden vazgeçmeye başlıyordu. Bu eğilimin belki de en paradoksal göstergelerinden biri de, Fransız isyancılar tarafından Mayıs 1968′de haykırılan tek kelimelik popüler slogandı; “Çabuk!” zaman karşıtı güçlü öğeler içeren 60′lı yılların başkaldırısı, zamandan ortaya çıkan yeni ve aşırı uzamsallaştırmalarla çekişmesine rağmen, bu başkaldırının – aynen çalışmaya yönelik direniş gibi – giderek derinleştiğini gösteren pek çok işaret var. Marcuse’ün “zaman ile baskı düzeni arasındaki ittifak”<em>(101)</em> hakkında yazdıklarından, Norman O. Brown’ın zaman veya taih anlayışını baskının bir işlevi olarak tanımlamasından<em>(102)</em> beri, bu ilişki etkin bir şekilde güçlenmiştir. Christopher Lasch, 70′li yılların ortalarında şu gözlemde bulunur; “Zaman anlayışımızda meydana gelen köklü değişim, iş alışkanlıklarını, değerleri ve başarının tanımını önemli bir dönüşüme uğratmıştır.”<em>(103)</em>Nasıl ki çalışma zamanın kilit bir bileşeni olarak reddediliyorsa, tüketimin zamanı nasıl diri diri yediği de aynı çıplaklıkla ortaya çıkmaya başlıyor. Tüketim tarafından yutulan zamanın günümüzdeki en mükemmel uzamsal sembollerinden biri, zamanı öldürmek üzere abartısız bir şekilde uzayı yiyen Pac-Man video oyunundaki figürdür.<em>(104)</em> Milyonlarca kişi, tıpkı Aldous Huxley’in romanındaki Bay Propter gibi, zamanı “özü gereği dehşeti saçan bir şey”<em>(105)</em> olarak görme noktasına geliyor. Lasch ve diğerleri tarafından da belirtildiği gibi, yaş saplantısı ve yaşam süresini uzatma çabaları, zamanın dayattığı esaretin yalnızca iki göstergesidir. Adorno bir zamanlar şöyle demişti: “Kullar daha az yaşadıkça, ölüm daha dayanılmaz, daha ürkütücü bir hale gelmektedir.”<em>(106)</em>Giderek daha somut hale gelen zaman 60′lı yıllardan itibaren daha da hızlandığı için, neredeyse her üç-dört yılda bir, gençlik arasında yeni bir kuşağın ortaya çıktığı anlaşılıyor. Bilim zamana karşı gösterilen direnişi en azından iki fenomenle popülerliğe kavuşturdu; şu veya bu ölçüde kara delikler, zaman eğrilikleri, uzay zamanının tuhaflıkları türünden fiziksel teorilerden doğan zaman karşıtı anlayışlara gösterilen yaygın rağbet ile; John McPhee’nin Basin and Range (Havza ve Menzil, 1981) adlı eserinde olduğu gibi, sözüm ona jeolojik öykülerdeki “derin zaman”a gösterilen rahatlatıcı rağbet. Benjamin, “insanın tarihsel ilerleme ilkesinin, homojen bir zaman içinde ilerleme ilkesinden koparılamayacağını”<em>(107)</em> belirtirken, hem zaman hem de ilerleme ilkesinin eleştirilmesi çağrısında bulunuyordu ve bu çağrısının bir gün ne kadar çok yankı bulacağının pek de farkında değildi. Hakeza, “Kendisi tarihi bizzat yaşamamış olan hiçbir insan tarihi sorgulayamaz”<em>(108)</em> diyen Goethe de, bu öngörüsünün, zamanın en gerçek ve en ağır boyut olduğu günümüzde, nasıl böylesine toptan pazarlanacağını öngöremezdi. Bu yüzden zamanı ve tarihi ortadan kaldırma projesinin, insan özgürleşmesinin biricik umudur olarak geliştirilmesi gerekecektir. Zaman ve zamanın uzamsallaştırılması olmaksızın bilincin mümkün olamayacağını<em>(109)</em> savunmaya devam eden ve insanlığın zaman dışında var olduğu uzun bir dönemi ellerinin tersiyle bir kenara iten bilgelerin kıt oılması gibi bir sorunumuz şüphesiz yok. Böylesi tahakküm bilgelerine varilecek en iyi cevap, William Morris’in <em>News From Nowhere</em> (Hiçbiryerden Haberler) aslı eserinden kısa bir alıntı yaparak sözü bağlamaktır: “Efendilik bir gün dostluğa dönüştüğünde, günümüzün tüm şaşmaz özdeyişlerine rağmen, yine de koca bir dünyaya yetecek kadar zaman kalacaktır geriye.”<em>(110)</em></span></b></div>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-77764608463729617682012-02-12T06:44:00.000-08:002012-02-12T06:44:24.035-08:00J. ZERZAN - TEKNOLOJİYE KARŞI<div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><em><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">John Zerzan’ın 23 Nisan 1997 tarihli konuşması</span></b></em></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Geldiğiniz için teşekkürler. Bu öğleden sonra sizin Luddit’iniz olacağım [Luddite: 19. yy. İngiltere'sinde Sanayi devrimine karşı çıkan, makinalara zarar vermek yoluyla aktif direniş gösteren işçi gruplarına mensup kişiler]. Sembolik bir Luddite olarak, bu popüler olmayan veya tartışmalı bayrağı taşımak bana düşüyor. Zaman kısıtı nedeniyle vurgu daha ziyade maddelere indirgenmiş bir şekilde derinlikten çok genişliğe yapılacaktır. Ancak bunun biraz genel tespitler niteliğinde olacak konuşmamın ikna ediciliğine zarar vermeyeceğini umut ediyorum.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bana öyle geliyor ki bizler kısır, fakirleştirilmiş, teknikleşmiş bir yerdeyiz, ve bu özellikler birbirleriyle ilişkili. Teknoloji, anlayışı genişlettiğini iddia ediyor, ancak bu genişletme öyle gözüküyor ki, bu taahhütün iddia ettiğinin tam aksine anlayışı köreltiyor ve dumura uğratıyor. Teknoloji günümüzde her alanda, her şey için çözümler sunuyor. Cevabının olmadığı herhangi bir şeyi düşünmeniz oldukça zor. Ancak neredeyse her olayda, üstesinden geleceğini söylemek için ortaya çıktığı sorunu ilk önce kendisinin yaratmış olduğunu unutmamızı istiyor. Sadece biraz daha teknoloji. Daima bunu söyler. Ve bugün sonuçları her zamankinden daha açık seçik gördüğümüzü düşünüyorum. Her şeyin toplum genelinde bilgisayara bağlanmasıyla, bilgisayar denizi bir çeşitlilik, bir tam erişim zenginliği sunuyor; ancak yine de Frederick Jameson’un söylemiş olduğu gibi, tarih boyunca en fazla standartlaşmış olan toplumda yaşıyoruz. Buna “araçlar ve amaçlar” önermesiyle bakalım; araçların ve amaçların eş derece geçerli olması gerekir. Teknoloji tarafsız [nötr] olduğunu, sadece bir alet olduğunu, değerinin ve anlamının yalnızca nasıl kullanıldığına dayandığını iddia ediyor. Bu yolla araçlarının üstünü örterek amaçlarını gizliyor. Öz, içsel mantık, tarihsel gömülmüşlüğü [embeddedness] veya diğer boyutları anlamında ne olduğunu anlamanın hiçbir yolu yoksa, o halde teknoloji dediğimiz şey yargıdan kaçınmaktadır. Geçerli veya iyi amaçlara, kusurlu veya geçersiz araçlarla ulaşamayacağınız etik kuralını genellikle kabul ederiz, ancak araçlara bakmadıkça nasıl bir değerlendirme yapabiliriz ki? Eğer bu asli varlığı, temelleri anlamında düşünmemiz gerekmeyen bir şeyse, bunu yapmak imkansızdır. Demek istediğim, herhangi bir klişeyi tekrar edebilirsiniz. Geçerliliği olduğunu düşündüğüm araçlar ve amaçlar tezi bir ahlaki değer olduğu için, bu bir klişe olmaması umut edilen türden bir şeydir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="color: #eeeeee;"><span id="more-243" style="background-color: #444444;"></span></span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bu noktayı açığa kavuşturmak maksadıyla çok sayıda insan veya vakadan bahsedilebilir. Örneğin, Marks önceleri teknolojinin ne olduğu, üretimin ve üretim araçlarının ne olduğuyla ilgilenmişti; ve çoğu insan gibi bunun temelinde işbölüşümü olduğunu tespit etmişti. Ve bu nedenle, işbölümünün ne kadar gelişmeyi engelleyici ve ne kadar olumsuz olduğu hayati bir sorudur. Ancak Marks, çok fazla incelenmemiş olduğunu bildiğimiz bu sıradanlıktan, hangi sınıfın teknoloji ve üretim araçlarına sahip olduğu ve onları kontrol ettiği, mülksüzleştirilmiş sınıfın, yani proletaryanın teknolojiyi burjuvaziden nasıl ele geçireceği gibi çok farklı sorulara yöneldi. Bu, teknolojiyi incelemek ve değerlendirmekten oldukça farklı bir vurguydu, ve daha önce ilgilendiği şeyleri terk ettiğini gösterir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Tabii ki, bu noktada Marks hiç şüphesiz ki teknolojinin olumlu, iyi bir şey olduğunu düşünüyordu. Bugün, bunun yalnızca bir alet, tarafsız bir şey olduğundan, meselenin tamamen teknolojinin araçsal kullanımından ibaret olduğundan bahseden insanlar teknolojinin gerçekten de olumlu bir şey olduğuna inanıyorlar. Ancak onlar biraz daha ihtiyatlı olmak istiyorlar; yani bir kere daha ifade edersem, benim belirttiğim nokta, onun tarafsız olduğunu söylüyorsanız, olumlu olduğu iddiasının gerçekliğini test etmekten kaçınıyorsunuzdur. Diğer bir deyişle, onun olumsuz veya olumlu olduğunu söylerseniz, o zaman onun ne olduğuna bakmanız gerekir. Onu öğrenmeniz gerekir. Ancak eğer nötr olduğunu söylerseniz, bu inceleme yapmanın önünü oldukça iyi bir şekilde keser. Şimdi, sürekli duyup durduğum bir alıntıyı size söylemek istiyorum, zeki bir matematikçiden oldukça anlamlı bir alıntı –ve Ted Kaczynski değil! Britanyalı bir matematikçiden, Alan Turing’den; ve eminim ki bazılarınız 1930 ve 40′larda bilgisayarların teorik temellerin pek çoğunun onun tarafından oluşturulduğunu biliyorsunuzdur. Yine, 50 yıl önce Oscar Wilde’a karşı yapılan fiile benzer bir şekilde, eşcinsel olmasından ötürü kaynaklanan bir dava nedeniyle 50′lerde kendi canına kıydığı da bahsedilmeye değerdir. Her neyse, bundan bahsediyorum (bu trajik olguyu, eşcinseldi, sonu da bu nedenle böyle oldu diye küçümsemek falan istemiyorum), ancak bir elmayı siyanürle boyayıp sonra da onu ısırarak canına kıymıştı; ve bu bana, bilgi ağacının yasak meyvesini, ve (sonuçta ne olduğunu hepimizin biliyoruz) onun buna ilişkin bir şey söyleyip söylemediğini düşündürüyor. Çalışma, tarım, sefalet ve teknoloji, tümü ondan kaynaklanıyor. Ve bu arada Apple bilgisayarlar hakkında düşünüyorum. Neden elma’yı kullanmışlardı ki? Bu benim için gizemli bir şey. [gülüşmeler.]</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Her neyse, bu konu dışına taşmanın ardından, bahsettiğim alıntıya geri dönelim. 1950′de Mind dergisindeki makalesinin ortalarında, şöyle diyordu: “İnanıyorum ki, yüzyılın sonunda, kelimelerin kullanımları genel eğitimli kamuoyu görüşünde öylesine değişmiş olacak ki, aksi iddia edilmesi beklenmeyecek şekilde düşünen makinalardan bahsedilebilecek.” Burada bana göre oldukça ilginç olan şey, yüzyılın sonuna doğru insanların, makinaların düşündüklerini anlamakta zorlanmayacakları ölçüde ilerlemiş hesap yapan makinalara [computing machines] sahip olacağız demiyor (o zamanlar onlara hala hesap yapan makinalar deniliyordu), Şöyle diyor; “… kelimelerin kullanımları genel eğitimli kamuoyunun görüşünde öylesine değişmiş olacak ki.”</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Şimdi, bunu muhtamelen onun aklında olandan farklı şekilde okuyorum; ancak bunun üzerine düşünürseniz, bunun toplum ile teknoloji arasındaki karşılıklı ilişki sorusuyla bir ilgisi vardır. Onun oldukça haklı olduğunu düşünüyorum; ama yine yapay zeka –tabii ki o zaman bu öyle adlandırılmıyordu– çok ilerlemiş olması nedeniyle değildi bu. Aslında, benim anladığım şekliyle, fazlasıyla tutkulu iddiaları açısından pek iyi bir performans sergilememiştir. Ancak bazı insanlar şimdi bu düşünceyle [nosyonla] oldukça ciddi bir şekilde uğraşıyorlar. Aslında, makinaların hissedip hissetmedikleri ve makinaların hangi noktada canlı olup olmadıklarıyla ilgili küçük ama dikkat çekici bir yazın da var. Ve bunun sebebi Yapay Zeka’nın çok ilerlemiş olması değil bana göre. 80′lerin başlarında, bunun “eşiğinde olduğumuz” şeklinde çok fazla laf söyleniyordu, ve ben bir YZ [yapay zeka] uzmanı değilim, ancak fazla bir ilerleme olduğunu sanmıyorum. Sanırım bayağı iyi satranç oynuyor, ancak bu diğer başarıların veya seviyelerin yakınına dahi gelmiş olduğunu düşünmüyorum.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bilgisayarlara ilişkin algıdaki değişimi açıklayan şeyin, son elli yılda yaşanan büyük yabancılaşmanın sebep olduğu deformasyon [biçimsizleşme] olduğunu düşünüyorum. İşte bu nedenle bazıları, ve umuyorum ki sayıları pek fazla değil, bilgisayarların canlı oldukları hakkında bu noktaya tutunuyorlar.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Yapabilecekleri şeyler anlamında ise, bana öyle geliyor ki, bizlerin giderek makina-benzerleri olmamız anlamında insanlar ile makinalar arasındaki uzaklık azalırken, makinaları insan-benzeri olarak görmek açıkça daha kolaylaşlaşıyor. Bunun hakkında aşırı dramatik olmak istemiyorum, ancak giderek daha fazla sayıda insanın yaşamak bu mu veya sadece devinimler içinde mi gidiyoruz diye merak ettiini düşünüyorum. Ne oluyor? Her şey yaşamın dışına mı süzülüyor [atılıyor]? Bütün bir doku ve değerler ve benzeri şeyler kuruyup gidiyor mu? Bu konu aslıdna birçok başka sunum yapılmasını gerektiriyor, ancak bu pek de teknolojinin fiili ilerlemesi değil: Eğer makinalar insan olabilirse, insanlar da makina olabilirler. Gerçekten de korkutucu olan nokta bu ikisi arasındaki mesafenin kısalması.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Benzer başka bir alıntı da yine bu çöküşe [descent] işaret ediyor, bilgisayar iletişimi uzmanı J.C.R. Licklider’dan kısa bir alıntı. 1968′de şöyle demişti: “Gelecekte, bir makina aracılığıyla yüz yüze olduğundan daha fazla iletişim kurabileceğiz.” Bu bir yabancılaşma [estrangement, bozuşma, kayıtsızlık hali] değilse, ne olduğunu bilmiyorum. Aynı zamanda, kültürel gelişme açısından bir diğer çarpıcı yön da, yabancılaşma [alienation] kavramının ortadan kaybolması, neredeyse tamamen kaybolmuş durumda. Son yirmi yıldaki kitapların fihristlerine bakacak olursanız, “yabancılaşma”nın artık orada yeri yoktur. Sanırım, o kadar banal bir hale gelmiştirki, hakkında konuşmanın anlamı bile kalmamıştır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Başka bir konuda bir siyaset teorisyeninin, Anthony Giddens’in, sanırım aslında Sir Anthony Giddens, yeni bir değerlendirmesini okuyordum. “Kapitalizmin, kendisine karşı alternatifleri yok ettiği anda, bir inceleme nesnesi olarak ortadan kaybolmuş olması”nı dikkate değer buluyordu. Başka bir sistemin olmaması halinde başka incelenebilir ne var ki diye düşünülebilir. Ama hiç kimse bunun hakkında konuşmamaktadır;. sadece verili bir şeydir. Açıkça kabullenilmiş ve dikkatle incelenmemiş bir başka basmakalıp şeydir. Ve, tabii ki, sermaye giderek teknolojikleşmektedir. Oldukça bariz bir şey. Bunun Net’de gezinmek veya İdaho’daki kuzeninize e-mail atmak veya benzeri bir şey olduğunu düşünen insanlar, sermayenin hareketinin bilgisayarın temel işlevi olduğu olgusunu göz ardı ediyorlar. Bilgisayar, daha hızlı işlemler, malların daha hızlı değişimi ve benzeri şeyler içindir. Bunun belirtilmesine bile gerek yok.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Yani, her neyse, tüm bir alanın veya zeminin nasıl hareket ettiği, bizim teknoloji algımızın ve ona atfettiğimiz değerlerin nasıl değiştiği temasına geri dönersek, bu genellikle hissedilmez bir şekilde olur. Freud medeniyetin tam olgunlaşmasının evrensel bir nevroz anlamına geleceğini söylemişti. Ve bu, üzerine düşündüğünüzde, fazlasıyla iyimser gözükmekte. Gördüklerim karşısında fazlasıyla rahatsızlık hissediyorum. 15-19 yaş grubundakiler içinde intihar oranının 1961′den bu yana %600 arttığı Oregon’da yaşıyorum. Bu, ergenliğin ve toplumun eşiğine gelen, onu üzen gençlikten başka bir şey olmadığını düşünüyorum; ve ne görüyorlar? Mahrum edilmiş [bereft, büyük bir yoksunluk hali] bir yer görüyorlar.Onların bilinçli bir şekilde bu türden bir formülasyondan geçtiklerini söylemiyorum, ancak bir şekilde bir değerlendirme yapılıyor, ve bazıları basitçe vazgeçiyorlar.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">En gelişmiş ülkelere ilişkin birçok çalışma ciddi depresyon oranının her on yılda bir ikiye katlandığını gösteriyor. Yani bu, eğer şu anda sadece günü geçirmek için anti-depressan ilaçlar kullanan yeterince insan olmasaydı, bunları biz hepimiz çok daha önceden alacaktık demek oluyor. Bu ürpertici gerçekten çıkarsamalar yapabilirsiniz. Bunun neden böyle sürüp gitmeyeceği hakkında bir sebep arıyorsanız, bu neredeyse toptan bir değişimden başka ne olabilir ki?</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ve birçok başka şey. Okur-yazarlıktan uzaklaşma. Bu oldukça şaşırtıcı olan, oldukça temel bir şey, ancak insanların artık anlamı olmayan bir şeyden içgüdüsel olarak [viscerally] uzaklaştıklarını düşünürseniz pek de şaşırıtıcı gelmiyor. Toplu cinayetlerin sayısındaki patlama. Bu, birkaç on yıl önce, bu şiddet dolu ülkede bile duyulmamış bir şeydi. Şimdi tüm ülkelere yayılıyor. L.A. [Los Angeles] veya ABD’nin herhangi bir yerinde olduğu gibi İskoçya’da veya Yeni Zelanda’da, bir McDonalds’da veya bir okulda veya başka bir yerde böylesine dehşet verici bir şeye rastlamadan gazete okumanız bile bayağı zor.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Rancho Santa Fe. Bu alıntıyı haberlerden muhtamelen hatırlayacaksınız. Oradaki Cennetn Kapıları grubunun üyesi olan bir kadın hakkında. “Belki de ben deliyim, ama umurumda değil. 31 yıldan beri burada yaşıyorum, ve burada bana göre hiçbir şey yok.” Sadece kült üyeleri için değil, boşluğu inceleyen pek çok kişi için bunun bayağı bir anlamı olduğunu düşünüyorum.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ekolojik bir felaketten başka bir şey olmayan dışsal doğamızın kriziyle birbirine bağlanan içsel doğamızın krizi, tamamen insanlıktan çıkma [dehumanization] ihtimaliyle karşı karşıyayız. Bu ilki ile canınızı sıkmayacağım; buradaki herkes bunun tüm özelliklerini, türlerin hızla yok olmasını, vb. vb. biliyor. Oregan’da, örneğin, doğal, orijinal ormanlar yüzde bire kadar düştü; som balığı nesli tükenmenin eşiğinde. Bunu herkes biliyor. Ve bu, teknolojinin hareketiyle ve onunla ilgili olan diğer şeylerle birlikte daha da hızlandı.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Marvin Minsky — sanırım 80′lerin başındaydı– beynin etten yapılmış üç poundluk [yaklaşık 1350 gram] bir bilgisayar olduğunu söylemişti. Önde gelen Yapay Zekacılardan birisiydi. Ve ardından bir sürü şey geldi. Sanal Gerçekliğimiz var. İnsanlar, bakılacak veya uğraşılacak pek bir yönü kalmayan nesnel toplumsal varoluştan uzaklaşmak amacıyla sürüler halinde oraya doğru yönelecekler. İnsanların klonlanması muhtamelen birkaç ay uzaklıktaki bir konu. Her zaman taze dehşetler. Eğitim. Çocukları beş yaşına geldiklerinde bilgisayarın başına bağlayın. Buna “bilgi üretimi” diyorlar. Ve onun hakkında söyleyebileceğinizin en iyi şey budur.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Extropy dergisine katılımcılarından Carnegie-Mellon’daki Hans Moravec’den bir alıntı yapmak istiyorum. Şöyle diyor: “Nihai sınır, her faaliyet parçasının anlamlı bir hesaplama haline getirildiği bir arena olacaktır. Evrenin yaşanılan kısmı bir siber-alana dönüştürülecektir. Böylece en derin zihinsel süreçlerimizin bir kısmını parça parça daha fazla siber-alanla –yapay zekadan satın alınan uygun programlar ve benzeri şeylerle– değiştirmeye, kendimizi giderek ona benzeyen bir şeye dönüştermeye meyledebiliriz. En sonunda, düşünme yöntemlerimiz orijinal bedenimizin, aslında herhangi bir vücudun, tüm kalıntılarından tamamen kurtulabilecektir.” Bunun bir yorum gerektirdiğini sanmıyorum.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ancak tabii ki aksi sesler de var. Tüm bu gelişmelerden oldukça endişelenen insanların yaptıkları analizler de var. Bunların en iyilerinden birisi, 40′larda yazılmış olan Horkheimer ve Adorno’nun Aydınlanmanın Diyalektiği çalışması. Eğer teknoloji tarafsz değilse, o zaman mantığın da tarafsız olmadığını oldukça kuvvetli bir şekilde öne sürerler. “Araçsal mantık” dedikleri şeyin eleştirisini geliştirirler. Mantık, medeniyet ve teknolojinin bayrağı altında, esasen uzaklaştırmaya ve denetime eğilimlidir. Tüm hikayeyi birkaç cümlede özetleyecek değilim, ancak kitabın hatırlanmaya değer parçalarından birisi Odyssey’den, Homer’den, Odysseus’a –Odysseus’un denizde sirenleri [siren, Yunan mitolojisinde şarkılarıyla denizcileri tehlikeli sulara çekerek ölmelerine sebep olan yarı kadın yarı kuş şeklindeki mitolojik varlık] geçmeye çalıştığı, Avrupa medeniyetinin temel metinlerinden birisi– baktıkları kısımdır. Horkheimer ve Adorno, bunun, oldukça erken bir zamanda, tensel, Eros, tarih-öncesi, teknoloji-öncesi ile geçmişe dönme ve başka bir şey yapma projesi arasındaki gerilimi resmettiğini ortaya koyarlar. Odysseus’un kendilerini gemi direklerine bağlayan, kulaklarını balmumuyla tıkayan kürekçileri vardır; böylece zevk tarafından ayartılmayacak, ve medeniyet ile teknolojinin baskıcı, tensellikten yoksun yaşamına katlanabilecektir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Tabii ki, yabancılaşmanın [bozuşmanın] birçok başka işareti de vardır. Descartes, 350 yıl önce, “Bizler, doğanın efendileri ve sahipleri haline gelmeliyiz” demişti. Ancak Horkheimer ve Adorno’nun ve diğer başkalarının eleştirilerinde dikkat edilmeye değer şeyin şu olduğunu düşünüyorum: eğer toplum doğaya baş eğdiremezse, o zaman toplum daima doğaya tabi olacak, ve sonuçta da ortada muhtamelen toplum falan olmayacaktır. Bu uyarıyı, bu şartı daima ifade ederler, ki bu dürüstlüklerinden dolayı onlar için olumludur; ancak bu onların eleştirilerinin etkilerini frenlemektedir. Onu daha az siyah-beyaz bir şey haline getirir, çünkü doğanın hakimiyetinden gerçekte kaçınamayız, ve her şeyin, bizzat varoluşumuzun dayandığı şey de budur. Teknolojik yaşamı eleştirebiliriz, ancak o olmaksızın halimiz nice olurdu?</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ancak son 20, 30 yılda çok çok muazzam etkileri olan bir şey gerçekleşti, ve bunun pek öyle ortaya getirildiğini de düşünmüyorum. Geçmişte, medeniyetin dışında kalan yaşamın gerçekten de nasıl bir şey olduğu hakkında ilmi fikirlerde toptan bir düzeltme yaşandı. Medeniyetin, dinin, devletin, polisin, orduların, buna benzer şeylerin asli ideolojik temellerinden birisi, medeniyetten önce oldukça kana bulanmış, korkunç, insanlık dışı bir durum varolduğu düşüncesidir. Bunun uysallaştırılması ve özel olarak öğretilmesi gereklidir. Bu Hobbes’dir. Bu, medenileşme öncesi hayatın iğrenç, kaba ve kısa olduğu şeklindeki ünlü düşüncedir; ve insanlığı korku ve hurafalerden, dehşetli koşullardan kurtararak medeniyete ulaştırmak için, Freud’un “içgüdüsel özgürlükten zorla vazgeçme” dediği şeyi yapmanız gerekir. Bunu yapmak zorundasınızdır. İşte bu da onun maliyetidir. Her neyse, bunun tamamen yanlış olduğu ortaya çıkmıştır. Şüphesiz ki, yeni paradigmanın bazı kısımları, bazı ayrıntılar üzerinde anlaşmazlıklar vardır, ve yazının büyük bir kısmının bundan radikal sonuçlar çıkardığını da düşünmüyorum. Ancak 70′lerin başından beri, yaşamın bundan iki milyon ya da daha fazla yıl önce, yaklaşık 10.000 yıl önce sona eren bir dönemde –ki bu zaman olarak neredeyse bir hiçtir, nasıl olduğuna dair oldukça çarpıcı bir resme sahibiz.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Tarih öncesi dönem artık zekayla, eşitlik ve paylaşmayla, boş zamanla, büyük bir cinsel eşitlikle, gürbüzlük ve sağlıklılıkla, örgütlü şiddetin hiçbir emaresinin olmamasıyla nitelendiriliyor. Bunun şok edici olduğunu düşünüyorum. Bu neredeyse toptan bir yeniden değerlendirme. Tabii ki hala kadını saçlarından tutarak mağaraya doğru sürükleyen mağara adamı, tamamen vahşi ve insanlık-dışı bir yaratık olarak Neanderthal vs. gibi karikatür benzeri imajlarla yaşıyoruz. Ancak gerçek resim tamamen değişmiştir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Buna ilişkin kanıtlar ve argümanların ayrıntılarına girerek zamanınızı almayacağım, ancak birkaç tanesinden bahsetmek istiyorum. Örneğin, paylaşım hakkında nasıl bir şeyler söyleyebiliyoruz? Bu biraz 60′ların tezlerine benziyor, değil mi? Ancak bu, ocaklar, ateş yakılan yerler, muhtamelen geçici olan yerleşim yerleri atrafındaki kanıtların incelenmesine dayanan basit bir şey aslında. Eğer bir ateş etrafında tüm güzel yiyeceklerin bulunduğunu görürseniz, bunun anlamı aşağı yukarı şefin ve diğer herkesin pek az veya hiçbir şeye sahip olmadıklarıdır. Ancak eğer herkes tamamen eşit miktarda nesnelere sahipse, o zaman bu bir eşitlik durumunu gösterir. Thomas Wynn tarih-öncesi zekayı başka bir ışık altında görmemize yardımcı olmuştur. O, basit bir taş alette bile donup kalan ve/veya gizli kalan anlamında Piaget’e dikkatimizi çekti; ona benzer bir şeyi ortaya çıkarmak ve bir alet yapmak için gerçekte neler yapıldığını göstermek amacıyla, onu sekiz farklı aşama, adım ve yöne ayırdı. Ve bunun en azından bir milyon yıl önce olduğu sonucuna vardı –benim görebildiğim kadarıyla yazında bunu çürüten bir şey yok; Homo bugünkü yetişkin bir insanınkine eşit bir zekaya sahipti. Birisi kalkıp da, tamam kültür öncesi dönemde ortalık biraz güllük gülistanlık olsa da, uzak atalarımız o kadar sönüktüler ki, tarımı, hiyerarşiyi ve tüm diğer halikulade şeyleri yapmayı beceremediler diyebilir pekala. Ancak eğer bu doğru değilse, o zaman resmin tümüne oldukça farklı bir gözle bakmaya başlarsınız.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bir başkası: Marshall Sahlins’in Taş Devri Ekonomisi kitabı 1971′de yayınlandı, argümanların birçoğu mevcut avcı-toplayıcı insanlara, onların ne kadar çalıştıklarını gözlemlemeye –ki bu çok, çok azdı– dayanıyordu. Bu arada, onun Michigan Üniversitesi antropoloji bölümü başkanı olduğunu da belirteyim, yani saplantılı veya marjinal bir şahsiyetten bahsetmiyoruz. Antropoloji ve arkeoloji yazınına bakacak olursanız, düşündüklerimizde oldukça hayrete düşürücü düzeltmeler yapıldığını görebilirsiniz. Bu sanırım sizin medeniyetin belki de iyi bir şey olmadığını düşünmeye başlamanıza yol açacaktır. Her zaman sorulan soru, insanlığın tarımı bulmasının neden bu kadar uzun zaman aldığı sorusudur. Yani bunu görece daha dün, 10.000 yıl kadar önce düşünebilmişlerdi. Ama buradaki asıl soru tarıma neden başlamış olduklarıdır. Ki bu aslında medeniyeti niye başlatmış oldukları sorusudur aslında. İşbölümüne dayanan bir teknolojiyi neden başlattılar? Eğer bir zamanlar sıfır işbölümüne dayanan bir teknolojiye sahiptiysek eğer, benim için bunun oldukça çarpıcı sonuçları vardır; bu beni bir şekilde o noktaya geri gitmenin mümkün olduğunu düşünmeye sevk ediyor. Daha yüksek bir koşula, bana göre gerçekliğe oldukça yakın, bütünlük durumuna benzer bir koşula yeniden bağlanabiliriz.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Konuşmamın sonuna oldukça yaklaştım. Heidegger’den bahsetmek istiyorum. Heidegger pek çokları tarafından yüzyılımızın en derinlikli veya en özgün düşünürlerinden birisi olarak kabul edilir. Teknolojinin felsefenin sonu olduğunu düşünüyordu; ve bu, teknolojinin toplumu gittikçe daha fazla kuşatmasıyla [içine almasıyla] birlikte, her şeyin, hatta düşünmenin bile, onun için öğütülen, üretim için öğütülen bir şey haline gelmesi görüşüne dayanıyordu. [Felsefe] ayrı olma özelliğini, ondan bağımsız olma özelliğini kaybeder. Görüşü kısaca olsa da bahsetmeye değer. Şimdi de favori konularımdan birisine geliyorum; Heidegger’in, bunu görebilecek kadar yaşayabilseydi, zihninde olacağından emin olduğum postmodernizm. Burada postmodernizmle beraber mantığın tamamen tahtından feragat ettiğini düşünüyorum. Bu o kadar yaygınlaşmış bir şeyki, ama yine de çoğu insan ne olduğunu bilmiyor. Tamamen içine gömülmüş olmamıza rağmen, bugün bile pek azımız bunu kavramış durumdayız. Belki de bu, kendi tarzında, daha önce değindiğim banalliklere benziyor. Yani, ona yabancı olanı zararsız duruma getiren şey basitçe kabul ediliyor ve nadiren sorgulanıyor.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Böylece bir takım ev ödevleri yapmaya başladım, ve o zamandan beridir bunun üzerine bazı şeyler de yazdım, ve temel şeylerden birisi –zaten bilenlerden özür dilerim bu açıklamalarım için– Lyotard’ın 70′lerdeki Postmodern Durum adlı kitabından kaynaklanıyor. O, postmodernizmin özünde “meta-anlatılara karşı bir antipati”, yani bütünün, genelin, ve bütünü kavrayabileceğimiz şeklindeki küstahça fikrin reddi olduğunu savunuyordu. Bütünün totaliter olduğu fikrine dayanmaktadır. Bir şeyin bütününü algılayabileceğinizi düşünmeye çalışmak? Pek de iyi değil. Bunun üzerine bayağı bir düşündüm; bu arada, aydınlar arasında Fransa’da uzunca zamandır egemen olan Marksizme karşı bir tepkiydi bu; bundan ötürü ortaya çıkan aşırı bir karşı tepki olduğunu düşünüyorum.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Yani bütünlük karşıtı bir görüş açısı ve tutarlılık karşıtı bir görüş açısı var ortada; şüphe edilmesine ve hatta tiksindirici bir şey olduğu düşünülmesine rağmen. Her şey bir yana, (ve muhtamelen burada Horkheimer ve Adorno ile uzlaşıyordu), Aydınlanma düşüncesinin bize getirdikleri nelerdi? Modernist, genelci, bütünlüğe odaklı düşüncenin bize kazandırdıkları neydi? Auschwitz, Hiroşima, nötron bombaları, bunları hepiniz biliyorsunuz. Postmodernizmin beşki de herşeyi bir kenara attığı, ve bir şeye karşı, yani üşüşen [unrushing, saldıran] teknolojiye karşı hiçbir savunmasının olmadığı hissine kapılmak için bu tür şeyleri savunmanıza gerek yok.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Benzer şekilde, postmodernizm, kökenler [origins] fikrine de karşıdır. Kökenler fikrinin yanlış bir fikir olduğunu düşünürler (tüm bunlar büyük genellemelerdir; muhtamelen küçük vurgu farklarına sahip olanlar bulunmaktadır.) Bizler bir kültürün içinde yaşıyoruz. Her zaman bir kültürün içinde yaşadık. Daima da bir kültürün içinde yaşayacağız. Bu nedenle kültürün dışından bakamayız. Bu nedenle, doğaya karşı kültür türü bir şey yanlış bir düşünce olur. Onlar bunu da reddediyor, ve bu nedenle şimdinin anlaşılmasını engelliyorlar. Bir nedenselliğin veya gelişmenin kökenlerine veya başlangıç noktalarına geri dönemezsiniz. Bununla ilgili olarak, tarih oldukça keyfi bir kurgudur; kurgulardan birisi en azından bir diğeri kadar iyidir. Keza parça parça olana [fragmentary], çoğulculuğa, çeşitliliğe, tesadüfi olana vurgu da vardır. Ama soruyorum, nerede tesadüfilik? Nerede çeşitlilik? Nerede? Bence, olayların genel gidişatı ve bu gidişatın anlamı bağlamında dünya giderek ıssız ve tek parçalı hale geliyor. Sınırlar ve yüzeyler hakkında vurgu yaparak etrafta dolaşmak, yüzeyin altına bakamayacağınız bu tavır, bana göre etiksel ve entelektüel bir korkaklıktır. “Gerçek ve anlam?” Bence bu tamamen saçmalık. İşi bitmiş bir şey. Buna benzer terimleri daima tırnak için koymak. Postmodern yazılara baktığınızda bayağı bir şeyin tırnak içine alındığını görürsünüz. Ortada bayağı bir ironi var, tabii ki. Kinizmin eşiğinde bir ironi, popüler kültüre baktığınızda her yerde bunu görürsünüz. Potmodernizme göre, bu bütüne yakın bir şeydir. Her şey kaymaktadır. Fazlasıyla parçalara bölünmüştür. Bireye karşı yapılandan uzak durmanın nasıl mümkün olduğunu ve doğadan geriye ne kalacağını pek anlayamıyorum.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Postmodernizmin teknolojinin büyük bir suç ortağı olduğunu ve genellikle onu açık açık kucakladığını düşünüyorum. Lyotard, “veri bankaları yeni doğadır” demişti. Tabii ki, eğer kökenleri dışarda bırakırsa, doğanın ne olduğunu nasıl bilebilir ki? Onların da kendilerine özgü bütünlük-türü varsayımları var, ancak ona yakalanmak istemiyorlar. Yalnızca eski moda insanların bu oyunu oynamak istemediklerini düşünüyorum. Bir alıntı daha: Current Anthropology dergisinin Haziran 1994 sayısında Profesör Escobar’dan. Teknolojinin norm [kural] olanı ve dışarda bırakılacak olanı nasıl belirlediğine ilişkin iyi bir alıntı. Şöyle diyordu: “Teknolojik buluşlar, hakim dünya görüşüne göre, dönemin teknolojisini meşru ve doğal kılmak üzere bir diğerini dönüştürür genellikle. Doğa ve toplum, günün teknolojik gereklerini kuvvetlendirecek şekilde açıklanmaya başlanırlar.” Gayet iyi ifade edildiğini düşünüyorum.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Böylece teknoloji hakkındaki oldukça temel bir yanlış inançla başladım. Teknoloji tarafsız değildir, toplumun bir parçası olarak toplumsal konumlanmasından veya gelişiminden bağımsız duran ayrı bir alet değildir.Sanırım diğeri ise, evet, teknoloji hakkında istediğiniz kadar konuşabilirsiniz, ancak o işte burada, amansız bir şey, ve onun hakkında konuşmanın faydası ne? Bu kaçınılmaz bir şey değil mi?. Yalnızca biz hakkında hiçbir şey yapmadığımız zaman, kaçınılmaz hale gelir. Bunun gayet açık bir meydan okuma olduğunu düşünüyorum. Hayal edilemez olan gerçekleşecek. Şu anda gerçekleşmekte. Ve eğer bir geleceğimiz varsa, bu ona kafa tutacağımız için, farklı bir görüşümüz olduğu için, ve onu parçalamayı düşündüğümüz için olacaktır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bu arada, eğer bir geleceğimiz varsa, gerçek suçluların kimler olduğu ve Unabomber’ın kimi çağrıştırdığı hakkında farklı bir görüşe sahip olabiliriz: John Brown belki de; ve John Brown gibi bizi kurtarmaya çalışan birisi.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><em><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Çeviri: <a href="http://uk.geocities.com/anarsistbakis/makaleler/zerzan-teknolojiyekarsi.htm" style="text-decoration: none;" target="_blank">AnarşistBakış</a></span></b></em></div>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-68725370695183508202012-02-12T06:41:00.000-08:002012-02-12T06:41:42.701-08:00J. ZERZAN - DİL: KÖKENİ VE ANLAMI<div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><em><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">[John Zerzan'ın <a href="http://www.kaosyayinlari.com/kitaplar/gelecekteki_ilkel.html" style="text-decoration: none;" target="_blank">Gelecekteki İlkel</a> kitabından alıntıdır.]</span></b></em></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Tarih öncesi insanlığı mahrumiyet ve hayvanilikten ibaret bir varoluş olarak tanımlayan egemen kavrayışın, yakın dönemlerdeki antropolojik çalışmalarla (örneğin Sahlins ve R.B. Lee) neredeyse tümüyle geçersiz hale getirildiğini daha önce belirtmiştik. Bu çalışmaların kaynaklık ettiği yeni yorumlar hızla yaygınlaşırken, insanlığın bu uzun dönemini bir bütünlük ve zarafet çağı olarak değerlendiren anlayışın da aynı hızla güçlenmekte olduğu anlaşılıyor. Bu zarafet çağına taban tabana zıt niteliklerle karakterize edilen bugünkü yaşamımız, bizi tür olarak bütünlük içinde yaşadığımız bir yaşamdan koparan bu diyalektiğin tersine çevrilmesini zorunlu kılan bir mecrada geçiyor.</span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Henüz doğadan soyutlanmadığımız o uzun çağdaki cıvıl cıvıl yaşantımız, içinde kıvrandığımız bugünkü çöküntü ve yabancılaşma düzeyi ile asla kıyaslanamayacak bir algı ve ilişki tarzını içermiş olmalıdır. Doğadaki her tür varlıkla kurulan iletişim, bir zamanlar hepimizin yüreğinde bulunan sayılmamış, isimlendirilmemiş duyguları ve zevk çeşitliliğini yansıtan mükemmel bir duygu oyunu olmalı.</span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="color: #eeeeee;"><span id="more-163" style="background-color: #444444;"></span></span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Levy-Bruhl, Durkheim ve diğerlerine göre, “ilkel akıl” ile bizim aklımız arasındaki temel ve beliryici fark, ilkel aklın deneyim anından kopmayışıdır; Levi-Strauss’un da belirttiği gibi, “yaban akıl bütünleştirir”.<a href="" name="_ftnref1" style="text-decoration: none;" title="_ftnref1"></a><span class="MsoFootnoteReference">1</span><em> </em>Bu orijinal bütünlüğün parçalanmaya mahkûm olduğu, insanileşmenin yolunun yabancılaşmadan geçtiği ve bilinçlenmenin de buna bağlı olduğu düşüncesi, elbette yüzlerce yıldır bize dayatılan anlayışın ürünüdür.</span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Tıpkı Hegel’in “zorunlu yabancılaşma” olarak tanımladığı nesneleşmiş zamanın, bilincin temel koşulu olarak kabul edilmesi gibi, dil de aynı ölçüde ve aynı sakatlıkla bilincin başlıca gerekliliklerinden biri olarak değerlendirilmiştir. İdeolojinin temeli olarak değerlendirebileceğimiz dil, tıpkı kendinden menkul zaman anlayışı gibi, doğadan keskin bir kopuşu temsil eder. Zaman dışı bir yaşantı, kendiliğindenlik ile bilinç arasındaki bölünmeyi ortadan kaldırırken, dilsizlik de böyle bir bölünmenin ortaya çıkmaması için aynı ölçüde gereklidir.</span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Adorno, <em>Minima Moralia </em>adlı kitabında şöyle yazar: “Gerçek için geçerli olan mutluluk için de geçerlidir; kişi mutluluğa sahip olmaz, tersine mutluluğun içinde olur.”<a href="" name="_ftnref2" style="text-decoration: none;" title="_ftnref2"></a><span class="MsoFootnoteReference">2</span><em> </em>Adorno’nun bu tanımı, zamanın ve dilin ortaya çıkışından önce, o eski orijinalliği yok eden bölünme ve dolaylanmadan önce yaşamış olan insanlığa mükemmel bir şekilde uyabilir.</span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bu bölümde, en geniş anlamında yola çıkarak dil üzerinde duracağım. Nietzsche’den yapacağım kısa bir alıntıyla dilin özü olan anlayıştan başlamak istiyorum; “kelimeler şeyleri eksilterek duygusuzlaştırır; kelimeler kişiliksizleştirir; kelimeler, olağandışı olanı olağanlaştırır.”<a href="" name="_ftnref3" style="text-decoration: none;" title="_ftnref3"></a><span class="MsoFootnoteReference"><em>3</em></span></span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Her ne kadar dil günümüzde hâlâ “insan ruhunun en çarpıcı ve en görkemli başarısı”<a href="" name="_ftnref4" style="text-decoration: none;" title="_ftnref4"></a><span class="MsoFootnoteReference">4</span><em> </em>olarak değerlendiriliyorsa da, böyle bir tanımlama, “insan ruhunun” bu büyük başarısını sorgulamamızı sağlayacak bir bağlamı da beraberinde getiriyor. Benzer şekilde, Coward ve Ellis tarafından da belirtildiği üzere eğer, “yirminci yüzyıldaki entelektüel gelişimin en çarpıcı özelliği” dilbilimin toplumsal gerçekliğe tuttuğu ışık ise<a href="" name="_ftnref5" style="text-decoration: none;" title="_ftnref5"></a><span class="MsoFootnoteReference">5</span>, bu yaklaşım aynı zamanda, günümüzün ölümcül modern yaşamını kavramak üzere girişiceğimiz araştırmanın ne kadar derinlere inmesi gerektiğine de işaret etmektedir. Dilin bir şekilde, toplumdaki her türlü “ilerlemeyi” kendi içinde barındırdığını iddia etmek pozitivist bir söylem gibi görünebilir, ancak uygarlık söz konusu olduğunda, her türlü anlamın sonuçta linguistik olduğu anlaşılıyor; kendi totalitesi içinde ele alındığında, kaçınılmaz olarak karşımıza dildeki anlam sorunu çıkıyor.</span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Dil sorununa yüzeysel bir şekilde yaklaşan daha önceki yazarlar, bilincin sözlere dökülebileceğini, hatta (satranç oynama, beste yapma ve araç kullanma gibi karşı örneklere rağmen) sözsüz düşüncenin imkânsız olduğunu iddia etmişlerdir. Ne var ki, içinde bulunduğumuz bu sıkıntılı çağda, dili, tarafsız, tehlikesiz ve kaçınılmaz bir oluşum olarak görmek yerine, dilin hangi nedenlerle ortaya çıktığını ve ne tür niteliklere sahip olduğunu yeniden değerlendirmek zorundayız. Felsefeciler artık dil sorununu giderek artan bir ilgiyle ele alma noktasına geliyor; örneğin Gadamer şöyle diyor: “Açıkça söylemek gerekirse, dilin doğası, üzerinde derinlemesine düşünülmesi gereken en gizemli sorunlardan biridir.”<a href="" name="_ftnref6" style="text-decoration: none;" title="_ftnref6"></a><span class="MsoFootnoteReference">6</span></span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Dil düşüncenin sembolleştirilmesi anlamına geldiği için ve semboller de kültürün temel bileşenleri olduğu için, konuşma, uygarlık olarak adlandırdığımız şeyin vazgeçilmez kültürel fenomenidir. Aynı şekilde, sembol ve yapı bakımından, herhangi bir dil ne ilkel ne de gelişmiş olarak kabul edileceğinden, dilin temel niteliklerini, özellikle de dil ile ideoloji arasındaki can alıcı kesişmeyi yerli yerine oturtarak konuya girmek isabetli olacaktır.</span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Yabancılaşmanın zırhı olan ideoloji, kaynağı sistematik bir yanlış bilinçte yatan bir tahakküm biçimidir. Dili böyle bir çerçeveye oturtabilmek için, hem ideolojinin hem de dilin bir başka ortak niteliğini dikkate almak yeterlidir. Bu ortak nitelik şudur; gerek ideoloji gerekse de dil, iki kutup arasında işleyen çarpıtılmış bir iletişim sistemidir ve sembolleştirmeye dayanmaktadır.</span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Dil, tıpkı ideoloji gibi, sembolleştirici gücü aracılığıyla, yapay ayrımlar ve nesneleştirmeler yaratır. Bu yapaylığı mümkün kılan şey, öznenin fiziksel dünyadaki katılımının arka plana itilmesi ve en sonunda da bu katılımın silikleştirilmesidir. Örneğin modern diller, vücutlarımızda bağımsız bir şekilde varlığını sürdüren bir şeyi tanımlarken “akıl” sözcüğünü kullanırlar; oysa aynı durum Sanskritçe’de “içerde çalışma” sözcükleriyle tanımlanmaktadır ve böyle bir tanım, daha aktif bir duyguyu, içselleştirmeyi ve algıyı ifade etmektedir. İdeolojinin, aktiften pasife, birlikten ayrıma doğru ilerleyen mantığını yansıtan bir diğer olgu da, fiil kullanımındaki genel düşüştür. Şunu da unutmamak gerekir ki, çok daha özgürlükçü ve duygulu olan avcı-toplayıcı kültürlerin, Neolitik çağda dayatılan uygarlık, çalışma ve mülkiyet tarafından yok edilmeleriyle birlikte, herhangi bir dildeki fiiller de o dildeki toplam sözcüklerin yaklaşık olarak yarısına inmiştir; örneğin modern İngilizce’de fiillerin toplam sözcükler içindeki oranı yüzde onun altına düşmüştür.<a href="" name="_ftnref7" style="text-decoration: none;" title="_ftnref7"></a><span class="MsoFootnoteReference">7</span></span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Dil, bazı temel nitelikleri bakımından, tamamlanmış bir şekilde ortaya çıkmasına rağmen, dilin gelişimi fazlasıyla değersizleştirici bir süreç tarafından belirlenmiştir. Doğa parçalanarak kavramlara ve eşdeğerliğe indirgenirken, dile atfedilen modeller izlenmiştir.<a href="" name="_ftnref8" style="text-decoration: none;" title="_ftnref8"></a><span class="MsoFootnoteReference">8</span><em> </em>Yine ideoloji ile paralellik için de olan dil makinesi, yaşamı kendi boyunduruğu altına aldığı ölçüde, dilin köleliğe dayalı bir toplumun üretilmesindeki işlevi de o ölçüde artmıştır.</span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Daha genel ve daha soyut olana duyduğumuz karakteristik eğilimden hareketle, Navajo dili “fazlasıyla yalın” bir dil olarak değerlendirilmiştir. Oysa daha eski çağlarda, dolaysızlığın ve somutluğun dile hakim olduğu söyleniyor; söz konusu çağlarda “elle dokunulan ve gözle görülen varlıklar için yeterince terim” vardı.<a href="" name="_ftnref9" style="text-decoration: none;" title="_ftnref9"></a><span class="MsoFootnoteReference">9</span><em> </em>Eski dillerde var olan “şaşırtıcı çekim zenginliğine” işaret eden Toynbee, dili basitleştirme eğiliminin ağır basmasıyla birlikte, bu çekim zenginliğinin daha sonra terk edildiğini belirtir.<a href="" name="_ftnref10" style="text-decoration: none;" title="_ftnref10"></a><span class="MsoFootnoteReference">10</span><em> </em>Cassirer, Amerikan Kızılderili kabileleri arasında “belirli bir eylemin şaşırtıcı bir çeşitlilik arz eden terimlerle tanımlandığını” görmüş ve bu terimlerin geri plana itilmekten ziyade, birbirleriyle uyum içinde yan yana kullanıldıklarını belirlemiştir.<a href="" name="_ftnref11" style="text-decoration: none;" title="_ftnref11"></a><span class="MsoFootnoteReference">11</span><em> </em>Ancak bir kez daha önemle vurgulamak gerekir ki, çok eski çağlarda muhteşem bir sembol avurganlığına ulaşıldığında, ideolojinin ergenlik çağı olarak değerlendirilebilecek o dönemde bile semboller ve soyut tarzlar hâlâ kapalılığını koruyordu.</span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">İdeolojinin paradigması olarak değerlendirilen dil, aynı zamanda algının başlıca düzenleyicisi olarak da kabul edilmelidir. Ünlü dilbilimci Sapir tarafından da belirtildiği gibi, “sosyal gerçekliğin” kavraması bakımından insanlar tamamen dilin insafına terk edilmişlerdir. Bir başka ünlü antropolog ve dilbilimci olan Whorf bu yaklaşımı daha da ileriye götürerek, düşünme biçimleri ve tüm diğer zihinsel etkinlikleri de dahil olmak üzere, dilin bir insanın tüm yaşam tarzını belirlediğini savunmuştur. Dil kullanmak demek kişinin kendisini, o dilin doğasına zaten içkin olan algı biçimleriyle sınırlandırması demektir. Dilin biricik ifade biçimi olduğu ve buna rağmen her şeyi kendi içinde kalıba döktüğü olgusu, bizi doğrudan ideolojinin özüne götürmektedir.<a href="" name="_ftnref12" style="text-decoration: none;" title="_ftnref12"></a><span class="MsoFootnoteReference"><em>12</em></span></span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bizden bağımsız bir yapı olan dil yalnızca ideolojik olarak ortaya çıkan bir gerçekliktir. İşte dil dünyayı bu şekilde belirleyip değersizleştirmektedir. George Steiner şu sonuca varmıştır: “İnsan konuşması, açığa çıkardığından çok daha fazla şeyi gizler; tanımladığından çok daha fazla şeyi muğlaklaştırır; ilişkilendiridiğinden çok daha fazla şeyi birbirinden koparır.”<a href="" name="_ftnref13" style="text-decoration: none;" title="_ftnref13"></a><span class="MsoFootnoteReference">13</span></span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Daha somut konuşmak gerekirse, bir dili öğrenmenin özü, konuşmayı biçimlendirip denetleyecek bir sistemin, bir modelin öğrenilmesidir. Bu düzeyde karşımıza çıkan ideolojiyi görmek hiç de zor değil; zira her birinin vazgeçilmez fonolojik, sözdizimsel ve anlambilimsel kurallarının keyfiliğinden dolayı, insanlar tarafından kullanılan her dilin öğrenilmesi gerekmektedir. Yani, doğal olmayan bir dünyanın üretilmesi, doğal olmayan olguların dayatılmasını gerektirir.</span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">En ilkel dillerde bile, sözcükler nadiren kastettikleri şeylerle anlaşılır bir benzerlik sergiler; tamamiyle beylik bir ifade tarzı olarak kalırlar.<a href="" name="_ftnref14" style="text-decoration: none;" title="_ftnref14"></a><span class="MsoFootnoteReference">14</span><em> </em>Şüphesiz bu durum, gerçekliği sembolik olarak görme eğiliminden kaynaklanmaktadır; Cioran, dünyayla kurduğumuz ilişkinin sonsuz bir şekilde gerilemesine yol açan bu eğilimi dilin “yapışkan sembolik ağı” olarak adlandırmıştır.<a href="" name="_ftnref15" style="text-decoration: none;" title="_ftnref15"></a><span class="MsoFootnoteReference">15</span><em> </em>Dilin sembolik düzenlenişinin kendinden ibaret keyfi doğası, merakın, çeşitliliğin ve eşdeğersizliğin yerini alan sahte kesinlik alanları yaratır. Dili “su katılmadık terörist” olarak adlandıran Barthes’in bu tanımı oldukça isabetlidir; Barthes’e göre, dilin sistematik doğasının “bütünlüklü olabilmesi için, doğru olmaktan ziyade, geçerli olması yeterlidir.”<a href="" name="_ftnref16" style="text-decoration: none;" title="_ftnref16"></a><span class="MsoFootnoteReference">16</span><em> </em>Bilgelik ile yöntem arasındaki ezeli bölünmeyi yaratan dildir.</span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Dilin yapısı bakımından konuya yaklaşıldığında, “konuşma özgürlüğü” diye bir şeyin söz konusu olamayacağı gayet açıktır; zira gramer, içimizdeki görünmeyen hapishanenin görünmeyen “düşünce denetleyicisidir”. Dile geçişle birlikte, daha baştan kendimizi özgürlüğün olmadığı bir dünyaya mahkûm etmiş oluyoruz.</span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Kavramsal olanı algılanabilir olan olarak görme ve kavramları dokunulabilir somut şeyler olarak değerlendirme eğiliminin ifadesi olan şeyleşme, ideolojinin olduğu kadar, dilin de vazgeçilmez temelidir. Dil, aklın kendi deneyimlerine yabancılaşmasını, yani, tıpkı kavramlar gibi, parçaları da, sanki bu parçalar maniple edilebilir somut nesnelermiş gibi tahlil etme eğilimini temsil etmektedir. Horkheimer’a göre ideolojinin kaynağını, insanların inaçlarından ziyade onların – zihinsel sonorlanmışlıklarıyla, kendilerine sağlanan korumlara olan mutlak bağımlılıklarıyla – benzedikleri şeyler oluşturur. Horkheimer, ideoloji için olduğu kadar dil için de geçerli olabilecek bu değerlendirmesine şunu da ekler; insanların her türlü deneyimi yalnızca kavramların beylik çerçevesi içinde gerçekleşmektedir.<a href="" name="_ftnref17" style="text-decoration: none;" title="_ftnref17"></a><span class="MsoFootnoteReference"><em>17</em></span></span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Zihinsel işlevsellik için şeyleşmenin gerekli olduğu, canlı varlıklar ve ilişkiler olarak var olurken pekâlâ da yanıltıcı olabilecek kavramlara bir yapı kazandırılmasıyla, bir deneyimi ötekine bağlayacak dayanılmaz yükün ortadan kaldırılacağı iddia edilmiştir.</span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Cassirer, deneyimden bu şekildeuzaklaşılması konusunda şöyle der; “İnsanın sembolik etkinliği arttıkça, fiziksel gerçekliğin nicelik olarak azaldığı anlaşılıyor.”<a href="" name="_ftnref18" style="text-decoration: none;" title="_ftnref18"></a><span class="MsoFootnoteReference">18</span><em> </em>Yani temsiliyet ve tekbiçimlilik dil ile birlikte ortaya çıkar ki bu da bize Heidegger’in ısrarla vurguladığı bir hususu hatırlatmaktadır; Heidegger’e göre uygarlık çok önemli bir olguyu unutmuştur.</span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Uygarlık bir unutuş olarak değil, çoğu zaman bir hatırlayış olarak değerlendirilir; bu yaklaşıma göre dil, bilgi birikiminin ileriki kuşaklara aktarılması ve başkalarının deneyimlerinden, sanki o deneyimler birinin kendi deneyimlerimizmiş gibi yararlanılmasını sağlamaktadır. Herhalde uygarlığın unuttuğu şey tam da bu olsa gerek; yani, başkalarının deneyimlerinin bizim kendi deneyimlerimiz <em>olmadığı </em>ve bu yğzden uygarlaştırma sürecinin temsili olarak yaşanan yapay bir süreç olduğu gerçeği. Anlaşılır nedenlerden dolayı dilin, neredeyse yaşamla özdeş olduğunu iddia ettiğimizde, yaşamın doğrudan yaşanan deneyimlerden koparak ilerlemeci bir mantıkla bu deneyimlerin önüne geçtiğini söylemekten başka bir şey yapmamış oluyoruz.</span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Dil, tıpkı ideoloji gibi, doğrudanlığa ve kendiliğindenliğe dayalı ilişkilere karşı saldırıya geçerek, burayı ve şimdiyi dolaylandırmaktadır. Bunun tipik bir örneği, okumayı öğrenme baskısına karşı çıkan bir anne tarafından sağlanmıştır: “Bir çocuk okur-yazar hale geldiğinde, artık geriye dönüş imkansızdır. Bir müzenin içinde gezinin. Okur-yazar yetişkinlerin, neyi göreceklerinden emin olmak için, tablolardan önce, bu tabloların altındaki tanıtıcı kartları okuduklarını göreceksiniz. Hatta, sadece kartları okuyup, tabloları tamamen es geçmelerine bile tanık olabilirsiniz… Okuma-yazma öğrenme kitaplarında da belirtildiği gibi, okuma kişinin önüne çeşitli kapıları açar. Ne var ki, bu kapılar bir kez açıldığında, bu kapılardan bakmaksızın dünyayı görmek neredeyse imkânsızdır.”<a href="" name="_ftnref19" style="text-decoration: none;" title="_ftnref19"></a><span class="MsoFootnoteReference">19</span></span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Her türlü doğrudan deneyimi, hakim bir sembolik ifadeye dönüştürme sürecini temsil eden dil, yaşamı tekeline almaktadır. Tıpkı ideoloji gibi, dil de, sürekli olarak bir şeyleri gizleyip gerekçelendirmekte ve böylece onun meşruluğu hakkındaki şüphelerimizi ertelememize yol açmaktadır. Dil uygarlığın kökeni ve onun yabancılaşmış doğasının vazgeçilmez kuralıdır. İdeolojinin paradigması olarak dil, uygarlığın sürebilmesi için gerekli olan her türlü meşruiyetin kaynağıdır. Öyleyse yapmamız gereken şey, hangi tahakküm biçimlerinin bu meşruiyeti yaratarak dili baskının vazgeçilmez araçlarından biri haline getirdiğini ortaya çıkarmaktır.</span></b></div><div class="MsoBodyText" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Her şeyden önce bir noktaya açıklık getirmek gerekiyor; belli bir sesin, keyfi ve değişmez bir şekilde belli bir işaretle ilişkilendirilmesi, hiç de sanıldığı gibi kaçınılmaz veya tesadüfi değildir. Dilin sonradan yapılan bir icat olduğunu şuradan anlıyoruz; zihinsel süreçler, kendilerini ifade eden dilden önce gelirler. O nedenle, insanlığın ancak dil ile insanlaştığını iddia etmek, insan olmanın dili icat etmenin ön koşulu olduğu olgusunu çoğu kez gözden kaçırmak anlamına gelmektedir.<a href="" name="_ftnref20" style="text-decoration: none;" title="_ftnref20"></a><span class="MsoFootnoteReference">20</span></span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Oysa asıl soru şu; nasıl oldu da sözcükler birer işaret olarak kabul edilme noktasına geldi? Keza, ilk sembol nasıl ortaya çıktı? Çağdaş dilbilimciler bu konuyu “hiçbir çıkış yolu bırakmayacak ölçüde kişiyi çaresiz bırakan son derece ciddi bir sorun” olarak değerlendirmektedir.<a href="" name="_ftnref21" style="text-decoration: none;" title="_ftnref21"></a><span class="MsoFootnoteReference">21</span><em> </em>Dilin kökeni üzerine yapılan on bini aşkın çalışma arasındaki en güncel çalışmalarda bile, bu konudaki teorik çelişkilerin insanı afallatan bir düzeyde olduğu itiraf edilmektedir. Hakeza, dilin ne zaman ortaya çıktığı sorusu da, birbirine taban tabana zıt görüşlerin ortaya atılmasına yol açmıştır.<a href="" name="_ftnref22" style="text-decoration: none;" title="_ftnref22"></a><span class="MsoFootnoteReference">22</span><em> </em>Dilden daha önemli hiçbir kültürel fenomen bulunmadığı gibi, kendi kökeni hakkında böylesine az bilgi sunan başka bir gelişme de yoktur. Öyleyse Bernard Campbell’in şu saptaması hiç de şaşırtıcı olmasa gerek; “Dilin nasıl ya da ne zaman ortaya çıktığını hiçbir şekilde bilmiyoruz ve hiçbir zaman da bilmeyeceğiz.”<a href="" name="_ftnref23" style="text-decoration: none;" title="_ftnref23"></a><span class="MsoFootnoteReference">23</span></span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Dilin kökeni hakkında ortaya atılan teorilerin çoğu ciddi olmaktan bir hayli uzaktır; bu teoriler, dilin yarattığı nitel ve kasıtlı değişimlere hiçbir açıklama getirmemektedir. Meşhur “ding-dong” teorisine göre, ses ile anlam arasında şu veya bu şekilde doğuştan bir ilişki bulunmaktadır; “poh-poh” teorisine göre, dil başlangıçta, şaşkınlık, korku, memnuniyet, acı ve benzeri duyguları ifade eden haykırışlardan doğmuştur; “ta-ta” teorisine göre ise, dil, bedensel hareketlerin taklit edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Asıl soru karşısında çaresiz kalan bu “açıklamalar” böylece uzayıp gider. Öte yandan, avlanma eyleminin dili gerekli hale getirdiğini savunan hipotezi çürütmek hiç de zor değil; hayvanlar herhangi bir dil kullanmaksızın birlikte avlanırlar ve insanların avlanabilmeleri için de genellikle sessiz olmaları gerekiyor.</span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bana kalırsa, çağdaş dilbilimci E.H. Sturtevant’ın yaklaşımı çok daha akla yatkındır; Sturtevant’a göre, her türlü niyet ve duygu, mimik, bakış veya ses tarafından gayri iradi olarak ifade edildiği için, dil gibi iradi bir iletişim, yalan söyleme veya aldatma amacıyla yaratılmış olmalıdır.<a href="" name="_ftnref24" style="text-decoration: none;" title="_ftnref24"></a><span class="MsoFootnoteReference">24</span> Çemberi daha da daraltan felsefeci Caws şu hususta ısrar eder; “gerçek… linguistik sahnede görece sonradan ortaya çıkmıştır ve dilin gerçeği ifade etmek amacıyla icat edildiğini düşünmek kesinlikle yanlıştır.”<a href="" name="_ftnref25" style="text-decoration: none;" title="_ftnref25"></a><span class="MsoFootnoteReference">25</span></span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ne var ki, dili konu alan bu çalışmamızın toplumsal boyutu, somut etkinlikler ve ilişkiler hakkındaki düşünce ve tercihlerimiz, dilin kökenini ortaya çıkarmak üzere, daha derin bir araştırmaya girmemizi gerektiriyor. Olivia Vlahos’a göre “kelimelerin iktidarı” çok önceden ortaya çıkmış olmalıdır: “Elbette… insanın özel amaçlar için çeşitli aletlere biçim vermeye başlamasından çok sonra değil.”<a href="" name="_ftnref26" style="text-decoration: none;" title="_ftnref26"></a><span class="MsoFootnoteReference">26</span> Paleolitik yaşamın bir veya iki milyon yıllık dönemi boyunca taş aletlerin, sözlü yönlendirmeden ziyade, doğrudan ve fiili örneklemelerle ortaklaşa yontulmuş olması akla daha yatkın görünüyor.</span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Yine de, dilin – tüm bileşenleriyle işbölümü, şeylerin ve olayların standartlaştırılması ve uzmanların diğer insanlar üzerinde etkin bir iktidar kurmaları anlamına gelen – teknoloji ile birlikte ortaya çıktığı varsayımı bence konunun özünü teşkil etmektedir. Durkheim’ın “uygarlığın kaynağı”<a href="" name="_ftnref27" style="text-decoration: none;" title="_ftnref27"></a><span class="MsoFootnoteReference">27</span> olarak adlandırdığı işbölümünü dilden hiçbir şekilde ayıramayacağımız aşamaların başında herhalde başlangıç aşaması gelir. İşbölümü, grup eyleminin görece daha karmaşık bir denetime tabi tutulmasını gerektirir; pratikte tüm topluluğun örgütlenip yönetilmesini zorunlu kılar. Bu ise, daha önce herkes tarafından icra edilen fonksiyonların parçalanarak, birbirinden farklı görevlere dönüştürülmesine ve böylece farklı rollere ve ayrımlara yol açmaktadır.</span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Vlahos konuşmanın oldukça erken bir dönemde ortaya çıktığını düşünürken, karşıt bir görüşü savunan Julian Jaynes, basit taş aletler ve bunların üretimi bağlamında, daha ilginç bir soru ortaya atarak dilin çok sonradan ortaya çıktığını ileri sürmektedir. Jaynes’e göre, eğer insanlık iki milyon yıl boyunca konuşmuşsa, nasıl olup da hemen hemen hiçbir teknolojik gelişme kaydedilmemiştir?<a href="" name="_ftnref28" style="text-decoration: none;" title="_ftnref28"></a><span class="MsoFootnoteReference">28</span> Dile yararlı bir atfeden Jaynes’in bu sorusu, pozitif bir doğada saklı duran potansiyellerin dil ile birlikte açığa çıktığı varsayımına dayanmaktadır.<a href="" name="_ftnref29" style="text-decoration: none;" title="_ftnref29"></a><span class="MsoFootnoteReference">29</span> Ancak, işbölümünün yukarıda sözünü ettiğimiz yıkıcı dinamikleri dikkate alındığında, dil ile teknolojinin tamamen birbirine bağlı olduğu ne kadar doğruysa, bu iki öğeye karşı binlerce kuşak boyunca başarılı bir direnişin sergilendiği de o kadar doğrudur.</span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Köken olarak dil, kendi alanı dışında var olan bir sorunun gereklerini karşılamak zorundaydı. Dil ile ideoloji arasındaki uyum dikkate alındığında, bir insanın, konuştuğu andan itibaren artık ayrı bir insan olduğu açıktır. Konuşma, insanlık ile doğa arasındaki özgün birliği bozmaya başlayan kırılma noktasıdır; ve bu kırılma noktası aynı zamanda işbölümünün başlangıcına rastlamaktadır. İdeolojik bilincin, işbölümüne geçişle birlikte yükseldiği Marx tarafından da kabul edilmiştir; Marx’a göre dil, “üretici emeğin” başlıca paradigmasıdır. Ne var ki, uygarlığın ilerlemesi doğrultusunda atılan her adım, artı emek anlamına gelmiş ve üretici emek ya da çalışmanın özü olan yabancılaşma süreci, dil aracılığıyla gerçekleştirilerek ilerletilmiştir. İdeoloji, kaynağını işbölümünden alırken, biçimini de şaşmaz bir şekilde dilden almaktadır.</span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Marx’a oranla emeğe çok daha yüksek bir değer biçen Engels, dilin kökenini, “doğanın efendisi” olarak adlandırdığı emekten hareket ederek açıklamıştır. Engels bu temel ilişkiyi şu sözlerle ifade etmiştir; “önce emek, onun ardından ve daha sonra onunla birlikte konuşma.”<a href="" name="_ftnref30" style="text-decoration: none;" title="_ftnref30"></a><span class="MsoFootnoteReference">30</span> Bu ilişkiye daha eleştirel bir gözle bakmak gerekirse, yapay bir iletişim biçimi olan dil, yapay bir ayrım olan işbölümünü temsil etmiştir ve halen de temsil etmektedir.<a href="" name="_ftnref31" style="text-decoration: none;" title="_ftnref31"></a><span class="MsoFootnoteReference">31</span> (Dilin, “bireysel sorumlulukların” düzenlenmesinde paha biçilmez bir öneme sahip olduğunu savunan alışılagelmiş baskıcı söylemde, bu yapaylık, elbette, bir olumluluk olarak değerlendirilmektedir.)</span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Dil, duyguları bastırmak amacıyla ayrıntılandırılmıştır; uygarlığın temel kurallarından biri olarak dil, Eros’un boyunduruk altına alınmasını ve uygarlığın özü gereği içgüdülerin bastırılmasını ifade eder. Freud, dilin kökenini ele aldığı bir paragrafta, ilk konuşmayı cinsel birleşmeyle ilişkilendirmiştir. Freud’a göre çalışma, “cinsel etkinliğin yerine geçmesini ve ona eşdeğer” bir olgu kabul edilmesini konuşma tarafından sağlanan araçsallığa borçludur.<a href="" name="_ftnref32" style="text-decoration: none;" title="_ftnref32"></a><span class="MsoFootnoteReference">32</span> Özgür cinselliğin böylelikle çalışmaya dönüştürülmesi bastırılmışlığın ilk biçimidir ve Freud cinsel birleşme arzuları ile çalışma süreçleri arasındaki bağlantının dil tarafından kurulduğunu belirtmiştir.</span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Neo-Freudcu Lacan bu tahlili daha da ileriye götürerek, bilinçaltının her şeyden önce, dile geçişle birlikte ortaya çıkan baskı tarafından biçimlendirildiğini iddia etmiştir. Böylece Lacan’a göre bilinçaltı “aynen bir dilin yapısını” andırmaktadır ve geleneksel Freudcu anlamda içgüdüsel ya da sembolik olarak değil, linguistik bir şekilde işlemektedir.<a href="" name="_ftnref33" style="text-decoration: none;" title="_ftnref33"></a><span class="MsoFootnoteReference">33</span></span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Dilin kökeni sorununu mecazi bir düzlemde ele alma bakımından, Babil Kulesi efsanesi üzerinde durmak ilginç olabilir. Dil ile birlikte ortaya çıkan karışıklığın hikâyesi, tıpkı Eski Ahit’in ilk kitabında geçen Cennetten Kovulma söylencesi gibi, kötülüğün kaynağını bulma girişimini temsil eder. “Özgün bir dilin” parçalanıp karşılıklı olarak anlaşılmayan dillere dönüştürülmesi, pekâlâ da sembolik dilin ortaya çıkışı ve daha bütün, daha otantik bir iletişimin hüküm sürdüğü eski yaşantının yok oluşu olarak anlaşılabilir. Örneğin geleneksel cennet tasvirlerinin pek çoğunda, hayvanlar konuşabiliyor ve insanlar onları anlayabiliyor.<a href="" name="_ftnref34" style="text-decoration: none;" title="_ftnref34"></a><span class="MsoFootnoteReference">34</span></span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Cennetten kovulmanın, zamana yenik düşme olarak anlaşılabileceğini daha önce belirtmiştim.<a href="" name="_ftnref35" style="text-decoration: none;" title="_ftnref35"></a><span class="MsoFootnoteReference">35</span> Russel Fraser tarafından da belirtildiği gibi, Babil Kulesi’nin çöküşü, benzer şekilde, “insanın tarihsel zaman içindeki yalıtılmışlığını” ifade eder.<a href="" name="_ftnref36" style="text-decoration: none;" title="_ftnref36"></a><span class="MsoFootnoteReference">36</span><a href="" name="_ftnref37" style="text-decoration: none;" title="_ftnref37"></a><span class="MsoFootnoteReference">37</span> Norman O. Brown’a göre ise, “cennetten kovulanlar dilin tuzağına düşmüştür.”<a href="" name="_ftnref38" style="text-decoration: none;" title="_ftnref38"></a><span class="MsoFootnoteReference">38</span>Ancak Cennetten kovulma, aynı zamanda dilin kökeni bakımından da bazı anlamlar taşımaktadır. Benjamin, Cennetten kovulma söylencesinde, dil olarak adlandırdığımız dolaylamayı ve “dile dayalı aklın bir başka becerisi olan soyutlamanın kaynağını” keşfetmiştir.</span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Eski Ahit’in bir başka bölümünde ise, dilin temel özelliklerinden biri olan isimlendirme<a href="" name="_ftnref39" style="text-decoration: none;" title="_ftnref39"></a><span class="MsoFootnoteReference">39</span> hakkında kutsal bir yorum yapılmış ve şeyleri isimlendirme nosyonunun bir tahakküm eylemi olduğu belirtilmiştir. Yaratılış efsanesinde geçen “ve Adem her canlı varlığa nasıl seslendiyse, bu o varlığın adı oldu” cümlesinden söz ediyorum. Böyle bir düşünce, doğrudan doğruya, doğanın tahakküm altına alınması için gerekli olan linguistik bileşenlere tekabül etmektedir; Dufrenne tarafından da formüle edildiği gibi, insanı şeylerin efendisi yapan olgu, şeylerin ilk defa insan tarafından isimlendirilmiş olmasıdır.<a href="" name="_ftnref40" style="text-decoration: none;" title="_ftnref40"></a><span class="MsoFootnoteReference">40</span> Spengler da benzer bir sonuca varmıştır; “Bir şeyi herhangi bir isimle isimlendirmek, o şey üzerinde iktidar sahibi olmak demektir.”<a href="" name="_ftnref41" style="text-decoration: none;" title="_ftnref41"></a><span class="MsoFootnoteReference">41</span></span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bu açıdan bakıldığında, insanlığın önce dünyadan ayrılması ardından da dünyayı fethetmesi süreci, dünyanın insanlık tarafından isimlendirilmesiyle başlamaktadır. Tanrının tahakkümünü temsil eden bir put olarak Logos’un kendisi bile ilk isimlendirmede rol oynamıştır. Bu anlayış Yuhanna İncili’ndeki ünlü pasajda da görülmektedir: “Başlangıçta Söz vardı, ve Söz Tanrı ile birlikteydi, ve Söz Tanrı’ydı.”</span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Dilin kökeni sorununa yeniden eğilmek gerekirse, dil sorunu uygarlığa ilişkin bir sorundur. Antropolog Lizot, avcı-toplayıcı yaşam biçiminin, Jaynes’e göre dilin yokluğu olarak yorumlanması gereken teknoloji ve işbölümünü sergilemediğine işaret etmiştir: “[İlkel insanların] çalışmayı küçümsemiş olmaları ve teknolojik ilerlemelere ilgi göstermemiş olmaları olgusundan şüphe edilemez.”<a href="" name="_ftnref42" style="text-decoration: none;" title="_ftnref42"></a><span class="MsoFootnoteReference">42</span> Daha da önemlisi, Lee’nin 1981′de belirttiği gibi, “son çalışmaların önemli bir kısmı,” avcı-toplayıcıların “oldukça iyi beslendiklerini ve bolca boş zamana sahip olduklarını” göstermektedir.<a href="" name="_ftnref43" style="text-decoration: none;" title="_ftnref43"></a><span class="MsoFootnoteReference">43</span></span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">İlk insanları, dili geliştirmekten alıkoyan şey, hiç de yaşamlarını sürdürme kaygısı olmamıştır; o insanların düşünsel derinleşmeye ve linguistik gelişmelere ayıracak zamanları kesinlikle vardı, ancak böyle bir yol binlerce yıl boyunca açıkça reddedilmişti. Benzer şekilde, uygarlığın köşe taşı olan tarımın (Neolitik bir devrim olarak) kazandığı nihai zafer de yiyecek sıkıntısından veya nüfus baskısından kaynaklanmamıştır. Lewis Binford tarafından da belirtildiği gibi; “Sorulması gekren soru, tarımın ve yiyecek depolama sistemlerinin neden her yerde geliştirilmemiş olması değil, tersine bu tekniklerin durup dururken neden geliştirildiğidir.”<a href="" name="_ftnref44" style="text-decoration: none;" title="_ftnref44"></a><span class="MsoFootnoteReference">44</span></span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Özel mülkiyet, yasalar, şehirler, matematik, artı ürün, kalıcı hiyerarşi, uzmanlaşma ve yazı da dahil olmak üzere, tarımın hakimiyeti, insanlığın “ilerleyişi” için hiç de kaçınılmaz bir adım değildi; aynen dilin de zorunlu bir adım olmaması gibi. Neolitik öncesi yaşamın gerçekliği, genellikle ileriye yönelik muazzam bir adım olarak değerlendirilen gelişmelerin veya hayranlık verici bir şekilde doğaya egemen olmanın, aslında ne tür bir çöküş ve yenilgi anlamına geldiğini gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Horkheimer ve Adorno’nun <em>Dialectic of Enlightment</em> (Aydınlanmanın Diyalektiği) adlı eserlerinde dile getirilen birçok görüş (örneğin, araçsal denetimin sağladığı gelişmenin duyusal deneyimlerdeki gerilemeyle ilişkilendirilmesi gibi) onların şöylesi yanlış bir sonuca varmalarına yol açmıştır; “İnsanlar hep, kendilerinin doğaya boyun eğmeleri ya da doğanın Öze boyun eğmesi arasında bir tercih yapmak zorunda kalmışlardır.”<a href="" name="_ftnref45" style="text-decoration: none;" title="_ftnref45"></a><span class="MsoFootnoteReference">45</span></span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Pei şöyle der; “Hiçbir şey konuşma kadar uygarlığı mükemmel bir şekilde yansıtamaz”<a href="" name="_ftnref46" style="text-decoration: none;" title="_ftnref46"></a><span class="MsoFootnoteReference">46</span>; gerçekten de, dil çarğıcı bir şekilde insan yaşamını yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda bu yaşamı belirler de. Dilin doğmasıyla gerçekleşen o köklü ve keskin kopuş, uygarlığın ve tarihin gelişini yalnızca 10.000 yıl önce cisimlendirip gölgelemiştir. Barthes’e göre, dil alanı içine girildiğinde, “Tarih, tıpkı Doğal Düzen gibi, tamamlanmış ve tektipleşmiş bir tarzla karşımıza çıkar.”<a href="" name="_ftnref47" style="text-decoration: none;" title="_ftnref47"></a><span class="MsoFootnoteReference">47</span></span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Cassirer’a göre “başlangıcından beri potansiyel bir din olan”<a href="" name="_ftnref48" style="text-decoration: none;" title="_ftnref48"></a><span class="MsoFootnoteReference">48</span> mitoloji, dilin bir fonksiyonu olarak ve herhangi bir ideolojik ürün kadar dilin gereklerine tabi olan bir olgu olarak değerlendirilebilir. On dokuzuncu yüzyıl dilbilimcisi Müller tam da bu anlamda mitolojiyi “dilin bir hastalığı” olarak tanımlamıştır; şeyleri doğrudan tanımlama imkânına sahip olmayan dil düşünceyi deforme etmektedir. “Mitoloji kaçınılmazdır; doğal bir olgudur ve dilin içkin gerekliliklerinden biridir… [Mitoloji] dilin düşünce üzerindeki karanlık gölgesidir ve dil tamamen düşünce ile eşitlenmediği sürece, ki bu imkânsızdır, bu gölge asla kaybolmayacaktır.”<a href="" name="_ftnref49" style="text-decoration: none;" title="_ftnref49"></a><span class="MsoFootnoteReference">49</span></span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Öyleyse, oldukça eski olan <em>lingua Adamica</em> hayalinin, yani basmakalıp işaretler yerine şeylerin dolaylanmamış gerçek anlamlarını doğrudan ifade eden “gerçek” bir dil hayalinin, insanlığın yitirilmiş bir ilk çağa duyduğu özlemin ayrılmaz bir parçası olması pek de şaşırtıcı olmasa gerek. Yukarıda da belirtildiği gibi, Babil Kulesi, insanların birbirleriyle ve doğayla gerçek bir komün oluşturmalarını amaçlayan bu ateşli tutkunun en çarpıcı göstergelerinden biridir.</span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bu eski (ama oldukça uzun süren) çağda doğa ve toplum uyumlu bir bütün oluşturmuş ve son derece yakın bağlarla birbirine bağlanmıştı. Doğanın totalitesi içindeki katılımdan kopularak dine doğru atılan adım, güçlerin ve varlıkların çözülerek dışa, yani tersyüz edilmiş yaşantılara doğru yönelmesi anlamına geliyordu. Bu kopuş ifadesini putlarda bulmuş ve dinin uygulayıcısı, yani şaman, ilk uzman olmuştur.</span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Öte yandan, yaşamakta olduğumuz modern yabancılaşmaya kaynaklık eden çarğıcı kültürel gelişmeler yalnızca, mitoloji ve din tarafından yaratılan aldatıcı dolaylamalardan ibaret değildir. Neandertal türünün, yerini Cro-Magnon türüne bıraktığı (ve böylece beynin hacim olarak küçüldüğü) Üst Plaeolitik çağda yaşanan bir diğer gelişme de sanatın doğuşu oldu. Yaklaşık 30.000 yıl öncesinin ünlü mağara resimlerine baktığımızda, soyut işaretlerden oluşan geniş bir çeşitlilikle karşılaşırız; ancak geç dönem Paleolitik sanatındaki sembolizm yavaş yavaş Neolitik tarımcıların çok daha stilize edilmiş tarzına dönüşerek katılaşmıştır. Ya dilin ortaya çıkışıyla eşanlamlı olan ya da dilin ilk gerçek tahakkümüne tanıklık eden bu dönem boyunca kayde değer bir huzursuzluk baş göstermiştir. John Pfeiffer bu huzursuzluğu yorumlarken, Cro-Magnon’un hegemonyasını kurmasıyla birlikte eşitlikçi avcı-toplayıcı geleneklerin erozyona uğradığına dikkat çekmiştir.<a href="" name="_ftnref50" style="text-decoration: none;" title="_ftnref50"></a><span class="MsoFootnoteReference">50</span> Üst Paleolitik çağa kadar “herhangi bir toplumsal tabakanın” izine rastlanmazken, oluşmaya başlayan işbölümü ve hemen akabinde ortaya çıkan toplumsal sonuçlar, adım adım yaklaşmakta olan uygarlığa karşı direnenlerin disiplin altına alınmasını gerektirmiştir. Biçimlendirici ve aşılayıcı bir aygıt olan sanatın bu dramatik gücü, kültürel uyuma ve otoritenin sürekliliğine duyulan bu gereksinimleri karşılamıştır. Dil, söylence, din ve sanat böylece sosyal yaşamın vazgeçilmez “politik” koşulu olarak ilerlemiş ve işbölümü öncesinde doğrudan yaşanan yaşamın yerini, sembolik biçimlerin yapay ortamı almıştır. İnsanlık bu noktadan itibaren artık gerçekle yüz yüze gelemeyecek; ve tahakküm mantığı, oyunun, özgürlüğün ve zenginliğin üzerine kalın bir sis perdesi örtecekti.</span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Dilde giderek düşen fiil oranının, serbestçe seçilen eşsiz eylemlerde işbölümü sonucu yaşanan düşüşü yansıttığı Paleolitik Çağın sonunda bile, dilde hâlâ zaman çekimleri oluşmamıştı.<a href="" name="_ftnref51" style="text-decoration: none;" title="_ftnref51"></a><span class="MsoFootnoteReference">51</span> Sembolik bir dünyanın yaratılması zamanın varoluş koşulu olmakla beraber, avcı-toplayıcı yaşam Neolitik tarım tarafından sona erdirilmeden önce, hiçbir sabit ayrım geliştirilmemişti. Ancak her türlü fiilin bir zaman çekimi sergilemesiyle birlikte, dil, “zamanın düşüncelerimizden en uzak olduğu noktada bile zamandan sahte bir bağlılık talep eder.”<a href="" name="_ftnref52" style="text-decoration: none;" title="_ftnref52"></a><span class="MsoFootnoteReference">52</span> Bu açıdan bakıldığında, zamanın gramerden bağımsız olarak var olup olmadığı sorulabilir. Konuşmanın yapısı zamanı bir kez içine aldığında ve böylece her türlü ifade biçimini zamana dayandırdığında, işbölümü eski gerçekliği tamamen ortadan kaldırdı. Derrida’ya gelindiğinde, artık “dilin tarihin kökeni olduğundan” rahatlıkla bahsedebilir.<a href="" name="_ftnref53" style="text-decoration: none;" title="_ftnref53"></a><span class="MsoFootnoteReference">53</span>Kendisi bir baskı biçimi olan dilin ilerleyişi boyunca baskı – tıpkı ideoloji ve çalışma gibi – tarihsel zamanı yaratacak bir yoğunluğa erişir. Dil olmaksızın tarih bütünüyle ortadan kalkardı.</span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Tarih öncesi dönem yazı öncesi dönemdir; yazının bazı biçimleri uygarlığın kesin olarak geldiğine işaret eder. Freud, <em>The Future of an Illusion</em> (Bir Yanılsamanın Geleceği) adlı eserinde şöyle yazmıştır; “Uygarlık bana, iktidar ve baskı araçlarının mülkiyetini elde etmenin yöntemini kavrayan bir azınlık tarafından, direnen bir çoğunluğa uygulanan bir olguymuş gibi görünüyor.”<a href="" name="_ftnref54" style="text-decoration: none;" title="_ftnref54"></a><span class="MsoFootnoteReference">54</span> Zaman ve dil problemli bir konu olarak dururken, dilin bir başka aşaması olan yazı, köleleştirmeye sunduğu çok daha dolaysız destekle karşımıza çıkmaktadır. Aslında Freud haklı nedenlerle, uygarlığı dayatan ve ayakta tutan bir manivela olarak yazılı dile işaret edebilirdi.</span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Giderek yoğunlaşan işbölümü yaklaşık olarak İ.Ö. 10.000 civarında, yansımasını şehirlerde ve tapınaklarda bulan bir toplumsal denetim türü üretmişti. İlk yazılar, vergi kayıtlarını, kanunları ve emeği köleleştiren anlaşma metinlerini içermektedir. Böylesine nesnelleşmiş bir tahakküm, şüphesiz siyasal ekonominin pratik ihtiyaçlarından kaynaklanıyordu. Giderek artan harf ve tablet kullanımı kısa süre içinde, yöneticilerin yeni iktidar ve fetih zirvelerine ulaşmalarını sağladı; bunun en açık örneklerinden biri, Babilli Hammurabi’nin başında olduğu yeni yönetim biçimiydi. Levi-Strauss tarafından da belirtildiği gibi, yazının “insanlığın aydınlanmasından ziyade sömürüyü desteklediği anlaşılıyor… Yazı, aramızda ilk defa ortaya çıktığında yalancılıkla kol kola girmişti.”<a href="" name="_ftnref55" style="text-decoration: none;" title="_ftnref55"></a><span class="MsoFootnoteReference">55</span></span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Dil böylesine can alıcı bir noktada, önce hiyeroglif ve ideografik yazım tarzıyla ardından da fonetiğe dayalı alfabetik yazım tarzıyla, temsilin temsili haline gelmektedir. Sözcüklerden hecelere, oradan da nihayet bir alfabedeki harflere varan sembolleştirme süreci, artık karşısında hiçbir şekilde direnilemeyecek bir düzen ve denetim anlayışını dayatmıştır. Ve yazının olanaklı hale getirdiği şeyleşmeyle birlikte, dil artık konuşan bir özneye veya topluluk söylemine bağılı değildir, tersine her özneyi dışlayabileceği özerk bir alan yaratmaktadır.<a href="" name="_ftnref56" style="text-decoration: none;" title="_ftnref56"></a><span class="MsoFootnoteReference">56</span></span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Çağdaş dünyada ise, sanatın öncülerinin, dilin yarattığı hapishaneye karşı en azından jest kabilinden çeşitli direnişler sergiledikleri rahatlıkla görülebilir. Mallarme’den bu yana, modernist şiirin ve nesirin azımsanmayacak bir kısmı, normal konuşmanın meşruluğuna karşı durmuştur. Mallarme, “Kim konuşuyor?” sorusuna, “Dil konuşuyor” karşılığını vermiştir.<a href="" name="_ftnref57" style="text-decoration: none;" title="_ftnref57"></a><span class="MsoFootnoteReference">57</span> Bu cevaptan sonra, özellikle de Joyce, Stein ve diğerlerinin yeni bir sözdizim ve kelime hazinesi girişiminde bulundukları Birinci Dünya Savaşı dolaylarındaki ateşli dönemden beri, edebiyat dilin getirdiği kısıtlamalara ve çarpıtmalara karşı cepheden saldırıya geçmiştir. Dile karşı sergilenen genel direnişin göze çarpan unsurları arasında Rus füturistleri, Dada (örneğin, Hugo Ball’ün 1920′li yıllarda “sözsüz şiir” yaratma girişimi), Artaud, Sürrealistler ve Lettrisler de bulunmaktadır.<a href="" name="_ftnref58" style="text-decoration: none;" title="_ftnref58"></a><span class="MsoFootnoteReference">58</span></span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sembolist şairler ve onların takipçileri olarak adlandırılabilecek pek çok şair, topluma karşı koymanın aynı zamanda toplumun diline karşı koymayı da içerdiğini savunmuştur. Ne var ki, toplumsal muhalefet arenasındaki yetersizlik dile yönelik muhalefetin başarısını da engellemektedir; bu yüzde, avangart çabaların, soyut ve donuk jestlerden başka bir anlama gelip gelmediği doğrusu merak konusudur. Yabancılaşmanın her iki kategorisinin de ortadan kaldırılabilmesi için, herhangi bir verili anda belirli bir kültürün ideolojisini cisimleştiren dilin de ortadan kaldırılması gerekiyor; bunu, kayda değer toplumsal boyutları olan bir proje olarak da görebiliriz. Edebi metinlerin (örneğin, <em>Finnegan’s Wake</em>, e.e. cummings’in şiiri gibi) dilin kurallarını ihlâl ettiği olgusunun, yerine kuralların kendisini hatırlatmak gibi paradoksal bir etkiye sahip olduğu anlaşılıyor. Toplum, dil hakkında serbest bir düşünce oyununa izin vermekle, bu düşünceleri yalnızca bir oyun olarak ele almaktadır.</span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Kocaman bir yalan silsilesi – resmi, ticari ve diğer yalanlar – herhalde Johnny’nin neden Okuyup Yazamadığını, okuma-yazma oranının metropollerde neden hızla düştüğünü açıklamak için yeter de artar. Her halükârda, sorun sadece Canetti’ye göre “dil üzerindeki baskının azımsanmayacak bir noktaya gelmiş olması”<a href="" name="_ftnref59" style="text-decoration: none;" title="_ftnref59"></a><span class="MsoFootnoteReference">59</span> değil, ama aynı zamanda “öğrenmekten vazgeçme eğiliminin,” Robert Harbinson tarafından da belirtildiği gibi, “hemen hemen tüm düşünsel alanlarda bir güç haline gelmiş olmasıdır.”<a href="" name="_ftnref60" style="text-decoration: none;" title="_ftnref60"></a><span class="MsoFootnoteReference">60</span></span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Günümüzde en sıradan saçmalıklar ve can sıkıntısı, “inanılmaz” ve “korkunç” sözcükleriyle ifade edilmektedir; hakeza, güçlü ve şokedici sözcüklere artık nadiren rastlanması da bir tesadüf değildir. Dildeki yoksullaşma çok daha genel bir yabancılaşmayı yansıtmaktadır; zira dil artık tamamen dışımızdaki bir öğeye dönüşmüştür. Kafka’dan tutun da Pinter’a kadar, sessizliğin kendisi bile yaşadığımız çağa tamı tamına denk düşen bir düşünce haline gelmiştir. R.D. Laing tarafından da isabetli bir şekilde belirtildiği gibi; “Çok az kitap affedilebilirdir. Galiba tuval üzerindeki kara, ekrandaki sessizlik ve boş bir beyaz kâğıt daha makuldur.”<a href="" name="_ftnref61" style="text-decoration: none;" title="_ftnref61"></a><span class="MsoFootnoteReference">61</span> Bu arada, yapısalcılar ve post-yapısalcılar – Levi-Strauss, Barthes, Foucault, Lacan, Derrida – dilin sonsuz yorum tüneli içinde ilerleyerek dilin ikiyüzlülüğü ile uğraşıp durmuşlardır. Sonuçta dilden anlam çıkarma projesinden hemen hemen tümüyle vazgeçmişlerdir.</span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Açıkçası ben de dilin kuşatılmışlığı içinde yazıyorum ve dilin, şeyleşmeye yönelik direnişi şeyleştirdiğinin farkındayım. Tıpkı T.S. Eliot’un Sweeney’i gibi, “Seninle konuşurken sözcükleri kullanmam gerekiyor.” Kişi zamanın hapsediciliğini mükemmel bir şimdi ile değiştirmeyi hayal edebilir; ancak bunun tek yolu, işbölümünün olmadığı, her türlü ideoloji ve otoritenin kaynağı olan o doğadan kopuşun olmadığı bir dünyayı hayal etmektir. Dil olmaksızın bugünkü gibi bir dünyada yaşayamazdık ki bu da dünyayı ne denli köklü bir dönüşüme uğratmamız gerektiğini göstermektedir.</span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sözcükler kedere hacettir; dizginlerinden boşalmış zamanın anlamsızlığını gidermek üzere kullanılırlar. Hepimiz sözcüklerden daha öteye, daha derine gitmek istemişizdir; isteme duygusunun her türlü konuşmadan arındırılmasını istemişizdir; tutarlı bir şekilde yaşanıldığında, tutarlılığı formüle etme ihtiyacının kendiliğinden ortadan kalkacağını unutmayarak.</span></b></div><div class="MsoNormal" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; margin-bottom: 5.95pt; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">“Aşıkların kelimelere ihtiyacı yoktur” deyiminde oldukça derin bir gerçek yatmaktadır. Mesele tam da böyle bir dünyaya sahip olmaktır; aşıkların dünyasına, isimlerin bile unutulabileceği bir dünyaya, cahilliğin karşıtının büyülenmişlik olduğunu bilen bir dünyaya sahip olmak. Bu yüzden, anlamlı olabilecek tek politika, dili ve zamanı ortadan kaldıran ve böylece şehvet derecesinde vizyon sahibi olan politikadır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"></div><br class="Apple-interchange-newline" />Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-42953718949240365232012-02-12T06:37:00.000-08:002012-02-12T06:37:33.386-08:00J. ZERZAN - SAVAŞLARIN KÖKENİ ÜZERİNE<div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><em><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">John Zerzan</span></b></em></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><em>[ Çeviri: Mustafa Çölkesen - <a href="http://www.dikine.net/index.php?option=com_content&task=view&id=84&Itemid=1" style="text-decoration: none;" target="_blank">dikine.net</a> ]</em><em></em></span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Savaşlar medeniyetin bir ürünüdür. Uygarlık yayılıp, derinleşirken savaşların çokluğu, rasyonelleştirilmiş, kronik varlığı da o ölçüde arttı. Savaşların ortadan kalkmamasının özel nedenleri arasında kitlesel endüstriyel yaşamın korkusundan kaçma arzusu da bulunmaktadır. Kitlesel toplum elbette yansımasını kitlesel askerlikte bulmaktadır ve bu, erken medeniyetlerden beri bu şekilde gerçekleşti. Savaşlar, hiper-gelişen teknoloji çağında bölünmeler ve düzensizliklerden beslenmektedir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">(Bir çok kişi, önemsiz, sembolik “protesto” eylemlerini onaylarken) ona karşı çıkacak bir sebep veya gerekçe gösterebilecek durumda değiliz. Savaşlar, Homeros’un <em>Odeysseus</em>’unda kendi sözcükleriyle “insana özgü bir iş” haline nasıl geldi ? Örgütlü savaşların, genellikle, erken endüstri ve karmaşık toplumsal kurumlar vasıtasıyla geliştiğini biliyoruz. Ancak köken sorunu Homeros’un erken Demir Çağı’nın bile öncesine işaret etmektedir. Konuyla ilgili arkeolojik/antropolojik eserler ise şaşırtıcı ölçüde az sayıdadır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="color: #eeeeee;"><span id="more-241" style="background-color: #444444;"></span></span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Medeniyetin, resmi ordu çığırtkanlığı yapmak suretiyle kendi buyruğu altındaki insanları tutsak hale getirmekte daima temel bir çıkarı bulunur. Devletin güç (zor) üzerinde bir tekeli olmaması halinde korunmasız ve güvenliksiz halde kalacağımız savı, temel bir ideolojik iddiadır. Hobbes’e göre, insanlık durumu daima “herkesin herkese karşı savaşı” oldu ve daima da böyle olacaktır. Modern seslerde, ayrıca, insanlığın doğuştan saldırgan ve ayrılıkçı olduğunu ve böylelikle silahlı görevliler tarafından kontrol altında tutulması gerektiğini iddia ettiler. Raymond Dart (örn. Adventures with the Missing Link, 1959), Robert Ardrey (örn. African Genesis,1961) ve Konrad Lorenz (örn. On Aggression, 1966) en bildik kişiler arasındadır, ancak bu yazarların ortaya koydukları kanıtlar önemli ölçüde şüpheli hale geldi.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">20. yüzyılın ikinci yarısında insanlığın doğasına ilişkin bu karamsar bakış açısı değişmeye başladı. Bugün bir grup bilimadamı tarafından, arkeolojik kanıtlar temelinde, medeniyet öncesi insanlığın şiddet -daha spesifik olarak da örgütlü şiddet- olmaksızın yaşadığı ifade edilmektedir. Eibl-Eibesfeldt, !Ko-Bushman’ların savaşçı olmadıklarını belirtmektedir “Onların kültürel idealleri barışçıl olarak birarada varolmadır ve bunu ise küçük gruplara bölünmek, aralarındaki bir dizi bağı vurgulamak/ bağ kurmayı teşvik etmek suretiyle çatışmalardan kaçınarak yapabiliyorlar” (1) W.J.Perry’nin daha erken tarihli yargısı, biraz idealleştirildiği takdirde, genel olarak doğrudur: “bizim avcı-toplayıcı atalarımızda savaş, ahlaksızlık, kötülük, çok eşlilik, kölecilik ve kadınların tabi hale getirilmesinin mevcut olmadığı görülmektedir.” (2)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Mevcut literatür, Paleolitik Çağ’ın son aşamalarına -10.000 yıllık evcilleştirme döneminin hemen öncesine- değin insanlara karşı herhangi bir araç veya av silahının kullanıldığına dair hiçbir inandırıcı kanıtın olmadığını belirtmektedir. (3) Tacon ve Chippindale’nin Avustralya kaya sanatları üzerine çalışmaları şu sonucu çıkarmaktadır: “avcı-toplayıcıların sanatında, savaş meydanları, çatışma ve göğüs göğüse muharebe tasvirleri nadiren görülmektedir ve bunlarda çoğunlukla tarımcı veya sanayileşmiş istilacılar ile karşılaşmalarının sonucunda ortaya çıkmaktadır” (4). Çatışma ortaya çıkmaya başladığında, çarpışma nadiren bir buçuk saatten fazla sürmektedir ve bir ölüm olması halinde her iki tarafta derhal askerlerini çeker. (5)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Kaliforniya’daki Kızılderililer ile ilgili bilgiler buna benzer durumdadır. Kroeber onların kavgaları hakkında şunları söylüyordu: “özellikle kansızdır. Hatta ekonomik amaçlı avlanmada kullandıklarından daha kötü okları savaşa götürecek kadar ileri gittiler” (6). Kuzey Kaliforniya’daki Wintu’lar birisi yaralandığında düşmanlıklardan vazgeçerlerdi (7). Turney High’e göre “Kaliforniya’lıların çoğu kesinlikle sivildi; askeri bir görüş için gereken niteliklere sahip değillerdi, bu koşul, varlığını sürdüremeyen sosyal örgütleri üzerinde önemli bir baskıya yol açacaktı. Toplulukları kolektif siyasal eyleme hazır değildi” (8). Lorna Marshall, Kung !Bushman’ların cesur bir kahraman veya bir savaş öyküsü ile ilgili kutlamalarının olmadığını belirtir. Aralarından birisi şunları söyler: “Dövüş çok tehlikeli bir şeydir; birileri ölebilir” (9). George Bird Grinnell “Gerçek Kızılderililerde Vurma ve Deri yüzme” isimli eserinde (10) vurma eyleminin (el ya da küçük bir sopa ile düşmana vurma veya dokunma) cesaretin (esasen şiddet içermeyen) en yüksek noktası olduğunu, deri yüzmeye ise itibar edilmediğini belirtmektedir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Kurumsal savaşların ortaya çıkmasına evcilleştirme ve/veya toplumun fiziksel durumunda şiddetli bir değişikliğin eşlik ettiği görülmektedir. Glassman’ın belirttiği gibi bu “sadece grup halindeki insanların çiftçilik veya çobanlık mücadelesine çekildiği ya da oldukça daralmakta olan bölgelere mecbur bırakıldıkları yerlerde” oluşan bir durumdur (11). Savaşlarla ilgili ilk güvenilir arkeolojik kanıtlar, M.Ö 7500 yılında tahkim edilmiş bir yer olan, Kitab-ı Mukaddes öncesi Eriha’dan elde edilmiştir. Erken Neolitik dönemde nispeten ani bir değişiklik gerçekleşmişti. Hangi dinamik güçler insanları savaşı bir toplumsal kurum olarak benimsemeye yönlendirmiş olabilir ? Arkeologlar tarafından bu soru bugüne değin tatmin edici bir şekilde yanıtlanmadı.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sembolik kültürün Üst Paleolitik Çağ’da ortaya çıktığı görülmektedir; bu, Neolitik vasıtasıyla tüm insanların kültürlerinde kesin bir şekilde yer etti. Sembolik kültür, özellikleri yok etme, insan varlığını kendi özel, aracısız veçhelere indirgeme yoluna sahiptir. Resmi olarak tarif edilen kötülük veya tehlikeyi temsil eden, tanınmayan bir düşmana karşı şiddetin yönlendirilmesi daha kolay bir şeydir. Ritüel, amaca yönelik sembolik etkinliğin en erken tarihli biçimidir: sembolleştirme işini dünyada görmektedir. Arkeolojik kanıtlar, ritüel ve örgütlü savaşların ortaya çıkışı arasında bir bağ olabileceğini akla getirmektedir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">İnsanoğlunun çevresine hakim olma arzusunun olmadığı eski zamanlarda, bazı yerlerin özel önemi vardı ve buralar kutsal yerler olarak kabul edilmeye başlandı. Bu, toprağa manevi ve duygusal yakınlığa dayanmaktaydı ve totemizm veya koruyuculuğun çeşitli biçimleriyle ifade edilmekteydi. Ritüel ortaya çıkmaya başladı, ancak toplayıcı topluluklar için merkezi bir öneme sahip değildi. Emma Blake’in belirttiği gibi “Paleolitik insanlar ritüel uygulamaktaysa da, en zengin malzemeler, yerleşik hayat ve hayvan ve bitkilerin evcilleştirmesinin tüm insanların bakış açısı ve kozmolojisinde değişikliğe yol açtığı Neolitik dönemden itibarendir” (12). Bu, uzmanlaşmanın neden olduğu bazı baskı ve gerginliklerin ilk kez belirgin hale geldiği Üst Paleolitik dönemde gerçekleşti. Farklı miktardaki malların kamp yerlerindeki kritik yerlerde bulunması gibi kanıtlar vasıtasıyla eşitsizlik ölçülebilir; karşılık olarak, ritüel daha büyük bir toplumsal rol oynamaya başlamaktadır. Birçoklarının belirttiği gibi, bu bağlamda ritüel, birarada yaşama veya dayanışmanın eksikliklerine işaret etmenin bir yoludur; sorunlu hale gelmiş olan toplumsal bir düzeni güvence altına alma aracıdır. Bruce Knauft’un belirttiği gibi “ritüel, manevi ve insani dünya hakkındaki oldukça genel konulara yönelik argüman veya soruları destekler veya bunlara öncelik tanır… [ve] bu kozmolojik meselelere yönelik sabit algısal kabul ve davranışsal itaati önceden hazırlar” (13). Böylelikle ritüel, bu türden meşruiyet desteği gereksiniminde olan toplumlar için orijinalideolojik tutkalı sağlamaktadır. Topluluklar karmaşıklaşıp, kısmen katmanlaştığında, yüz yüze görüşmeler toplumsal çözümler olarak etkisiz hale geldi. Sembolleştirme çözümsüzlüktü; gerçekte özelliklerini eşitsizlik ve yabancılaşmanın oluşturduğu ilişkiler ve dünya görüşlerinin zorlayıcı bir türü idi.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ritüelin kendisi, bir iktidar türü, politikanın devlet öncesi bir biçimidir. Örneğin Papua Yeni Gine’nin Maring halkında ritüel dönem gelenekleri, sarih bir şekilde, siyasal yetkililerin yokluğunda, görev ve rolleri belirler.Kutsallık, böylelikle, politikaya işlevsel bir alternatif sunmaktadır; aslında toplumu kutsal gelenekler yönetmektedir (14). Ritüelleştirme, açık bir şekilde iktidar ilişkilerini birleştirmek için erken bir stratejik alandır. Ayrıca, savaşlar, militarizmi ritüel olarak teşvik eden, ortaya çıkan toplumsal hiyerarşiyi kutsayan kutsal bir taahhüt olabilir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Rene Girard, kurban ritüelinin yerel saldırı ve toplumdaki şiddetin zorunlu bir karşılığı olduğunu ileri sürer (15). Yaklaşık olarak bunun tersi geçerlidir: ritüel şiddeti meşru kılar ve onu emreder. Lienhardt’ın Afrika’nın Dinka çobanları için söylediği gibi “bayram kutlamak veya kurban genellikle savaşların ifadesidir” (16). Arkush ve Stanish’e göre “ritüel savaşın yerine geçmez : “savaş tüm zamanlarda ve yerlerde ritüel unsurlar barındırır” (17). Bu yazarlar “ritüel savaş” ve “gerçek savaş” arasındaki bölünmenin hatalı olduğunu belirtirler ve özet olarak şunu söylerler: “arkeologlar yıkıcı savaşlar ve ritüellerin kol kola olduğunu düşünebilirler” (18).</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">En fazla ritüelleşmiş olanların en tarımsal gruplar olmasına örneğin sadece Apache gruplarında rastlanmaz, ancak çoğu zaman ritüelin birbirine yakından bağlı olan tarım ve savaş ile (19) temel bir ilişkisi bulunmaktadır (20). Savaşın ekili toprakların bereketini arttırmanın bir aracı olarak görülmesi istisnai bir durum değildir. Üretimin ve savaş halinin ritüel olarak düzenlenmesi evcilleştirmenin belirleyici faktör olduğu anlamına gelir. “Sistematik savaşın ortaya çıkışı, istihkam ve imha silahları” der Hassan “tarımın yolunu izlemektedir” (21).</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ritüel, dinsel bir sisteme doğru gelişir, tanrılar peydahlanır, sunular (kurbanlar) istenir. Antropolog Verrier Elwin “Görünmez dünyanın tüm sakinlerinin insanların yaptığı tarımla önemli ölçüde ilgilendikleri konusunda şüphe yoktur” demektedir (22). Sunular, sadece tarımsal topluluklarda uygulanan, evcilleştirilmiş hayvanları içerecek şekilde evcilleştirmenin fazlalıklarıdır. İnsan kurbanları da içerecek şekilde ritüel öldürme evcilleştirmenin bulunmadığı kültürlerde bilinmemektedir. (23)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Amerika’daki mısırın paralel bir hikayesi vardır. Mısır tarımındaki ani artış, her iki kıtanın geniş kesimlerinde hiyerarşinin ve militarizasyonun süratle olgunlaşmasını beraberinde getirdi. (24) Pek çok örnekten birisi, Hohokam’ların Güney Arizona’nın yerli Oatam’larına (25) karşı kuzeyden sızmaları ve tarım ve örgütlü savaşı onlara öğretmeleridir. Mısır tarımı, M.S yaklaşık 1000 yılında, Güneybatı bölgeleri boyunca ritüel ayinler, ruhban sınıfları, toplumsal gelenekler ve yamyamlık ile birlikte bir bütün halinde egemen hale geldi. (26) Kroeber’in mısır tarımı ile ilgili “tüm kültürel değerler değişti” şeklindeki ifadesi hiçte eksik bir ifade değildir. (27)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Atlar, evcilleştirme ve savaş arasındaki yakın ilişkinin bir başka örneğidir. İlk kez M.Ö 3.000 yıllarında Ukrayna’da evcilleştirilen atların nesneleştirilmesi doğrudan militarizmi besledi. Atlar, neredeyse en başından beri insanlara makineler, asıl önemlisi ise savaş makineleri olarak hizmet ettiler. (28)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Yukarıda belirtilen karşılıklı gruplar halinde dövüşmenin nispeten zararsız çeşitleri, evcilleştirme toprak üzerinde artan rekabete neden olurken, sistematik öldürmenin yolunu açtı. (29) Yararlanılacak bakir topraklara olan istek, medeniyetin gidişi boyunca çoğunlukla savaşların önde gelen spesifik nedeni olarak kabul edildi. Bir zamanlar kendini özgür şekilde insanlara sunan doğaya duyulan şükran duygusu ve ayrıca tüm yaşamın kritik bir şekilde birbirine bağlı olduğu bilgisinin yerini evcilleştirmenin ahlaki değerleri aldı: Doğal dünyaya karşı insanlar…Bu ezeli güç mücadelesi, durmaksızın neden olduğu savaşlar için bir modeldir. Erken Neolitik dönemde sembolik düzenlemeler veya hayvanların evcilleştirmesinin geliştirilmesindeki yaygın uygulamadan görüldüğü gibi, hakim olma paradigmasının gerektirdiği bedelin farkına varıldı. Ancak bu türden hareketler, işlemekte olan temel dinamiği ortadan kaldırmaz, nüfus ve varoluşu dengelemiş olan milyonlarca yıllık toplayıcı-avcıların pratiklerini muhafaza etmekten öte bir şey değildir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Tarımsal faaliyetin yoğunlaşması daha fazla savaşa neden oldu. Bu modele boyun eğme, kendisinden kaçışın küçük bir ihtimal olduğu veya hiç kaçılamayacak olan, toplumun tüm veçhelerinin bütünleşik bir toplam oluşturmasını gerektirmektedir. Evcilleştirme ile birlikte emeğin bölünmesi, artık baskı altında çalışan tam zamanlı uzmanları ortaya çıkarmıştır: örneğin, kesin kanıtlar M.Ö 4.500 yılında Yakın Doğu’da askeri bir sınıfın oluşturulduğunu ortaya koymaktadır. Amazon’daki Jivaro’da bin yıl boyunca biyotik topluluğun uyumlu bir bölümü evcilleştirmeyi benimsedi ve “bunlar tüm toplumun tavırlarını belirleyene değin, kan davası ve savaşları geliştirdiler” (30). Örgütlü şiddet, yaygın, zorunlu, kurala uygun hale gelmektedir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">İktidarın söylemleri, ataerkil yönetimin kendi temel prensibi ile birlikte, medeniyetin özünü oluşturur. Bu nedenle sistematik erkek hakimiyeti savaşların bir yan ürünü olabilir. Ritüel itaat ve kadının değersizleşmesi, artan bir şekilde “erkek” etkinliklerini vurgulayan ve kadının rolünü küçümseyen savaşçı ideoloji tarafından geliştirilmektedir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Gençlerin üyeliğe kabul töreni, sadece biyolojik büyüme tarafından hiçbir surette garanti edilmeyen bir sonuç olan belirli bir türde insan oluşturmak için tasarlanmış bir ritüeldir. Grubun uyumu artık doğal karşılanmadığında, sembolik kurumlar- özelikle de savaş gibi faaliyetlere daha fazla itaat etmek için- gerekir. Lemmonier’in bu konuyla alakalı olarak “erkeklerin üyeliğe kabulü…. savaşla ilgili temeline bağlıdır” demektedir (31).</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Birden çok eşe sahip erkek sistemi olan polijini, toplayıcı-avcılarda nadir görülmektedir, ancak savaşları yapan köy topluluklarında ise bu bir kuraldır (32). Bir kez daha evcilleştirme belirleyici bir faktördür. Madagaskar’ın Merida halkının sünnet ritüellerinin saldırgan askeri gösterilere dönüşmesi bir rastlantı değildir (33). Kadınların sadece avcılık yapmayıp, aynı zamanda savaşa katıldıkları (örn. Dahomey’in Amazonları, Borneo’daki bazı gruplar) bazı durumlar yaşandı, ancak cinsiyetçi oluşum erkek üstünlüğüne sahip, militarist bir eğilimde oldu. Devletin oluşumu ile birlikte savaşçılık, kadınları siyasal yaşamdan uzaklaştıran, vatandaşlığın ortak bir gereksinimi oldu.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Savaşlar sadece ayinsel değildir, savaşlara genellikle pek çok törensel özellikler eşlik eder; ayrıca oldukça resmi hale getirilmiş bir uygulamadır. Savaşlar, ritüelin kendisi gibi, katı bir biçimde önceden belirlenmiş hareketler, jestler, giysiler ve konuşma biçimleri ile yapılır. Askerler birbirlerine özdeş olup, standartlaştırılmış bir görünüme sahiptirler. Örgütlü şiddet formasyonları da, önden ve yandan arka arkaya sıra halindeki dizilişiyle tarıma, tarımda bir ızgara üzerinde tek çizgi halindeki ekim-dikim düzenine benzemektedir. (34) Hakimiyet ve disiplin, böylelikle, otoritenin daima artan bir olgunlaşması olan ritüelleştirilmiş davranışın temasına geri dönerek iş görmektedir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Paleolitik döneminin gruplarında mübadele, bilgi paylaşımına nazaran daha az (ekonomik anlamda) ticaridir. Grupların düzenli olarak bir araya gelmesi evlenme fırsatını ve kaynak kıtlığına karşı güvence sağladı. Toplumsal ve ekonomik alanlarda açık bir farklılaşma mevcut değildi. Benzer şekilde, bizim sözcüğümüz olan “iş”, üretim ve malların yokluğunda yanıltıcı bir kavramdır. Bölgesellik toplayıcı-avcıların faaliyetlerinin bir parçası iken savaşa neden olduğuna yönelik bir kanıt mevcut değildir (35).</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Evcilleştirme, beraberindeki tahakküm, husumet ve mülkiyet mücadelesi ile birlikte toplumsal fazlanın ve özel mülkiyetin katı sınırlarını oluşturdu. Yeni gerçeklikleri hafifletmeyi amaçlayan bilinçli mekanizmalar dahi bunların daimi varlıklarını, dinamik güçleri ortadan kaldıramaz. Maus, The Gift isimli eserinde mübadeleyi barışçıl çözüme kavuşturulmuş savaş ve savaşı ise başarısız işlemlerin sonucu olarak tanımladı; hediyeyi yüceltilmiş savaşın bir çeşidi olarak gördü (36)</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Evcilleştirme öncesinde sınırlar açıktı. Bir bölgeyi bir başkası için terketme özgürlüğü toplayıcı yaşamının ayrılmaz bir parçasıydı. Karmaşık toplumlar tarafından istenen yaklaşık mecburi bütünleşme örgütlü şiddete neden olan hazırlık zeminini sağladı. Şeflik, bazı yerlerde küçük toplulukların bağımsızlıklarının ellerin alınmasından doğdu. Ön siyasal merkezileştirme, ümitsiz bir şekilde Avrupalı işgalcilere karşı savaşmak için birleşmeye çalışan kabileler tarafından Amerika’da gündeme geldi.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Kadim medeniyetler savaşların sonucunda yayıldı ve savaşların devletin hem nedeni hemde sonucu olduğu söylenebilir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Evcilleştirme vasıtasıyla ilk kez savaşların oluşumu, ayinlere kök salması ve tüm potansiyeline kavuşmasından bu yana çok fazla şey değişmedi. Marshall Sahlins, artan işi sembolik kültürdeki gelişmelerin izlediğini belirtmişti. Tersine iddialara rağmen, kültür savaşların babasıdır. Bununla birlikte, medeniyetin gayri-şahsi karakteri sembolik kültürün hakimiyeti ile büyümektedir. Semboller (örn. bayraklar), kendi türümüzün, kendi türdeşimiz olan diğer insanları insandışı varlıklar olarak görmesine yol açarak, böylelikle tür içi sistematik katliamı mümkün kılmaktadır.</span></b></div>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-62071185970198818002012-02-12T06:34:00.001-08:002012-02-12T06:34:55.006-08:00J. ZERZAN - SESSİZLİK<div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><em><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">John Zerzan</span></b></em></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sessizlik, değişik derecelere kadar bir soyutlanma aracı olmaya alışıktır. Artık, bugünün dünyasını boş ve ayrışık kılmaya çalışan, sessizliğin yokluğudur. Kaynakları gasp edilmiş ve kurutulmuştur. Makine, küresel olarak uygun adım ilerliyor ve sessizlik, gürültünün henüz nüfuz etmediği, önemini kaybeden bir yerdir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Uygarlık, rahatsız edici sessizlikleri gizlemek için tasarlanmış bir gürültü komplosudur. Sessizliğe saygı gösteren Wittgenstein, sessizlik ile ilişkimizin kaybını anladı. Sessiz olmayan şimdiki zaman, uçucu dikkat anları, eleştirel düşüncenin aşınması, ve derinden hissedilmiş deneyimler için azalmış bir yetenek zamanıdır. Sessizlik, karanlık gibi, edinilmesi zordur; fakat zihin ve ruh onun desteğine gerek duyar.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Kuşkusuz sessizliğin pek çok ve çeşitli tarafları vardır. Çoğu kez ilişkili durumlar olan korkunun, kederin, uyumun, karmaşanın maruz kalınan veya gönüllü sessizlikleri (örn. AIDS-farkındalığı “Sessizlik=Ölüm” formülasyonu) vardır. Ve Rachel Carson’un <em>Sessiz Bahar</em>‘ında belgelendiği gibi, doğa devamlı olarak susturulmuştur. Doğa tam olarak susturulamaz, yine de, bazılarının neden onun yok edilmek zorunda olduğunu hissettiklerini açıklamada belki de çok ilerilere gider. “Doğanın, kendi doğamızı da içeren, susturulması yaşanmıştır,” sonucunu çıkardı Heidegger,<a href="" name="_ftnref1" style="text-decoration: none;"></a> ve bu sessizliğin, sessizlik olarak, konuşmasına izin vermemiz gerekir. Hâlâ oldukça sık konuşur, buna karşın, kelimelerden daha sesli konuşur.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="color: #eeeeee;"><span id="more-282" style="background-color: #444444;"></span></span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">İnsanların kurtuluşu, doğal dünya yeniden ortaya çıkmadan olmayacaktır, ve sessizlik bu iddiaya oldukça uygundur. Evrenin büyük sessizliği, Romalı Lucretius’un MÖ 1. yüzyılda üzerine düşündüğü sessiz bir huşuyu doğurur: “Herşeyden önce, gökyüzünün temiz, saf rengini, ve kapsadığı her şeyi düşün: yıldızlar heryerde geziniyor, ay, güneş ve eşsiz parlaklığıyla ışığı. Eğer tüm bu cisimler bugün ilk kez insanlara görünseydi, eğer bir anda ve beklenmedik bir şekilde gözlerine görünselerdi, kişi bu bütünlükten daha olağanüstü olabilecek neyden bahsedebilirdi ki, ve insan hayal gücünün daha azını tasavvur etmeye cüret edeceği kimin var oluşudur?”<a href="" name="_ftnref2" style="text-decoration: none;"></a></span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Gerçeğe dönersek, tabiat sessizlikler ile doldurulur. Mevsimlerin birbirini izleyişi sessizliğin ritmidir; geceleri, günümüzde çok daha az olsa da, gezegen üzerine sessizlik çöker. Tabiatın parçaları büyük bir sessizlik kaynağını andırır. Max Picard’ın tanımı neredeyse bir şiirdir: “Orman, sessizliğin ince, yavaş bir akıntıya damlamanın, ve parlaklığı ile havayı doldurmanın dışında büyük bir sessizlik kaynağı gibidir. Dağ, göl, tarlalar, gökyüzü – hepsi sessizliklerini insanların kentlerindeki şeylerin üzerine boşaltmak için bir işaret bekliyor gibidirler.”<a href="" name="_ftnref3" style="text-decoration: none;"></a></span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sessizlik, “başka bir şeyin salt yokluğu” değildir.”<a href="" name="_ftnref4" style="text-decoration: none;"></a> Gerçekte, özlemlerimiz o boyuta doğru, çıkarım ve çağrışımlarına döner. Sessizlik yakarışlarının ötesinde algısal ve kültürel bir yeni başlangıç dileği yatar.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Zen “sessizliğin asla değişime uğramadığını” öğretir.<a href="" name="_ftnref5" style="text-decoration: none;"></a> Ancak odağımız, geç modernliğin evrenselleştirici mekânsızlığından vazgeçersek arttırılabilir. Sessizlik hiç şüphe yok ki, kültürel olarak kendine özgüdür, ve bu yüzden çeşitli şekillerde deneyimlenir. Buna rağmen, Picard’ın dediği gibi, “tüm şeylerin özgün esası”<a href="" name="_ftnref6" style="text-decoration: none;"></a> ile bizleri karşı karşıya getirebilir ve nesneleri doğrudan doğruya bizlere tanıtabilir. Sessizlik en başta gelir, varlığı kendisine çağırır; bu yüzden, kökene bir bağlantıdır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Endüstriyel temelli teknosferde, Makine sükûneti kovmakta hemen hemen başarılı olmuştur. Sessizliğin doğal tarihine bu tehlike altındaki türler için gerek duyulur. Modernlik sağır eder. Gürültü, teknoloji gibi, asla geri adım atmamalıdır – ve asla geri adım atmaz.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Picard için, hiçbir şey sessizliğin kaybı kadar insan karakterini değiştirmemiştir.<a href="" name="_ftnref7" style="text-decoration: none;"></a> Thoreau, sessizlik için “bozulamaz sığınağımız”, savunulmak zorunda olan zaruri bir barınak der.<a href="" name="_ftnref8" style="text-decoration: none;"></a> Sessizlik, montaj sesine karşı gereklidir. Çıkarcı kitle kültürünce, kendisinden ayrı olduğundan kesinlikle bir direnme aracı olan sessizlikten korkulur, çünkü o bu dünyaya ait değildir. Yine de sessizlik fonuna karşın pek çok şey duyulabilir; bu yüzden bir yol açılır, otonomi ve tahayyül için bir yol.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Jean-Luc Nancy, “duyular sessizlikte açılır,” yazmıştı.<a href="" name="_ftnref9" style="text-decoration: none;"></a> Dünyadan ayrılmaz biçimde, kişinin sessiz özünde, bedensel olarak ele alınır ve bedensel olarak deneyimlenir. Azimle ruhumuzu bedenimizden ayırmaya çalışan damga makinelerinden uzakta nitel bir adım olan somut halimizi öne çıkarabilir. Sessizlik, kendimizi toplumdaki egemen, bağımlılık yapıcı, başıboş bilgi hastalığı öbeğinden çözmede büyük bir yardımcı olabilir.<a href="" name="_ftnref10" style="text-decoration: none;"></a> Bize, kendimizi ortaya koyacağımız, kim olduğumuz ile ciddi bir şekilde ilgileneceğimiz bir yer verir. Gittikçe ince, düzleşmiş bir teknosferde dünyanın gerçek derinliğine hazır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sessizlik ile karşılaştırıldığında felsefenin şöhreti sönüktür, genel başarısızlığı için herhangi iyi bir ölçü. Aristotle sessiz olmanın mide gazına sebep olduğunu iddia ederken, Socrates, sessizliği bir saçmalık alanı olarak suçladı.<a href="" name="_ftnref11" style="text-decoration: none;"></a>Aynı zamanda, oysa, Raoul Mortley klasik Yunanistan’da “kelimelerin kullanımıyla büyüyen bir hoşnutsuzluk”, “sessizliğin dilinde muazzam bir artış” görebildi.<a href="" name="_ftnref12" style="text-decoration: none;"></a></span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Çok daha sonra, Pascal, “evrenin sessizliği”<a href="" name="_ftnref13" style="text-decoration: none;"></a> tarafından dehşete düşürüldü ve Hegel konuşulamayan şeyin tamamen yanlış olduğunu, sessizliğin üstesinden gelinmesi gereken bir kusur olduğunu açıkça belirtti. Schopenhauer ve Nietzsche, her ikisi de, diğerleri arasında, sessizlik karşıtı Hegel’den ayrılarak, tek başınalığın ön gereksinim duyulan değerini vurguladılar.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Horkheimer ve Adorno’nun Odysseus ve Deniz Kızları (Homer’ın Odyssey’inden bir bölüm) üzerine haklı olarak çok iyi bilinen bir yorum vardır. Deniz kızlarının Odysseus’u yolculuğundan caydırma çabalarını, baskıcı uygarlığın güçlerini durdurmaya çalışan Eros’un çabalarıymış gibi betimlediler. Kafka, sessizliğin şarkı söylemekten çok daha karşı konulamaz bir araç olduğunu hissetti.<a href="" name="_ftnref14" style="text-decoration: none;"></a></span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Herbet Spiegelberg’e göre, “olaybilimi sessizlikte başlar.”<a href="" name="_ftnref15" style="text-decoration: none;"></a> Olguyu veya nesneleri bir şekilde ilk sıraya, fikir oluşmasıyla ilgili yorumlardan önceye koymak, olaybilimin kurucu kavramıydı. Veya Heidegger’in kabul ettiği gibi, kavramsal olandan daha derin ve daha özenli bir düşünce vardır, ve bunun bir parçası, sessizlik ve anlayış arasında başlangıçta var olan bir bağ içerir.<a href="" name="_ftnref16" style="text-decoration: none;"></a> Postmodernizm, ve bilhassa Derrida, örneğin konuşmadaki sessizlik boşluklarının anlam ve güç engeli olduklarını ileri sürerek, dilin yetersizliğinin yaygın farkındalığını reddeder. Aslında, Derrida, sessizliği düşüncenin nihilist bir düşmanı olarak suçlayarak, “ilkel ve önmantıksal sessizliğin şiddetini” sertçe kınar.<a href="" name="_ftnref17" style="text-decoration: none;"></a> Bu gibi gayretli antipati, Derrida’nın var oluş ve zarafete olan sağırlığını, ve sessizliğin, sembolik olanın herşey demek olduğu birisi için yarattığı tehdidi gösterir. Wittgenstein, kendisi söylenemez birşeyin söylenebilir herşeyin içine işlediğini kavradı. Bu, Tractatus Logico-Philosophicus’da yazdığı en iyi bilinen satırının manasıdır: “İnsan üzerine konuşamayacağı şeye dair sessiz kalmalı.”<a href="" name="_ftnref18" style="text-decoration: none;"></a></span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sessizlik, burada ve şimdi, şeyleştirme olmadan, ele alınabilir mi? Bence, bilmenin açık, kuvvetlendirici bir yolu üretken bir durum olabilir. Sessizlik aynı zamanda bir korku boyutu, cinnet ve intiharın keder-çifti olabilir. Gerçekte, sessizliği cisimleştirmek, onu yaşamayan bir şey içinde dondurmak oldukça zordur. Zaman zaman sorguladığımız gerçeklik suskundur; sükûnet derinliğinin göstergesi sessizliği ortaya koyar mı? Şaşkınlık cevapları en iyi şekilde veren soru olabilir, sessizce ve derinden.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Mark Rothko, “Sessizlik oldukça kesindir,”<a href="" name="_ftnref19" style="text-decoration: none;"></a> demişti, yıllarca ilgimi çekmiş bir cümle. Parçası olduğumuz şeyin, ve onu yok etmek için kaç yol olduğu genel algısını atlayan kimi detayları dile getirmek için, çoğu kez sessizliği dağıtırız. 1993 Antartika kışında, Richard Byrd şöyle yazdı: “4PM’de günlük yürüyüşümü yaptım…sessizliği dinlemek için durdum…gün ölüyordu, gece doğmak üzereydi – büyük bir huzurla. Burada kâinatın tahmini imkansız süreçleri ve güçleri bulunur, ahenkli ve sessiz.”<a href="" name="_ftnref20" style="text-decoration: none;"></a> Yaşayan doğanın derinlikleri ve gizemleri yoluyla, sessizlikte ne kadar çok şey gözler önüne serilir. Annie Dillard ayrıca gürültüye nefis bir tepki verir: “Belirli bir noktada ormana, denize, dağlara, dünyaya, Şimdi hazırım, dersin. Şimdi duracağım ve tamamen dikkatli olacağım. Kendini boşaltır ve beklersin, dinleyerek.”<a href="" name="_ftnref21" style="text-decoration: none;"></a></span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sessizlik yoluyla ulaşılabilir olan yalnızca doğal dünya değildir. Cioran, “tüm nesnelerin, yalnızca tam bir sessizlikte çözebileceğimiz bir dile sahip oldukları”<a href="" name="_ftnref22" style="text-decoration: none;"></a> sonucuna vararak, eşyanın sessizliğindeki sırlara işaret etti. David Michael Levin’in <em>The Body’s Recollection of Being</em> eseri “beden yoluyla düşünmeyi öğrenmemizi” öğütler, “bedensel olarak hissettiğimiz deneyimi sessizlikte dinlemeliyiz.”<a href="" name="_ftnref23" style="text-decoration: none;"></a> Ve kişiler arası alanda, sessizlik empati ve anlaşılmanın bir sonucudur, kelimeler olmadan çok daha derinden.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Amerikan Yerlileri her zaman sessizliğe ve doğrudan deneyime büyük değer vermişlerdir, ve genelde yerli kültürlerinde, sessizlik saygı ve kendini geri planda tutmaya işaret eder. Kişinin yaşam yolu ve amacını keşfetmek için oruç tutarak ve dünyaya yakınlıkla tek başına geçirdiği süre olan Görü Arayışının merkezindedir. Inuit Norman Hallendy, inuinaqtuk denilen sessiz farkındalık durumuna rüya görmeden daha fazla irfan ayırır.<a href="" name="_ftnref24" style="text-decoration: none;"></a>Sessizlik avda başarı için gerekliyken, yerli şifacılar çoğu kez sessizliği dinginlik ve umut için bir yardımcı olarak vurgularlar. Bu dikkat ve sükûnet gereksinimleri, yerlilerce sessizliğin değerinin bilinmesinin ana kaynakları olabilmiştir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sembolik olan hem sessizliğe hem de var oluşa gölge düşürmeden önce, sessizlik var oluşa ve özgün topluluğa kadar geri uzanır. Levinas’ın her zaman sessizliği susturmaya ve onu sembolik yapıların yersiz oluşlarıyla değiştirmeye çalışan, “temsilin birliği”<a href="" name="_ftnref25" style="text-decoration: none;"></a> dediği şeyden daha önce gelir. Sessizlik kelimesinin Latince kökeni,<em>silere</em>, hiçbirşey söylememek ise, <em>sinere</em>, bir yerde olmaya izin verme ile ilişkilidir. Dilin çok kez ve önemli bir şekilde, sessizliğe düştüğü bu yerlere çekiliriz. Daha sonra, Heidegger’in önemli referans noktalarından biri olan Hölderlin’in özellikle <em>Late Hymns</em>’de<a href="" name="_ftnref26" style="text-decoration: none;"></a> yaptığı gibi, Heidegger de sessizliğin âlemini takdir etti. Hölderlin’in oldukça güçlü bir şekilde ifade ettiği doyumsuz özlem, yalnızca özgün, sessiz bir bütünlüğe bağlı olmaz, aynı zamanda dilin her zaman kaynağını kayıp kabul ettiği büyüyen anlayışa da bağlıdır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bir buçuk yüzyıl sonra, Samuel Beckett, sessizliği dile bir alternatif olarak kullandı. Krapp’ın <em>Last Tape</em>‘inde ve başka yerlerde, tüm dilin bir dil aşırılığı olduğu fikri fazlasıyla öneridedir. Beckett, “semboller ormanında” asla sükunet olmadığından şikayet eder, ve dilin örtüsünü yararak sessizliğe geçmeyi arzu eder.<a href="" name="_ftnref27" style="text-decoration: none;"></a> Northrup Frye, Beckett’in “sessizliğin yeniden kurulmasından başka hiçbir şeye bağlı olmama” çalışmasının amacına ulaştı.”<a href="" name="_ftnref28" style="text-decoration: none;"></a></span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">En somutlaştırılmış, bu-dünyaya-sahip-çıkan özlerimiz, dilin, ve aslında temsil tasarısının başarısızlığının sınırlarını en iyi şekilde fark ederler. Bu durumda en kolayı dilin tükenmişliğini, ve her zaman dolaysızlıktan bir kelime uzakta olduğumuz gerçeğini anlamaktır. Kafka, baskı mengenesinin bir işkence aleti olarak iki rolü birden oynadığı Ceza Sömürgesinde bunu ele aldı. Thoreau için, “en doğru toplum her zaman tek başınalığa daha da yaklaştığından, aynı şekilde en mükemmel konuşma da en sonunda sessizliğe düşer.”<a href="" name="_ftnref29" style="text-decoration: none;"></a> Aksine, kitle toplumu otonomi olasılığını tıpkı sessizliği önlediği gibi uzaklaştırır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Hölderlin, dilin bizi zaman içerisine çektiğini düşündü, ancak sessizlik buna direnir. Zaman sessizlikte artar; akmıyor, ancak katlanıyor görünür. Çeşitli geçicilikler engellerini kaybetmeye yakın görünürler; geçmiş, şimdi, gelecek daha az bölünmüştür. Ancak sessizlik değişken bir dokudur, bir tekdüzelik veya bir soyutlama değildir. Niceliği hiçbir zaman kapsamından uzakta değildir, tıpkı dolaylı olmayanın sahası gibi. Çok uzun süredir bir yabancılaşma ölçüsü olmuş olan zamandan farklı olarak, sessizlik uzamsallaştırılamaz veya bir değiş tokuş ortamına dönüştürülemez. Bu, sessizliğin, zamanın devamlılığından neden bir sığınmacı olabileceğini açıklar. Gurnemanz, Wagner’in Parsifal’inin açılışına yakın, “Burada zaman uzam olur” diyerek şarkı söyler. Sessizlik, egemenliğin bu başlıca dinamiğinden kaçınır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">İşte buradayız, sessizlik ve çok daha fazlasına yaptığı çeşitli saldırılarında bizleri derinden rahatsız eden, bizleri içine alarak ortadan kaldıran Makine ile birlikte. Kuzey Amerikalıların kendiliğinden mırıldandığı veya şarkı söylediği nota B- naturaldir, saniyede 60 devirli alternatif akım elektriğimizin yerini tutan nota. (Avrupa’da, kıtanın saniyede 50 devirli AC elektriğine uyarak G-diyez “doğal olarak” söylenir. Küreselleşen, homojenleştirilen Gürültü Bölgesinde, yakında daha da uyum sağlayabiliriz. Pico Ayer, “hepsi birlikte yüz aksanda aynı şarkıyı söyleyen büyüyen bir dünya algım”<a href="" name="_ftnref30" style="text-decoration: none;"></a> diye adlandırır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Standardizasyon uğultusuna, onun bilgi-gürültüsüne ve sinir bozucu, yüzey “iletişim” yöntemlerinin reddine gerek duyuyoruz. Her gayri-mekâna itilerek, gayri-sessizliğin amansız, sömürgeleştirici delinebilirliğine hayır. Artan gürültü, desibel artışlarıyla ve kirlenmeye yol açan erimleriyle, alçaltıcı kitle dünyasını ölçer – Don DeLillo’nun Beyaz Gürültüsü.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sessizlik bunun hepsine bir sitemdir, ve kendimizi yeniden oluşturmak için bir bölge. Doğada toplanır, ve değer düşürmeye son verecek savaşlar için kendimizi toplamamıza yardım edebilir. Direnişin güçlü bir aracı,başkaldırının önünde gidebilen duyulmayan bir nota olarak sessizlik. Köle efendilerinin en çok korktuğu şeydi.<a href="" name="_ftnref31" style="text-decoration: none;"></a>Çeşitli Asya ruhsal geleneklerinde, sessizliğe adanan, <em>muni</em>, en büyük kapasite ve bağımsızlığın kişisidir – aydınlanma için herhangi bir ustaya gerek duymayan biri.<a href="" name="_ftnref32" style="text-decoration: none;"></a></span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">En derin tutkular sessizce ve derinliklerde beslenir. Ölü için saygı en belirgin şekilde başka nasıl ifade edilir, yoğun sevgi en iyi biçimde başka nasıl iletilir, en derin düşüncelerimiz ve görülerimiz başka nasıl deneyimlenir, bozulmamış dünyanın en doğrudan başka nasıl zevkine varılır? Kederden muzdârip bu dünyada, Max Horkheimer’e göre, keder yüzünden “daha masum oluruz”.<a href="" name="_ftnref33" style="text-decoration: none;"></a> Ve belkide sessizliğe daha açık – rahatlık, müttefik ve sığınak olarak.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: right;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Aralık 2007</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: left;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Çeviren: Serhat Elfun Demirkol</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: left;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Green Anarchy Dergisi 25. sayıda yayınlanmıştır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: left;"></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><small></small></span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"></div><br class="Apple-interchange-newline" />Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-51561257617926220172012-02-11T17:10:00.000-08:002012-02-11T17:10:49.200-08:00TED KACZYNSKI - AHMAKLAR GEMİSİ<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bir zamanlar, bir geminin kaptanı ve ahbapları kendi denizciliklerini çok beğenir ve kendilerine çılgınca hayran olurlarmış…</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Gemiyi kuzeye çevirdiler, aysbergler ve tehlikeli buz kütleleri ile karşılaşıncaya kadar yol aldılar, ve çok tehlikeli sularda yol amaya devam ettiler, sadece kendilerine gemiciliğin çok parlak başarılarını yerine getirmek için fırsatlar vermek adına… </span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Gemi daha yüksek enlemlere ulaştıkça, yolcular ve mürettebat gittikçe daha da rahatsız oldular. Kendileri arasında tartışmaya ve yaşadıkları durumlar üzerine şikayet etmeye başladılar.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Titriyorum” dedi gemici tayfası, “Hay Allah, bu kadar kötü bir yolculukta daha önce bulunmamıştım. Güverte buzla kaplı; gözetleme yerindeyken, rüzgar ceketimi bıçak gibi kesiyor; trinketa yelkenini camadanını her bağlayışımda neredeyse parmaklarım donuyor; ve bütün aldığım ayda sefil 5 şilin.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Bunun kötü olduğunu düşünüyorsun!” dedi bayan yolcu. “Soğuktan geceleri uyuyamıyorum. Bu gemideki bayanlar erkekler kadar battaniye alamıyorlar. Bu adil değil!”</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Meksikalı denizci sözü kesip konuşmaya katıldı: “Chingado! Ben, İngiliz gemicinin aldığı maaşın sadece yarısını alıyorum. Bu iklimde kendimizi sıcak tutmak için bol yiyeceğe ihtiyacımız var; İngiliz daha çok alıyor. Ve en kötüsü, ikinci kaptanlar sürekli emirlerini İspanyolcanın yerine İngilizce olarak veriyorlar.”</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Her hangi birinden daha çok şikayet edecek nedenim var.” Dedi Amerikalı yerli gemici, “Eğer soğuk benizli beni atalarımın topraklarından mahrum etmeseydi, bu gemide asla bulunmayacaktım, burada aysberglerin ve kutup rüzgarlarının arasında… Hoş, sakin bir gölde kanoyla gezinecektim sadece. En azından, kaptan bana barbut oynatmam için izin vermeli, ki böylece biraz para kazanabilirim.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Porsun söz aldı: “Dün, ilk-ikinci kaptan sadece ağzıma alıyorum diye beni “ibne” olarak çağırdı. Bir erkeğin organını, bunun için isimler takılmadan emmeye hakkım var.”</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bu gemide kötü davranılan sadece siz insanlar değilsiniz,” diyerek yolcuların arasındaki hayvan sever araya karıştı, sesi öfkeyle titriyordu. “Neden, geçen hafta ikinci-ikinci kaptanı geminin köpeğini iki kere tekmelerken gördüm!”</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Yolculardan biri üniversite profesörüydü. Ellerini ovuşturarak hiddetle söylendi, “Bunların hepsi korkunç! Ahlaksız! Irkçılık, seksizm, türcülük, homofobi, işçi sınıfının sömürülmesi! Ayrımcılık! Toplumsal adalete sahip olmalıyız: Meksikalı denizci için eşit maaş, bütün gemiciler için yüksek maaş, yerli için ücret, bayanlar için eşit battaniye, ağza almak için garanti hak, ve köpeği daha fazla tekmelemek yok!”</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Evet, evet!” diye bağırdı yolcular. “Aye-aye!” diye bağırdı mürettebat. “Ayrımcılık! Haklarımızı talep etmeliyiz!” Kamarot boğazını temizledi.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Hımm. Hepinizin şikayet etmek için iyi nedenleriniz var. Fakat bana göre gerçekten yapmamız gereken şey gemiyi döndürmemiz ve güneye doğru gitmemiz, çünkü eğer kuzeye gitmeye devam edersek, er geç kazaya uğrayacağız, ve sonra maaşlarınız, battaniyeleriniz, ağzınıza alma hakkınız yarar sağlamıyacak, çünkü hepimiz batacağız.”</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Fakat kimse onu dikkate almadı, çünkü o sadece bir kamarottu.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Kaptan ve ikinci kaptanlar, güvertenin kıçındaki makamlarından, izliyorlar ve dinliyorlardı.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Birbirlerine gülümsediler ve göz kırptılar, ve kaptanın el hareketiyle üçüncü-ikinci kaptan kıç güverteden indi, yolcular ve mürettebatın toplandığı yere ağır ağır yürüdü, ve onların arasında durdu. Suratında çok ciddi bir ifade yerleşti ve böylece konuştu:</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Biz komutanlar kabul etmeliyiz ki bu gemide mazur görülemez şeyler olmaktadır. Şikayetlerinizi duyana kadar bu kadar kötü bir durum olduğunu anlayamadık. Bizler iyi niyetlerin insanlarıyız ve sizin sayenizde doğruyu yapmak istiyoruz. Fakat –pekala- oldukça muhafazakar ve kendi bildiği yolda ilerler, ve herhangi önemli değişiklikler yapmadan önce biraz kışkırtılması gerekebilir. Benim kişisel fikrim, eğer gayretle protesto ederseniz – fakat her zaman barışçıl ve geminin kurallarını ihlal etmeden – kaptanın adaletini sarsar ve gayet haklı olarak şikayet ettiğiniz problemlere çözüm getirmeye zorlarsınız.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bunu söyleyerek, üçüncü ikinci kaptan güvertenin kıçına doğru yol aldı. Gittiği gibi, yolcular ve mürettebat arkasından, “Mutedil! Reformcu! Liberal! Kaptanın yardakçısı!” diye bağırdılar. Fakat yine de söylediği gibi yaptılar. Güvertenin kıçından önündeki gövdede buluştular, subaylara hakaretler bağırdılar, ve haklarını talep ettiler: “Daha yüksek maaş ve daha iyi çalışma koşulları istiyorum,” diye ağladı gemici tayfa.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Kadınları için eşit battaniye” diye ağladı bayan yolcu. “Emirleri İspanyolca olarak almak istiyorum.” diye ağladı Meksikalı gemici. “Barbut oynatma hakkı istiyorum.” diye ağladı Yerli denizci. “İbne olarak adlandırılmak istemiyorum.” diye ağladı Porsun. “Köpeğin daha fazla tekmelenmesine hayır.” diye ağladı hayvansever. “Devrim hemen şimdi.” diye ağladı profesör.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Kaptan ve ikinci kaptanlar aceleyle bir araya toplandılar ve birkaç dakika görüştüler, bütün bu süre boyunca birbirlerine göz kırptılar, gülümsediler ve birbirlerini doğrularcasına kafalarını öne eğdiler. Daha sonra kaptan güvertenin kıçının önünde durdu ve, büyük bir cömertlik göstererek, şöyle beyan etti: “Gemici tayfanın maaşı ayda 6 şiline yükseltilecek; Meksikalı denizcinin maaşı İngiliz gemicinin üçte ikisi kadar olacak, ve trinketa yelkenini camadanını bağlama emri İspanyolca verilecek; bayan yolcular bir battaniye daha alacak; Yerli denizci cumartesi akşamları barbut oynatabilecek; Porsun, ağzına almayı tam mansıyla gizli yaptığı sürece ibne olarak anılmayacak; ve köpek, gemi mutfağından yemek çalmak gibi gerçekten ahlaksız şeyler yapmadığı sürece tekmelenmeyecek.”</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Yolcular ve mürettebat bu imtiyazları büyük bir zafer gibi kutladılar, fakat bir sonraki sabah, tekrardan memnuniyetsizlik hissediyorlardı.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Ayda altı şilin az miktar bir gelir, ve hala trinketa yelkenini camadanını bağlarken parmaklarım donuyor” diye homurdandı gemici tayfa. “Hala İngiliz ile aynı maaşı almıyorum, veya bu iklim için yeterli yiyeceği” dedi Meksikalı gemici. “Biz kadınlar hala kendimizi sıcak tutacak kadar battaniyeye sahip değiliz” dedi bayan yolcu. Diğer mürettebat ve yolcular da benzer şikayetlerde bulundular, ve profesör onları kışkırttı.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Konuşmalarını bitirdiklerinde, kamarot çekinmeden açıkça söyledi – bu sefer diğerlerinin kolayca anlamamazlıktan gelemeyeceği kadar yüksek sesle: “Köpeğin mutfaktan bir parça ekmek çaldığı için tekmelenmesi, ve kadınların eşit battaniyeye sahip olmaması, ve gemici tayfanın parmaklarının donması gerçekten korkunç; ve Porsun’un istediği halde neden ağzına alamadığını anlamıyorum. Fakat aysberglerin şu an nasıl kalın olduklarına bakın, ve rüzgarın nasıl daha fazla sert estiğine! Bu gemiyi geri, güneye doğru çevirmemiz gerekiyor, çünkü eğer kuzeye gitmeye devam edersek, kazaya uğrayacak ve batacağız.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Oh evet,” dedi Porsun, “Kuzeye gitmemiz gerçekten korkunç bir şey. Fakat neden tuvalette ağzıma almak zorundayım? Neden ibne olarak anılmam gerekiyor? Diğer herkes gibi değil miyim?”</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Kuzeye doğru ilerlemek korkunç” dedi bayan yolcu. “Fakat görmüyor musun? Bu tamamen kadınların kendilerini sıcak tutmak için neden daha çok battaniyeye ihtiyaç duyduklarını gösteriyor. Şimdi kadınlar için eşit battaniye talep ediyorum.”</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Her yönüyle doğru” dedi profesör, kuzeye doğru yol almak hepimizin üzerine büyük sıkıntılar yaratacaktır. Fakat yönümüzü güneye doğru çevirmek gerçekçi olmayacaktır. Zamanı geri çeviremezsin. Durumun icabına bakmak için daha iyi hazırlanmış yollar bulmalıyız.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Bak” dedi kamarot, “kıçtaki güvertedeki bu dört kaçık adamın yollarına devam etmesine izin verirsel, hepimiz batacağız. Eğer gemiyi tehlikeden uzaklaştırırsak, daha sonra çalışma koşulları, kadınlar için battaniye, ve ağzına alma özgürlüğü hakkında tasalanabiliriz. Fakat önce bu tekneyi çevirmemiz gerekiyor. Eğer bir kısmımız birlik olur, plan yapar, ve biraz cesaret gösterirsek, kendimizi kurtarabiliriz. Çok fazla insana gerek yok – yedi veya sekizimiz yapabilecektir.Geminin kıç tarafına saldırabilseydik, bu delileri gemiden denize atabilseydik, ve gemiyi güneye çevirebilseydik.”</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Profesör sesini yükseltti ve sert bir şekilde söyledi, “Şiddete inanmıyorum. Bu ahlaksız.”</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Her hangi bir zamanda şiddet kullanmak ahlak dışıdır” dedi Porsun.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Şiddetten dehşete kapılıyorum” dedi bayan yolcu.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Kaptan ve ikinci kaptanlar bütün süre boyunca izliyolardı ve dinliyorlardı. Kaptanın bir sinyaliyle, üçüncü-ikinci kaptan ana güverteye indi. Yolcuların ve mürettebatın arasında kadar geldi ve gemide hala bir takım problemler olduğunu söyledi.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Çokça ilerlemeler yaptık” dedi, “Fakat çoğunun gerçekleşmesi kaldı. Gemici tayfanın çalışma koşulları hala sert, Meksikalı hala İngiliz ile aynı maaşı almıyor, kadınların hala erkekler kadar epey battaniyesi yok, Yerli’nin Cumartesi gecesi barbutu, kayıp toprakları için değersiz bir karşılık, Porsun’un ağzına almaya tuvalette devam etmesi haksız, ve köpek hala kimi zaman tekmeleniyor.”</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Bence kaptanın yeniden dürtülmeye ihtiyacı var. Eğer hep birlikte başka bir protesto gerçekleştirirseniz işe yarayacaktır – şiddetsiz kaldığı sürece.”</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Üçüncü ikinci kaptan geminin kıçına doğru ilerlerken, yolcular ve mürettebat arkasından hakaret bağırdılar, fakat bununla beraber ne dediyse yaptılar ve başka bir protesto için geminin kıç güvertesi önünde toplandılar. Ağız kalabalığı yaptılar, çılgınca bağırıp çağırdılar, yumruklarını savurdular, ve hatta kaptana çürük yumurta attılar (ustalıkla yana kaçtı)</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Şikayetlerini duyduktan sonra, kaptan ve ikinci kaptanlar birbirlerine göz kırptıkları ve geniş olarak sırıttıkları konferans için aceleyle bir araya toplandılar. Daha sonra kaptan kıç güvertenin önüne hareket etti ve şöyle bildirdi: gemici tayfa parmaklarını sıcak tutsun diye eldiven verilecek, Meksikalı denizci İngiliz denizcinin dörtte üç maaşı kadar maaş alacak, kadın bir battaniye daha alacak, Yerli gemici Cumartesi ve Pazar geceleri barbut oynatabilecek, porsun karanlıktan sonra alenen ağzına alabilecek, ve kimse kaptanın özel izni olmadan köpeği tekmeleyemeyecek.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Yolcular ve mürettebat bu büyük devrimci zafer karşısında çok mutluydular, fakat bir sonraki günle birlikte tekrardan memnuniyetsizlik hissediyorlardı ve eski sıkıntılardan söylenmeye başladılar.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Kamarot bu sefer sinirleniyordu.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Sizi kahrolası ahmaklar!” diye bağırdı. “Kaptanın ve ikinci kaptanların neler yaptıklarını görmüyor musunuz? Battaniyeler, maaşlar ve köpeğin tekmelenmesi hakkındaki saçma şikayet sebepleri ile meşgul etmeyi sürdürüyorlar, böylece gerçekten bu gemiyle ilgili nelerin yanlış gittiğini düşünemeyeceksiniz – ki kuzeye daha uzaklara ilerliyoruz ve hepimiz boğulmuş olacağız. Eğer sadece bir kaçınız bunu anlama kararına varırsanız, birleşir, ve kıç güverteyi basarsak, bu gemiyi çevirebilir ve kendimizi kurtarabilirdik.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Fakat hepinizin yaptığı, çalışma koşulları, barbut ve ağza alma hakkı gibi önemsiz küçük konular hakkında ağlaşmak.”</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Yolcular ve mürettebat öfkelendi.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Önemsiz!!” diye ağladı Meksikalı, “ , “İngiliz gemicinin sadece dörtte üçü kadar aldığım maaşı akla uygun olduğunu düşünüyor musun? Bu önemsiz mi?”</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Benim şikayetimi nasıl saçma olarak tanılayabilirsin?” diye bağırdı porsun. “İbne olarak çağırılmak nasıl hakaret edici bilmiyor musun?”</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Köpeği tekmelemek ‘önemsiz küçük konu’ değil!” diye haykırdı hayvan sever.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Zalimce, insafsızca, vahşice!”</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Pekala,” diye cevapladı kamarot. “Bu konular önemsiz ve saçma değil. Köpeği tekmeler insafsız ve vahşice ve ibne olarak çağırılmak hakaret edici. Fakat gerçek problemimizle karşılaştırdığımızda – gerçekle karşılaştırıldığında gemi hala kuzeye gidiyor – sizin şikayete sebep olan haliniz önemsiz ve saçma, çünkü eğer bu gemiyi derhal çeviremezsek, hepimiz batacağız.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Faşist!” dedi profesör.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Karşıdevrimci!” dedi bayan yolcu. Ve bütün yolcu ve mürettebat diğerinden sonra sözü kesip konuşmaya katıldı, kamarotu faşist ve karşıdevrimci olarak suçlayarak.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Onu itip defettiler ve maaşlar, kadınlar için battaniye, ağza alma hakkı, köpeğe nasıl davranıldığı hakkında söylenmeye geri döndüler. Gemi kuzeye doğru yol almaya devam etti, ve bir süre sonra iki aysberg arasında ezildi ve herkes boğuldu.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Çeviri: Serhat Elfun Demirkol<br />
<br />
Alıntı: <a href="http://yabanil.net/?p=161" style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; cursor: pointer; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: none; outline-width: initial; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-decoration: none; vertical-align: baseline;" target="_blank">Yabanıl</a></span></span>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-64606866002318383272012-02-11T17:07:00.000-08:002012-02-11T17:07:31.485-08:00PİERRE CLASTRES - DEVLETE KARŞI TOPLUM<div style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 1em; margin-top: 1em; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">İlkel toplumlar devletsiz toplumlardır: Bir olguya işaret eden ve kendi başına düşünüldüğünde doğru olan bu yargı, aslında siyasal antropolojinin kesin bir bilim olarak oluşmasını güçleştiren bir görüşü, bir değer yargısını gizliyor. Gerçekte burada söylenmek istenen, ilkel toplumların belli bir şeyden -devletten- yoksun oldukları ve bunun diğer bütün toplumlar -örneğin bizim toplumumuz- gibi, onlar için de vazgeçilmez olduğudur.</span></b></div><div style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 1em; margin-top: 1em; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Demek ki bu toplumlar gelişmelerini tamamlamamış toplumlardır. Gerçek anlamda -yani uygarlaşmış- toplumlar değillerdir; hatta kapatmaya çalıştıkları halde hiçbir zaman kapatamadıkları bir eksikliğin -devlet eksikliğinin- acısını şiddetle hissederler. Gezginlerin kroniklerinden ya da araştırmacıların çalışmalarından da aşağı yukarı böyle bir sonuç çıkıyor: Devletsiz toplum düşünülemez, yani devlet bütün toplumların yazgısıdır. Bu yaklaşımdaki etnosantrist eğilim öylesine yer etmiştir ki, çoğu zaman bunun farkına bile varılmaz. Hiç düşünmeden en yakında olanı örnek göstermek, hakkında en çok bilgi sahibi olunan değilse de en çok başvurulan yoldur. Aslında nasıl inanç mümin kişinin içine işlemişse, toplum devlet içindir yargısı da bizim içimize işlemiştir. Bu durumda ilkel toplumları, dünya tarihinin bir kenara attığı safralar gibi olmasa da, dünyanın her yerinde çoktan aşılmış bir evrenin anakronik kalıntıları olarak tasarlamaktan başka çaremiz kalmıyor. Burada etnosantrizmin öbür yüzünü, yani tarihin tek yönlü olduğu, hiçbir toplumun bu tarihe yönelmekten ve bu tarihin vahşilikten uygarlığa uzanan evrelerini katetmekten kaçamayacağı inancını görmek mümkün. Raynal, “Bütün uygarlaşmış toplumlar bir zamanlar vahşiydiler” der. Oysa ortada kesin bir evrimin olması, uygarlığı keyfi bir biçimde devletin uygarlığına bağlayan ve devleti bütün toplumların kaçınılmaz olarak ulaşacağı nokta sayan bir öğretiyi kesinlikle haklı göstermez. Bu durumda, bugün de vahşi olan son toplumların nasıl ayakta kaldıklarını sorabiliriz.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Modern görüşlerin, eski evrimci anlayışı, hiç değiştirmeden bugün de benimsediklerini görüyoruz. Büyük bir ustalıkla antropolojik söyleme gizlenen ve felsefi söylemden uzaklaşan evrimci anlayış, bilimsel bir görünüme bürünmüş kategorileri benimsemek eğiliminde. Şimdiye kadar gördüğümüz gibi, arkaik toplumlar her zaman olumsuz bir biçimde, devletten yoksun toplumlar, yazıdan yoksun toplumlar, tarihten yoksun toplumlar olarak, yani bir eksikliğe göre ele alınmışlardır. Bu toplumların ekonomik durumu da gene aynı çerçevede, geçim ekonomisi olarak ele alınır. Bu saptamayla ilkel toplumların, üretim fazlasının piyasaya sürüldüğü pazar ekonomisini bilmedikleri söylenmek isteniyorsa, aslında hiçbir şey söylenmiyor, gene bizim dünyamızla karşılaştırılarak bir eksikliğe daha parmak basmaktan başka bir şey yapılmıyor demektir; yani bu toplumların devletten, yazıdan, tarihten yoksun oldukları gibi, pazardan da yoksun oldukları söyleniyor. Bu durumda, sağduyu sahibi kişiler, artıdeğer yoksa, pazarın ne gereği var diye düşünebilirler. Oysa geçim ekonomisi fikri, örtük olarak şu savı da içeriyor: İlkel toplumlar artıdeğer üretmiyorlarsa, bunun nedeni, bu artıdeğeri üretme gücünden yoksun olmaları; yani meşguliyetlerinin çokluğu yüzünden ancak yaşamaları, geçinmeleri için gerekli en az miktarı üretmeleridir. Vahşilerin sefaletini belirtmek için çizilen, çok bilinen ama etkili bir tablodur bu. Ve ilkel toplumların, günü gününe yaşamanın getirdiği durağanlıktan, besin aramakla geçen bu sürekli yabancılaşmadan kurtulmak konusundaki yetersizliklerini açıklamak için de teknik altyapının yokluğuna, teknolojik geriliğe işaret edilir.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Peki gerçek durum nedir? Teknik deyince, insanların doğa üzerinde mutlak bir egemenlik kurmak için (bu yalnızca bizim toplumumuz ve onun ekolojik sonuçları ancak yeni yeni ölçülebilen Descartesçı, çılgınca tasarıları açısından geçerli bir amaç) değil de, doğal çevre üzerinde uyumlu ve ihtiyaçlara uygun bir egemenlik kurmak için kullandıkları yöntemlerin bütününü anlıyorsak, o zaman, ilkel toplumların teknik geriliğinden söz edemeyiz: İhtiyaçlarını karşılamak konusunda, ilkel toplumlar da ulaştığı düzeyle övünen sanayileşmiş ve teknik toplum kadar yeterlidirler. Aslında her toplum, belli bir güç kullanarak, yaşadığı ortam üzerinde, ihtiyaçlarına yetecek kadar bir egemenlik kurmayı başarır. Bugüne kadar hiçbir toplumun sırf baskı ve şiddet kullanarak egemen olunması olanaksız bir doğal ortama yerleştiği görülmemiştir: Böyle bir toplum ya yok olur ya da yer değiştirir. Eskimolarda ya da Avustralya yerlilerinde bizi şaşırtan yan, teknik etkinliğin zenginliği, yaratma gücü ve inceliğidir; bu halklar tarafından kullanılan aletlerin büyük bir buluş gücü ve etkililiği yansıtmasıdır. Bunu anlamak için etnografya müzelerini gezmek yeter: Günlük yaşamla ilgili aletlerin yapımında gösterilen ustalık, en basit aracı bile bir sanat eseri düzeyine çıkarmaktadır. O halde teknik düzeyde bir hiyerarşiden, üstün ya da geri teknolojiden söz edilemez; teknik bir araç ancak belli bir ortamda toplumun ihtiyaçlarını karşılayıp karşılayamadığına bakılarak değerlendirilir. Bu bakımdan ilkel toplumların bu amaca uygun koşulları yaratamadıklarını kesinlikle söyleyemeyiz. İlkel toplumların ortaya koydukları teknik buluş gücü, elbette zamanla gelişmiştir. Hiçbir şey bir anda ortaya çıkmaz: Her zaman sabırlı bir gözlem ve araştırma çabası, uzun bir deneme, yanılma, başarısızlık ve başarı dizisi vardır. Tarihöncesi uzmanları paleolitik dönem insanının iki yüzlü kaba baltadan, Solutré evresinde imal edilen hayranlık uyandırıcı uçlara geçebilmesi için binlerce yıl gerektiğini söylüyorlar. Bir başka nokta da tarımın ve bitki ıslahının Amerika’da ve Eski Dünya’da hemen hemen aynı dönemde gerçekleşmiş olmasıdır. Amerika yerlilerinin de yenilebilir pek çok bitki çeşidini seçme ve ayırt etme konusunda onlardan hiç de geri kalmadıkları anlaşılıyor.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bu noktada bir an için yerlileri madeni aletlerle ilgilenmeye sevk eden şeyin ne olduğunu düşünelim. Bu durum doğrudan doğruya ilkel toplumlarda ekonomi sorununa -ama sanılandan oldukça değişik bir tarzda- bağlanır. Bu toplumların teknolojinin geriliği nedeniyle, geçim ekonomisinin ötesine geçemeyecekleri öne sürülmüştür. Görüldüğü gibi bu iddia, kuramda da, uygulamada da geçersizdir. Kuramda geçersizdir, çünkü teknolojik “yoğunluklar”ı değerlendirecek soyut ölçüler yoktur; bir toplumun teknik donanımı, farklı bir toplumun teknik donanımıyla doğrudan doğruya karşılaştırılamaz ve tüfek ile yayı birbirinin karşısına koymanın bir anlamı yoktur. Söz konusu iddia uygulamada da geçersizdir, çünkü arkeoloji, etnografi, botanik vb bilimler, vahşilerin teknolojisinin verimlilik ve etkililik gücünü açık bir biçimde gözler önüne seriyor. Öyleyse, ilkel toplumlar geçim ekonomisine dayanıyorlarsa, bunun nedeni teknik bilgisizlik değildir. Aslında şunu sormak gerekiyor: Bu toplumların ekonomisi gerçekten bir geçim ekonomisi midir? Sözcüklerin bir anlamı varsa, geçim ekonomisi deyince, sırf pazardan ve artıdeğerden yoksun ekonomiyi anlamıyorsak -çünkü bu terimler yalnızca görünür, belli bir farkı vurgulamaktan öte bir anlam taşımıyorlar-, o zaman, bu tip ekonominin yalnızca, toplumun varlığını sürdürmesine olanak verdiğini, bu toplumun, bünyesindeki üretici güçlerin tümünü seferber ederek üyelerinin yaşamlarını sürdürmelerine yetecek kadar bir üretim sağladığını söylüyoruz demektir.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Burada, kolay kolay değişmeyecek bir önyargı söz konusu; üstelik bu önyargı, Vahşi’nin tembel olduğunu öne süren çelişkili ve en az öbürü kadar yaygın görüşle iç içe bulunuyor. Halk dilinde, “köle gibi çalışmak” deyimi vardır; oysa Güney Amerika’da, “yerli gibi miskin” denir. Bu durumda, Amerikalı olsun olmasın, ilkel toplum insanı, bir geçim ekonomisinde yaşamakta ve vaktinin büyük bölümünü yiyecek aramakla geçirmektedir ya da bir geçim ekonomisinde yaşamamakta ve dolayısıyla hamağında tütün içerek gününü gün etmesinde hiçbir sakınca bulunmamaktadır. Brezilya yerlilerini inceleyen ilk araştırmacılar, gördükleri karşısında gerçekten çok şaşırmışlardı. Sağlıklı erkeklerin toprakla uğraşacak yerde, kadınlar gibi boya ve tüylerle oyalanması onları çok öfkelendirmişti. Demek ki bu insanlar ekmeğini alnının teriyle kazanmak gerektiğini bilmiyorlardı. Bu kadarı fazlaydı ve bu durum uzun sürmedi. Yerliler hemen işe koşuldular ve bu onların sonu oldu. Başlangıcından beri, Batı uygarlığının gelişimini iki aksiyomun yönlendirdiği anlaşılıyor: Birinci aksiyom, gerçek toplumun devletin koruyucu gölgesi altında geliştiğini; kesin bir buyruk biçiminde ifade edilen ikincisiyse, çalışmanın zorunlu olduğunu söyler.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Oysa yerliler çalışma adı verilen şeye pek az zaman ayırıyorlardı. Ama açlıktan da ölmüyorlardı. O dönemi anlatan kroniklerin hepsinde, sağlıklı yetişkinler, gürbüz çocuklar, çeşitli ve bol yiyeceklerden söz edilir. Demek ki yerli kabilelerin bir geçim ekonomisine sahip olmaları, bütün zamanlarını yiyecek arayarak telaş içinde geçirmelerini gerektirmiyordu. Dolayısıyla, hem bir geçim ekonomisine sahip olmak hem de üretim etkinliklerine sınırlı bir zaman ayırmak pekâlâ mümkündür. Tarımla uğraşan Güney Amerika kabilelerinin, örneğin aylaklıklarıyla Fransızları ve Portekizlileri o kadar kızdıran Tupi-Guaranilerin durumu buydu. Bu yerlilerin ekonomik yaşamı öncelikle tarıma, bir ölçüde de avcılık, balıkçılık ve toplayıcılığa dayanıyordu. Belli bir tarım alanı dört ila altı yıl arasında değişen bir dönem boyunca sürekli kullanılıyordu. Bu tarım alanı daha sonra, toprak veriminin düşmesi ya da daha çok, imhası zor bir parazitin toprağı istila etmesi yüzünden bırakılıyordu. İşin erkekler tarafından yapılan en önemli bölümü, taş baltalar ve ateşle gerekli alanı açmaktan ibaretti. Yağmur mevsiminin sonunda yapılan bu çalışma erkekleri bir ya da iki ay meşgul ediyordu. Bundan sonraki bütün tarım faaliyetleri -yani ekim, çapalama, hasat-, cinsiyete dayalı işbölümü gereği, kadınlar tarafından yürütülüyordu. Buradan şöyle hoş bir sonuç çıkıyor: Erkekler, yani nüfusun yarısı, dört yılda bir, aşağı yukarı iki ay çalışıyorlardı! Geri kalan süredeyse, görev gereği değil, sırf canları istediği için avlanıyor, balık tutuyor; şenliklere ve içki âlemlerine katılıyor; savaşçılık tutkularını tatmin edecek fırsatlar kolluyorlardı.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bu toplu, nitel, izlenimlere dayalı veriler, kimileri halen sürmekte olan, sonuçları kesinleşmiş araştırmalarla da parlak bir biçimde doğrulanmıştır; çünkü bu araştırmalarda geçim ekonomilerinde çalışma zamanının ölçülmesine de yer verilmiştir. İster Kalahari Çölü’ndeki göçebe avcılar, ister yerleşik tarımcı Amerikan yerlileri söz konusu olsun, elde edilen sayılar, günde ortalama dört saatten az çalışıldığını ortaya koyuyor. Amazon’un Venezuela kesimine yerleşmiş Yanomano yerlileri arasında yıllardır yaşayan J. Lizot, bir yetişkinin ortalama çalışma süresinin her türlü faaliyet dahil günde üç saati biraz aştığını saptadı. Paraguay ormanlarında yaşayan göçebe avcılar olan Guayakilerle ilgili araştırmalarımızda hiçbir zaman bu tür ölçümler yapmadık. Ama yerli erkek ve kadınların, günün en az yarısını tam bir tembellikle geçirdiklerini söyleyebiliriz, çünkü av ve toplayıcılık faaliyetlerinin, o da her gün olmamak koşuluyla, sabah 6-11 arasında sürdüğünü biliyoruz. Son ilkel halklar üzerinde yapılan benzer çalışmaların da, ekolojik farklılıklar göz önünde tutularak bunlara yakın sonuçlar vermesi muhtemeldir.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Geçim ekonomisi fikrinin içerdiği yoksulluk iddiasından oldukça uzaklaşmış bulunuyoruz. İlkel toplum insanı, hayatta kalabilmek için sürekli yiyecek aramakla geçen hayvansı bir yaşam sürmek zorunda olmadığı gibi, yaşamını sürdürmek için gerekli olanı da şaşılacak kadar kısa bir süre çalışarak elde etmektedir. Bu durum ilkel toplumların, isterlerse, maddi varlık üretimini çoğaltmak için yeterince zamanları olduğunu gösteriyor. Sağduyu sahibi kişiler şöyle diyeceklerdir o zaman: Günde üç ya da dört saatlik bir çalışma topluluğun ihtiyaçlarını karşılamaya yetiyorsa, bu toplumların üyeleri niçin daha çok çalışmak ve üretmek istesinler? Bu onların ne işine yarayacak? Böylelikle sağlayacakları ürün fazlası ne olacak? Hem bunu hangi amaçla yapacaklar? İnsanlar ancak mecbur bırakılırlarsa gerekli olandan fazla çalışırlar. İlkel dünyada olmayan da işte tam tamına bu zorlamadır; hatta böyle bir zorlamanın bulunmayışı ilkel toplumların özünü oluşturur. Bundan böyle, bu toplumların ekonomik örgütlenme tarzını belirtmek için kullandığımız geçim ekonomisi deyimini ancak, bu deyimin bir eksikliği, söz konusu toplumlara ve onların teknolojilerine özgü bir yetersizliği değil de, tersine, gereksiz bir fazladan kaçınma, üretim etkinliklerine ihtiyaçların giderilmesi için katılma isteğini belirtmesi koşuluyla kabul edebiliriz. Bunun ötesinde hiçbir anlam taşımaz. Ayrıca, gerçekleri daha yakından incelersek, ilkel toplumlarda gözle görülür bir üretim fazlası olduğunu fark ederiz: Ekimi yapılan bitkilerden (manyok, mısır, tütün, pamuk vb) elde edilen ürün, topluluğun ihtiyacından her zaman fazladır; ama bu fazlalık, normal çalışma zamanı içinde ortaya çıkmıştır. Fazladan çalışma olmaksızın elde edilen bu artıürün, tamamen siyasal amaçlarla, şenliklerde, davetlerde, yabancıların ziyaretleri sırasında vb tüketilir. Madeni bir baltanın taş bir baltaya üstünlüğü o kadar açıktır ki, bu konunun üstünde durmak gerekir: Aynı süre içinde madeni bir baltayla, taş baltaya göre on kat daha fazla iş çıkartılabilir ya da aynı iş on kat daha kısa bir sürede yapılabilir. Yerliler beyaz adamların baltalarının daha yüksek bir üretim sağladığını keşfettiklerinde, bu aleti aynı süre içinde daha çok üretmek için değil, on kat daha kısa bir süre içinde üretmek için istemişlerdi. Oysa ortaya tam tersi bir durum çıktı; yerlilerin ilkel dünyası, madeni baltalarla birlikte, yeni gelen uygar insanların zulmü, kaba kuvveti ve iktidarıyla da tanışmış oldu.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">İlkel toplumlar, J. Lizot’nun da Yanomanolar hakkında yazdığı gibi, çalışmayı reddeden toplumlardır: “Yonomanoların çalışmaktan nefret ettikleri ve özerk teknolojik bir ilerlemeyi umursamadıkları kesindir.”1 M. Sahlins’in yerinde ve şakacı bir ifadeyle belirttiği gibi onlar, istediklerini yapan ilk toplumlar, bolluk içinde yaşayan ilk toplumlardı.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">İlkel toplumları konu alan ve özerk bir disiplin olarak düşünülen bir ekonomik antropoloji kurma tasarısının bir anlamı varsa, bunun yalnızca bu toplumların ekonomik yaşamını göz önüne almakla gerçekleşeceğini sanmamalıyız: O zaman betimleyici bir etnolojiden, ilkel toplumsal yaşamın özerk olmayan bir boyutunun betimlenmesinden öteye gidemeyiz. Oysa ekonomik bir antropoloji fikri, ancak “bütün olarak toplumsal olgu”nun bu boyutu özerk bir alan meydana getirince, yani çalışmayı reddetmek artık söz konusu olmayınca, dilediği gibi yaşama isteğinin yerini birikim zihniyeti alınca, kısacası, toplumsal bünyede, yukarıda sözünü ettiğimiz dış güç ortaya çıkınca -bu güç olmaksızın vahşilerin diledikleri gibi yaşamaktan vazgeçmeleri beklenemezdi ve gerçekten de bir toplum biçimi olarak ilkel toplumun ortadan kalkmasına yol açan da bu güç oldu- belli bir temele oturur. Ve bu güç, mecbur bırakma kudretinden, zorlama yeteneğinden, siyasal iktidardan başka bir şey değildir. Bu noktadan sonra antropoloji ekonomiye ilgisini yitirir, bir anlamda, tam bulduğunu sandığı anda nesnesinden yoksun kalır, ekonomi siyasete dönüşür.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">İlkel toplum insanı için üretim, tam tamına karşılanması gereken ihtiyaçlarla ölçülen, sınırlanan bir etkinliktir, yani burada esas olan, yaşamsal ihtiyaçların karşılanmasıdır: Üretim, harcanan enerji stokunu yerine koymaya yöneliktir. Başka bir deyişle, toplumun şenlikler için ihtiyaç duyduğu miktar dahil olmak üzere, bu stoku yeniden üretmek için gerekli zamanı yaratan ve belirleyen, doğayla eşanlamlı düşünülmesi gereken yaşam koşullarıdır. Bu durumda, yaşamsal ihtiyaçların tümü bir kez karşılandıktan sonra, hiçbir şey ilkel toplumu daha fazla üretmeye, yani tembellik, oyun, savaş ya da şenliklere ayrılabilecek bir zamanı, amacı belirsiz bir çalışmayla harcamaya sevk edemez. İlkel insanın üretim etkinliğiyle bu ilişkisi hangi koşullarda değişikliğe uğrayabilir? Bu etkinlik hangi koşullarda, yaşamsal ihtiyaçların giderilmesi dışında bir amaca yönelebilir? Tam bu noktada, yabancılaşmış emek anlamında emeğin kökeni sorununa geliyoruz.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Özü itibariyle eşitlikçi bir toplum olan ilkel toplumda insanlar kendi etkinliklerinin efendisidirler; bu etkinliklerinden doğan ürünlerin dolaşımına da gene onlar egemendir: Malların mübadelesine ilişkin yasaya bağlı olarak, insanın ürettiği ürünle doğrudan ilişkisi dolaylı hale geldiğinde bile, kendi adlarına hareket ederler. Oysa üretim etkinliği başlangıçtaki amacından saptığında, ilkel insan yalnızca kendisi için değil, mübadele ve karşılık olmaksızın, başkaları için de ürettiğinde, her şey temelden değişir. İşte ancak o zaman emekten söz edilebilir: Yani ancak, eşitlikçi mübadele kuralı toplumun “temel yasa”sı olmaktan çıktığı zaman, üretim etkinliğinin amacı başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak olduğu zaman, mübadele kuralı yerini “borç terörü”ne bıraktığı zaman emekten söz edilebilir. Amazon’da yaşayan vahşi ile İnka yerlisi arasındaki fark da işte tam bu noktada ortaya çıkar. Vahşiler yalnızca yaşamak için ürettikleri halde, İnka yerlileri fazladan, başkalarını, yani çalışmayanları, “Bize borcunu ödemek zorundasın, bize olan borcunu sonsuza kadar ödemek zorundasın” diyen efendilerini de beslemek zorundadırlar.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">İlkel toplumda ekonomik yaşam özerk ve sınırları belli bir alan haline geldiğinde, üretim etkinliği yabancılaşmış, hesaplanabilir ve emeğin ürünlerinden yararlanacak olanların zoruyla yaratılmış bir emeğe dönüştüğünde, toplum ilkel olmaktan çıkmış, yönetenler ve yönetilenlere, efendiler ve uyruklara bölünmüş bir toplum haline gelmiş, onu yok edecek şeyi, yani iktidarı ve iktidara saygıyı bertaraf etmekten vazgeçmiş demektir. Bu durumda, işbölümü dahil toplumdaki bütün bölünmeleri belirleyen temel ayrım, taban ile tepe arasındaki yeni dikey sıralanmadır, ister savaşçı ister dinsel kökenli olsun, gücü ellerinde bulunduranlar ile bu gücün egemenliği altında olanlar arasındaki büyük siyasal uçurumdur. Siyasal bir ilişki olan iktidar, ekonomik bir ilişki olan sömürüden öncedir ve ona zemin hazırlar. Yabancılaşma ekonomik bir anlam kazanmadan önce, siyasal bir anlam taşır, iktidar emekten önce gelir, ekonomi siyasetin bir türevidir, devletin ortaya çıkışı, sınıfların doğuşunu belirler.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sonuçlanmamışlık, tamamlanmamışlık, eksiklik: İlkel toplumların doğasını bu şekilde belirlemek kesinlikle doğru değil. Bu toplumların doğasında daha çok olumluluk, doğal çevreye ve toplumsal tasarıya egemen olma, bünyesini değiştirebilecek, bozabilecek ve yok edebilecek hiçbir şeyin kendisinin dışına çıkmasına izin vermeme isteği ağır basıyor. Bir kere şu noktada ısrar etmemiz gerekir: İlkel toplumlar daha sonraki toplumların gelişmekte geç kalmış tohumları ya da anlaşılmaz bir hastalık yüzünden “normal” seyri kesintiye uğramış topluluklar değildirler; doğruca, önceden belirlenmiş, ama ancak sonradan öğrenilen sona (bizim toplumsal sistemimize) ulaşan bir tarih mantığının başlangıç noktasını oluşturmazlar. (Tarih bu mantıktan ibaretse, bugün bile ilkel toplumların var olmasını nasıl açıklarız?) Bütün bunları ekonomik yaşam düzeyinde ifade edersek, ilkel toplumlar çalışma ve üretimin kendilerini ezmesine izin vermez, stokları toplumsal-siyasal ihtiyaçlarla sınırlar, rekabeti dolaylı olarak olanaksız hale getirirler -zaten ilkel bir toplumda, fakirler arasında zengin olmak neye yarar?-; kısacası, formüle edilmeden de belirtilmiş olsa, eşitsizliği yasaklarlar.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Peki ilkel bir toplumda ekonominin siyasal boyuttan yoksun olmasını sağlayan nedir? Görülebileceği gibi, bunun temelinde ekonominin özerk bir biçimde çalışmaması vardır. Bu anlamda, ilkel toplumların ekonomiyi reddeden, ekonomisiz toplumlar oldukları söylenebilir. Peki bu durum bu toplumların siyasal birer varlık olmasını engeller mi? “Kuralsız ve kralsız” toplumlarla karşı karşıya bulunduğumuza göre bu toplumlarda siyasal yaşamın olmadığını düşünebilir miyiz? Böylelikle biz de, bu eksikliğin farklı toplumların bünyesini her bakımdan belirlediğini öne süren etnosantrizmin klasik önyargısına düşmüş olmuyor muyuz?</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Demek ki artık ilkel toplumlarda siyaset sorununa değinmemiz gerekiyor. Bu, yalnızca “ilginç” bir sorun, yalnızca uzmanları ilgilendiren bir konu değil, çünkü bu noktada etnoloji, toplum ve tarih üzerine (tasarlanmayı bekleyen) genel bir kuram niteliği kazanıyor. Toplumsal örgütlenme biçimlerinin büyük bir çeşitlilik göstermesi, birbirinden farklı toplumların geniş bir zaman ve mekâna yayılmış olmaları, süreksizlik içinde bir düzen olmasına, farklılıkların meydana getirdiği bu sonsuz çeşitliliğin azaltılmasına engel değil. Aslında toptan bir indirgeme söz konusu burada, çünkü tarih aslında bize ancak birbirine indirgenmesi olanaksız iki toplum tipi, her biri bünyesindeki farklılıklara rağmen temel bir benzerliğe sahip toplumlar barındıran iki büyük sınıf sunuyor. Yani bir yanda ilkel toplumlar ya da devletsiz toplumlar var, öte yandaysa devletli toplumlar. Her toplumu mantıksal yerine oturtmamızı, toplumlar arasında değişmez bir süreksizlik çizgisi çekmemizi sağlayan ölçü, pek çok biçimde kendini gösterebilen devlet örgütünün varlığı ya da yokluğudur. Devletin ortaya çıkışı, toplumlar arasında vahşiler ve uygarlar olmak üzere kesin bir ayrım yapılmasına yol açtı ve sınırına ulaşıldığında her şeyin değiştiği, Zaman’ın Tarih’e dönüştüğü, derin bir uçurum yarattı. Dünya tarihinin ilerleyişinde genellikle ve haklı olarak iki önemli ritim değişikliğine parmak basılır. İlk ritim değişikliğini yaratan güce neolitik devrim (hayvanların evcilleştirilmesi, tarım, dokuma ve çömlekçilik sanatlarının ortaya çıkması, insan topluluklarının pek çok yörede yerleşik düzene geçmeleri vb) denmiştir. Bugün halen ve giderek artan bir ölçüde (böyle denebilirse) ikinci ritim değişikliğinin, yani XIX. yüzyıldaki sanayi devriminin uzantısında yaşıyoruz.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Neolitik dönüşümün daha önce paleolitik dönemde yaşayan halkların maddi koşullarını önemli ölçüde değiştirdiği kesindir. Peki bu dönüşüm, toplumların bünyesini derinliğine etkileyecek kadar köklü olmuş mudur? Toplumsal sistemlerin, neolitik öncesine ya da neolitik sonrasına ait olmalarına göre değişen farklı bir işleyişleri var mıdır? Etnografi daha çok bunun tersini ortaya koyuyor. Göçebelikten yerleşikliğe geçişin, sürekli bir nüfusun yoğunlaşmasını sağlayarak sitelerin, hatta devlet aygıtlarının oluşmasına olanak vermesi, neolitik devrimin en önemli sonucu sayılıyor. Bu durumda, tarımdan yoksun bütün tekno-kültürel “gelişmiş yapılar”ın, zorunlu olarak göçebeliğe varacağı kabul ediliyor demektir. Oysa böyle bir sonuca varmak etnografik açıdan yanlıştır: Avcılık, balıkçılık ve toplayıcılığa dayalı bir ekonomi, mutlaka göçebe bir yaşam tarzını gerektirmez. Amerika’dan ve Amerika dışından pek çok örneğin de gösterdiği gibi, tarımın olmayışı yerleşik yaşama engel değildir. Buna göre bazı toplumlar, ekolojik bakımdan mümkün olduğu halde tarıma geçmemişlerse, yetersizliklerinden ya da teknolojik geriliklerinden ötürü değil, yalnızca tarıma ihtiyaç duymadıklarından ötürü geçmemişlerdir.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Kolomb sonrası Amerika tarihi, kimi yerleşik tarım topluluklarının, bir teknik devrimin etkisiyle (atın ve yanı sıra ateşli silahların keşfi) tarımı bırakıp artık yalnızca, atın sağladığı büyük hareketlilik sayesinde verimi kat kat artan avcılıkla ilgilendiklerini gösteriyor. Kuzey Amerika ovalarında ya da Güney Amerika’da Chaco’da yaşayan kabileler atlı hale gelir gelmez, hareketlerini daha geniş bir alana yaymışlar ve sıklaştırmışlardır: Ancak burada, Paraguay Guayakileri gibi avcı-toplayıcı topluluklara özgü olan göçebelikten söz edemeyiz ve yukarıda saydığımız topluluklar açısından, tarımın bırakılması, nüfusun seyrekleşmesine de, var olan toplumsal örgütlenmenin değişmesine de yol açmamıştır.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Çoğu toplumların avcılıktan tarıma, bazılarının da tersine, tarımdan avcılığa geçmeleriyle sonuçlanan bu hareket bize neyi gösteriyor? Görünüşe bakılırsa bu hareket, toplumun yapısında hiçbir değişikliğe yol açmıyor; maddi yaşam koşulları değiştiği halde yapı aynen korunuyor; neolitik devrim insan topluluklarının maddi yaşamını büyük ölçüde etkilemek ve kuşkusuz kolaylaştırmakla birlikte, toplum düzenini mekanik bir biçimde altüst etmiş değildir. Başka bir deyişle, ilkel toplumlar açısından Marksistlerin ekonomik altyapı dedikleri düzeydeki değişim, ona bağlı yansımasını, yani siyasal üstyapıyı kesinlikle belirlemez, çünkü siyasal üstyapı, kendi maddi temelinden bağımsız olarak ortaya çıkar. Amerika kıtası ekonominin ve toplumun karşılıklı özerkliğini açıkça ortaya koymaktadır. Göçebe olsun olmasın, avcı-balıkçı-toplayıcı gruplar, komşu oldukları yerleşik tarımcılarla aynı toplumsal-siyasal özellikleri gösterirler: “Altyapı” farklı olsa da “üstyapı” aynıdır. Buna karşılık, imparatorlukla yönetilen, devletli toplumlar olan Orta Amerika toplumları, diğer yörelere göre daha yoğun olmakla birlikte, teknik düzey bakımından, Tropikal Orman’da yaşayan “vahşi” kabilelerinkine çok benzeyen bir tarım yapıyorlardı: Bu kez “altyapı” aynı olsa da “üstyapı” farklıdır, çünkü birinde devletsiz toplumlar, öbüründeyse gelişimini tamamlamış devletler söz konusudur.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Demek ki önemli olan ekonomik değişim değil, siyasal yapının kesintiye uğramasıdır. İnsanlığın öntarihindeki gerçek devrim, eski toplumsal örgütlenmeyi pekâlâ muhafaza edebilen neolitik devrim değil, siyasal devrimdir, bizim devlet adıyla bildiğimiz gücün, ilkel toplumların karşısına gizemli, geri dönüşsüz, öldürücü bir biçimde çıkmasıdır. Marksist altyapı ve üstyapı kavramlarını muhafaza etmek istiyorsak, o zaman belki de, altyapının siyaset, üstyapınınsa ekonomi olduğunu kabul etmemiz gerekecek. İlkel toplumu bütünüyle yok edecek tek bir yapısal, derin dönüşüm varsa, o da hiyerarşiden doğan otorite, iktidar ilişkisi, insanların egemenlik altına alınması, devlet gibi ilkel toplumun tanımında bulunmayan unsurları, dışardan ya da ilkel toplumun bünyesinde yaratacak dönüşümdür. Bu dönüşümün kökenini, ilkel toplumun üretim ilişkilerindeki varsayımsal bir değişimde aramak -toplumu zenginler ve yoksullar, sömürenler ve sömürülenler olmak üzere yavaş yavaş bölen bu değişim, mekanik bir biçimde, güçlülerin iktidarlarını güçsüzlere kabul ettirmelerini sağlayacak bir uygulama aracının, devletin ortaya çıkmasıyla sonuçlanmaktadır- boş bir çaba olacaktır.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ekonomik temeldeki bu değişim, varsayımsal olmanın ötesinde, olanaksızdır da. Belli bir toplumdaki üretim düzeninin, mal üretiminde bir artış olacak şekilde daha büyük bir çalışma kapasitesi yaratabilmesi için ya o toplumdaki insanların, geleneksel yaşam tarzlarını değiştirmek istemeleri ya da istemedikleri halde, yabancı bir gücün zoruyla, buna mecbur kalmaları gerekir. İkinci durumda, toplumun kendisinden kaynaklanan hiçbir şey yoktur; toplum üretim düzenini kendi çıkarına göre değiştiren yabancı bir gücün saldırısına uğramıştır: İktidarın yeni sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılamak için daha fazla çalışmak ve üretmek zorundadır. Siyasal baskı sömürüye yatkın bir zemin yaratacaktır. Ama bu tür bir “senaryo”nun uydurulması hiçbir işe yaramaz, çünkü devlet şiddetine bağlı dışsal, olumsal, dolaysız bir kaynaktan doğmuştur. Yoksa onu ortaya çıkaran toplumsal-ekonomik iç koşulların ağır gelişiminin sonucu değildir.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Devlet egemen sınıfın, egemenlik altına aldığı sınıflar üzerinde şiddetini uygulama aracıdır denir. Öyledir diyelim. Demek ki devletin ortaya çıkması için, toplumun önceden, sömürü ilişkileriyle birbirine bağlı karşıt toplumsal sınıflara bölünmüş olması gerekir. Öyleyse toplum yapısı -sınıflara bölünme- devlet aygıtının ortaya çıkışından önce doğmuş olmalıdır. Devleti salt bir araç kabul eden bu anlayışın pek sağlam olmadığını belirtmeliyiz. Toplum, ezilenleri sömürmeyi bilen baskıcılar tarafından örgütlenmişse, bunun nedeni, bu yabancılaştırıcı gücün elinde belli bir kuvvetin, bizzat devletin özünü oluşturan “yasal fiziki şiddet tekeli”nin bulunmasıdır. Devletin özü -yani şiddet- toplumun bölünmesine içkin olduğuna, dolayısıyla, bir topluluğun bir başka topluluk üzerinde uyguladığı baskıda başından beri bulunduğuna göre, devletin varlığı hangi amaca hizmet etmektedir? Bu durumda devlet daha önce ve başka bir yerde tamamlanmış bir işlevin gereksiz bir organıdır yalnızca.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Devlet aygıtının ortaya çıkışını, toplumsal yapının değişmesine bağlamak, ortaya çıkış sorununu ertelemekten başka bir işe yaramaz. Çünkü o zaman da ilkel bir toplumun, yani bölünmemiş bir toplumun yapısında, insanları yönetenler ve yönetilenler olmak üzere ayıran bir bölünmenin nasıl doğduğunu sormak gerekir. Devletin kuruluş aşamasında en yüksek noktasına varması beklenen bu önemli değişikliğin itici gücü nedir? Devletin doğuşuyla birlikte, daha önce ortaya çıkmış bulunan özel mülkiyet meşruluk kazanacağından, devlet, mülk sahiplerinin temsilcisi ve koruyucusu olacaktır deniyor. Çok iyi. Ama mülkiyeti reddettiğine göre, mülkiyetten uzak olan bir toplum tipinde niçin özel mülkiyet ortaya çıksın? Günün birinde birisinin ortaya çıkıp, bu bana ait demesi için ne sebep olabilir ve ötekiler nasıl olur da ilkel toplumun bilmediği bir şey olan otoritenin, baskının, devletin tohumunun böylelikle atılmasına izin verebilirler? İlkel toplumlar hakkında bugünkü bilgilerimiz, siyasetin kökenini ekonomide aramamızı artık olanaksız kılıyor. Devletin soyağacının kökü bu zeminde değil. İlkel toplum, devletsiz toplum ekonomisinin işleyişinde, zengin-fakir ayrımı yapmayı gerektirecek hiçbir şey yoktur, çünkü hiç kimse komşusundan daha fazla çalışmaya, daha fazlasına sahip olmaya, daha üstün görünmeye istekli değildir. Herkesin, eşit biçimde, kendi maddi ihtiyaçlarını karşılayacak durumda olması ve zenginliklerin özel mülkiyet yaratacak şekilde birikmesini sürekli engelleyen bir mal ve hizmet mübadelesinin bulunması, aslında güç isteğinden başka bir şey olmayan sahip olma isteğinin doğmasına izin vermez. İlk bolluk toplumu olan ilkel toplum, herhangi bir aşırı bolluk isteğine yer bırakmamaktadır.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">İlkel toplumlar devletsiz toplumlardır, çünkü bu toplumlarda devletin ortaya çıkması olanaksızdır. Oysa bütün uygar toplumlar önce vahşiydiler: Devletin olanaksız olmaktan çıkmasını ne sağlamıştır? Halklar nasıl olup da vahşilikten uzaklaşmışlardır? Despot figürünün ortaya çıkmasını, birinin yönetip öbürlerinin boyun eğmesini hangi eşsiz olay, hangi devrim sağlamıştır? Siyasal iktidar nereden kaynaklanmaktadır? Buradaki gizem, muhtemelen bir gün açığa çıkacak olsa da, hâlâ sürüyor.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Devletin ortaya çıkış koşullarını saptamak halen olanaksız olsa bile, devletin hangi koşullarda ortaya çıkmadığını söyleyebiliriz ve bu kitapta bir araya getirdiğimiz yazılarda da devletsiz toplumlarda siyasetin alanını belirlemeye çalıştık. İnançsız, kuralsız, kralsız: XVI. yüzyılda Batılıların yerliler için yaptıkları bu değerlendirmeyi, kolaylıkla bütün ilkel toplumlara yayabiliriz. Hatta bunu, bir ayrım ölçütü olarak da kabul edebiliriz: Yasanın meşru kaynağı olarak düşünülen kraldan, yani devlet aygıtından yoksun olan toplum ilkel bir toplumdur. Buna karşılık, ilkel olmayan her toplum devletli bir toplumdur: Geçerli toplumsal-ekonomik düzeninse hiç önemi yoktur. Bu nedenle, arkaik dönemin büyük despotluklarını -Çin ya da And kralları, imparatorları, firavunlar-, yakın tarihe ait monarşileri -devlet benim- ya da ister Batı Avrupa’daki gibi liberal kapitalizm, ister başka yerlerde olduğu gibi devlet kapitalizmi söz konusu olsun, çağdaş toplum sistemlerini tek bir büyük sınıfta toplayabiliriz.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Demek ki kabilede kral değil, bir şef -ama devlet önderine benzemeyen bir şef- vardır. Bu ne demektir? Bu, şefin hiçbir otoritesinin olmaması, hiçbir zorlayıcı gücünün bulunmaması, emir vermesini sağlayacak her türlü olanaktan yoksun olması demektir. Şef bir komutan değildir; kabile üyelerinin ona uymak gibi bir yükümlülükleri yoktur. Şeflik makamı, iktidarın uygulandığı yer değildir ve “şef” (hiç de yerinde bir adlandırma olduğu söylenemez) figüründe, geleceğin despotunu çağrıştıracak hiçbir özellik gösterilemez. Genel olarak devlet aygıtının, ilkel şeflik kurumundan türediğini elbette söyleyemeyiz.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Kabile şefi niçin devlet önderinin habercisi sayılamaz? Devleti önceleyen bir örnek niçin vahşiler dünyasında olanaksızdır? İlkel şeflikten devlet aygıtına aşamalı bir geçişi olanaksız kılan bu derin uçurum, doğal olarak, siyasal iktidarın şeflik kurumunun dışında tutulmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Yani iktidardan yoksun bir şef; özüne, yani otoriteye yabancı bir şeflik kurumu tasarlamak gerekmektedir. Yukarıda çözümlediğimiz kadarıyla, şefin işlevlerinin arasında otorite işlevi yoktur. Esas olarak bireyler, aileler, soylar vb arasında çıkabilecek anlaşmazlıkları çözmekle görevli olan şefin, düzeni ve uzlaşmayı sağlamak için toplumun kabullendiği saygınlığından başka bir gücü yoktur. Oysa saygınlık elbette iktidar demek değildir ve şefin uzlaştırıcı görevini yerine getirebilmek için sahip olduğu olanak, istisnai söz gücünü kullanmaktan ibarettir: Üstelik şef bir yargıç da olmadığı için taraflar arasında hakemlik de edemez, taraflardan birini de tutamaz; olsa olsa belagatine güvenerek insanları ölçülülüğe, hakaretlerden vazgeçmeye, her zaman barış içinde yaşamış olan atalarının izinden gitmeye davet edebilir. Şefin başarısı hiçbir zaman garanti değildir, her zaman az çok rastlantılara bağlıdır, çünkü şefin sözü yasa yerine geçmez. Şefin tarafları ikna çabası boşa giderse, anlaşmazlığın şiddet yoluyla çözülmesi ve şefin saygınlığının kaybolması tehlikesi baş gösterir, çünkü ondan bekleneni yapamayacak kadar güçsüz olduğu ortaya çıkar.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Öyleyse kabile neye dayanarak birini şefliğe layık görür? Sonuç olarak önemli tek şey şefin “teknik” becerisidir: Yani hitabet gücü, avcı olarak ustalığı, savaşta saldırı ya da savunma harekâtlarını düzenleme yeteneğidir. Toplum şefin bu teknik beceriye dayalı sınırın ötesine geçmesine hiçbir zaman izin vermez, teknik bir üstünlüğün siyasal otoriteye dönüşmesine asla göz yummaz. Şef, toplumun hizmetindedir, şef üzerinde otoritesini bizzat kullanansa, iktidarın gerçek sahibi olan toplumdur. Bu yüzden şefin bu ilişkiyi çıkarı için tersine çevirmesi, toplumu kendi hizmetinde kullanması, kabile üzerinde iktidar dediğimiz şeyi kurması olanaksızdır: İlkel toplum kendi şefinin bir despota dönüşmesine asla izin vermez.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Kabile bir bakıma şefi sürekli gözetim altında tutarak, çıkmasına izin vermediği bir alana hapseder. Peki şef bu alanın dışına çıkmaya istekli midir? Bir şefin gerçekten şef olmayı istediği görülür mü? Şefin topluluğa hizmet etmek ve topluluğun çıkarını gözetmek yerine kendi arzularını gerçekleştirmek istemesi mümkün müdür? Kendi kişisel çıkarını, ortak tasarıya uymaktan daha önemli bulması düşünülebilir mi? Toplumun, her konuda yaptığı gibi, liderin icraatını sıkı bir biçimde denetlemesi -bu, toplumun bilinçli ve kararlı bir denetim kurma kaygısının değil, ilkel bir toplum oluşunun sonucudur- yüzünden, ilkel yasayı (sen başkalarından farklı değilsin) çiğneyen şefler pek azdır. Ancak, az da olsa, bu gibi durumlar yok değildir. Bazen bir şefin, Makyavelci bir hesapla değil de, seçim hakkı olmadığı ya da başka çaresi kalmadığı için şeflik yapmak istemesi mümkündür. Ne demek istediğimizi biraz açıklayalım. Genellikle bir şef, topluluğuyla kurduğu normal (kurallara uygun) ilişkiyi bozarak kabilenin hizmetkârlığından kabilenin efendiliğine geçmeyi değil denemek, aklından bile geçirmez. Arjantin’in Chaco yöresinde yaşayan bir Abipon kabilesinin komutanı, büyük şef Alaykin, kabilesini istemediği bir savaşa sokmak için kendisini ikna etmeye çalışan bir İspanyol subayına verdiği yanıtta bu ilişkiyi çok güzel açıklar: “Abiponlar, atalarından kalma bir alışkanlıkla şeflerinin istediği gibi değil, kendi istedikleri gibi hareket ederler. Evet, ben onların yöneticisiyim, ama onların aleyhine olacak bir şey yapmam her şeyden önce bana zarar verir; kardeşlerime emir vermeye ya da onları zorlamaya kalkışırsam, o an bana sırtlarını dönerler. Oysa ben onların nefretini değil, sevgisini kazanmak isterim.” Kuşkusuz yerli şeflerden çoğu aynı sözleri söylerdi.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bununla birlikte, hemen her zaman savaş haline bağlı kuraldışı durumlar vardır. Aslında bir askeri seferin hazırlanması ve yönetimi şefin en alt düzeyde de olsa otoritesini kullanabileceği tek durumdur; daha önce belirttiğimiz gibi, bu durumda bile şefin otoritesi savaş konusundaki teknik becerisinden kaynaklanır. Savaş ne şekilde biterse bitsin, savaşın sonunda komutan, yine yetkisiz bir şef haline gelir ve savaştaki zaferin sağladığı saygınlık, hiçbir zaman yetkiye dönüşmez. Her şey toplumun iktidar ile saygınlık, muzaffer bir savaşçı ile zaferinden yararlanması yasaklanmış komutan arasında yaptığı ayrıma göre belirlenir. Bir savaşçının saygınlığa susuzluğunu giderebilecek en elverişli pınar savaştır. Aynı zamanda, saygınlığını savaşa borçlu olan bir şefin, saygınlığını koruyup güçlendirmesi de gene savaşa bağlıdır. Bir bakıma savaş, şefi hiç durmadan askeri seferler düzenlemeye sevk eden bir tür zorunlu ileriye ertelemedir; çünkü şef ancak böylelikle zaferden (simgesel de olsa) birtakım kazançlar umabilir. Şefin savaşma isteği kabilenin genel iradesine, özellikle de savaşı saygınlık kazanmanın başlıca yolu sayan gençlerin isteklerine uyduğu sürece, şefin iradesi topluluğun iradesini aşmadığı sürece, şef ile topluluk arasındaki normal ilişkiler bozulmadan devam eder. Şefin isteklerinin toplumun isteklerini aşması tehlikesi, yapması gerekenin ötesine gitmesi, ona tanınan sınırların dışına çıkması, her zaman mümkündür. Şef bazen bu tehlikeyi göze alır, kendi planını kabileye kabul ettirmeye, kendi çıkarını topluluğun çıkarının önüne koymaya kalkışır. Şef, lideri belli bir toplumsal amaca hizmet eden bir araç olarak gören alışılmış ilişkiyi tersine çevirip, toplumu, bütünüyle özel bir amacı (kabilenin hizmetindeki şef yerine, şefe hizmet eden kabile) gerçekleştirmenin aracı durumuna getirmeye kalkışır. Bu plan “işlese”ydi, bu aşama zorlama ve şiddet anlamında siyasal iktidarın doğum yeri, devletin ilk cisimleşmesi, en basit biçimi olarak gösterilebilirdi. Ama bu plan hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Elena Valero, Yanomanolar arasında geçirdiği yirmi yılın öyküsünü anlatan nefis kitabında, ilk kocası, Komutan Fusive’den uzun uzun söz eder.2 Fusive’nin öyküsü, iktidarın gerçek sahibi olan ve gücünden vazgeçmeyi ya da gücünü devretmeyi reddeden ilkel toplumun kurallarını ister istemez çiğnemek zorunda kalan vahşi kabile şefinin yazgısına çok anlamlı bir örnek oluşturuyor. Fusive düşman topluluklara karşı düzenlediği ve yönettiği başarılı akınlarla kazandığı saygınlık sayesinde kabilesi tarafından “şef”liğe getirilmişti. Kabilesinin isteğiyle girişilen savaşları yönetmiş, savaşçılık konusundaki teknik yeteneğini, cesaretini, dinamizmini kabilesinin hizmetine sunmuş, toplumun etkin bir hizmetkârı olduğunu göstermişti. Ama vahşi savaşçının talihi öylesine kötüdür ki, başarıların arkası gelmezse, savaşta kazandığı saygınlığı kısa sürede yitirebilir. Şefi isteklerini yerine getirecek uygun bir araçtan başka bir şey saymayan kabile, onun geçmişteki zaferlerini kolayca unutur. Şef hiçbir şeye tam olarak güvenemez ve insanların belleklerinden kolayca silinmiş olan saygınlığını ve zaferinin anısını yeniden canlandırmak istiyorsa, bunu yalnızca, eski başarılarını yücelterek yapamaz, yeni silahlı çatışma fırsatları da yaratması gerekir. Onun için, bir savaşçının sürekli savaş dilemekten başka seçeneği yoktur. Ona şef olarak tanınan yetkinin sınırı da tam bu noktada bitmektedir. Şefin savaşma arzusu toplumun savaş isteğine denk düşerse toplum onu izlemeye devam eder. Ama şefin savaşma arzusunun gerçekleşmesi, barış isteği içinde olan bir toplumun ikna edilmesine bağlıysa -aslında hiçbir toplum sürekli savaşmak istemez-, o zaman şef ile kabile arasındaki ilişki tersine döner, lider toplumu kendi kişisel amacı uğruna bir araç olarak, kendi hedefine ulaşmanın bir yolu olarak kullanmaya kalkışır. Ayrıca unutmayalım ki, ilkel kabile şefi yetkisiz bir şeftir: İstekli olmayan bir topluma kendi kurallarını nasıl kabul ettirebilir? Şefin hem saygınlık kazanmak istemesi hem de bunu gerçekleştirecek güçten yoksun olması onun zayıf yanıdır. Bu durumda ne olabilir? Savaşçı yalnızlığa, onu ölümden başka bir yere götürmeyen bu ne idüğü belirsiz mücadeleye mahkûmdur. Güney Amerikalı savaşçı Fusive’nin yazgısı da bu oldu. İstenmeyen bir savaşı zorla kabul ettirmeye kalkıştığı için kabilesi tarafından yalnız bırakıldı. Bu savaşı tek başına yürütmekten başka çaresi kalmamıştı ve oklarla delik deşik edilerek can verdi. Ölüm, savaşçının yazgısıdır, çünkü ilkel toplum saygınlık isteğinin yerine iktidar talebinin geçmesine izin vermez. Başka bir deyişle, ilkel toplumda şef, iktidar talep edebilecek bir güç olarak, daha baştan ölüme mahkûmdur. Kendi başına düşünülebilecek bir siyasal iktidar, ilkel toplumda olanaksızdır, devletin doldurabileceği bir yer, kapatabileceği bir boşluk yoktur.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sonucu daha az trajik olmakla birlikte, gelişimi bakımından yukarıdaki öyküye çok benzeyen bir başka öykü de sözünü ettiğimiz önemsiz Amazon savaşçısından çok daha ünlü olan Apaçilerin büyük önderi Geronimo’nun öyküsüdür. Geronimo’nun Anıları,3 kötü derlenmiş olmakla birlikte, çok öğretici bir kaynaktır. Meksika askerleri, kabilesinin kampına saldırıp çocukları ve kadınları katlettiklerinde, Geronimo genç bir savaşçıydı. Geronimo’nun ailesi bütünüyle yok olmuştu. Çeşitli Apaçi kabileleri, katillerden intikam almak üzere ittifak kurdular ve Geronimo savaşa komuta etmekle görevlendirildi. Apaçiler, Meksika garnizonunu yerle bir ederek büyük bir başarı kazandılar. Zaferin başlıca mimarı Geronimo’nun bir savaşçı olarak saygınlığı iyice arttı. Ama bu noktadan sonra durum değişti, Geronimo’ya bir şeyler oldu, bir şeyler değişiyor gibiydi. İntikamlarını mükemmel bir şekilde almış olan Apaçiler açısından sorun çözülmüş olsa da Geronimo duruma farklı bir gözle bakıyordu: O Meksikalılardan intikam almaya devam etmek istiyor, askerlerin uğradığı kanlı bozgunu yeterli görmüyordu. Elbette Meksika köylerine tek başına saldıramazdı. Kardeşlerini yeni bir sefer için ikna etmeye çalıştıysa da sonuç alamadı. Apaçi toplumu ortak amacını gerçekleştirmiş, intikamını almıştı, artık sükûnet istiyordu. Oysa Geronimo kişisel bir amaca ulaşmak uğruna, kabileyi de peşinden sürüklemek istiyordu. Daha önce, savaşmadaki ustalığı nedeniyle kendisi kabilenin aracı durumundayken, artık kabileyi kendi arzusuna alet etmek istiyordu. Doğal olarak Apaçiler de, tıpkı Fusive’yi izlemeyi reddeden Yanomanolar gibi, Geronimo’nun peşinden gitmeyi reddettiler. Geronimo, zafere ve ganimete düşkün bazı gençleri, o da bazen yalana başvurarak kandırmaktan başka bir şey elde edemedi. Bir keresinde, Geronimo tasarladığı seferlerden birine yalnızca iki kişiyle (yürekli, ama gülünç bir ordu) çıktı! Savaşmadaki ustalığına bakarak durum gereği Geronimo’nun önderliğini kabul eden Apaçiler, onun kişisel nedenlerle savaş istediğini anlayınca tümüyle sırtlarını çevirdiler ona. Kuzey Amerikalı son büyük komutan Geronimo, “şeflik yapmak” için otuz yıl çaba gösterdiği halde istediğini elde edemedi...</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">İlkel toplumun esas (yani özüne ait) özelliği, kendisini oluşturan her şey üzerinde mutlak ve eksiksiz bir güce sahip olması, onu meydana getiren alt gruplardan hiçbirine özerklik tanımaması, toplumsal yaşamı besleyen her türlü iç, bilinçli ve bilinçsiz hareketi toplumun istediği sınırlar içinde ve doğrultuda tutmasıdır. Kabile, gerekirse şiddete başvurarak, bireysel, merkezi ve ayrı bir siyasal iktidarın ortaya çıkmasını engelleyerek bu ilkel toplumsal düzeni korumaya kararlı olduğunu gösterir. Demek ki ilkel toplum hiçbir şeyi gözden kaçırmaz, hiçbir şeyin kendi dışına çıkmasına izin vermez: Bütün çıkış yolları tutulmuştur. Dolayısıyla ilkel toplum özüne ait hiçbir şeyin kendisini etkilemesine izin vermeksizin sonsuza kadar kendini yinelemek ister.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bununla birlikte, toplumun denetiminden, bir ölçüde de olsa kaçan bir alan, toplumun ancak bir ölçüde “kurallara bağlama” olanağı bulduğu bir “akım” vardır ki, o da nüfus hareketidir; kültürel kurallarca olduğu kadar doğal yasalarca da belirlenen, topluma olduğu kadar biyolojik yapıya da kök salmış bir yaşamın hüküm sürdüğü, belki de kendine özgü bir mekanizmaya bağlı olarak işlediği için toplumsal etkilerin dışında kalan bir alan söz konusudur burada.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ekonomik bir determinizmin yerine nüfusa ilişkin bir determinizm koymak, nedenlere -nüfus artışı- kaçınılmaz sonuçlar -toplumsal örgütlenmenin değişmesi- yüklemek gibi bir niyetimiz olmamakla birlikte, özellikle Amerika’da, nüfusun toplumsal ağırlığına, yoğunluk artışının ilkel toplum üzerindeki sarsıcı -yok edici demiyoruz- etkisine değinmek zorundayız. İlkel toplumun varlığını sürdürmesinin temel koşullarından birinin, nispeten sınırlı bir nüfus olması çok muhtemeldir. İlkel toplum modeli ancak nüfus kalabalık değilse işleyebilir. Ya da başka bir deyişle, bir toplumun ilkel olabilmesi için fazla kalabalık olmaması gerekir. Gerçekten de vahşiler dünyasında dikkati çeken şey, her biri, koşullar -özellikle de savaş koşulları- gerektirdiğinde soydaşlarla geçici ittifaklar kurmak dışında, parçası olduğu bütün içinde özerkliğini özenle korumaya çalışan, sayısız “millet”, kabile, topluma bölünmüş yerel grupların varlığıdır. Kabile dünyasının bu şekilde birçok parçaya bölünmesi, yerel grupların birleşmesiyle toplumsal-siyasal bütünler oluşmasını, bunun da ötesinde, özü itibariyle birleştirici bir güç olan devletin ortaya çıkmasını engellemenin herhalde etkili bir yoludur.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bununla birlikte, Tupi-Guaranilerin, Avrupalılar tarafından keşfedildikleri dönemde, alışılmış ilkel modelden özellikle iki temel noktada epeyce uzaklaşmış olmaları dikkat çekicidir: Bir kere, kabilelerin ya da yerel toplulukların nüfus yoğunluğu oranı komşularına göre gözle görülür biçimde yüksektir; ikincisi, yerel toplulukların büyüklüğü Tropikal Orman’daki hiçbir toplumsal-siyasal birimle kıyaslanmayacak kadar fazladır. Birkaç bin kişiyi barındıran Tupinamba köyleri elbette birer şehir değildir, ama komşu toplumların “klasik” denebilecek nüfus ölçeğini aştıkları da bir gerçektir. Nüfus artışına ve yoğunluğuna bağlı olarak, şeflerde de başka hiçbir yerde rastlanmayan bir iktidar isteği görülür ki, bu da imparatorluklar dışta tutulursa, Amerika vahşileri açısından alışılmamış bir tutumdur. Tupi-Guarani şeflerinin birer despot oldukları söylenemez, ama iktidardan tümüyle yoksun da değildirler. Tupi-Guaranilerde şeflik kurumunu çözümlemek gibi güç ve karmaşık bir işe girişmek istemiyoruz burada. Şu an için toplumun bir kutbunda -böyle denilebilirse- nüfus artışının, öbür kutbundaysa siyasal iktidarın ağır gelişiminin bulunduğunu belirtmekle yetinelim. İlkel bir toplumda nüfus artışının nedenleri sorununa yanıt bulmak elbette etnolojiye (ya da yalnızca ona) düşmez. Buna karşılık, nüfus ile siyasetin bağlantısını kurmak, toplumsal unsuru göz önünde tutarak, nüfusun siyaset üzerindeki etkisini çözümlemek etnolojinin işidir.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">İlkel bir toplumda ayrı bir siyasal iktidarın yapısal bakımdan olanaksız olduğunu, ilkel toplumun bünyesinde devlet oluşumunun olanaksız olduğunu yazımızın başından beri vurguladık. Şimdi de çelişkili bir biçimde, Tupi-Guaranileri, bünyesinde ileride devlete dönüşebilecek bir oluşumun belirmeye başladığı bir ilkel toplum örneği olarak gösteriyoruz. Bu toplumlarda herhalde çok uzun bir zamandan beri, siyasal gücü hiç de azımsanmayacak bir şeflik kurumu oluşmaya başlamıştı. O kadar ki, o dönemin Fransız ve Portekizli kronikçileri, kabile federasyonlarının şeflerine “eyalet kralı” unvanını vermekten çekinmemişlerdir. Tupi-Guarani toplumunda başlayan bu köklü değişim süreci Avrupalıların gelişiyle birdenbire kesintiye uğramıştır. Peki bu durumda, Yeni Dünya’nın keşfi sözgelimi bir yüzyıl daha gecikmiş olsa Brezilya kıyısında yaşayan yerli kabileler de devletsel bir oluşumu benimsemek zorunda kalabilirlerdi diyebilir miyiz? Kimsenin tersini iddia edemeyeceği bu tür varsayımsal bir tarih tasarlamak her zaman kolay, ama tehlikelidir. Ancak, sözünü ettiğimiz durumda yanıtın kesinlikle olumsuz olduğuna inanıyoruz: Tupi-Guaraniler tarafından kurulması beklenen bir devletin ortaya çıkmamasının nedeni Batılıların gelişi değil, toplumun kendisinin, ilkel bir toplum olarak gösterdiği tepkidir; açıkça şefleri hedef almasa da, sonuçları bakımından şeflerin gücünü yok eden bir tür planlı ayaklanmadır. Daha XV. yüzyılın sonlarından başlayarak, Tupi-Guarani kabilelerini kışkırtan alışılmamış bir olaydan söz etmek istiyoruz: Bazı kişiler bir gruptan öbürüne dolaşarak, yerlileri her şeyden vazgeçip Kötülüğün Olmadığı Ülke’yi, yeryüzü cennetini aramaya davet eden ateşli konuşmalar yapıyordu.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">İlkel toplumda şeflik ve dil birbirine sıkı sıkıya bağlıdır; söz şefe tanınan tek güçtür: Hatta konuşmak şef için bir görevdir. Ama şeflere ait olmayan bir başka söz, bir başka söylem daha vardır ki, bu sözlerin, bu söylemin sahipleri, XV. ve XVI. yüzyıllarda binlerce yerliyi çılgınca bir göçe kışkırtmışlar, tanrıların yurduna ulaşmak vaadiyle peşlerinden sürüklemişlerdi: Karai’lerin, peygamberlerin sözleri, bu sürükleyici, yıkıcı sözler, yerlileri toplumun kesinlikle sonu olacak bir şeyi yapmaya davet ediyordu. Peygamberlerin çağrısı, lanetli ülkeyi, yani var olan toplumu terk edip, Kötülüğün Olmadığı Ülke’ye, ilahi mutluluğun toplumuna gitmeyi önermeleri, toplum yapısını ve onun kurallar sistemini ölüme mahkûm etmek anlamına geliyordu. Oysa şeflerin otoritesi, belirmekte olan siyasal iktidarları, toplumda giderek daha çok hissedilmeye başlamıştı. Belki de şunu söylememiz hiç de yanlış olmayacak: Toplumun içinden gelen peygamberler, insanların yaşadığı dünyanın kötü olduğunu ilan ediyorlarsa, bunun nedeni, iktidarın ortaya çıkışıyla birlikte, doğduğuna inandıkları felaketin, kötülüğün, ağır ölümün, ilkel bir toplum, devletsiz bir toplum olan Tupi-Guarani toplumunu kısa ya da uzun vadede ortadan kaldıracağını düşünmeleriydi. Eski vahşi dünyanın temellerinden sarsıldığına inanan, toplumsal ve kozmik bir felaketin yaklaştığı korkusuna kapılan peygamberler, dünya değiştirmek gerektiğine, insanların dünyasını terk edip tanrıların dünyasına ulaşmak gerektiğine inandılar.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">“Ormanın Peygamberleri” ve “‘Çok’ Olamayan ‘Bir’” gibi metinler, peygamber sözlerinin hâlâ yaşadığını gösteriyor. Paraguay ormanlarında yoksul bir yaşam süren üç-dört bin kadar Guarani yerlisi, karai’lerin kendilerine sunduğu eşsiz zenginlikten bugün de yararlanıyorlar. Günümüz karai’leri, XVI. yüzyıldaki ataları gibi kabilelere yol göstermiyorlar artık, Kötülüğün Olmadığı Ülke’nin peşine düşmek de mümkün görünmüyor. Ama eylem eksikliği bir düşünce sarhoşluğu, insanlığın durumunun felaketi üzerinde giderek daha çok durma isteği yaratmış gibi. Gözleri kör edecek kadar parlak bir ışık saçan bu vahşi düşünce, Kötülük’ün doğum yerinin, felaketin kaynağının Bir olduğunu söylüyor.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bu nokta üzerinde belki biraz daha durmalı ve Guarani bilgesinin Bir ile ne anlatmak istediğini sormalıyız. Çağdaş Guarani düşüncesinin en çok ilgilendiği sorunlar, dört yüzyıldan daha uzun bir süre önce, karai’lerin, peygamberlerin de kafasını kurcalamış olan sorunlardır. Dünya niçin kötüdür? Kötülükten kaçınmak için ne yapabiliriz? Bunlar yerlilerin kuşaktan kuşağa sormaktan bıkmadıkları sorulardır. Bugünün karai’leri, eski peygamberlerin sözlerini dokunaklı bir biçimde yinelemekte ısrar ediyorlar! Ataları Bir’in kötülük olduğunu biliyor, bu gerçeği köyden köye yayıyordu ve insanlar İyi’ye, Bir-Olmayan’a ulaşmak için onların peşinden gidiyordu. Demek ki ülkenin keşfedildiği dönemde Tupi-Guarani toplumu bir yandan dinsel bir göç hareketinin etkisindeydi -bu hareket ancak şefliğin toplumu sürüklediği yolun, ayrı bir siyasal iktidarın ve devletin reddedildiği göz önünde tutulursa anlaşılabilir-; bir yandan da, Bir’i Kötülük’ün kaynağı sayan ve ondan sakınmanın mümkün olduğunu öne süren peygamber sözlerinin etkisindeydi. Bir’i düşünmek hangi koşullarda mümkündür? İster nefret edilsin ister arzu edilsin, Bir’in şu ya da bu biçimde görülebilmesi gerekir. İşte bu yüzden, Kötülük ile Bir’i özdeşleştiren metafizik denklemin altında, daha gizli ve siyasal bir anlama sahip bir başka denklem, Bir’in devlet olduğunu öne süren bir denklem bulunduğuna inanıyoruz. Tupi-Guarani peygamberliğinde, devletin evrensel özü saydığı Bir’i bütünüyle reddederek felaketi önlemek isteyen ilkel bir toplumun kahramanca çabasını görüyoruz. Metafizik bir belirlemeyi bu şekilde, “siyasal” bir yaklaşımla değerlendirmek, bizi belki de saygısızlık sayılabilecek bir soru sormaya zorluyor: Bir’e dayalı bütün metafizikleri aynı şekilde değerlendiremez miyiz? İyi ile özdeşleştirilen, Batı metafiziğinin başlangıçtan beri en çok üzerinde durduğu ve insanın özlemi saydığı Bir hakkında ne söyleyebiliriz? Biz şu şaşırtıcı gerçeği belirtmekle yetinelim: Vahşi peygamberler de, eski Yunanlılar da aynı şeyi, Bir’i ele almışlardır; ama Guarani yerlisi Bir’in Kötülük olduğunu söylerken, Herakleitos Bir’in İyilik olduğunu söyler. Bir’i İyi olarak düşünmek hangi koşullarda mümkündür?</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Biz gene Tupi-Guaranilerin dünyasına dönelim. Şeflerin önlenemez yükselişinin yarattığı tehditle karşı karşıya gelen bu ilkel toplum, kolektif bir özkıyım pahasına da olsa, bünyesinde, şeflik kurumunun dinamiğini boşa çıkarmayı, şefleri ileride bir yasa koyucuya dönüştürebilecek bir hareketi bastırmayı başaran güçler bulabilmiştir. Tupi-Guarani toplumunun XV. yüzyıl sonundaki görünümünü ana hatlarıyla çizersek, bir yanda şeflerin, öte yandaysa onlara karşı olan peygamberlerin bulunduğunu görürüz. Peygamberlik “mekanizma”sı mükemmel çalışıyordu, çünkü karai’ler şaşılacak kadar büyük bir fanatik yerli kitlesini peşlerinden sürükleyebiliyorlardı; hatta bu kitle, bu insanların sözüyle ölüme bile gidebilirdi.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bu ne demektir? Ellerinde sözden başka güç bulunmayan peygamberler, yerlileri “hareket”e geçirebilir, ilkel toplumda olanaksız olan bir şeyi gerçekleştirebilir; farklı pek çok kabileyi dinsel bir göç hareketinde bir araya getirebilirlerdi. Böylece şeflerin “program”ını bir anda gerçekleştirmeyi başarıyorlardı. Bu, tarihin bir aldatmacası mıydı acaba? Yani ilkel toplumu her şeye rağmen bağımlılığa sürükleyen bir yazgı mı söz konusuydu? Bilemiyoruz. Ama ne olursa olsun, peygamberlerin şeflere karşı başlattıkları ayaklanma hareketi, her şeyi garip bir biçimde tersine çevirmiş, peygamberlere şeflerin elinde olmayan bir güç sağlamıştır. Bu durumda belki de şiddete karşı söz fikrini yeniden ele almak gerekiyor. Eğer vahşi toplumun şefi masum sözü dile getirme görevini yükleniyorsa, ilkel toplum da, belli koşullarla, başka bir söze -bu sözün bir emir gibi dile getirildiğini unutarak- kulak verebilir: Bu, peygamberin sözünden başka bir şey değildir. Peygamberin söyleminde belki de tohum halinde iktidarın söylemi gizlidir ve belki de insanların arzularını dile getiren yol göstericinin yüceltilmiş çizgilerinin altında, despotun suskun ifadesi vardır.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Peygamberin sözü ve bu sözlerin gücü: Gerçek iktidarın kökeni burada olamaz mı? Devlet, kaynağını “Söz”den alıyor olamaz mı? Peygamberlerin, insanların efendisi olmadan önce gönülleri fethettiklerini söyleyebilir miyiz? Belki de. Peygamberliğin sunduğu bu aşırı örnekte bile (aşırı diyoruz çünkü Tupi-Guarani toplumu, nüfusla ilgili ya da başka nedenlerden ötürü, ilkel bir toplumu belirleyen son sınıra ulaşmıştı), şunu görüyoruz ki, vahşiler şeflerin şeflik yapmasını önlemek, birleşmeyi reddetmek, Bir’i, devleti bertaraf etmek için büyük bir çaba harcamışlardır. Tarihi olan halkların tarihinin, sınıf mücadelelerinin tarihi olduğu söylenir. Tarihi olmayan halkların tarihinin de, aynı ölçüde geçerli bir yaklaşımla, devlete karşı mücadelelerinin tarihi olduğunu söyleyebiliriz.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<em style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;"><strong style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;"><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">* Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum [La Société contre l’État] s. 152-188</span></strong></em><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; color: #eeeeee; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-decoration: underline; vertical-align: baseline;"><strong style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-color: #444444; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">DİPNOTLAR:</strong></span><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><em style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;"><span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">1.</span> J. Lizot, “Economie ou société? Quelques thèmes à propos de l’étude d’une communaté d’Amérindiens”, Journal de la Société des américanistes 9, 1973, s. 137-175.<br />
<br />
<span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">2.</span> E. Biocca, Yanoama, Plon, 1969.<br />
<br />
<span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">3. </span>Mémoires de Géronimo, Maspero, 1972.<br />
</em><span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Alıntı: <a href="http://www.anarsi.info/index.php/metinler/36-anarsi/217-devlete-karsi-toplum" style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; cursor: pointer; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: none; outline-width: initial; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-decoration: none; vertical-align: baseline;" target="_blank">Anarşi.info</a></span><em style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;"> </em></span></b></div>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-53652364839943937032012-02-11T17:04:00.000-08:002012-02-11T17:04:59.181-08:00PİERRE CLASTRES - MODERN TOPLUMLARDA İKTİDAR SORUNU<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Son yirmi yıl boyunca, etnoloji parlak bir gelişme gösterdi; bu sayede ilkel toplumlar, kaderlerinden (yok olmaktan) değilse bile, en azından, çok eski bir egzotizm geleneğinin, Batı düşüncesinde ve imgeleminde onları mahkum ettiği sürgünden kurtuldular. Avrupa uygarlığının bütün diğer toplum sistemlerinden mutlak biçimde üstün olduğu konusundaki safça inanç yerini yavaş yavaş, emperyalistçe bir tutumla bir değerler hiyerarşisi öne sürmekten vazgeçerek ve artık ilkel toplumları yargılamaktan kaçınarak, sosyo-kültürel farklılıkların birarada bulunabileceğini kabul eden bir kültürel rölativizme bıraktı. Bir başka deyişle, artık ilkel toplumlara, az çok aydınlanmış, az çok hümanist amatörün meraklı ya da oyalanmacı bakışıyla bakılmıyor; ilkel toplumlar bir ölçüde ciddiye alınıyor. Sorun bu ciddiye almanın nereye kadar gittiğini bilmektir.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">İlkel toplumdan tam olarak ne anlaşılıyor? Sorunun yanıtını, bu toplumların özgül varlığını belirlemek isteyen, bunları indirgenemez toplumsal oluşumlar haline getiren şeyi saptamak isteyen en klasik antropolojide bulabiliriz: İlkel toplumlar devletsiz toplumlardır, bünyesinde ayrı politik iktidar organı bulunmayan toplumlardır. Toplumları ilk önce devletin varlığına ya da yokluğuna göre sınıflandırabiliriz; bunun sonucunda toplumlar iki gruba ayrılırlar: Devletsiz toplumlar ve devletli toplumlar; ilkel toplumlar ve diğerleri. Bu kuşkusuz bütün devletli toplumların birbiriyle aynı olduğu anlamına gelmez: Devletin çeşitli tarihsel biçimleri tek bir tipe indirgenemez ve arkaik despotik devleti, liberal burjuva devleti ya da faşist ya da komünist totaliter devleti birbiriyle karıştırmak maruz görülemez. O halde, özellikle totaliter devletin radikal yeniliğini ve özgüllüğünü anlamayı önleyecek olan bu karıştırmadan kaçınmaya dikkat ederek, ortak bir özelliğin devletli toplumları blok halinde ilkel toplumlarla karşı karşıya getirdiği fikri savunulacak. Devletli toplumların hepsi, diğerlerinde görülmeyen bu bölünme boyutunu taşırlar, bütün devletli toplumlar kendi varlıklarında hükmedenler ve hükmedilenler şeklinde bölünmüşlerdir, oysa devletsiz toplumlar bu bölünmeden habersizdirler: ilkel toplumları devletsiz toplumlar olarak tanımlamak, bunların kendi varlıklarında homojen olduklarını, çünkü bölünmemiş olduklarını söylemektir. Bu toplumların etnolojik tanımı da bu özelliklerine dayanır: Bu toplumlarda ayrı iktidar organı yoktur, iktidar toplumdan ayrılmış değildir.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">İlkel toplumları ciddiye almak, sonuçta onları tam olarak tanımlayan şu önerme üzerine düşünmek anlamına gelir: Bu toplumlarda, toplumsal alandan ayrı bir politik alan ortaya konamaz. Yunan'daki başlangıcından bu yana Batı politik düşüncesi, politikanın özünü hükmedenler ve hükmedilenler arasındaki, bilenler ve dolayısıyla emir verenler ile bilmeyenler ve dolayısıyla boyun eğenler arasındaki toplumsal bölünmeye göre kavrayarak politikanın içinde insanın toplumsallığının özünü ortaya koymayı (insan politik bir hayvandır) bilmiştir. Toplumsal alan politikayla sınırlıdır, politika ise, biri ya da birilerinin toplumun geri kalanı üzerindeki (onların iyiliği ya da kötülüğü için olması burada önemli değil) iktidarın (meşru olup olmaması burada önemli değil) uygulanmasından ibarettir: Platon ve Aristoteles için olduğu gibi, Herakleitos için de, ancak kralların himayesi altında bir toplum olabilir; toplum emir verenler ile boyun eğenler arasındaki bölünme olmadan düşünülemez ve iktidarın olmadığı yerde toplumsallığın alt aşamasından ya da toplumdışı bir durumdan söz edilebilir ancak.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">16. yüzyılın başlangıcında, ilk Avrupalılar, Güney Amerika yerlilerini yaklaşık bu terimlerle değerlendiriyorlardı. “Şeflerin” kabileler üzerinde hiçbir iktidarı olmadığını, bunların gerçek toplumlar olmadığını ilan ediyorlardı: “İnançsız, kanunsuz, kralsız” Vahşiler.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">İlkel toplumların bu çok egzotik özelliğini anlamak değil, fakat sadece betimlemek gerektiğinde bile, etnologların da bazen belli bir kararsızlık gösterdikleri doğrudur: Lider denilen kişiler her türlü iktidardan yoksundurlar, şeflik politik iktidarın dışında olmuştur. İşlevsel olarak bu saçma görünüyor: Şeflik ve iktidar nasıl ayrı olarak düşünülebilir? Kendisini şef yapan temel özellikten, yani topluluk üzerinde iktidardan yoksun bir şef ne işe yarar? Gerçekte, vahşi şefin emir verme gücüne sahip olmaması, hiçbir işe yaramadığı anlamına gelmez; tersine, ona toplum tarafından verilen bir dizi görevi vardır ve bu sıfatla o, toplumun bir tür ücretsiz memuru olarak görülebilir. İktidarsız bir şef ne yapar? Esas olarak, toplumun bir birlik bütünlük olarak ortaya çıkma isteğine, yani topluluğun, öteki topluluklar karşısında özgüllüğünü, özerkliğini, bağımsızlığını göstermek amacıyla ortaya koyduğu ortak çabaya sahip çıkmak ve bunun sorumluluğunu almakla görevlendirilmiştir. Bir başka deyişle ilkel lider, esas olarak, koşullar ve olaylar, topluluğu öteki topluluklarla ilişkiye soktuğunda, toplum adına konuşan kişidir. Oysa, her ilkel toplum için, öteki topluluklar her zaman iki sınıf meydana getirirler: Dostlar ve düşmanlar. Birincilerle ittifak ilişkileri kurmak ya da ilişkileri güçlendirmek, diğerleriyle ise, gerektiğinde savaşmak sözkonusudur. Buradan liderin somut, ampirik işlevlerinin deyim yerindeyse, uluslararası ilişkiler alanında yoğunlaştığı ve dolayısıyla bu faaliyet tipiyle ilgili nitelikler gerektirdiği anlaşılıyor: Ustalık, yani topluluğun güvenliğini sağlayacak ittifak ağlarını güçlendirmeye yönelik diplomatik yetenek; cesaret, yani düşmanların baskınlarına karşı etkili bir savunma sağlamaya ya da mümkünse onlara karşı yapılan seferlerde zafer sağlamaya yönelik savaşçılık yeteneği.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bir itirazda bulunulacaktır: Fakat bunlar bir dışişleri bakanının ya da savunma bakanının görevleri değil mi? Kuşkusuz. Yine de şu temel farklılıkla: İlkel lider, şef olarak (denilebilirse), topluluğa dayatmak üzere hiçbir zaman kendi başına karar almaz. Geliştirdiği ittifak stratejisi, hedeflediği askerî taktik hiçbir zaman kendisine ait değildir: Tam olarak kabilenin isteğine ya da açık iradesine yanıt veren uygulamalardır. Bütün muhtemel pazarlıklar ya da görüşmeler herkese açıktır ve savaş yapma niyeti ancak toplum böyle olmasını istediğinde ilan edilir. Ve kuşkusuz başka türlü olamaz: Bir lider, her türlü iktidardan yoksun olduğuna göre (bunu biliyoruz), komşularıyla kendi hesabına, kendi amaçlarını topluma dayatmak için hiçbir araca sahip olamayacağı bir ittifak ya da düşmanlık politikası izlemeyi de düşünmeyecektir. Sonuçta o, sadece bir sözcü olma hakkına ya da daha doğrusu ödevine sahiptir: Toplumun isteğini ve iradesini Ötekiler'e söylemek.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Öte yandan, grubun yabancılarla dış ilişkilerini sağlayan bir memur olarak değil de, grubun iç ilişkileri bakımından şefin işlevleri nelerdir? Pek doğaldır ki, öteki birimler karşısında, ona en azından toplumun hizmetine sunduğu yetenekleriyle garanti altına alınmış bir güven duyuyor demektir. Bu kesinlikle yanlış olarak genellikle iktidarla karıştırılan, prestij denilen şeydir. Oldukça açık bir şekilde anlaşılıyor ki, liderin, sahip olduğu prestijle desteklenen görüşü, kendi toplumu içinde, gerektiğinde diğer bireylerinkinden daha fazla dikkate alınır. Fakat şefin sözüne yöneltilen özel dikkat (her zaman değil), hiçbir zaman onun bir kumanda sözü haline, bir iktidar söylemi haline gelmesine izin verecek düzeye çıkmaz: Liderin bakış açısı, birlik bütünlük olarak toplumun bakış açısını ifade ettiği ölçüde dinlenecektir. Buradan şu sonuç çıkmaktadır: Şef, kimsenin itaat etmeyeceğini önceden bildiği emirler formüle etmediği gibi, örneğin iki birey ya da iki aile arasında bir anlaşmazlık çıktığında hakemlik etme hakkına da sahip değildir (yani bu iktidarı yoktur). Uyuşmazlığı, kendisinin temsilcisi olacağı varolmayan bir yasa adına çözmeye değil, karşıt tarafların iyi duygularına seslenerek, sürekli olarak, atalardan devralınan iyi anlaşma geleneğine göndermede bulunarak yatıştırmaya çalışacaktır. Şefin ağzından kumanda-itaat ilişkisini yargılayan kelimeler değil,toplumun kendi üstüne olan kendine ait söylemi, kendisini bölünmemiş bir toplum olarak ilan ettiği söylemi ve bu bölünmemiş varlığını koruma isteği çıkar.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Şu halde ilkel toplumlar bölünmemiş toplumlardır (ve bu nedenle her biri kendini bir birlik bütünlük olarak ortaya koyar): Yoksulları sömüren zenginlerin bulunmadığı sınıfsız toplumlar; ayrı bir iktidar organının bulunmadığı, hükmedenler ve hükmedilenler halinde bölünmemiş toplumlardır. Artık ilkel toplumların bu son sosyolojik özelliğini tamamen ciddiye almanın zamanı geldi. Şeflik ve iktidar arasındaki ayrım, bu toplumlarda iktidar sorununun bulunmadığı, onların apolitik olduğu anlamına mı gelir? Evrimci “düşünce” -ve görünüşte onun üstünkörülükten en uzak değişkesi sayılan Marksizm (özellikle Engelsçi yorumu)- bunun böyle olduğunu ve bu durumun sözkonusu toplumların ilkel, yani esas niteliğinden kaynaklandığını öne sürer: Bu toplumlar insanlığın çocukluk dönemini, gelişmesinin ilk çağını temsil ederler ve bu halleriyle tamamlanmamışlar, bitmemişlerdir, dolayısıyla büyümeye, yetişkin hale gelmeye, apolitiklikten politiğe geçmeye adaydırlar. Her toplumun geleceğinde bölünme vardır, toplumdan ayrı bir iktidar organı, ortak yararı bilen, bunu herkese söyleyen ve bunu onlara dayatma görevini üstlenen bir organ olarak devlet vardır.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Devletsiz toplumlar olarak ilkel toplumlar üstüne, neredeyse genelleşmiş, geleneksel anlayış budur. Devletin eksikliği, onların tamamlanmamışlıklarını, varlıklarının embriyon aşamasını, tarih dışılıklarını gösterir. Fakat gerçekten böyle midir? Açıkça görülmektedir ki, böyle bir değerlendirme sonuçta tarihi, insanlığın, mekanik bir biçimde birbirini doğuran ve izleyen toplumsalın biçimleri arasındaki zorunlu hareketi olarak gören bir anlayışa bağlı ideolojik bir önyargıdan başka bir şey değildir. Fakat bu tarih neo-teolojisi ve ondan kaynaklanan fanatik süreklikçilik (continuisme) reddedildiğinde, ilkel toplumlar kendi varlıklarında önceden kazılı bulunan geleceğin tüm tarihine gebe olsalar da, artık tarihin sıfır noktası olmaktan çıkarlar. Bu pek de masum olmayan egzotizmden kurtulan antropoloji artık politikanın gerçek sorusunu ciddiye alabilir: İlkel toplumlar neden devletsiz toplumlardır? Politikanın alt aşamasında embriyonlar değil, fakat eksiksiz, tamamlanmış, olgun toplumlar olarak ilkel toplumlarda devlet yoktur, çünkü bunu, yani toplumsal bünyenin hükmedenler ve hükmedilenler olarak bölünmesini reddederler. Vahşilerin politikası sonuçta, ayrı bir iktidar organının çıkmasına sürekli engel olmaya, şeflik kurumu ile iktidar uygulamasının, baştan kaçınılmaz olan karşılaşmasını önlemeye dayanır. İlkel toplumda ayrı bir iktidar organı yoktur, çünkü iktidar toplumdan ayrılmamıştır, çünkü bir birlik bütünlük olarak, bölünmemiş varlığını korumak amacıyla, bağrında efendiler ve uyruklar arasında, şef ve kabile arasında eşitsizliğin ortaya çıkmasını önlemek amacıyla iktidarı elinde tutan toplumdur. İktidarı elde tutmak, onu uygulamaktır; onu uygulamak ise, iktidarın uygulandığı kişilere hükmetmektir: İşte ilkel toplumların istemediği (istememişlerdi) tam tamına budur; işte ilkel toplumlarda şefler bu nedenle iktidardan yoksundur, bu nedenle iktidar tek vücut olan toplumdan ayrı değildir. Eşitsizliğin reddi, ayrı iktidarın reddi: Bütün ilkel toplumların sürekli duyduğu bir kaygıdır. Bu mücadeleden vazgeçtiklerinde, iktidar arzusu ve boyun eğme arzusu adını taşıyan gizli güçlere (bunlar serbest kalmadığı durumda tahakkümün ve köleliğin ortaya çıkışı anlaşılamaz) engel olma çabasını bıraktıklarında, özgürlüklerini kaybedeceklerini çok iyi biliyorlardı.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">İlkel toplumda, şeflik, iktidarın varsayılan, görünürdeki yerinden başka bir şey değildi. Peki gerçek yeri neresidir? Onu elinde tutan ve bölünmemiş bir birlik halinde uygulayan toplumsal bünyedir. Toplumdan ayrılmamış olan bu iktidar, tek bir yönde uygulanır, tek bir projeyi canlandırır: Toplumun varlığını bölünmemişlik içinde tutmak, insanlar arasındaki eşitsizliğin toplum içindeki bölünmeyi getirmesini önlemek. Buna bağlı olarak bu iktidar, toplumu bozabilecek, onun içine eşitsizliği sokabilecek her şey üzerinde uygulanır: Diğerlerinin yanısıra, iktidarın ele geçirilmesinin olası olduğu kurum üzerinde, şeflik üzerinde uygulanır. Şef, kabile içinde gözetim altındadır: Toplum, prestij zevkinin iktidar arzusuna dönüşmemesine dikkat eder. Eğer şefin iktidar arzusu çok belirgin bir hal alırsa, izlenen yol basittir: O terkedilir, hatta öldürülür. Bölünme hayaleti belki de ilkel toplumun yakasını bırakmıyor, fakat bu toplum onu kovalama araçlarına sahip.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">İlkel toplumlar örneği bize şunu öğretiyor: Bölünme toplumsallığın varlığında içkin değildir, bir başka deyişle devlet öncesiz sonrasız değildir, şurada ya da burada bir doğum tarihi vardır. Peki neden ortaya çıkmıştır? Devletin kökeniyle ilgili soru şu şekilde kesinleştirilmelidir: Bir toplum hangi koşullarda ilkel olmaktan çıkar? Neden devleti önleyen kodlamalar, tarihin şu ya da bu anında yok oluyorlar? Yalnızca ilkel toplumların işleyişinin dikkatli bir incelemesinin kökenler problemini aydınlatmayı sağlayacağına hiç şüphe yoktur. Ve belki de devletin doğuş anı üzerine bu şekilde tutulan ışık, onun ölüm olasılığının (gerçekleşebilir olsun olmasın) koşullarını da aydınlatacaktır.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><em style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">(*)Pierre Clastres'in Recherches d'Anthropoloqie Politique (Siyasal Antropoloji Araştırmaları) adlı kitabından (Editions du Seuil, 1980) alınmıştır. Sözkonusu kitap, yazarın 1974 yılında yayımlanan; belli bir ilgi ve tartışmanın bugüne kadar gelen çekim merkezi olmayı sürdüren Devlete Karşı Toplum’a yöneltilen eleştirilere cevap vermek, tezlerini olgunlaştırmak için kaleme alınmış makalelerden oluşmaktadır.</em><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Alıntı: <a href="http://www.anarsi.info/index.php/metinler/36-anarsi/218-ilkel-toplumlarda-iktidar-sorunu" style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; cursor: pointer; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: none; outline-width: initial; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-decoration: none; vertical-align: baseline;" target="_blank">Anarşi.info</a></span></span></b>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-32999233043016611562012-02-11T17:02:00.000-08:002012-02-11T17:02:18.113-08:00J. ZERZAN - NEDEN PRİMİTİVİZM?<div style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 1em; margin-top: 1em; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Debord’un biyografi yazarı Anselm Giap(1), 50 yıl önce Joseph Wood Krutch tarafından ortaya atılan “Doğanın denetimi ile sağlanacak daha tam insan olabilme fırsatına ne oldu?” (2) sorusunu anımsatarak, bugünün yapbozunu, neden ”insan eyleminin sonuçları insanlığın kendisine böylesine düşman” olarak formüle etti. <br />
<br />
Genel kriz hayatın her alanında hızlıca derinleşiyor. Biyosfer düzeyinde, bu gerçeklik fazla korkunç olmasa banal diye adlandırılacak denli iyi biliniyor.</span></b></div><div style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 1em; margin-top: 1em; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Türlerin soyunun tükenme oranındaki artış, dünya okyanuslarında ölü bölgelerin çoğalması, ozon delikleri, yok olan yağmur ormanları, küresel ısınma, yaygınlaşan hava, su ve toprak kirliliği bu gerçekliklerden bazıları.<br />
<br />
Bunun toplumsal dünyayla tüyler ürpertici bir bağlantısı ise, yaygın ilaç kullanımına bağlı su havzalarındaki kirlilik.(3) Bu durumda tahribat, ilaçlarla maskelenmiş kitlesel yabancılaşma tarafından güdülüyor. Birleşik Devletlerde hayati tehlike yaratan obezite hızla artarken, ağır depresyon ve kaygı rahatsızlıklarından milyonlar mustarip oluyor.(4) Geçtiğimiz on yıla oranla gençler arasında intihar oranı 3 katına çıkmışken; evlerde, işyerlerinde, okullarda sık sık, çok sayıda cinayetler patlak veriyor.(5) Ebola, Lassa humması, AIDS, Lejyoner hastalığı gibi fizyolojik temelleri bilinen yeni hastalıkların ortaya çıkmasının yanı sıra; Fibromyalgia, kronik yorgunluk sendromu ve diğer “gizemli” psikosomatik hastalıklar çoğaldı. Antibiyotiğe dirençli TB ve sıtmanın dönüşü, teknolojik efendilik yanılsamasını alaya alırken, E Koli, Deli Dana hastalığı, Batı Nil virüsü gibi salgınlardan bahsetmiyorum bile. Yalnızca modern ruhani sefalet üzerine, üstünkörü yapılmış bir inceleme bile sayfalar sürecektir. Güç bela bastırılmış öfke, boşluk hissi, Adan Z’ye tüm kurumlara duyulan inancın aşınması, yüksek düzeylerde stres, hep beraber Claude Kamoouh’un “toplumsal bağlarda büyüyen çatlak” olarak adlandırdığı şeye katkıda bulunuyor.(6)<br />
<br />
Bugünün gerçekliği, mevcut teorilerin yetersizliğinin ve herhangi bir kurtarıcı projeden vazgeçmişliğin altını çizmeye devam ediyor. Dünya üzerindeki yaşamdan geriye kalanların da bizden alınıyor oluşu inkar edilemez görünüyor. İnsan durumunun aşırılığını ve gezegenimizin geleceğinin kırılganlığını, birbiriyle eşleştirme öngörüsü ve çözümleme derinliği nerede? Sadece basit bir biçimde mevcut bozulmanın ve kaybın özetiyle mi beraberiz?<br />
<br />
Kriz dağınık olmasına rağmen her düzeyde bütünüyle görünür durumda. Ulrich Beck’in açıkladığı gibi: “insanlar moderniteyi sorgulamaya başladılar… modernitenin öncülleri dingildemeye başladı. Çoğu insan, aşırı sanayileşmenin derme çatma karakterinden tedirginlik duyuyor.” Agnes Heller, egemen ilerleme ve gelişim ideolojisinin iddia ettiğinin tersine, doğadan uzaklaştıkça, insan durumunun daha az istikrarlı ve karmaşıklığa dayanıksız hale geldiğini gözlemledi.(8) Hayal kırıklığının yanı sıra farklı bir şeyin acilen gerektiği hissi büyüyor.<br />
<br />
Yeni bir yönlendirme için, mücadele, teorisyenlerin neredeyse tamamen kaçındığı bir derinlikte bulunuyor. Les Particules élémentaires’de (Michel Houlebecq’in binyılın son romanı) ifade edildiği gibi, başarı şansı olmayan keyifsizliğin ve toplumsal güvenin çöküşünün ötesine geçmek için, çözümlemeci perspektifin temelden değiştirilmesi gerekiyor.(9) Bu, başlatacaklar için, Foucault’nun insan ilişkilerinin kaçınılmaz biçimde teknolojikleştiği çıkarımını reddetmeyi içeriyor.(10)<br />
<br />
Eric Voegelin’in öne sürdüğü gibi “ilerlemenin bedeli tinin ölümüdür”.(11) Fakat nihilizmin ilerleyişi ile ilerlemenin nihilizmi birbiriyle özdeş ise; kırılma nereden, duraklama nereden geliyor? İlerlemenin, teknolojinin ve modernitenin özetini sunmaktan, radikal anlamda, ayrı bir tavır nasıl takınılabilir?<br />
<br />
Yakın zamanın akademik modalarına hızlıca bir göz atmak gösterecektir ki, böyle bir perspektif kesinlikle bulunmamaktadır. Fredric Jameson’ın yerinde formülasyonu, bize konuyu takdim ediyor: “Postmodernizm, modernleşme süreci tamamlandığında ve doğanın gidişi o gidişken sahip olduğunuz şeydir.”(12)<br />
<br />
Postmodernizm, bozgunun ve tepkinin oluşturduğu bir değerler sisteminin aynasıdır,(13) yabancılaşma ve tahribatın yeni aşırılıklarına uyum sağlayan irade ve idrak yetisinin çöküşüdür.(13) Postmodernistlere göre neredeyse hiçbir şeye karşıt olunamaz. Ne de olsa, gerçeklik fazlaca düzensiz, değişken, karmaşık, belirlenmemiş; karşıtlıklar ise, elbette ki, sadece yanlış ikilikçiliklerdir(binarism). Anlamsız jargon ve sonu gelmeyen yan adımlarla modası geçmiş ikilikler aşılır. Örneğin, Daniel White, “geleneksel Ezen-ezilen ya-ya da’sının ötesine geçen bir postmodern-ekolojik değerlendirme…” buyurmuştur.(14)<br />
<br />
Tüketici özgürlükler diyarında, “teknolojilerin nüfuz ettiği, teknolojilerin seçildiği bu karmaşık düğüm noktasında,”(14) Mike Michael’e göre, kim herhangi bir şeyin yine de kusurlu olduğunu söyleyebilir?(15) Postmodern sefilliğin dokunaklı sesi Iain Chambers ise, yabancılaşmanın basitçe ebedi-verili bir şey olup olmadığını merak ederek soruyor: “Ya yabancılaşma, tüm “ilerleme” içeren ereksellikleri engellemeyi tahsis eden yeryüzüne ait bir sınırlama ise?...Belki de günümüz dünyasının kapitalist yapılanması karşısında, ayrı, özerk başka bir olanak yoktur. Görünüşe bakılırsa, modernite, dünyanın batılılaşması, küreselleşme; öngörülebilir gelecek için kurulmuş ekonomik, politik ve kültürel düzenin etiketleridir.”(16)<br />
<br />
Yüzeye düşkünlük (derinlik yanılsamadır; mevcudiyet ve anındalık vardır), birleştirici hikayelerin ve temellere dair araştırmanın engellenmesi, yöntem ve kanıtın farksızlığı, sonuç ve tuhaflık üzerine vurgu, hepsi ifadesini postmodern kültürde etraflıca bulurlar. Bu tavır ve pratikler, onları çekinmeden kucaklayan teknoloji ile her yere yayılmışlardır. Yine de, aynı zamanda, bu, “düşünce” uğruna önemsizleştiren ve türeten tariflerin çekiciliklerini yitirdiğine dair işaretler vardır.(17) Postmodern teslim oluşa bir panzehir, büyük oranda küreselleşme karşıtı hareket olarak bilinen şeyde mevcuttur.<br />
<br />
Bir zamanlar teknolojileşmiş varoluşun seçenekler sunduğunu düşünen, Jean-François Lyotard, neo-totalitaryan, araçsalcı(enstrumentalist) hapsoluşun uğursuz gelişimi üzerine yazmaya başladı. İlk makalelerinde, postmodern durumun bir parçası olarak duygulanım kaybına işaret etmişti. Daha yakın zamanda ise, bu kaybı tekno-bilimsel hegemonyaya atfetmiştir. Lyotard, araçsal akılolarak adlandırılabilecek şeyin toplumsal etkilerini çerçevelerken, kötürüm bireyler patolojik egemenlikteki tablonun yalnızca bir parçasıdır. Ve tersine Habermas, bu araçsal akılın otoritesine, “iletişimsel eylem” yoluyla asla medan okunmadığını söyler.(18) Lyotard, küresel kentsel gelişimi ima ederek şöyle yazmıştır, “Biz, birleşik şehirlerde*, onun ikamet edilemez olduğunu ilan ettiğimiz ölçüde ikamet ederiz. Aksi halde orada yalnızca misafirizdir.” Ayrıca, “Batı denilen şey, birleşik şehirler ile nihilizmini dağıtır ve gerçekler. Buna gelişim denir.”(19)<br />
<br />
Başka bir deyişle, en azından bazıları için, postmodern çıkmazdan dışarı bir yol olabilir. Halen Sol ile doldurulmuşların daha farklı -“yalnızca” kültürel olmayı aşan- bir ağırlık azaltma hatası mirası vardır. Gözden düşmüş ve ölü bir güncel olanak olarak, bu perspektifin de kaybolması gerekir.<br />
<br />
Hardt ve Negri’nin İmparator’u, solculuğun klasik yapay dokusu, bayat ve artık bir inceleme olarak görev yapacaktır. Bu kendi kendini tarif eden komünist militanların, gelmekte olan kriz hakkında herhangi bir fikri yoktur. Sonuç olarak, “modernitenin içinde olanaklar” aramaya devam ederler. Komünist devrimlerinin ardındaki gücü “yeni üretim faaliyetlerine ve iletişimsel, biyolojik ve mekanik teknolojilerin naylon ve akışkan arazisindeki üretici güçlerin yoğunluğuna”(22) yerleştirirler. Solcu çözümleme, üretimci marksizmin kalbini, sürekli gelişen, standartlaşan, yıkıcı teknoloji karşısında cesurca onaylar. Küçük bir azınlık hayret eder, Hardt ve Negri, yerli kültürlerin ve doğal dünyanın yok oluşu ya da dünya çapındaki tamamen insanlıktan çıkışa yönelik istikrarlı hareketi dikkate almakta başarısız olmuşlardır.<br />
<br />
Claude Kornoouh “ilerlemenin tüm yaşayan varlıkların genetik stoklarının tümden denetlenmesini getirdiği” canavarca “düşünce”yi göz önüne almaktadır. Ona göre, bu, “20. Yüzyılın en kanlı totalitaryanizminin bile başaramadığı” bir mahkumiyete ulaşabilir.(22) Hardt ve Negri, hiçbir öncülünü, dinamiğini ya da önkoşulunu sorgulamadıkları için, bu tür bir denetimden çekinmezler. <br />
<br />
Modernitenin yörüngesini idrak edememeleri nedeniyleİmparator’un militanlarının kendi karşıtlarından biri, Oswald Spengler, tarafından teşhir edilmeleri hiç de küçük bir ironi değildir.<br />
Batı’nın Düşüşü dünya tarihinin mükemmel şaheseridir ve bununla birlikte Batı uygarlığının içsel mantığını kavrayışı, milliyetçi ve sağcı olan Spengler’in öngörüsündeki esrarengizliktir.<br />
<br />
Spengler’in, teknolojik gelişim ve bunun kültürel ve çevresel etkileri hakkındaki, on yıllar önceki düşünceleri konu ile özellikle ilgilidir. Küresel uygarlaşmanın dinamik, prometheusçu (Faustçu) doğasının, kendi kendini tahrip eden kitle toplumu ve aynı derecede felaket dolu modern teknoloji olarak gerçekleşeceğini görmüştü. Doğanın boyun eğdirilmesi kaçınılmaz biçimde doğanın ve uygarlığın yok edilmesine yol açacaktır. Uygarlığın kendisi de, her şeyi mekanik şekillerde yapan ve ya yapmaya çalışan bir makine haline gelmiştir.(23) Uygar insan “doğanın karşısında ufak bir yaratıcıdır.” “…Yaşam dünyasının içindeki devrimci, kendi yarattığının kölesi olmuştur. Yapayın, kişiselin, kendi kendini yapmış yaşam formlarının toplamı olan kültür sık parmaklıklı bir kafesin içinde gelişir.”(24)<br />
<br />
Marx sanayi uygarlığını, hem aklın somutlaşması hem de kalıcı bir başarı olarak görürken; Spengler, onu fiziksel çevre ile bütünüyle uyumsuz ve bu yüzden de intiharla eş bir süreksizlik olarak görmüştü. “Yüksek insan bir faciadır. Mezarlarıyla yeryüzünü bir savaş alanına ve çorak bir toprağa çevirerek ardında bırakır. Bitki ve hayvanı, deniz ve dağı, kendi beraberinde çöküşe çeker. Dünyanın yüzünü kanla boyamıştır, şeklini bozmuş ve onu sakat bırakmıştır.”(25) Spengler “teknoloji tarihinin, kaçınılmaz sona doğru hızla sürüklendiğini” anlamıştı.(26)<br />
<br />
Theodor Adorno, Spengler’in düşüncesinin birleşenleri ile hemfikir görünmektedir: “Batının çöküşüne karşı durabilecek şey, yeniden doğan bir kültür değil, bu çöküşün resminde sessiz sedasız bulunan ütopyadır.”(27) Adorno ve Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği(28) uygarlığın eleştirisini, Siren’lerin aşk şarkılarını zorla bastıran odak Odysseus imgesi ile özünde barındırır. “Uygarlık tarihi… feragat tarihidir.”(29) Diyalektik’in esas savıdır. Albrecht Wellmer’in özetlediği gibi, “Aydınlanmanın Diyalektiği, telafi edilemez ölçüde karartılmış modernitenin teorisidir.”(30) Kendisini destekleyen veriler ile devamlı olarak büyüyen bu perspektif, hem teorinin kaynaklarını hem de ilerlemenin mantığını yersiz kılma eğilimindedir. Bütünüyle çok iyi anladığımız bu durumdan hiçbir kaçış yoksa, daha fazla ne söylenebilir?<br />
<br />
Herbert Marcuse, Eros ve Uygarlık’ta(31), uygarlık ve moderniteyi birbirinden ayırarak bir kaçış rotası hazırlamaya çalıştı. Modernitenin “kazanımlarını” korumak için çözüm, “baskıcı olmayan” bir uygarlık idi. Baskının kendinin kaçınılmaz bir şey olduğunu göstererek, “artı baskı”dan (surplus repression) vazgeçecekti. Modernite üretime bağlı olduğu için, kendinde baskıcı bir kurumdu; çalışmayı serbest oyun olarak yeniden tanımlamak hem moderniteyi hem de uygarlığı kurtarabilirdi. Bunu, uygarlığın mantıksız ve hatta umutsuz bir savunusu olarak görmekteyim. Marcuse, Frued’un uygarlığın asla reforme edilemeyeceği görüşünün aksini ispatlayamamaktadır.<br />
<br />
Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu’nda, uygarlığın temeli içgüdüsel özgürlüğün ve erosun zorla yasaklanması olduğundan, baskıcı olmayan bir uygarlığın mümkün olmadığını iddia eder. Çalışmanın ve kültürün var olabilmesi için yasak devamlı dayatılmalıdır. Bu baskı ve onun devamlı varlığı uygarlık için vazgeçilemez olduğundan, evrensel uygarlık evrensel nevrozları getirir.(32) Dukheim çoktan, insanlık işbölümü ve uygarlıkla yükseldikçe, “toplumun genel mutluluğunun azalmakta” olduğunu yazmıştır.(32)<br />
<br />
İyi bir burjuva olan Frued uygarlığı, çalışma ve kültürün gerekliliği ve insanların bu düşman gezegende hayatta kalabilmesinin uygarlık sayesinde mümkün olduğu zemininde meşrulaştırmıştır. “Uygarlığın asıl görevi, asıl varoluş nedeni, bizi doğaya karşı savunmaktır.” Ve dahası, “Tüm bunlardan sonra, uygarlığın ortadan kaldırılması için çabalamak nasıl bir hainlik ve dar görüşlülüktür! O zaman geriye, katlanması çok daha zor olan doğal durum kalacaktır.”(34)<br />
<br />
Hobbes’un çizdiği uygarlık öncesi “pis, hayvani, ve kısa” olan doğal durum tarifi belki de batı uygarlığının en temel destekçisidir. Adorno ve Horkheimer’ın da yaptığı gibi, elbette Freud da bu görüşün altına imzasını atmıştır.<br />
<br />
1960ların ortalarında, antropologların tarihöncesi anlayışında, teoriyi de derinden etkileyecek bir paradigma değişikliği yaşandı. Anaakım antropoloji, somut arkeolojik ve etnografik araştırmaların ışığında Hobbesçu hipotezi terk etti. Uygarlık öncesi-dışında kalan yaşam artık daha özel olarak, hayvanların ve bitkilerin evcilleştirilmesinden önceki toplumsal varoluş olarak tanımlanıyor. Güçlü kanıtlar gösteriyor ki; yemek arayıcı ya da avcı-toplayıcı varoluş biçiminden tarımsal yaşam biçimine Neolitik geçişten önce, birçok insan bolca boş vakte, gözle görünen cinsiyet özerkliğine ya da eşitliğine, eşitlik ve paylaşım temelinde değerler sistemine sahipken, örgütlü şiddet bulunmamaktaydı.<br />
<br />
1966 yılında Chicago Üniversitesinde gerçekleşen (yanlış adlandırılmış) “Man the Hunter” konferansı, yüzyıllardır karmaşık emperyalist Batı kültürünün tüm baskıcı kurumlarını meşrulaştıran Hobbescu dünya görüşünün tersine çevrilmesinde ilk adım oldu. Yeni paradigmayı destekleyen kanıtlar, Marshall Sahlins, Richard B. Lee, Adrienne Zihlman ve daha birçokları gibi antropolog ve arkeologların araştırmalarından geliyordu;(35) bu çalışmalar, şu anda bütünüyle ulaşılabilir ve lisans derslerinden alan araştırmalarına kadar her şeyin temelini sağlamaktalar.<br />
<br />
Arkeologlar, bundan 2 milyon yıl önce Paleolitik atalarımızın nasıl barış dolu, eşit ve sağlıklı hayatlar sürdüklerini, örnekleriyle ortaya koymaya devam ediyorlar. Bundan 2 milyon yıl önce yumrulu sebzeleri pişirmek için ateş kullanılması, uzun mesafe deniz yolculuğunun 800.000 yıl önce gerçekleşmesi, bizimkine eşdeğer bir zekanın varlığını kanıtlayan bulgulardan yalnızca ikisi.(36)<br />
<br />
Genetik mühendisliği ve eli kulağındaki insan kolonlama, bundan 10.000 yıl önce doğanın denetimi ve ehlileştirilmesinin, atalarımızın hayvanları ve bitkileri evcilleştirmeye başlayarak, harekete geçirdiği dinamiğin yalnızca görüngüleridir.<br />
<br />
Öyleyse, insan varlığının son 400 neslinde, toplumsal düzeyde en ince ayrıntısına kadar düzenlenmiş denetime paralel olarak, tüm doğal yaşam en derin düzeylerde sömürgeleştirilmiş ve nüfuz edilmiştir. Şimdi bu yörüngenin aslında ne olduğunu görebiliriz: hiçbir şekilde zorunlu olmayan, ancak kaçınılmaz olarak tüm zarflanmış tahribatı getiren bir dönüşüm. Dünya çapında arkeolojik bulgular anlamlı olarak gösteriyor ki, birçok insan grubu tarımı ve/ve ya kırsal yaşamı denedi ve sonradan avcı toplayıcı stratejilere geri dönerek bundan vazgeçti. Diğerleri komşularının edindiği evcilleştirme pratiklerini benimsemeyi nesiller boyunca reddetti.<br />
<br />
İşte şimdi, teori ve pratikte, primitivist bir olanak ortaya çıkmaya başladı.(37) Teknolojiye yönelik kuşkulara uygarlığın kendisine yönelik olanlar da eklenmelidir. Gittikçe büyüyen tarihöncesi insanlığın belgeleri, çok uzun bir dönemin yabancılaşmamış insan yaşamı, savunulamaz modernitenin gittikçe çoğalan keskin başarısızlıkları karşısında keskin bir zıtlıkla durmaktadır.<br />
<br />
Habermas’ın sınırlılıklarını tartıştığı bağlamda, Joel Whitebook şöyle yazmıştır, “Toplumsal ve ekolojik krizin derinliği ve kapsamı o kadar büyük ki, dünya görüşlerinde çığır açacak bir dönüşüm haricinde hiçbir şey ona orantılı olamaz.”(38)<br />
<br />
Castoriadis, o zamandan, radikal bir dönüşümün, “iş bölümünün şu anda bilinen tüm formlarına bir saldırı başlatmayı gerektirdiği” sonucuna vardı. (39) Tarih öncesi boyunca ağır ağır ortaya çıkan iş bölümü, evcilleşmenin temeliydi ve teknolojik zorunluluğu ileri gütmeye devam etmekte.<br />
<br />
Mücadele, George Grant’ın “ teknolojinin potansiyellerinin bir bir ortaya çıkmasını yalnızca kıyametin yavaşlatabileceği”(40) bir dünyada yaşadığımız tezini çürütmeli ve Claude Kornoouh’un, devrimin ancak, ilerlemenin karşısında yeniden tanımlanabileceği düşüncesini gerçekleştirmelidir.(41)<br />
<br />
<em style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;"><span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">(2002)</span></em><br />
<br />
<span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Çeviren: </span>Kıvılcım İ.<br />
<span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Kaynak:</span> <a href="http://www.johnzerzan.net/articles/why-primitivism.html" style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; cursor: pointer; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: none; outline-width: initial; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-decoration: none; vertical-align: baseline;" target="_blank">http://www.johnzerzan.net/articles/why-primitivism.html</a></span></b></div>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-57835008630920207712012-02-11T16:54:00.001-08:002012-02-11T16:54:34.860-08:00J. ZERZAN - ÖZGÜRLÜK NEDİR?<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><em style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;"><span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Igniting a Revolution kitabından çeviridir.</span></em><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">60lı yılların “Hareketi” çökerken bazıları yenilgiyi kabullenmeyi reddetti ve “başka şekillerde” , yani, şiddet taktikleriyle aktif kalmayı tercih etti. The Weather Underground 1970’de güvenlik birimleri ve şirket binalarına bombalı saldırılar düzenlemeye başladı. Kimsenin yaralanmadığı ya da ölmediği bir dizi patlama oldu, bu patlamalar 1975 sırasında azaldı ve sona erdi. The Black Liberation Army de mücadeleye başladı, 1973’te The Symbionese Liberation Army onu takip etti; ikisinin de düşmana kayıp verdirme konusunda şüphesi yoktu. Daha az tanınan birçok grup da vardı, bunlar 60lı yılların küresel militanlığı artık sönüp gitmişse de işin peşini bırakmaya niyetli görünmüyorlardı.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">60 sonrası şiddete yönelmenin bir çaresizlik politikası olduğunu düşünüyorum. Söz konusu olan çok yüksek kişisel cesareti göz ardı etmiyorum, ama o günlerde hiç kimse “silahı ele almanın” ( ya da bombayı yerleştirmenin) o mücadele döneminin sonunu değiştireceğine inanıyormuş gibi görünmüyordu. San Fransisco ve Berkeley radikalizmine ben de katılmıştım, bana göre o iyimserlik havasının aniden sona ermesi kaçınılmazdı. Sanki her şey bir gün birdenbire sona erdi. Kimse ne yapılması gerektiğini bilmiyordu; çok az kişi projelere katıldı; enerji eksikliği o kadar somuttu işte. Bir dereceye kadar her şey devam etti; ama nabız kalmamıştı artık.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bu benim kendi hatıralarım, son derece de net. Belki başkaları bunu farklı bir şekilde yaşamıştır. Ne olursa olsun, yenilgi ya da son hissi, 70li yılların başlangıcında ya da ortalarında yaşanan şiddet taktiklerinin üzücü anlamsızlığını ortaya koyuyordu benim için. Bu his senelerce devam etti; yıllar sonra günümüzde yaşanan militan taktikler karşısında ilk tepkim bu eylemlerin de aslında çaresizlik politikası ürünü olduğuydu.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Eski illegallerin politikası tamamen geriye dönüktü öncelikle. Daha otoriter olamazdı, aynen Marksist-Leninist örneğinde olduğu gibi (The Weather Underground, örneğin). Aslında hiyerarşi her yerde geçerli olan modeldi, bugün de dikkat çekiyor; bu gerçek bu konu üzerine yazılmış kitap ve çekilen filmlerden çıkarılmışa benziyor. Evet, sadece bir şey eksik: bu yapıların utanç verici ana felsefeleri.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">ELF ve ALF dünya görüşleri, eğer her ikisinden de bu bağlamda söz edebilirsem, önceki hiyerarşik, öncü militanlardan ancak bu kadar farklı olabilirdi. Devletin gücünü ele geçirmeyi hedeflemektense ( genel olarak solun hedefi budur, solcular bazen bunu reddetse bile), bu özgürlükçüler politik iktidara bir son vermek istiyorlar. Yapıları ve evrensel çözümleri kolektif hale getirmek yerine otonomi ve çoklu yaklaşımlar oluşturma hedefi ile harekete geçiyorlar. Devlet karşıtılar, ayrıca birbirleriyle olan hiyerarşi karşıtı ilişkilerinde de bu otorite karşıtlığından faydalanıyorlar. Küresel Megamakina ve Kalkınma’nın yanlış ve ölümcül vaatlerini kabul etmek yerine dünya ve hayat odaklı ELF ve ALF; doğayı, yaşam alanlarını ve orada yaşayan türleri sistemli şekilde yok eden şirketlere saldırılar düzenliyor.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bazen, sol, doğal dünya adına geçici bir retorik kullanır; ama çoğu kez kılını kıpırdatmaz bile- bu da “dürüst reklamcılık” örneğidir olsa olsa. Küreselleşmiş sosyal dünyayı olumlamak mümkün değil, doğanın tahakküm altına alınması ve her şeyin seri üretim ve tüketime dayandığı bir gerçekken, geriye kalanlarla dünya ile yeniden gerçek bir bağ kurulması mümkün değil. Solun bayat hümanizmi, doğayı tahakküm altına alma ideolojisinden vazgeçmesine engel oluyor. Oysa ALF/ELF bir tür biyosentrizm ve daha geniş, daha dolu bir özgürlük kavramı uğruna hümanizmi terk etti.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">ALF ve ELF bildirileri solun çürümüş ve kokuşmuş mantralarına karşı gerçekten ilham veren alternatif vizyonlar ortaya koyuyor. Bu keyif dolu ve azimli metinler hayvanlara işkence edenlere karşı yürütülen kundaklama, sabotaj ve saldırı haberleriyle dolu; yükselen, derinleşen ve büyüyen krizin doğasını açığa çıkararak bize “uygarlığın” ne kadarının yok olması gerektiğini gösteriyor.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Gördüğüm kadarıyla bu tutkulu, yakıcı eleştiriler yavaş yavaş ortaya çıkan çağdaş direniş hareketlerinde de ses buluyor, bu direniş hareketleri yeşil anarşi, uygarlık karşıtlığı ya da anarko-primitivizm gibi isimlerle anılıyorlar. Bu son dalganın bir parçası olarak ben de her şeyi yutup yok eden teknoloji ve uygarlık canavarını durdurmak için en önde savaşan ALF ve ELF’teki yoldaşlarımı selamlıyorum. Hümanist sol artık aşılması gereken büyük bir başarısızlıkla kalakaldı. Bütün dünyada her geçen gün daha sağlıksız ve daha grotesk bir hal alan bir kültürün derin köklerinin daha fazla farkına varılıyor. Artık küresel tek bir kültür var, temel kurumları steril meyvesini önümüze koyarken onun ölümcül özü de ortaya çıkıyor. Özelleştirme ve ehlileştirme, kontrol mekanizmasını daha derinlere ve ötelere sürüyor; yeni sömürü, yok ediş, standartlaşma ve perişanlık biçimleri getiriyor beraberinde.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Dominant yaklaşımlarla bağımızı koparmaya istekli miyiz, -sol gibi- uygarlığı, kitle toplumunu, tekno-kültürü ve ölümü hedef edinmiş yaklaşımlardan kopmaya arzumuz var mı? Dünyayı savunma ve kendi ehlileştirilmişliğimize meydan okuma konusunda bizi korkusuz yapacak bir paradigma kaymasına ihtiyacımız yok mu?</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">İmparatorluklara ve küreselleşmeye karşı yerli kültürlerin mücadeleleri elbette yüzyıllardır sürüyor. Bence bu , endüstriyel modernitenin bir parçası olmayan , dünya üzerinde onu yıkıp yok etmeden yaşamış olan insanların kendi dünyalarını ne olursa olsun koruduğu yeni bir direnişin de parçası. Aslında yeni olanın eski ve doğru olanı keşfettiği ve onun zamana direnen değerini anladığı paradoksal bir durum söz konusu.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Şu andaki dünyaya ait bütün retoriklerin yanlış olduğunu biliyoruz, dominant düzene sözde karşı muhalefetin sürdürdüğü yıpranmış ve eskimiş retorik de buna dahil. Vizyonlar, eylemler ve analizlerin, uygarlık kuramları ve önkabulleriyle bütün bağını koparması gerekiyor- uygarlık görüşü on bin feci seneye dayanıyor sadece. Yerli, dünya odaklı, endüstriyel olmayan çözümler, örneğin, uygarlığın ehlileştiren, her yeri fethetmeye yönelik yaklaşımları yerine; doğal dünyayla uyum halinde yaşamış hayatı biçimleri hayal etmemize yardım edebilir.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;"><br />
Çeviri: CemC</span></span></b>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-20523081690165031012012-02-11T16:47:00.001-08:002012-02-11T16:51:09.753-08:00J. ZERZAN - GÜNÜ ELE GEÇİRİN!<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Modern yaşamın süratle artan bedeli hayal edebileceğimizden çok daha kötü. Yaşamın dokusunu ve şeylerin tüm duygusunu değiştirerek, başkalaşım ileriye doğru hücum ediyor. Çok uzak olmayan geçmişte, bu yalnızca kısmi bir değişiklik iken; şimdi Makine, hayatlarımızın merkezine her geçen gün daha da fazla nüfuz ederek, kendi mantığından hiçbir kaçışa izin vermeden üzerimize kapanıyor. </span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Tek durağan devamlılık, bedenin emsalsiz yollarla korunmasız hale gelen devamlılığı ola gelmiştir. Şu anda, Furedi(1997)’ye göre açıkça panik boyutuna varan bir yüksek kaygı kültüründe yaşıyoruz. Postmodern nutuk, bir yüzü kaçınılmaz olarak sistematik terk edilmişliğe varan çilenin dile getirilişini bastırıyor. Dejeneratif hastalıkların belirginliği, sanayi toplumu içinde hayatı olumlayıcı ve sağlıklı her şeyin kalıcı tahribatı ile dondurucu bir koşutluk yapıyor. Hastalıklar belki sanayi toplumunun ilerleyişi içerisinde yavaşlatılabilir, ancak tamamıyla bir iyileşme -öncelikle koşulları yaratan- bu bağlamda hayal dahi edilemez.</span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Yaptığımız tek şey, tamamen ölü olsa da, insan topluluğunun özlemini çekmek. McPherson, Smith-Lovin ve Brashears (American Sociological Review 2006) bize, 19 yıl önce tipik bir Amerikalının 3 tane yakın arkadaşı olduğunu, şimdi ise bu sayının 2ye indiğini söylüyorlar. Bunun yanı sıra, yaptıkları ulusal çalışma, güvendiği bir kişi ya da arkadaşı olmayan kişi sayısının üç katına çıktığını ortaya koyuyor. Tekno-kültür - ve onun övündüğü “bağlantısallığı”- boyuna yalıtkanlığı, tek başınalığı ve anlamsızlığı daha da büyüttükçe, nüfus sayımı sonuçları tek kişilik hane sayısında keskin bir yükseliş olduğunu gösteriyor. </span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Japonya’da “insanlar adeta seks yapmıyorlar” (Kitamura 2006) ve intihar oranları süratle artıyor. Hikikimori, ya da kendini tecrit etme, kendi odalarında yıllarca yaşayan bir milyonu aşkın kişiyi buluyor. Tekno-kültürün en çok geliştiği yerler aynı zamanda, stres, depresyon ve kaygı düzeylerinin en yüksek olduğu yerler oluyor.</span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">İçsel ya da dışsal gerçeklik mümkün kıldığı sürece, sorular ve fikirler dünyada güncelleşebiliyorlar. Kıyamete doğru ilerleyen şu anki durumumuz yanlışlanamaz bir gerçeklik sergiliyor. Yeni ivedi sorular ve hiçbir cevap sağlamayan bir bütünlüğün –küresel uygarlık- kafa kafaya çarpışmasına yöneldik. Hiçbir gelecek sunmayan ancak bu gerçeği kabul ettiğinin hiçbir işaretini vermeyen bir dünya, gezegen üzerindeki tüm canlıların hayatları, sağlıkları ve özgürlükleriyle birlikte kendi geleceğini de tehlikeye atıyor. Uygarlığın egemenleri her zaman, tahakkümün her biçimiyle zirvesini hedef almayı seçerek, farkında oldukları yaşamın sonu için hazırlamaları gereken uzak şansların tümünü çarçur etmişlerdir. </span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Ekolojik intihar olduğu kadar kitlesel bir biçimde insanlıktan çıkaran ve uygarlığın kendi başlıca kurumlarından köklenen, büyüyen krizin derinliği bazıları tarafından açıkça biliniyor. Aydınlanmanın ve modernizenin şüpheli sözleri, uygarlık olarak bildiğimiz ağırbaşlı hatanın zirvesini temsil eder. Bu Düzenin tanımlanan ve sürdürülenden feragat edeceğine ve onun çok sayıdaki ideolojik destekçilerinin bu gerçeklerle yüzleştiğine dair açıkça ufak bir olasılık olduğuna dair bir umut yok. Eğer, resmi olarak olmasa da genişçe tahmin edilen bu süreç, yani uygarlığın çöküşü çoktan başladıysa, saltanat süren bütünlüğün yaygın bir reddinin ve tek edilişinin temelleri olabilir. Kesinlikle, bunun katılığı ve inkarı daha önce görülmemiş boyutta, süratle ortaya çıkabilecek bir kültürel değişimin zeminini hazırlayabilir.</span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Elbette, kemikleşmiş ancak kırılgan ve ölümcül bir biçimde çatlamış bu sistemden kopacak bir paradigma değişimi kaçınılmaz olmaktan da öte. Diğer ana olasılık ise, çok fazla insanın her zamanki nedenlerle (korku, tembellik, işlenmiş yetersizlik vs.), yalnızca çöküşle başa çıkmayı denemek dışında yapılacak hiçbir şey kalmayacağı kadar geç olana dek, gerçeği pasifçe olduğu gibi kabul edecekleridir. Bir şeylerin yanlış olduğuna dair tam gelişmemiş ve bireysel de olsa; derin, içsel bir tedirginlikten ve çoğu zaman anlık bir acıyla kamçılanarak büyüyen bir farkındalığın sözünü etmeye değer. İşte bu, fırsatın bulunduğu yerdir. Bu kuşkusuzca gelişen yeni bakış açısından bir tür olarak karşımıza çıkan şeyle yüzleşme ve gezegenin hayatta kalmasının karşısına dikilen engelleri kaldırma işini buluyoruz. En azından, çeşitli biçimlerde, böyle bir yargılama, yıkım ve evcilleştirme her şeyi boğmadan önce bu ölüm makinesini ortadan kaldırabilir.</span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Önceden kaybedilmiş olan şeyler, bugünkü kötü durumumuzu anlamaya yardımcı olsa da; şu anda, şimdiye dek olandan çok daha geniş bir anlamda boyun eğdirilmiş bir haldeyiz. Süratle yayılan tekno-dünya kuşatması hayatlarımızın her alanında, daha da derin bir denetime doğru hareketi telkin ediyor. Adorno’nun 1960lardaki değerlendirmesi geçerliliğini halen koruyor: “Neticede sistem öyle bir noktaya –toplumsal ipucunu sağlayan sözcük “bütünleşmedir"- varacak ki tüm anların diğer tüm anlara evrensel bağlılığı nedensellik konuşmalarını hükümsüz bırakacak. Yekpare bir toplum içinde neyin neye neden olduğunu aramak saçmalıktır. Yalnızca toplumun kendisi bir neden olarak kalır.” (Negative Dialectics, p.267)</span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Her alternatifi içinde eriten ve geri dönülmez gibi görünen bir bütünlük(totalite). Totaliter. Kendi kendisinin gerekçesi ve ideolojisi. Bizim reddimiz, tüm bunları yürürlükten kaldırmaya yönelik çağrımız daha da az protesto ya da savunuyla karşılaşıyor. Temeldeki cevap az çok şu satırlarda: “Evet görüşünüz güzel, doğru, geçerli; ama bu gerçeklik hiçbir zaman yok olup gitmeyecek.” </span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Canavarlaşmaya karşı sözüm ona zaferlerin hiçbiri, dünyayı hiç değilse kendi türümüz için bile daha güvenli bir hale getiremedi. Tüm devrimler yalnızca tahakkümü güncelleyerek, gerginleştirdi. Çeşitli politik kanaatlerin yükselişi ve düşüşüne rağmen, kazanan her zaman üretim oldu, teknolojik sistemler hiçbir zaman geri adım atmadılar, yalnızca geliştiler. Makine kendi işlemesi için ihtiyaç duyduğu sürece, bizler özgür ya da otonom olabildik.</span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bu sırada, her zamanki gerzekçe gerekçeler devam ediyor. “Teknolojinin kendisini yaşam biçimi haline getirmeden, belirli teknolojileri kullanmakta özgür olmalıyız” (Valovic 2000). “Dijital teknolojilerle yaratılmış dünyalar, onların oyunlarını oynamayı tercih ettiğimiz kapsamda gerçektir.” (Downs, 2005) </span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Mutlak güç ve modernitenin işleyişiyle ilgili bazı bitmek bilmeyen yanılsamalarla birlikte, Makine kötüleşen ihtimallerle karşılaşıyor. Hayatın egemen düzenlemesini yürüten kişilerin artık cevaplar ve olumlu tasarılara bile kalkışmaması çarpıcı bir gerçektir. En çok üzerinde durulan konular (örneğin Küresel Isınma) basitçe göz ardı edilir, Kamu hakkında propaganda (pazar artı yalnızlaşma), Özgürlük (tümden gözetim toplumu) Amerikan Rüyası! Ciddiye alınması beklenemeyecek denli yanlıştır.</span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Sahlins'in işaret ettiği gibi (1997), toplumlar karmaşık hale geldikçe, meydan okumalarla da bir o kadar başa çıkamazlar. Tahmin edilebilirliği korumak, herhangi bir devletin temel endişesidir; bu konudaki yeterliliği görünür biçimde azaldıkça, gerçek destek de azalacaktır. Birçok araştırma, ekolojik sistemin ani, felaket boyutunda bir yıkımdan çok; devamlı, öngörülebilir bir düşüşe maruz kalmaktan ıstırap çektiğinin daha olası olduğunu gözler önüne seriyor. Yönetme mekanizmaları da koşut bir gelişimin öznesi olabilirler.</span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Önceki zamanlarda tedbir alabilme ihtimali vardı. Güvenlik vanası: hudut bölgesi, uygarlığın ileri adımına eşlik etti. Kutsal Roma İmparatorluğunun 12.-14. Yüzyıllarda büyük çağda doğuya doğru yayılması, 1500 yıl sonra Yeni Dünya’nın keşfi, 19. Yüzyılın sonuna doğru Kuzey Amerika’nın batı yönünde hareketi. Fakat sistem “yol boyunca yığılan yapılara ipotekli” (tekrar Sahlins) hale gelir. Biz rehineler ve bütün de hiyerarşik bir orkestra. Tüm sistem meşgul, sürekli akış halinde; etkileşimler devamlı hızlanan düzeyde meydana geliyor. Yapının neredeyse tümüyle denetimin az çok dışında kalan atama güçleri üzerine kurulduğu bir aşamaya ulaştık. Esas örnek, Güney Amerika’da asıl desteğin solcu rejimler tarafından sağlanmasıdır. Konu neo-liberal ekonomi politikalarının bir sonucu değil, kendini yöneten sermayenin kolaylaştırılması ve yerli direnişini kendi yörüngesine ataması iktidardaki solun başarıları.</span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Fakat bu taktikler, tekno-sermayenin geleceğini ölümcül bir riske atan, kapsamlı bir içsel katılık olgusuna ağır basmıyorlar. Kriz adı modernitenin kendisi, onun rastlantısal, biriken ağırlığı. Bugün her rejim, her “çözümün” yalnızca girdaba çeken problemleri derinleştirdiği bu durumun içerisinde Daha fazla teknoloji ve daha fazla baskıcı güç, müracaat edilecek tek kaynaklar. İlerlemenin “karanlık yüzü” modern zamanların nihai yüzü olarak su yüzüne çıkmış duruyor. </span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Giddens ve Beck gibi teorisyenler, modernitenin, şu anda toplumun gizli karakterinin felaket olduğu son sınırlarına ulaşıldığını kabul ediyorlar. Basit bir değişim göstermeksizin, yine de umudu elden bırakmıyorlar; her şey iyi olacak. Örneğin Beck, sanayi ve teknolojik değişimin demokratikleştirilmesi çağrısında bulunuyor- tabii, bunun neden hiçbir zaman gerçekleşmeği sorusundan dikkatle kaçınarak. </span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bu totalitenin içinde hiçbir mutabakat, mutlu son olamaz ve bunun zıttını iddia etmek net bir şekilde yanlıştır. Tarih kefaret olanağını tasfiye etmiş gibi görünüyor; ve asıl gidişatı ile eleştirel düşünce olarak geçen şeyi ortadan kaldırıyor. Farkına varılacak ders, ne kadarının yeni ve zekice uygulanabilir bir doğrultuya çevrilebileceğidir. Hiçbir zaman bir tercih anı olmadı; yaşam alanları ve temelleri, endişesizce ancak muazzam bir etki bırakarak, çok çeşitli yollarla algılanamayacak bir biçimde değişir. Eğer çözüm teknolojide aranacaksa, bu elbette yalnız modern tahakkümü güçlendirir; bu karşımıza çıkan meydan okuyuşun asıl parçasıdır. </span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Modernite etik eylem için mümkün olan faaliyet alanını, potansiyel çıkış noktalarını söküp atarak daralttı. Fakat gerçeklik, kriz arttıkça kendisini bize dayatarak, bir kez daha yakın ve inatçı hale geliyor. Bu durum istediğimiz her şeyi çürüttüğünden, düşünmek herkesin içini kemiriyor. Bunun bize bağlı olduğunun farkına varıyoruz. Küresel tekno-kültürün çökme olasılığı bile bizi, nihai potansiyel rollerimizin ve yıkım makinesini durdurma sorumluluğumuzun farkındalığından uzaklaştırmamalı. Pasiflik, mağlup bir tutuma benzer şekilde kurtuluşu sağlayamaz. </span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Hepimiz yaralıyız ve çelişkili bir biçimde bu yabancılaşma komünalliğin temeline dönüşüyor. Travma geçirenlerin buluşması şekilleniyor belki de, ruhani bir akrabalığı canlandırmayı talep ediyor. Çünkü hala anlık olarak hissedebiliyoruz, bize hükmedenler bizlerden daha kolayca rahat edemeyecekler. İyileşmek için derin ihtiyacımız, bir alt üst edişin gerçekleşmek zorunda olması anlamına geliyor. Her şey, felaketi tüm düzeylerde yaratarak, “yalnızca devam ediyor”. İnsanlar, her şeyin yalnızca devam etmesinin aslında kıyamet olduğunu anlamaya başlıyorlar. </span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Melissa Holbrook Pierson (The Place You Love Is Gone 2006) bunu, şu şekilde ifade etti: “Birden şu anda yakaladı, tuhaf biçimde kavranması kolay. Acımasızca, Büyük Elveda’ya doğru ilerliyoruz. Bu resmi! Düşünülemez olan düşünülmeye hazır. En sonunda görüş alanında, tüm insanlık tarihi ardımızda kalıyor. Gizemli ruhunuzdan geri kalanın hendeğinde geldiğini hissediyorsunuz, bir kişinin gözyaşlarından çok daha büyük, yuvanın nihai kaybı. Seninki ve benimki, şahsi hıçkırıklarımız, kitlesel çığlıklara katılacak…” </span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Sefalet. Sefilleştirme. Asla tamamıyla olmak istemekten vazgeçemediğimiz yere dönmenin vakti geldi. Spengler’in sözleriyle: “Artık daha fazla dayanamayacağı esneklik sınırına değin gerildi ve tekrar gerildi.”</span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Modernitenin açılış başlangıcı olan aydınlanma düşüncesi, Sanayi devrimiyle beraber, 18. yüzyıl Avrupa’sında başladı. Kendi kaderimiz üzerindeki bilinçli denetimimiz temelinde, özgürlük bize garanti edildi. Fakat Aydınlanma iddiaları gerçekleşmedi ve tüm tasarı kendi kendini mağlup etmeye dönüştü. Us, evrensel haklar ve bilimin yasalarını kapsayan temel bileşenleri; bilginin, bilimsellik öncesi, mistik kaynaklarını atmak için bilinçli olarak tasarlandı. Çeşitli, komünal sürdürülebilir yaşam tarzları; birleştiren, tek tip ve yasalarla mecburi kılınan bir yaşam modeli adına feda edildi. Kant’ın ahlaki eylemden geçen özgürlük vurgusu, Fransız ansiklopedicilerinin geleneksel zanaatleri daha güncel teknik sistemlerle değiştirme programları ile birlikte bu bağlamda gövde buldu. Bu arada, mülkiyeti en az kategorik zorunluluğu kadar kutsallaştırmış olan Kant, uygun olarak modern üniversiteyi sanayi makinesi ve onun ürünleriyle karşılaştırmıştır.</span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Çeşitli Aydınlanma figürleri modern gelişmeler üzerine eğrisiyle doğrusuyla tartışmışlardır ve bu kısa sözler Aydınlanma konusuna gerçek değerini vermeye yetmez. Yine de, bu önemli tarihsel bağlamı akılda tutmak verimli olacaktır: modern ilerlemeci düşünce ve seri üretimin doğusu neredeyse eşzamanlıdır. Bu konuya uygun bir yaklaşım Min Lin’ininkidir (2001): “Kendi entelektüel temelini evrenselleştirerek ve yeni kutsal bir sözde-aşkınlık yaratarak kendi pozisyonunu meşrulaştırmak için, bilişsel söylevlerin toplumsal kökenini ve kesinlik fikrini gizlemek modern Batı ideolojisinin gerekliliğidir.”</span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Modernite, sanki çok uzun zaman önce kaybettiği dengesini geri kazanmak istermiş gibileri hareket ederek, her zaman kendisinin ötesinde farklı bir aşamaya ulaşmaya çabalar. Geleceği –kendisininkini bile- değiştirmenin peşinde koşar.</span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Modernitenin özgürlük vurgusu ile, modern aydınlanmış kurumlar uysallık kadar hiçbir şeyi başaramamışlardır. Lyotard (1991) tüm kazancı şöyle özetler: “Yeni bir barbarlık, cahillik, aklın sefilleşmesi, ruhun tükenişi.” Hayatın her alanındaki kitleselleşmiş, tek tipleştirici biçimler, acımasızca, modernitenin esas denetim programını yürürlüğe koyuyorlar.</span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Dünyamızı yaratan şey kapitalizm değil, makine. Dikkatli çalışmalar ortaya koymak için tasarlandıkları halde, tonlarca nüshayı açıkça gizliyorlar.”(Ellul 1964). Herhangi bir şekilde sınıfsal tahakkümün merkeziliğini inkâr etmek için değil, ama bizlere bölünmüş toplumun işbölümü ile başladığını hatırlatmak için. Bölünmüş benlik doğrudan bölünmüş topluma yol açtı. İşbölümü, ayrıklığın emeğidir. Modern hayatı neyin karakterize ettiğini anlamak, her zaman süregeldiği gibi, teknolojinin günlük hayatımızdaki rolünü anlamaya çabalamaktan farklı değildir. Lyotard (1991)’de şöyle hüküm verdi: “teknoloji insanlar tarafından keşfedilmedi. Gerçekleşen, bunun tam tersiydi.” </span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Sanayi gelişiminin ilk tragedyası, Goethe’nin Faust’u, en derin korkularını gururlu amaçlardan ileri gelen korkular olarak betimledi. Süperinsan geliştiricisi Faust, kendi bütünleyici hareketi içerisinde ötekiliğin/farklılığın herhangi bir belirtisi tarafından tehdit edilen, yerel modernizasyon güdüsünü andırır.</span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Tek, küresel bir tekno-şebekeye ulaşmak için, devamlı daha da fazla tektipleştiren, her zamankinden çok daha homojen bir alanda iş görüyoruz. Yine de, birinin dikkatini yüzeyde, kenarlarda var olmasına izin verilen şeylerde tutarak bu sonuçtan kurtulmak mümkün. Böylece bazıları Indymedia’yı adem-i merkeziyetçiliğin önemli bir galibiyeti ve radikal bir talep olarak bedava bilgisayar yazılımı olarak görüyorlar. Bu tutum tüm yüksek tekno gelişimin ve kullanımının endüstriyel temelini göz ardı ediyor. Her yerde bulunan ve fazlasıyla zehirli cep telefonunu kapsayacak şekilde tüm “fevkalade araçlar”, Wired dergisinin temiz, kaliteli sayfalarına göre, eko-felaketlere sebebiyet veren Çin ve Hindistan’daki sanayileşme ile çok daha fazla bağlantılılar. Wired’ın kurtarıcı iddiaları, kendi dışarıdan kopuk, çocukça fantezileri içinde inanılır görünüyorlar. Taraftarları ancak, sadece teknolojinin doğayı sistematik bir biçimde tahrip edişine değil, aynı zamanda insan yaşamlarındaki küresel bedelleri: zehirlilik, angarya ve sanayi kazalarıyla dolu yaşamları, görmelerini engelleyecek devasa sanrılarını sürdürebilirler.</span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Şu anda, her şeyi kapsayan evrensel sisteme karşı oluşmaya başlayan “yavaş gıda”, “yavaş şehirler”, “yavaş yollar” benzeri, itiraz görüngüleri mevcut. İnsanlar, önüne çıkan her şeyi yakıp yıkan bu gücün durmasını ve hayatın dokusunu yok etmemesini tercih ederlerdi. Ancak gerçek düşüş, kendi dünyayı yaşanır olmaktan çıkaran ve şeyleri birbirinden ayıran gidişatından hızını alıyor. Yalnızca radikal bir kopuş, yörüngesini değiştirebilir. Daha çok sayıda ülkede, daha fazla füze ve daha fazla atom bombası, teknolojik zorunluluğun açıkça diğer tarafı. İleri-insan öznenin gelecek tekno-koşulu iken, kitlesel ölüm hayaleti de başarısının tacı olarak modernitenin koşulu. Bizler, Mega-makinenin mirasçıları değil, onun vasıtası olarak her yeni ileri atılışında elinde tuttuğu rehineleriyiz. Tekno-insan durumu, kesinlikle belli belirsiz görünmeye başladı. Teknolojik temel değişmediği, silinmediği sürece hiçbir şey değişemez. </span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Durumumuz doğa/kültür ayrımının yanlış bir ikilik olduğunu iddia edenler –klasik postmodern moda- tarafından güçlendiriliyor. Doğal dünya, doğanın hep kültürel olduğunu, boyun eğdirmeye açık olduğunu söyleyen fetihçi mantığın yapılarına tahliye edildi, tezgâhlandı. Koert Van Mensvoort’un “Exploring Next Nature” (2005)’ı doğanın tahakkümünün mantığını, oldukça popüler köşelerden açığa çıkarıyor: “Bir sonraki doğamız kültürel olarak ola gelmiş olandır.” Hoşça kal, tasarlanmamış gerçek. Her şeyden sonra kaygısızca doğanın bizimle değiştiğini beyan ediyor.</span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bu doğa kavramının tümden yok oluşudur – ve sadece kavramının değil! Fakat “doğa” işareti, töz yok edildikçe: egzotik üçüncü dünya kültürel ürünü, gıda içindeki doğal malzemeler gibi, popülariteyi eğlendiriyor. Ne yazık ki, deneyimin doğası, doğanın deneyimiyle bağlantılı. İkincisi gerçek olmayan bir buradalığa dönüşürken, ilki de biçimsizleşiyor. Paul Berkett(2006) Marx ve Engels’ten, komünizmde insanların “doğa ile bir oluşlarını yalnızca hissetmeyecekleri, aynı zamanda bilecekleri” etkisini alıntılıyor, komünizm “insanın ve doğanın birlikteliğidir”.Tam da tersine, endüstriyel-teknolojik alt ediş – ne de yaygaracı üretimcilik zırvalığı. Komünist yönelimi dışarıda bıraksak da, yine de, günümüzün solcularından kaç tanesi kitlesel üretimin Marxçı gazeliyle ters düşüyorlar?</span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğu’nda göz ardı edilen kavrayış, derin bilinçdışı “uygarlıkla üretilmiş bir suçluluk duygusunun”, gittikçe büyüyen bir rahatsızlık ve tatminsizliğe neden olduğunu ifade eder. Adorno(1966), uygun olarak bunu şöyle görür: “yakın olan kıyamet, başlangıçtaki usdışı kıyamet varsayımıdır. Bugün, her şeye rağmen önlenen felakete, başka bir şeyin olasılığının bertarafı çökmüş durumda. </span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Gezegendeki hayatın orijinal, niteliksel tüm başarısızlığı uygarlığı harekete geçirmek oldu. Aydınlanma – 2000 yıl önceki dünya dinlerinin eksen çağı gibi- tahakkümün bir sonraki aşaması, sanayi toplumuna zaruri destek için bir aşkınlık temin etti. Fakat şimdi, açgözlü gelişimin yeni aşamaları için gerekçelendirici, aşkın bir çerçevenin kaynağını kişi nereden bulabilir? İleri modernitenin her şeyi kuşatan yıkımlarını geçerli kılmak için ne tür yeni fikirler ve değerler dünyası akla gelebilir? Hiçbir şey. Yalnızca sistemin kendi ataleti; hiçbir cevap yok, gelecek yok. </span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bu sırada bizim durumumuz belirsizliğin sosyalliğidir. Sistem çok sayıda güçsüzlük göstermeye başladıkça, günü gününe istikrarın şamandıraları çözülüyor. Güvenliği garanti edemeyecek hale geldiğinde, sonu yakındır.</span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bizimkisi kıyaslanamayacak tarihsel bir gözlem noktası. Bu evrensel uygarlığın habisliğinin hikayesini kolayca kavrayabiliriz. Bu kavrayış, uygarlığın işini bitirecek ve bizi o hükmeden alışılmış istençten kurtaracak o paradigma değişikliğini mümkün kılacak gücün işareti olabilir. En azını söyleyecek olursak, ürkütücü bir meydan okuma; fakat kolektif inkarın karşısında ne düşündüğünü açıkça söylemeye yönelen çocuğun hatırlanışı. İmparator çıplaktı; büyü bozuldu. </span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-color: #444444; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">2006 </span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-color: #444444; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Metnin orijinali: <a href="http://johnzerzan.net/articles/seize-the-day.html" style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; cursor: pointer; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: none; outline-width: initial; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-decoration: none; vertical-align: baseline;" target="_blank">JohnZerzan.net</a></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Çeviri: </span><em style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Gölge & Kıvılcım İ. </em></span>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-28070653119200502682012-02-11T16:32:00.000-08:002012-02-11T16:32:02.224-08:00ALF: SON ÖZGÜRLÜK HAREKETİ<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><b><span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Kitabın Giriş kısmından bir bölüm.<br />
Dr. Steve Best</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Dünyada nerede uyumsuzluk varsa, orada ölüm vardır- Kadim Navajo deyişi</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Hayvan özgürlüğü en nihai özgürlük hareketidir, “son cephedir”. Robin Webb, İngiliz ALF Sözcüsü </span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bu, yeni bir grup özgürlük savaşçısı hakkında bir kitap- kendi özgürlüklerini cehennem gibi koşullarda tutsak edilmiş hayvanlara yardım etmek ve onları kurtarmak için riske atan insan aktivistlerle ilgili bir kitap. Merkezî olmayan, yeraltı, küresel bir ağ içerisinde çok gevşek bir şekilde birbiriyle bağlantı halinde olan bu aktivistler ALF üyelerinden başkası değil. Bu insanların cesur eylemleri şu andaki dönemin politik mücadelesini yeniden tanımlarken FBI tarafından “terörist” damgalanmaları da tuz biber ekiyor herşeye. Eylemlerini yoğun bir aciliyet damgası belirliyor. İnsanların doğayla olan ilişkisinde derinlere kök salmış bir krizi idrak ediyorlar; artık ılımlı davranmanın, gecikmenin veya taviz vermenin zamanının çoktan geçtiğinin farkındalar. Dünya yanarken, hayvan cesetleri milyarlar adedince üst üste yığılmışken artık boşa zaman harcayamazlar; anında ve kesin eylemler yapmaya zorunlu hissediyorlar kendilerini. ALF aktivistleri gizli şekilde çalışıyor, özellikle geceleri; maske takıyorlar, yün başlıklar giyiyorlar, birkaç insandan oluşun küçük hücrelerde görev yapıyorlar. Dikkatle hayata geçirilen bir keşif sonrası, becerikli özgürlük timleri esir tutulan hayvanları serbest bırakmak ya da kurtarmak amacıyla binalara izinsiz olarak giriyor. Bu arada çeşitli araç gereçleri ya ele geçiriyor ya da onları kullanılmaz hale getiriyorlar, hayvanları sömürmek için kullanılan materyalleri, eşya ve mülkleri kullanılmaz hale getiriyorlar, binaları ve laboratuarları yerle bir etmek için kundaklıyorlar. Bu insanlar hayvan sömürüsü endüstrilerine yüzmilyonlarca dolar zarar verdi.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Yasayı bile isteye çiğniyorlar; çünkü yasa haksız bir şekilde hayvanların kafeslere tıkılmasını, esaret altına alınmasına izin veriyor; yalnızlığa ve acıya, işkence ve ölüme mahkûm ediyor onları. Bu insanlar dirikesimcilerden kürk endüstrisi ya da fabrika çiftliği sahiplerine, foie gras üreticilerine, fast food mağazalarına dek bir çok hayvan sömürücüsünü hedef alıyor. Canlılara zarar vermemeye kararlı bir şekilde sevgi, empati, şefkat ve adalet düşüncesiyle hayvan özgürlükçüleri devletlerin , endüstrilerin ve medya ideologlarının iddia ettiğinin tersine “terörist” sözcüğünün tam da antitezini oluşturuyorlar. Bu insanlar hayata karşı öfke dolu değiller; bu insanlar köleleştirilmiş bütün türler adına özgürlüğü ve adaleti savunuyorlar. ALF’in amacı şurada burada tek tek hayvanları kurtarmak değil; amacı; hayvanları insan zulmüne mahkûm eden bütün kölelik biçiminden kurtarmak. Bir bütün olarak hayvan hakları hareketinde olduğu gibi, ALF de aslında insan türünün dünya görüşüne, kimliklerine, kafa yapısına ve tahakkümcü değerlerine, onun bütün kurumsal hayvan sömürüsüne saldırıyor.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><a href="http://www.killallanimals.com/traitors/alf.jpg" style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; cursor: pointer; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: none; outline-width: initial; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-decoration: none; vertical-align: baseline;" target="_blank"><img border="0" src="http://www.killallanimals.com/traitors/alf.jpg" style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-color: black; border-bottom-style: solid; border-color: initial; border-color: initial; border-image: initial; border-left-color: black; border-left-style: solid; border-right-color: black; border-right-style: solid; border-style: initial; border-top-color: black; border-top-style: solid; border-width: initial; margin-bottom: 5px; margin-left: 5px; margin-right: 5px; margin-top: 5px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-decoration: none; vertical-align: baseline;" /></a><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">İnsan köleliği “liberal demokrasiler”de yasa dışı ilan edilmiş olsa bile, bu tür yerlerde mülksüz ve parasız nice grup hak ve itibar sahibi olmuş olsa bile (ki endüstriler gene de yerel ve yabancı ucuz işgücü bulunan yerlerde esir ticaretini sürdürüyor) hayvan köleliği eskisine kıyasla artık çok daha kötü bir seviyeye geldi. Bunu öldürülen hayvan sayısı ve hayvanların doğal hayatlarının ne derece ihlal edildiğini ortaya koyan rakamlara bakarak görebiliriz ( genetik mühendislik ve klonlamanın sebep olduğu teknolojik manipülasyonlarda bu durum daha da belirginleşiyor), ayrıca hayvanların çektiği acının yoğunluğu ve süresinin uzunluğuna bakarak da görebiliriz ( dirikesim, kürk çiftlikleri, fabrika çiftçiliği, mekanize kesimevleri, köpek üretme çiftlikleri ve diğerlerine bakabiliriz). Hayvan “refahı” yasaları sömürünün detaylarını düzenlemekten başka hiç bir şey yapmıyor.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">ABD’de 19.yy kölelik karşıtlarının yeni dayanışma biçimleri yaratmak için ırk bariyerlerini aşması gibi, yeni özgürlük savaşçıları da hayvanlara yardım etmek için tür sınırların ötelerine uzanıyorlar. Bu çabada öncelikle hayvanların bir nesne, bir kaynak ya da bir meta olduğunu söyleyen o yaygın mentaliteye bodoslama dalıyor ve ahlâki ilerlemenin en önde gelen kilitlerinden birisi olan hakların evrenselleştirilmesini geliştirmeye çalışıyorlar. Bir yandan ahlâki toplumun tanımını geliştirirken hayvan özgürlükçüleri bir yandan da derinlere kök salmış önyargılara meydan okuyorlar. Bu önyargılar sadece cinsiyet, sınıf, ırk, cinsel yönelim ya da spesifik çıkar gruplarıyla ilgili değil, insan türüyle de ilgili- insan türünün hayat ağının en tepesinde yer aldığına dair o küstah kavram ve onun diğer türlere yönelik o şeytanî, aşağılayıcı ve şiddet dolu tavırlarıyla da ilgili. Tür ayrımcılığı insan olmayan türlerin insan türünün ihtiyaçlarına hizmet etmek için var olduğu inancıdır; hayvanlar insanlara kıyasla değersiz varlıklardır ve bu yüzden insanlar sadece tür statüsüne bakarak insanların insan olmayan canlılardan üstün olduğunu öne sürülebilir.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Irkçılık ve cinsiyet ayrımcılığı gibi tür ayrımcılığı da bir grupla diğer bir grup arasındaki farklılıkları hiyerarşik olarak düzenlemek ve “üstün” olanın “aşağı” olanı tahakküm altına almasını meşrulaştırmak için yanlış bir düalistik ayrım yaratır. Toplumun beyazların beyaz olmayanları ve erkeklerin kadın olanları değersizleştirmesinin önyargılı, mantık dışı ve kabul edilemez bir şey olduğunu fark etmesi gibi, şimdi de insan türünden hayvanların kendini sadece tür farklılığına bakarak insan türünden olmayan diğer hayvan türlerinden daha üstün bir konuma koymasının ne kadar ayrımcı ve akıl dışı olduğunu da öğrenmeye başlıyor. Herbirisi bir hayat öznesi olan, farkındalık sahibi hayvanlar arasında- bu farklılıklar- yani insanların akıl dil sahibi olan tek canlı olduğu iddiası- artık deri rengi ya da cinsiyet gibi etik anlamda bağlayıcı olan bir özellik değildir, ancak insan primatının evrim geçirmemiş psikolojisinde ise anlamı çok büyüktür. Teori ,yani tür ayrımcılığı teorisi, bizi pratikten yani akla hayale gelmeyecek denli zalim tahakküm, şiddet ve öldürme eylemlerinden haberdar ediyor. Hayvan özgürlüğü insanların uğruna mücadele verdiği en zor savaştır; çünkü bu mücadele insanlardan en mutlak ayrıcalıklarından, kendilerine tanrı tarafından verilmiş haklarından, sadece insan olma statüsüne bakarak hayvanları sömürme hakkında vazgeçmeyi gerektiriyor. Dahası, insan özgürlüğü mücadelelerinin belirli hedeflerle sınırlı olduğu yerde, insanların hayvanlarla olan ilişkilerini ve onlara yönelik tavırlarını yeniden belirleme anlamındaki -mesela tehdit altındaki türlerin avlanması, fabrika çiftçiliğinin dünya çağonda rağbet görmesi gibi- başarısızlığı bütün insanlar için küresel ölçekte felaket sonuçlara yol açacak, ekolojik yıkım, kirlilik, yağmur ormanlarının yıkımı, çölleşme ve küresel ısınma nedeniyle sistemik bir çevresel çöküş yaşanacak. Kapitalist bir toplumda, insanların özgürlük mücadeleleri- özellikle de cinsiyet, ırk, ya da cinsel “kimlik politikaları” mücadeleleri- sistemi olumlayıcı eylemlere ya da “temsili demokrasi”, liberal çoğulculuk” ve çokkültürlü tüketicilik gibi kanallar aracılığıyla hem absorbe edilebilir hem de keskinliği yumuşatılabilir, böylece bu politikaların eleştirel uçları ehlileştirilmiş olur. Aynı şekilde, hayvan refahını savunmak da şu anda varolan tahakküm sistemleri tarafından çok kolayca absorbe ediliyor. Ancak hayvan özgürlüğü mücadelesi, sömürü pratikleri üzerine inşa edilmiş olan toplumsal kurumların ve ekonomik sistemlerin kökten bir şekilde yeniden yapılandırılmasını istediği gibi bütün insanların alışkanlıklarında, pratiklerinde, değerlerinde ve kafa yapılarında radikal dönüşümler yapılmasını da talep ediyor . Hayvan özgürlüğü felsefesi; insanları; her yeri fetheden, doğanın efendileri olarak resmeden kimliklere ve dünya görüşlerine saldırırken bir yandan da hayvanlarla ve dünyayla yeniden bir bağ kurmak için yeni yollar yaratılmasını gerektiriyor. Hayvan özgürlüğü, ister modern öncesi isterse modern olsun, ister Batılı isterse Batılı olmayan toplumlar olsun, insanların Homo sapiens’in iki milyon öncesinde hayvanları sistematik olarak avlamaya başladığı zamanlardan beridir hayvanlar üzerinde uyguladığı iktidara yönelik doğrudan bir saldırıdır. Diğer türler için özgürlük isteyen bu yeni mücadele tarihte daha önce görülmemiş bir şekilde hak, demokratik bilinç, psikolojik büyüme ve biyolojik anlamda herkesin birbirine bağlı olduğuna dair bir farkındalığı geliştirme potansiyeline sahiptir. Hayvan özgürlüğü, ahlâk evrimi sürecinde önümüzde duran yeni bir mantıksal gelişme sürecidir. Hayvan özgürlüğü insanların son 200 sene içerisinde gerçekleştirdiği en ilerici etik ve politik gelişmeler üzerinde büyüyor, onları kendi mantıksal sonuçlarına taşıyor. Hayvan özgürlüğü, insanlardan diğer hayvanlardan üstün olduğu şeklindeki inançlarından vazgeçmelerini ve türler arasındaki Berlin Duvarı’nı yıkmalarını talep ediyor. Hayvan özgürlüğü insanlardan güçlü olmanın sorumluluk gerektirdiğini, güçlü olmanın haklı olmak anlamına gelmediğini, gelişmiş bir neokorteksin doğaya tecavüz edip onu talan etmek için hiçbir şekilde bir sebep olmayacağını idrak etmelerini talep ediyor. Hayvan özgürlüğü, insanlardan etik bakış açısında ciddi bir sıçrama yapmak adına hümanizmin konforlu sınırlarını aşmasını, ve böylece ahlâk skalasını akıl ve dilden sentiense(kendi varlığının bilincinde olma özelliği) ve özne olmaya doğru yükseltmesini gerektiriyor. İnsanların gezegeni emri altına almış yarı tanrılar olduğu şeklindeki sapkın kavramlar yerini insanların yaşayan canlıların sürdürdüğü ilişkilerin geniş ağlara hem ait olduğu hem de bağımlı olduğu şeklindeki çok daha mütevazi ve holistik bir nosyona bırakmalıdır.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">İnsanlar yeni bakış açıları, yeni değerler, yeni duyarlılıklar ve hayata hürmet duygusu yaratarak hayvanlarla ve dünyayla olan ilişkilerini radikal olarak değiştirmedikçe, hayvanlar milyarlar halinde ölecek ve dünyadaki hayat sahibi varlıkların üçte biri önümüzdeki 30-40 sene içerisinde yeryüzünden tamamen silinecekler. Bu gezegendeki bütün türlerin kaderi çok inceden birbiriyle ilişkili olduğu için, hayvanların sömürüsü dünyada büyük bir darbe yaratıyor. İnsanlar hayvanları yok ederken, kendi hayatları için gerekli yaşam alanlarını ve ekosistemleri de yok ediyorlar. Çiftlik hayvanlarını milyarlar adedince katlederken, yağmur ormanlarını yağmalıyor, küresel ısınmayı daha beter hale getiriyor ve çevreye toksik artıklar atıyorlar. Toprak, su ve ürünleri israf eden küresel bir fabrika çiftliği sistemi kurarken bir yandan dünyadaki açlık sorunu ve çölleşme gibi problemlerin daha kötü olmasına sebep oluyorlar. İnsanlar hayvanlara şiddet uyguladığında çoğu kez birbirlerine de şiddet uyguluyor. Buradaki bağlar daha da derinlere inebilir. Bazı teorisyenler tarım toplumunun başlangıcında hayvanların evcilleştirilmesi adına yaşanan zalimliklerin de hiyerarşi, devlet iktidarı ve diğer insanların sömürülme biçimleri adına kavramsal modeller ve teknolojiler yarattığını öne sürüyor, bir çok feminist tür ayrımcılığı ve ataerkilliğin erkek iktidarının yükselmesiyle beraber ortaya çıktığını tartışmaya açıyor. Hayvanların sömürülmesi insan dünyasında da krizler yaratacak şekilde geri tepiyor. Yıkım ve şiddetin kötülük dolu çemberi ancak insan türü diğer dünyayla ve doğayla uyumlu ilişkiler kurmayı öğrenirse ve öğrendiği zaman sona erebilir. Bu yüzden hayvan özgürlüğü ve insan özgürlüğü birbiriyle bağlantılı projelerdir.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /></b></span><strong style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;"><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Çeviri: CemC</span></strong>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-28193348655727489182012-02-11T16:29:00.000-08:002012-02-11T16:29:35.298-08:00ALF' İN YAPISI VE FELSEFESİ<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Felsefi olarak çok tehlikeliyiz. Bu tehlikenin birazı metanın hayattan daha değerli olduğu ilüzyonuna inanmamaktan kaynaklanıyor. Bu amacından sapmış ayrıcalığı gün yüzüne çıkarıyoruz, sistem bu inanç olmadan hayatta kalamaz. “</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><strong style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Eski ALF sözcüsü David Barbarash</strong><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Eğer ALF’i diğer gruplarla karşılaştırmak istiyorsak doğru seçim el-Kaide ya da Saddam Hüseyin’in Cumhuriyet Muhafızları değil, doğru olan Underground Railroad ve Yahudilerin anti-nazi direnişidir. ALF’teki erkek ve kadınlar Nazi Almanya’sında tutsakları ve Soykırım kurbanlarını özgürlüğüne kavuşturan ve nazilerin kurbanlarına işkence edip onları öldürmek için kullandığı silahları, tren yollarını ve gaz odaları gibi ekipman ve araç gereçleri yok eden özgürlük savaşçılarıdır. Aynı şekilde, özgürleştirdikleri hayvanların çoğu için veteriner bakımı ve yuva sağlayan ALF kendine ABD’deki Underground Railroad hareketini model alıyor, bu hareket kaçak kölelerin özgür eyaletlere ve Kanada’ya varmasına yardım etmişti. Ancak şirket toplumu, devlet ve medya, ALF’i terörist diye yaftalarken ALF aslında geçen iki yüzyılın büyük özgürlük savaşçılarıyla büyük benzerlikler taşıyor, ayrıca hayata yönelik şiddeti ve kanı durdurarak diğer türler adına adaleti sağlama arayışı sebebiyle çağdaş barış ve adalet hareketleriyle de bir kan bağına sahip olduğunu ortaya koyuyor.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Hayvanların temel haklara sahip olduğunu söyleyen hayvan özgürlükçüleri, bilim adamları ve endüstrilerin hayvanları kendi malları ve metaları gibi sahiplenebileceği şeklindeki argümanı reddediyorlar. Hayvanların; yaşamak, özgür olmak ve mutlu olmak adına gerekeni yapma gibi temel hakları vardır, bu haklar onların vücutların gerçekten de yakılarak damgası vurulan eşya/meta statüsüyle çelişiyor. Hayvan “araştırmaları” insanlara bir şekilde yardım etse bile, burada, onay alınmadan üzerinde deney yapılan insanlardan elde edilen bilgiden daha fazla bir meşruluk yok, bir hayvanın hakları, faydalanmacı yaklaşımların hepsine baskın çıkıyor. İnsan menfaatlerinin hayvan menfaatlerinden üstün olduğu iddiası kelimenin tam anlamıyla tür ayrımcılığıdır, önyargılıdır, etik olarak hatalıdır, felsefi olarak da cinsiyet ayrımcılığı veya ırkçılık kadar temelsizdir; daha önemlisi ise sonuçları ve anlamları açısından hem çok daha cinayet dolu, hem de bağlayıcı bir inanç sistemidir. Bu yüzden; ALF, hayvanların kürk çiftliklerin veya laboratuvarlardan çalınmasını değil özgürleştirilmesini savunur, ve hayvan sömürücülerinin eşyalarını kullanılamaz hale soktuklarında aslında yapılan şey, yaşayan varlıkların haklarını ihlal etmek için yanlış bir şekilde kullanılan eşyaların/nesnelerin gerçekte olması gereken hale getiriliyor olmasıdır.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">ALF dünyanın herhangi bir yerinde ve her hangi bir zaman içerisinde hayvan hakları adına hayvan sömürüsüne saldırmak amacıyla karar veren bireylerden ya da gruplardan oluşur. Bu eylemlerde ALF ilkelerine uyulur. ALF’e katılmak için hiç kimsenin eleman aranıyor sayfalarına bakmasına gerek yok; tam tersine, kararı veren kişi gizli bir eyleme girişir. Hareketi başsız bırakmak adına yakalanacak türden ulusal bir lider filan yoktur, sadece bir grup insan vardır ya da destek grupları vardır, bunlar gizli bir şekilde yayılırlar. Bir ALF hücresi olasılıkla diğer hücrelerin kimliklerinden ve eylemlerinden habersizdir. Bu merkezî özellik taşımayan yapı ise devletin içeri sızmasını ve kendilerini yakalamalarını zorlaştırır ve böylece FBI’ın Kara Panterler, Demokratik bir Toplum Adına Öğrenciler Birliği, Amerikan Kızılderili Hareketi veya El Salvador Halkıyla Dayanışma Komitesi ve daha bir çok grubun içine sızmayı başarmasını sağlayan şey engellenmiş olur. ALF eylemlerinin merkezî olmaktan uzak ve anonim doğası düşünülünce prensipte ALF’nin otorite, ego, kahramanlık, maşizm veya şehitlikle ilgili bir şey olmadığını görürüz; tam tersine tahakkümü, ataerkilliği, pasifliği ve politikayı aşmayla ilgilidir, böylece yaratıcı insanlar kendilerini bencillikten uzak bir şekilde hayvan özgürlüğü davasına adayabilirler.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">ALF’in yapısı ve felsefesi bu sebeple anarşizmle ve radikal feminizmle bazı önemli benzerlikler taşıyor. ALF ciddi bir şiddet kullanmaktan kaçınma kodunu takip ediyor, bu kodla beraber ALF hayvanları sömürenlerin mal ve mülklerine saldırırken bile sömürücülere fiziksel zarar vermemeye dikkat ediyor. Şiddet içeren hiçbir eylem ALF eylemi değildir, şiddet uygulayan bir insan ise ALF üyesi değildir. Bazı eleştiriler en azından bir kişinin istemeden de olsa yaralandığının altını çiziyor, diğer eleştiriler küçük hayvanların kundaklama eylemleri sırasında yaralanabileceği ya da öldürülebileceğini kabul eden bir felsefenin şiddet kullanmamaya olan bağlılık iddiasının ne kadar geçerli olduğunu sorguluyor. Ancak başkaları da ALF’in merkezî olmayan ve anonim yapısının fiziksel şiddete başvurmasına ve o eylemin aslında bir ALF eylemi olduğunu reddetmesine izin verdiğini söylüyor. Aynı yapı bir yandan da ipe sapa gelmez tiplerin ALF adına ve onun şiddete başvurmama ilkesini ihlal eder şekilde eylemlerde bulunmasına müsaade ediyor. Herkesin üye olabileceği bir “organizasyon”da ALF’e yanlış sebeplerle katılan insanlar olabilir- diğer türler adına adalete olan inançlarından değil de hayata geçirdikleri eylemleri, yıkıcı ve şiddet dolu arzularının medyanın ilgisini çekmesi için katılmış olabilir insanlar.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bu tür insanlar ihanet ettikleri ama itibarsızlaştırmadıkları bu davaya uygun insanlar değiller. ALF üyeleri tarafından imzalanmış manifestolar ortalığa yayıldığı zaman, diğer ALF üyeleri tarafından şiddete önemli bir tepki gösterilmediği zaman, o zaman işte, ALF’in şiddete başvuran bir organizasyon olduğu söylenebilir. Şimdilik ALF şiddet içermeyen bir duruşa sahip çıkıyor, oysa polisler, fok katilleri ve avcılar gibi eşkıyalar defalarca şiddete başvurarak hayvan aktivistlerini öldürdü. Ama bu gerçek hayvan sömürüsünü savunanlar tarafından asla dile getirilmiyor, bu insanlar şiddeti ve terörizmi endüstrilerin mal ve mülklerine yapılan saldırılar olarak tanımlarken hayvanlara, dünyaya ve doğayı savunanlara yapılan saldırıları terörizm olarak görmüyorlar. ALF insanlara yönelik şiddeti kınarken bir yandan da mal ve mülkü/eşyayı yok etmeye şiddet denmesini de reddediyor. ALF prensip olarak hayvan sömürüsünü koruyan endüstrilerin adil olmadığı düşüncesine dayanıyor, ve ALF bu yasaları hayvan haklarının daha yüce bir ahlâk yasasına hürmet duygusuyla ihlal ediyor. Eski ALF sözcüsü David Barbarash’ın ALF’in etik temellerini özetlediği gibi, “ buradaki temel düşünce eğer birilerinin eşyası/malı/mülkü masum hayvanların acı çekmesi ve ölmesi için kullanılıyorsa o zaman o malın/mülkün/eşyanın yok edilmesi ahlâken meşrudur.”</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bunun Nazi Almanya’sında gaz odalarını yok eden özgürlük savaşçılarından bir farkı yok. ALF hayatın nesnelerden daha önemli olduğuna inanıyor. Sivil itaatsizlik felsefesinin temel prensibini uygulayarak ALF şirket-devlet kompleksi tarafından yaratılmış olandan daha üstün bir yasa olduğuna inanıyor, bu moral yasa ABD’nin politik sisteminin önyargılı ve yoz heykellerini aşıp geçiyor. Yasa yanlış olduğunda doğru olan şey onu çiğnemektir. Tarihte ahlâki ilerleme çoğu kez böyle elde edilir, Amerika’da köleliğin ya da Hitler’in anti-semitizminin sona erdirilmesinden Alabama’da “sadece beyazlar girebilir” denen cafelerdeki oturma eylemlerine dek hep böyle olmuştur. Thoreau’nun adil olmayan bir yasadansa insanın kendi vicdanının sesini dinlemesi gerektiğine dair sözü eleştirel düşünmeye, otonomiye ve politik sorumluluğa doğru atılmış iyi bir adımdır, ayrıca şiddetten uzak durma duruşu için de iyi bir formül olabilir. Kendi prensipleriyle tutarlı bir bağ içerisinde olmak için, ALF, öfkesi ne kadar haklı olursa olsun bu prensiplere bağlı kalmalı, hiç kimse ötekiler adına girişilen bu özgürlük mücadelesinde zarar görmemeli; hayvan özgürlüğü amacı uğruna sadece mal/mülk ve nesneler zarar görmeli. Coşkularına rağmen ALF üyeleri doktorları öldüren kürtaj karşıtları gibi değiller, büyük farklar da asla birleştirilmemeli.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">ALF diğer türleri savunan, “ilerici” hümanist filozoflar ve mücadeleler tarafından hak sahibi olarak sadece insan topluluklarının belirlendiği sınırlara meydan okuyan bir barış ve adalet hareketi olarak görülebilir. ALF hayvanlar için adalet talep ediyor; hayvanların böylece sadece ait oldukları tür nedeniyle ayrımcılığa uğramamasını, sömürülmemesini, yaralanmamasını ve öldürülmemesini istiyor. ALF hayvanlar aleminde barış için mücadele ediyor, böylece insan cinsinden olmayan türlerin kendi aileleriyle, yakınlarıyla, kendi cinsleriyle, kendi çevrelerinde insanların utanmadan onları maruz bıraktığı şiddetten ve acıdan uzakta yaşayabilmesini istiyor. ALF; yıkım, öfke, ve intikam ateşiyle yanan bir “nefret grubu” değil; ALF hayvanları ve dünyayı seven, insanların ve insan olmayan canlıların uyum içerisinde bir arada yaşayabildiği türden olumlu bir vizyona sahip insanlardan oluşuyor.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">ALF’in aktivist kapsamı hayvan refahı ve hayvan hakları arasında ciddi bir ayrım olduğunu gösteriyor, aynı ayrım hayvan hakları ve hayvan özgürlüğü arasında da var. Hayvan refahı pozisyonunu benimseyenler, hayvanların çektiği acıyı azaltmaya odaklanırlar; hayvan haklarını savunanlar ise acının tamamen sona erdirilmesini talep eder, daha büyük kafesler ve “insancıl davranışlar” değil, boş kafesler ve topyekûn özgürlük ister. Hayvan refahı felsefesi hayvanların meta konumunu kabul eder; ama hayvan hakları felsefesi hayvanların kendi hayatlarının özneleri olduğunu ve başkalarına ait olmadıklarına söyler. Hayvan refahı felsefesi insan ve insan türünden olmayan hayvanlar arasındaki ahlâki kopuşu güçlendirir ve insanların bir takım menfaatine uyduğu sürece hayvanların uygun şekilde kullanılmasına izin verirken, hayvan hakları teorisi ise; insanları ve insan türünden olmayan hayvanları ahlâken eşit bir düzleme yerleştirir ve insanlar ister faydalansın isterse faydalanmasın, hayvanların her türlü şekilde sömürülmesini reddeder. Açık olan şu ki; hayvan hakları ALF’in kendine rehber edindiği bir ahlâk felsefesidir; ama hayvan hakları çoğunlukla doğrudan eylem içermeyen bir yasal mücadeledir, hayvan özgürlüğü ise sömürücülerle net bir yüzleşme içerir.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">ALF taktikleri hayvanların esir tutulduğu binaların dışında düzenlenen gösterilerin ve protestoların ötelerine geçiyor, artık bu binalara yasa dışı bir şekilde giriliyor, orada esir tutulanlar gördükleri işkencelerden kurtarılıyorlar, o binalardaki acı ve ızdırap veren araçlar yok ediliyor. Eğitimin ve felsefenin değerini takdir ederken, legal kanallarda çalışırken, hayvanlar için uzun vadede faydalı olacak değişimler meydana getirebilmek için çabalarken ALF aktivistleri bir yandan da ânında eyleme geçerek mümkün olan en fazla sayıda tutsağı kurtarmak ve kendileriyle yardım edebilecekleri acı çeken hayvanlar arasındaki yasaları ve güvenlik sistemlerini çiğneyip geçmek zorunda hissediyorlar kendilerini. ALF için hayvanların özgürlük gibi temel bir hakkı var. Bu haklar insanların hayvanları korumasını da içeriyor.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><strong style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Steve Best</strong><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><strong style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">NOT:</strong><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;"> </span><em style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Teröristler mi Özgürlük Savaşçıları mı? kitabının giriş bölümü</em><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><strong style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Çeviri: CemC</strong></span>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-65867950723952956232012-02-11T16:24:00.000-08:002012-02-11T16:25:52.253-08:00ALF: İKİYÜZLÜLÜĞE KARŞI<em style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;"><strong style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-color: #444444; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;"><span style="color: #eeeeee;">“Devrimlerin gül suyuyla yapıldığını mı sanıyorsunuz?” Alain Chamfort</span></strong></em><br />
<span style="background-color: #444444;"><span style="color: #eeeeee;"><br />
</span></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">ALF’in iki farklı yüzü var: hapisanelere izinsiz olarak girerek hayvanları kurtaran ve serbest bırakan “iyilik dolu” yüzü ve bir de binaları ateşe veren, pencereleri kıran, araç gereçleri kullanılamaz hale getiren “kötülük dolu” yüzü. Halk ise sadece ALF’in iyilik dolu yüzüne sempati duyuyor; çünkü eşya/mal ve mülke zarar verilmesinin şiddet olduğuna inanıyor. Bir çok hayvan hakları aktivisti ALF’in her iki yönünü kucaklarken diğer aktivistler ise ALF’in esas mesajının özgürlükten sabotaj yapma şeklinde değiştiğini ve böylece aslında daha “şiddet dolu” bir yola saptığını düşünüyor. Aslında ALF her zaman hayvan özgürlüğü söz konusu olduğunda hem bu görüşlerin hem de bu yolların birbirinden ayrılmaz bir şekilde içiçe olduğunu düşünüyor. ALF’e göre hayvanlar kısa vadede sağlanabilecek en büyük fayda söz konusu olduğu sürece hem serbest bırakılmalı hem de kurtarılmalıdır; ama sabotaj uzun vadede hayvan sömürüsü endüstrilerine maksimum zararı vermeli ve gelecekte gerekebilecek özgürleştirmeleri önlemek ya da azaltmak için çabalamalıdır.</span><br />
<span style="background-color: #444444;"><span style="color: #eeeeee;"><br />
</span></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Ancak ALF daha fazla eşya/mal ve mülke zarar verdikçe halkın ALF’e daha fazla terörist gözüyle bakıp özgürlük savaşçısı olarak görmeyeceği argümanı ise medya ilişkileri, eğitim, kurtarma ve yardım eylemlerinee çok daha dikkat edilmesi anlamında bir uyarıda bulunuyor. Ancak kurtarma operasyonlarının sabotaja göre başarılmasının daha zor olduğu göz önüne alınınca ALF eylemlerinin sabotaj yönünde olacağını düşünebiliriz. Hayvan hakları ya da hayvan refahını savunanlar ALF’in özgürleştirme ve eşya/mal/mülk yıkımı eylemlerini kınarken ikiyüzlülük yapıyorlar.</span><br />
<span style="background-color: #444444;"><span style="color: #eeeeee;"><br />
</span></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bir insanın ya da insan türünden olmayan bir aile üyesinin hayatını kurtarmak için kim bir katilin kapısını kırmaz ya da şiddete başvurmaz? Binlerce deniz hayvanını, yunus ve kaplumbağaları yok etmek için okyanusa atılan ağları toplayan Paul Watson’ın eylemlerine kim gerçekten karşı çıkabilir? Kim yavru fokların kafasına inecek o metal sopaları fok katillerinin elinden almaz Watson gibi? Greenpeace hariç kim bir fok katilinin mal/mülk edinme hakkını masum bir fok balığının hayatta kalma hakkının üstünde olduğunu savunur ki? Kim ama kim her bir Nazi’yi öldüren ve karşılaştıkları her bir gaz odasını yakıp yıkan Yahudi direnişçilerde bir hata bulabilir? Eğer bu türden bir mücadeleye ve mal/mülk/eşyanın yıkımına destek veriyorsak neden ALF’e de destek vermeyelim? Bunun sebebi o zamanların 1940’larda kalması ama ALF’in bugün olması mı? O zaman Almanya’ydı şimdi ABD (ve tüm dünya) olduğu için mi? Bunun sebebi o zamanki eylemlerin insanları savunması ama ALF’in hayvanları savunması mı? Bunun sebebi yoksa ALF’i eleştirenlerin insanların lehine sabotaj eylemleri düzenleyen ama hayvanlar uğruna kılını kıpırdatmayan tür ayrımcısı insanlar olması mı? İnsanların en çok karşı çıktığı taktikler mi yoksa? Yoksa davanın kendisi mi? Yoksa seçmenler mi? Zamanımızın en temel ironilerinden birisi ise kapitalizmin sömürücü ve materyalist değerler sistemi içerisinde cansız nesnelerin, eşyaların hayattan daha kutsal olması mı? Canlı varlıkları ve doğayı yok etmek yasal ve çoğu kez etik olarak kabul edilebilir bir işgal biçimiyken hayvanları öldürmek ya da dünyayı yağmalamak adına kullanılan nesneleri paramparça etmek yasa dışı, ahlâk dışı ve hatta bir “terör” eylemi olarak görülüyor.</span><br />
<span style="background-color: #444444;"><span style="color: #eeeeee;"><br />
</span></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Mink çiftliği sahipleri iyi yurttaşlar ama; boyunları kırılmadan bu esir hayvanları serbest bırakanlara ekoterörist deniyor. Bireysel ya da tüzel mülk hakları ise hem dünyadan hem de hayvanlardan daha çok korunuyor, daha ayrıcalıklı, gezegendeki ortak mirasımızdan ve gelecek kuşakların refahından çok daha el üstünde tutuluyor. Devlet, Vatansever Yasası gibi yasal düzenlemelerle gaddar bir yönetim sergiliyor ama hayvan hakları ve radikal ekolojiyi savunanlar tehdit taktikleri kullandıkları için baskı altına alınıyorlar. Medyada, mahkemelerde, yasal düzenlemelerde ve şirket söylemlerinde ALF yasa dışı şekilde operasyonlar yürüten bir suç kuvveti olarak kınanıyor, oysa toplum büyük oranda şirketlerin ve devletin yasa dışı eylemlerini destekliyor.</span><br />
<span style="background-color: #444444;"><span style="color: #eeeeee;"><br />
</span></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Araştırma ve dirikesim laboratuarını ateşe vermek ise tilkilere anal yoldan elektrik vermekten ya da yarısı ölene dek hayvanların vücuduna kimyasal maddeler dolduran LD 50 testleri uygulamaktan çok daha iğrenç bulunuyor. Bir binanın yok olması, yağmur ormanlarının yok edilmesinden ya da türlerin dünyadan silinip gitmesinden çok daha önemli bulunuyor. Eleştiriler ALF’in şiddete başvurma olasılığı konusunda mızmızlanadursun devlet terörizmi, hayvan soykırımları ve küresel çapta bir çevre yıkımı karşısında sadece sessiz sessiz bekliyorlar. Ölüm tehditlerini kötülüyorlar ama ölümü değil. Aktivistlerin hayvanları sömürenlere uyguladığı baskıyı kınıyorlar ama eşkıyaların aktivistlere şiddet uygulamasını da destekliyorlar.</span><br />
<span style="background-color: #444444;"><span style="color: #eeeeee;"><br />
</span></span><br />
<span style="background-color: #444444; color: #eeeeee; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">İnsanları, hayvanları ve dünyayı sömürenler “bilim adamı”, “geliştirme uzmanı” veya “iş adamı” gibi etiketlerle onurlandırılırken iktidar sahiplerinin mülklerine saldırmaya cesaret edenlere ise “terörist” adı veriliyor. Burada çürümüş bir semantik oyunu dönüyor, iktidarı tekelleştirenler anlamı da tekelleştiriyor. Uygar pozu veren barbar bir topluma yayılmış olan ikiyüzlülükler, ironiler, yanıltmalar, yalanlar, çelişkiler, ahmaklıklar ise insanın zihnini uyuşturacak kadar çok. Bu Orwell tarzı dünyada- köleliğin özgürlük, savaşın barış olduğu dünyada, kereste şirketlerinin Sağlıklı Orman Restorasyonu Yasası adı altında ormanları yağmaladığı ve hükümetlerin Fok Balıklarını Koruma Yasası adı altında fok katliamları düzenlediği bir yerde mantık ve hakikati bulmak zor. Şiddetle kınanması gereken şey ALF’in taktikleri değil, hayvanları böylesine şeytani bir kötülükle sömüren endüstriler, menfaatlerini kurumlaştıran yasal sistemler, hayvan haklarını karalayan medya pislikleri ve bütün tımarhaneyi yöneten devletlerdir.</span><br />
<span style="background-color: #444444;"><span style="color: #eeeeee;"><br />
</span></span><br />
<span style="background-color: #444444;"><span style="color: #eeeeee;"><strong style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Dr. Steve Best<br />
<br />
<em style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">*Kitabın giriş kısmını devamı...</em><br />
<br />
Çeviri: </strong><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">CemC</span></span></span>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-15319530053612813072012-02-11T16:18:00.000-08:002012-02-11T16:19:05.325-08:00ALF: DOĞRUDAN EYLEM VE DEMOKRASİ<div class="headline" style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; overflow-x: hidden; overflow-y: hidden; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;"><span style="font-family: Georgia, 'Times New Roman', Times, serif;"><span style="color: #eeeeee; font-size: 31px;"><b style="background-color: #444444;"><br />
</b></span></span></div><div style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 1em; margin-top: 1em; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;"><a href="http://www.politicalmediareview.org/wp-content/uploads/2009/02/51HHWR2TTVL__SL500_.jpg" style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; cursor: pointer; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: none; outline-width: initial; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-decoration: none; vertical-align: baseline;" target="_blank"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><img border="0" height="224" src="http://www.politicalmediareview.org/wp-content/uploads/2009/02/51HHWR2TTVL__SL500_.jpg" style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-color: initial; border-color: initial; border-image: initial; border-left-color: black; border-right-color: black; border-style: initial; border-top-color: black; border-top-style: solid; border-width: initial; float: right; margin-bottom: 5px; margin-left: 5px; margin-right: 5px; margin-top: 5px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-decoration: none; vertical-align: baseline;" width="149" />İktidar karşılığında bir şey talep etmeden hiçbir şey vermez. Hiçbir zaman vermedi, hiçbir zaman vermeyecek.</span></b></a><br />
<strong style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;"><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Frederick Douglass</span></strong><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Doğru şey için bile olsa oy kullanmak aslında o şey için hiç bir şey yapmamak demektir. Sadece herşeyin olduğu gibi devam etmesi konusundaki arzunuzu zayıf bir biçimde ifade ediyorsunuzdur. Akıllı bir akıl hakkını ne şansın merhametine bırakır ne de çoğunluğun iktidarı yoluyla üstün olmasını ister.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<strong style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;"><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Henry David Thoreau</span></strong><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Doğrudan eylem her zaman arbeden çıkarandır, herşeyi başlatandır, işte bütün bu kargaşa sayesinde hiç birşeyi umursamayanlar, baskının artık hoş görülemez bir boyut aldığını farketmeye başlar.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Voltairine deCleyre</span> (1866-1912) Amerikalı anarşist ve feminist yazar</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Her zaman yasalara boyun eğdik. Bir yasaya şahsen katılmasanız bile ona gene de uyarsınız. Yoksa hayat kaosa dönüşürdü.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Gertrude Scholtz</span>-Klink/Adolf Hitler’e Bağlı Kadınlar Bürosu Yöneticisi</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">ALF’in taktiklerini kınamaya can atan herkesin bir tarih dersine ve mantıksal tutarlılık testine ihtiyacı var. Özellikle günümüzdeki savaş ve terörizm histerisi arasında ABD’nin sadece İngiltere ile savaşarak değil, bir takım sivil itaatsizlik eylemleriyle, meselâ mal/mülk/eşya yıkımına başvurarak bağımsızlığını kazandığını unutmak kolay olabilir. Boston Çay Partisi örneğinde açık seçik ortaya konduğu gibi, 1773 yılında Sons of Liberty adındaki yeraltı grubunun 50 üyesi 342 çuval İngiliz çayını Boston limanında çaya konan yüksek vergiyi ve genel anlamda İngiliz tiranlığını protesto etmek için döktüğünde koloniler İngilizlerin iktidarını yıkmak ve yeni doğan ulusun iradesini güçlendirmek adına sabotaj taktiklerine başvurdu. John Adams, bu tür “terörizm örneklerinde bir yücelik, bir meziyet ve üstünlük olduğunu ve vatanseverlerin bu tür çabalarına büyük hayranlık duyduğunu” söyler.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Anlamsız bir vandalizm eylemi olmayan mal/mülk/eşya yıkımı, adalet için meşru bir haykırış olup bu amaca yönelik güçlü bir araçtı da aynı zamanda. Sivil itaatsizlik ve sabotaj bir çok modern özgürlük mücadelesinde katalizör görevi görmüştür. James Goodman’ın son derece esaslı bir şekilde söylediği gibi Batı liberal demokrasisinin bütün mabedi- demokratik haklardan temsili parlamentoya ve özgürlük konuşmalarına dek- hepsi işte daha önceden hayata geçirilmiş bu sivil itaatsizlik eylemlerine dayanır. Amerikalı sömürge karşıtları 1770’lerde “temsil olmadan vergi yok” diye bağırıyordu; 1780’lerdeki Fransız devrimciler “özgürlük, eşitlik, dayanışma” diyordu; 1900’lerde “kadınlar için oy hakkı” isteyen Sufrajeler; 1920’lerde öz yönetim hakkı isteyen Gandi tarzı sivil itaatsizlik; işte bunların her biri sivil itaatsizlik hareketleriydi ve bugün içinde yaşadığımız politik geleneğe şekil verdi.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Boston Çay Partisi’nden Underground Railroad’a, sufrajelerden insan hakları hareketine; Vietnam Savaşı direnişinden Seattle Meydan Savaşı’na dek ABD tarihindeki büyük mücadeleler daima yasa dışı doğrudan eylem taktiklerine başvurmuştur- bazen de şiddete- böylece insan hakları ve özgürlükleri adına tarihsel devinimi geliştirmiştir. Özgürlük adına muhalefet, protesto, mal/mülk/eşya yıkımı ve sivil itaatsizlik kadar Amerikalı ve yurtsever olan çok az şey vardır. Doğa kanunlarının pastoral bir geleneği olarak modern yurttaşların Aklı’yla yön verip dünyaya barışçıl yöntemlerle ve ağır ağır İyilik ve Adalet getireceği tarzında bir çatlak olmaktan çok, hayvan ve dünya özgürlük hareketleri Amerikan hak, demokrasi, sivil itaatsizlik ve doğrudan eylem kültürünün bir devamıdır, bunların hepsi daha geniş bir kapsam yaratmak adına mücadeleyi genişletirler. Amerikan tarihinin iki ana politik geleneği vardır. Birincisi; yurttaşların ihtiyaçlarını ve isteklerini seçilmiş yerel ve devlet yetkililerine ifade ettiği ve bu görevlilerin tek işlevinin politik ve legal sistemde bu yurttaşları “temsil” etmek olduğu türden bir “temsili demokrasi” tarzında “dolaylı” bir sistemdir. Sistemin “çıktı”sı-yani yasalar- halkın iradesi ve menfaatleri olan “girdi”yi yansıtır. Liberal demokrasiye dair bu kartondan imge nesilden nesile okul kitaplarında, devletçilerin ve medyanın söylemlerinde tekrar tekrar üretilmiştir, güçlü ekonomik ve politik güçlerin aslında resmi görevlileri kendilerinden yana çektikleri gerçeği tarafından geçersizleştirilir, bu resmi görevliler çoğunluğun değil aslında elitlerin çıkarlarını temsil ederler. Devletin birbiriyle rekabet halindeki menfaatlerin arasını bulmaya çalışan nötr bir güç olmayıp aslında ekonomik ve politik elitlerin çıkarlarını daha da genişletmeye çalıştığının idrak edilmesiyle beraber ikinci türden bir doğrudan eylem politik geleneği ortaya çıktı.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Doğrudan eylemi savunanlar temsili demokrasinin dolaylı sisteminin para, iktidar, kronizm, ve ayrıcalıklar tarafından artık tersine çevrilemeyecek bir şekilde çürüdüğünü öne sürüyorlar. Tarihten alınan dersleri gözönüne alan doğrudan aktivistler kimsenin sadece eğitim, moral ikna, politik kampanyalar, gösteriler ya da başka türden ana akım, legal ya da yeraltı özelliği taşımayan eylemlere başvurarak özgürlüğü kazanamayacağını öne sürüyor. Bu yüzden doğrudan eylem hareketleri, meydan okudukları sosyal iktidar figürleriyle doğrudan yüzleşmek adına devlete etki edebilmek adına daha önceden onaylanmış türden eforların hepsini es geçer. Dolaylı eylemler pasifliği ve değişim yaratmak adına başkalarına bağımlılığı öne plana çıkarırken, doğrudan eylem hem daha müdahil hem de daha kuvvet veren türden bir nitelik taşır. Voltairine de Cleyre’nin sözleriyle söylemek gerekirse, “dolaylı eyleme saplanıp kalmanın kötülüğü küçük sonuçlar elde etmeye kıyasla çok daha büyüktür. Asıl kötülük, dolaylı eylemin insiyatifi yok etmesi, bireysel isyankâr ruhunu bastırması ve insanlara kendileri adına yapmaları gereken şeyler konusunda başkalarına güvenmeyi öğretmesi. İnsanlar kendi güçlerinin oy kullanmakta olmadığını anlamalı, insanların gücü üretimi durdurabilmelerinde yatıyor.”</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Doğrudan eylem taktikleri; grevlerden boykotlara, oturma eylemlerine, web sitelerini hacklemeye, e-posta ve telefonla rahatsız etmeye, evlerde gösteriler düzenlemeye ve kundaklamalara, bombalama eylemleri ve cinayete kadar uzanabilir. Doğrudan eylem örneğin bir dirikesimciye karşı yapılan gösterilerde olduğu gibi legal nitelikte olabilir, ya da Mohandas Gandi ve Martin Luther King Jr.’da olduğu gibi sivil itaatsizlik eylemleri anlamında illegal özellikler taşıyabilir. İllegal doğrudan eylemler ise hem şiddet içerebilir hem de şiddet içermeyebilir, şahsa ait mal/mülk/eşyaya ilişmediği gibi bunları yok da edebilir. Doğrudan eyleme muhalif olanlar illegal eylemleri çoğu kez yasalara karşı geldiğini öne sürerek sivil itaatsizliği de politik düzene karşı bir tehdit olarak görmektedirler.</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
</span></b><br />
<b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Diğer şeylerle beraber, bu perspektif söz konusu sistemin meşru bir sistem olduğunu ve geliştirilemeyeceğini önkabulle hareket etmektedir. Doğrudan eylemcileri yasa prensiplerine saygı göstermeyen insanlar olarak sunmaktadır, oysa bu insanlar yasanın ruhuna, onun etik ve adaletle olan bağına politik düzeni fetişleştirenlere kıyasla çok daha hürmetle bakıyor. Dahası, bu argüman ALF ve ELF örneklerinde olduğu gibi doğrudan eylemi savunanların devletleri ve legal sistemleri özerk olup merkezî bir yapı taşımayan toplulukların etik özüyle değiştirmek isteyen anarşistler olduğunu da anlayamıyor. Yaklaşımları ne olursa olsun, doğrudan eylemi savunanlar bir legal sisteme körü körüne bir bağlılığı reddeder. Karl Marx’tan bir alıntı yapmamız gerekirse; yasalar halkın afyonudur, yasalara ve sosyal kurallara körü körüne itaat etmek çok az bir direniş gösteren Alman Yahudileri ölüme yollamıştır. Çoğu kez, legal sistemler aslında geciktirme, oyalama ve sulandırma taktikleriyle muhalefeti yutmak ve felç yaratmak isten bir Bizans yapısıdır aslında.</span></b><br />
<strong style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;"><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;"><br />
Dr. Steve Best<br />
<br />
<em style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">(kitabın giriş kısmından devam..)</em><br />
<br />
Çeviri: CemC<br />
<br />
Kaynak: <a href="http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2012/01/18/alf-dogrudan-eylem-ve-demokrasi/" style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; cursor: pointer; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: none; outline-width: initial; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-decoration: none; vertical-align: baseline;" target="_blank">Hayvan Özgürlüğü Hareketi ve Felsefesi</a></span></strong></div>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-30753219971793690222012-02-11T16:03:00.000-08:002012-02-11T16:09:25.704-08:00ALF' e '' İLKESEL'' BİR ELEŞTİRİ<b style="background-color: #444444;"><span style="color: #eeeeee;"><em style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Esas mesele uç noktalarda olup olmayacağımız değil, ne türden uç insanlar olacağımız. Hem ulus hem de dünya yaratıcı sivri insanlara büyük ihtiyaç duyuyor.</em><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Martin Luther King, Jr.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Eğer ALF “aşırı” taktikler kullanıyorsa, bunun sebebi hayvanlara yapılan kötülüğün de ekstrem olması ve yasaların hayvanları sömürenler tarafından ortaya konan soykırımı koruduğu koşullar altında acil ölçülerin ele alınmayı gerektirmesidir. Devletten gelen baskının sürekli artması ve hayvan/dünya özgürlüğü eylemlerine yönelik cezaların çoğalmasına rağmen, bugünün gerilla savaşçıları ne geri adım atıyorlar ne de tehdide pabuç bırakıyorlar. Kuzey Amerika ALF Basın Odası sözcüsü “ALF ve ELF’i durdurmanın tek yolu, keyfini süren toplumumuzun bu insanları böyle dramatik eylemleri hayata geçirmeye mecbur eden konularla ciddi olarak yüzleşmesidir, görünüşe göre bunun pek de gerçekleşmediğini söyleyebiliriz” diyor. İster hareketi destekleyenler isterse muhalif olanlar tarafından dile getirilsin, ALF taktiklerine yönelik iki ortak eleştiri bulunuyor, bunlardan birincisine “ilkesel” veya “içsel” eleştiriler diyeceğiz, ikinci eleştiri türüne ise “pragmatik” veya “dışsal” itirazlar adını veriyoruz. İlkesel eleştiri, mal/mülk/eşya yıkımının etik doğasını incelerken (yani eylem doğru mu, yanlış mı? diye sorarken) pragmatik eleştiri ise sabotaj taktiklerinin dışsal sonuçlarını inceler (yani sabotaj eylemleri harekete yardım mı etmektedir yoksa hareketin önüne engeller mi çıkarmaktadır diye sorar).</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">İlkesel ve pragmatik eleştiriler arasındaki ayrım ise analitik bir öz taşıyor, bazen art niyetlilerin her iki eleştiriyi de tek bir eleştiri olarak ortaya koyduğunu görebiliriz. İlkesel itirazı dile getirenler genelde mal/mülk/eşya yıkımını şiddet olarak isimlendiriyor ve bu temele dayanarak içsel anlamda yanlış olduğunu öne sürüyor. Onların argümanı klasik uslamlama formuna başvuruyor:</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">a- mal/mülk/eşya yıkımı şiddete başvurmaktır,<br />
<br />
b- şiddet her zaman yanlıştır,<br />
<br />
c- bu yüzden mal/mülk/eşya yıkımı yanlıştır.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bu eleştirilerde “şiddet” derken tam olarak ne demek istiyorlar nadiren bunu tanımlarlar, dogmatik olarak Gandi ve King’in pasifist pozisyonlarına tutunur, şiddetin her zaman yanlış olduğunu ve politik anlamda özgürlük sağlamadığı gibi niteliksiz evrensel yargılarda bulunurlar. ALF’e karşı olanlar hayvan hakları hareketinin şiddete başvurmama değerlerine dayandığını ve şiddet içeren taktiklerin de bu değerlerle çeliştiğini öne sürüyor. Sonuçta, ALF ve SHAC gibi grupların hareketin moral avantajını tehlikeye attığını söylüyorlar, bu durumun en iyi örneği hukuksal değişimler yaratmak amacıyla yapılan etik ikna ve eğitim çabalarıdır.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bazı insanlar illegal doğrudan eylemlere dair çabaları eleştirebilir, başka insanlar da mal/mülk/eşya yıkımına itiraz ederken açık kurtarma gibi illegal doğrudan eylemlere destek verebilirler. ALF’e karşı olanlara göre hayvan hakları adına şiddete başvuranlar aslında karşı çıktıkları aynı kafa yapısına yenik düşüp yıkıcı sosyal dinamikleri yeniden üretmektedir. Amaç araçları meşrulaştırmaz, aslında amaç araçlarda yansıtılmalıdır. Bu argüman Gandi’nin “talep ettiğiniz o değişimin kendisi olun” sözlerinde özetlenebilir. İlkesel yaklaşımı eleştirenler illegal eylemlerin ve”şiddet”in davalarını destekleyen mantıksal argümanlar için gereksiz olduğunu söylüyor. Örneğin Peter Singer “hayvan özgürlüğü”nün haklı bir dava olduğunu söylüyor, ama “şiddetten uzak durduğu sürece”. Şiddet daha çok şiddete sebep olur diyerek hayvan özgürlükçülerinin nefretten, öfkeden ve intikam alma arzusundan uzak tutmak anlamında Gandi ve King’e özenmesini salık veriyor.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Singer doğrudan eylemin ancak diğer taktikler bir sonuç vermeyince ve halkın hayvanların içinde bulunduğu felaketi anlamasını sağlayacak türden ekstrem hayvan istismarlarına dair kanıtları ortaya çıkardığında etkili olabileceğini düşünüyor. Adil ve etkili bir baskın eylemine örnek olarak ALF’in Pennsylvania Üniversitesi’ndeki kafa yaralanmaları araştırma laboratuarına izinsiz olarak girişini veriyor, bu eylem sonucunda halkın asla görmemesi gereken bir gerçek ortaya çıktı. Singer hayvan acısını azaltmak ya da sona erdirmek için “toplumumuzdaki akıl sahibi insanların bakış açılarını değiştirmeliyiz…” diyor. “Hayvan Özgürlüğü davasının gücü onun etik bağlılığıdır; yüksek bir ahlâki düzeyi işgal ediyoruz, burayı terketmek demek bize karşı çıkanlara koz verme demektir… diğer türleri maruz bıraktığımız yanlışlıklara bir kez tanık olunduktan sonra bunlar asla inkâr edilemez, zaferimizin görüntüsü bombalarımızın korkularında değil davamızın haklılığında yatıyor”. Eğitim ve etik argümanlar değişim potansiyeli taşırlar gerçekten. Bir çok durumda argümanlar –özellikle de hayvan acısını gösteren güçlü görüntülerle beraber bulunuyorsa- aklı başında, açık fikirli ve nazik insanları- umursamayan değil, bilmeyen insanları ikna edebilir. Tutkulu ve güzel konuşan hayvan hakları eğitmenleri, meselâ Gary Yourofsky gibi insanlar bir çok insanın hem düşüncelerini hem de hayatını değiştirdi. Gerçekten de Steve Hindi, Don Barnes ve Howard Lyman gibi insanlar eskiden avcı, dirikesimci ve çiftlik sahipleriydi, bu insanlar eğitim yoluyla derin uyanış yaşadılar ve dönüşüm geçirdiler.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Dahası; hareket, yeni ve güçlü eğitim, iletişim ve kanun araçları yaratmaya devam ediyor; çünkü anaakım paradigma içerisinde daha fazla şey yapılabilir, ve bu yaklaşımı savunanlar hayvanlara zulmedenlerle ve halkla daha saygılı bir diyaloğa uzanan kapıların hemen kapatılmamasını öne sürüyorlar. Singer ve diğerleri “mantıklı insanların akıllarına” saygıyla yaklaşsalar bile ALF bu insanların çoğunun mantıksız, dar görüşlü insanlar olduğunu öne sürüp akıl ve ikna gücünün bu yüzden yetersiz kaldığını söylüyor. Endüstrilerin ve devletin, hayvanlar adına adaletin gerçekleşmesi talebine hem kurumsal hem de parasal anlamda güçlü itirazları var, bu yüzden ikna ya da eğitimle değişim yaratılması çok güç. Hukuk ve eğitim yolunu bir mücadelenin yegâne yolu olarak öne çıkaranlar; insan psikolojisini hakimiyet altına almış irrasyonel güçleri, işkence edip öldürmekten kaynaklı sadistçe zevkleri, insanların değişime ve nahoş gelen realitelere karşı direnmek adına kullandığı derin psikolojik mekanizmaları; hayvanların çektiği muazzam ızdırapları görmezden gelmelerine izin veren gruplara ayırıp psikolojik olarak kopma mekanizmalarını, hayvanları sömürmekle elde ettikleri çıkarları ve dünyanın efendileri olmak adına yaratıldıklarına inandıkları bir türün üyeleri olarak kimliklerini hafife alan rasyonalist bir inancın dışavurumunu yapıyorlar.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Semantik Bataklıklar: “Şiddet” ve “Terörizm”i Tanımlamak</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><em style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">ALF hiç kimseyi öldürmemiş olan tuhaf bir terörist oluşum.</em><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">The Observer</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">ALF’i sarmalayan en önemli tartışma ise ALF eylemlerinin şiddet barınıp barındırmağı ve ALF’in terörist olup olmadığı üzerine. Yapıcı bir şekilde bu sorulara cevap vermeden önce terimleri doğru şekilde tanımlamak önemli; ancak eleştiri yapanların çoğu bunu nadiren yapıyorlar, yaptıkları zamanlarda da tanımları kusurlu, önyargılı, taraflı, tutarsız ve politik temelli oluyor. Tanımlar belirsiz olduğu için sözlükler genelde tanımlara başlamak için sorunlu bir yer oluyor.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Ama eğer sözlüklere başvurursak o zaman sözlüklerin şiddet sözcüğünü geniş şekilde tanımladığını görüyoruz; mesela “şiddet içerikli” bir eylem, “ yaralamak ya da istismar etme amacıyla fiziksel kuvvetin kullanılması” gibi bir içerik taşıyor, ya da “istismar etme, zarar verme, ihlal etme amacı taşıyor”. “yara”, ya da “istismar” gibi kelimelerin kendileri de net tanımlar gerektirir, sözlüklerse örneğin şiddetin sadece canlı varlıklara mı yoksa nesne ve eşyalara da mı uygulandığında şiddet sayıldığına dair bir şey belirtmiyor- bu da illegal doğrudan eylemleri gerçekleştiren hayvan özgürlüğü mücadelesi tartışmalarında önemli bir konu.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Hemen bazı sorular geliyor akla: mal/mülk/eşyaya verilen zarar da şiddet midir, yoksa bu terimin anlamını bozacak bir şekilde mi kullanılmaktadır? Eğer mal/mülk/eşya yıkımı yasal olarak şiddet ismiyle anılabilir ve bu sebeple ALF şiddete başvuran bir organizasyon olarak değerlendirilirse , o zaman şiddet her zaman yanlış mıdır? Yoksa insan ve insan cinsinden olmayan hayvanlar adına yapılan savunma amaçlı şiddet barındıran eylemlerin meşru ve gerekli olduğu zamanlar da var mıdır? “Şiddet”e dair mantıklı bir tanımlama, bir bireyin ya da bir grubun bir diğer bireye ya da gruba karşı bedenlere fiziksel zarar vermeyi hatta ölümle sonuçlanan zararlar vermeyi amaçlayan kasti davranışları olarak ortaya konulabilir. “Kasıtlı” kelimesi önemli. Eğer birisi amaçlı bir şekilde, irade göstererek başka bir kişiye fiziksel zarar vermeyi istiyorsa, işte bu şiddettir, ama eğer bunu düşünmeden ya da hatayla yapıyorsa o zaman şiddet değildir. Eğer öfke dolu birisi kasıtlı olarak bir başka insanı silahla vuruyor ya da üzerinden arabasıyla geçiyorsa o kişi şiddet içeren bir eylemde bulunmuştur, ama eğer silah kazayla ateş almışsa ya da sürücü uykuya dalmışsa o zaman bir kaza veya ihmal söz konusudur (ancak ölüm, yaralanma ve kan akması gibi “şiddet barındıran” sonuçları olabilir). Fiziksel zarar vermeden de başkalarını incitmenin, yaralamanın veya istismar etmenin bir sürü yolu var, bu yüzden şiddet kavramı daha geniş bir tanımlama gerektiriyor olabilir. Şiddet fiziksel yaralanmalarla beraber kasıtlı psikolojik yaralamalar da içerebilir, ev içinde yaşanan sözel istismarları bu noktada düşünebiliriz.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Sözle zarar verme bir insana fiziksel saldırıdan çok daha fazla zarar verebilir, ayrıca bir çeşit şiddet biçimi olarak meşru bir hâl alabilir. Bir insan ayrıca kasıtlı olarak onun adına zarar verme niyetiyle birisini yaralayabilir, şöhretini, mesleğini tehlikeye atabilir ama elbette burada “şiddet” sözcüğü söz konusu türden zararı tanımlamak için en uygun sözcük mü, tartışmaya açık. Eğer şiddet bir insan öznesine kasıtlı olarak fiziksel ya da psikolojik zarar vermeyi içeriyorsa o zaman aynı tanımı insan olmayan öznelere de eşit olarak uygulayabiliriz.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Peter Singer ,” acı çekmek söz konusu olduğunda, hayvanlar ve biz eşitiz” diyor. Şüphesiz, insanlar hayvanlara karşı insanı hasta edecek pratiklerle şiddet uygulayabilirler, uyguluyorlar; buna damgalama, diş çekme, gaga koparma, hadım etme, esir etme, dövme, tuzaklarla yakalama, tüfekle-silahla vurma, canlı canlı haşlama, yakma, kör etme, kimyasal maddelerle zehirleme, elektrik vererek öldürme, derisini yüzme veya vücudunu parçalara ayırma eylemleri de dahil, bunların her birisi hayvanlar canlıyken ve bilinci yerindeyken yapılıyor. Toplum insan cinsinden olmayan hayvanları da sentient (bilinç ve duyarlık sahibi) varlıklar, kasıtlı bir kötülükle travmatize edilebilen ve aynen insan cinsinden hayvanlar gibi acı çekebilen, sadece fiziksel değil psikolojik olarak da acıyı yaşayabilen kompleks hayat özneleri olarak tanımlayarak tür ayrımcısı önyargılarını bir kenara koyduğunda işte o zaman hayvanlara kasıtlı olarak artık hangi sebeplerle ise zarar verenlerin şiddet uygulayan caniler olduğunu söylemek mantıklı bir sonuç olur.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Şiddet terörizmle bağlantılı olduğundan- günümüzün en çok istismar edilen terimi- şu soruyu da sormamız gerekiyor: terörizm nedir? Bir hareket şiddete başvursa da terörist olmayabilir mi? ALF “terörist” bir organizasyon mudur yoksa terörist karşıtı bir direniş gücü müdür? Bu çatışmada hayvan endüstrileri ve onları savunan devlet mi yoksa gerçek teröristlerdir?</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Şiddet ve terörizme dair geçerli tanımların insanların hayvanları maruz bıraktığı acıları da kapsaması gerekmez mi, oysa sözcüğün genel olarak kullanılma biçimi hayvanlara yönelik bu barbarlığı görmezden gelirken böylesine şeytani bir kötülüğü protesto eden aktivistleri hedef alıyor. Eğer toplum şiddet ve terörizm hakkında tür ayrımcısı olmayan tanımlar kullansaydı, hem insan hem de insan cinsinden olmayan canlıları bir hayatın öznesi olarak kabul edip hürmet gösteren tanımlara başvursaydı, o zaman terörizme karşı gösterilen tepkiler yaralanma veya hayat kaybını, çevre yıkımını önlemeye çalışan aktivistlerden kayarak endüstrilere ve kan akmasından, işkenceden ve yıkımdan para kazanan insanlara yönelecekti. “Eko-terörist” diye ortalığı yıkanlar aslında şiddet ve cinayetten en çok para kazananlardır, hayata karşı işledikleri suçları başkalarını suçlayarak gizlemeye çalışanlardır.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Peki Gandi, Martin Luther King, Jr., ve hayvan hakları hareketi içinde ve dışında ALF’i eleştirenleri kabul edip şiddet kavramını mal/mülk/eşya yıkımını da kapsayacak şekilde genişletsek ne olur? Kavram gene de mantıken tutarlı mıdır, yoksa tanımsal sınırları aşmış durumda mıyızdır? Bir insan nasıl olur da hiçbir farkındalığı olmayan ya da acı hissetmeyen bir şeyi- mesela bir kamyonu, bir laboratuarı veya bir kürk çiftliğini- “incitebilir”, “yaralayabilir”, onu “istismar edebilir”? Bunu yapamaz- ancak saldırıda bir insan ya da başka bir hayvan dolaylı olarak bulunuyorsa, o ayrı elbette.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Sabotaj şiddettir” diyenler şiddetin a-)eylemin kendisinde olduğunu ve b-)eylemin hedef insanlarda yarattığı etkide bulunduğunu söylüyor. Öncelikle, mal/mülk/eşya yıkımı eyleminde nesneler yakılır, kırılır, kullanılamaz hale getirilir. Öfke, agresyon, nefret ve düşmanlık hisleri baskındır, sükûnet, huzur, sevgi ve şefkat değil. Eğer bu şiddetse o zaman şiddet tanımını okyanusların, nehirlerin, otlakların, dağların, ormanların ve her türden ekosistemin şirketler tarafından yıkıma uğratılmasını da terörizm ve şiddet tanımına eklemeliyiz; çünkü bu varlıkların bütünlüğü ve huzuru bozulmuş durumda, sevgi sözcüğünün bu varlıkların maruz bırakıldığı yağmayla alâkası yok.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">İkinci olarak; mal/mülk/eşyayı yıkarak aktivistler o metalara sahip olanlara ya da onda çıkarı olanlara bir çeşit zarar vermektedir; evleri, arabaları veya ofisleri zarar gören insanlar acı, endişe, korku ve travma yaşarlar. İşleri, çevreleri, kariyerleri mahvolabilir; psikolojik, duygusal, ekonomik ve profesyonel olarak ve akla gelebilecek diğer şekillerde zarar görebilirler. Bu tür bir akıl yürütmeden yola çıkarak mal/mülk/eşya yıkmanın şiddet olduğu sonucuna varılabilir. Eğer sabotaj şiddetse endüstrilerin endüstriyel kapitalizmin tür ayrımcısı Gulaglarında, fabrikalarında, ölüm tarlalarında/denizlerinde hayvanları maruz bıraktığı şeylerle karşılaştırıldığında bu şiddetin lafı bile edilemez. Hayvan özgürlükçüleri haklı olarak evlerin önünde yapılan gösteriler, özgürleştirmeler ve mal/mülk/eşya yıkımından dolayı kıyamet koparanların milyarlarca hayvanın her yıl gıda, moda, spor, eğlence ve bilim adına işkence görüp öldürülmesinin bariz şiddeti karşısında sessiz kalmasının ironik uyuşmazlığının altını çiziyorlar. Ahlâki öfkenin doğru bir perspektife sahip olması önemlidir.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Motivasyona ve eyleme dayanarak eşyalara yönelik zarar verici kasıtlı eylemlerin vandalizm olduğunu söyleyebilir bazıları, ya da hırsızlık ya da tahrif etme de denebilir buna, ama şiddet denemez. Hayvan özgürlüğü bağlamında ise mal/mülk/eşya yıkımınına vandalizm denemez, vandalizmde net bir holiganizm ve soylu bir etik mücadele eksikliği söz konusudur; hayvan özgürlüğünde mal/mülk/eşyalara zarar vermek haklı bir dava uğruna yıkım yapmaktır- ilkesel bir sabotaj eylemidir. ALF, amaçların araçları meşrulaştırdığına inanıyor; eğer mal/mülk/eşya yıkımı kötülükse, o zaman yok etmeyi ve ortadan kaldırmayı amaçladığı kötülüğe kıyasla çok daha az oranda bir kötülüktür. Sert pasifizm kendi kendini mağlup eden bir pozisyondur. Paul Watson (kendisi mal/mülk/eşya yıkımının şiddet olduğu argümanını kabul eder) şöyle söylüyor;</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">“Şiddete başvurmamak aslında insanlara, hayvanlara ve çevreye yönelik şiddetin sürdürülmesine izin vermektir. Buradaki ikilem ise şu: kendi adımıza şiddetten kaçınırsak, o zaman çoğu kez üstü kapalı olarak diğerlerine şiddet uygulanmasına izin vermiş oluruz, o zaman bu insanlar kendilerine direnç gösterilene dek meselelerini şiddetle çözmekte özgür olurlar. Bazen, etkili adımlar atılabilsin diye bir noktayı dramatize etmek adına şiddet içeren eylemlerde bulunmak gereklidir. Ancak bu tür bir şiddet asla yaşayan bir varlığa yöneltilmemelidir. Mal/mülk/eşyaya karşı EVET. Ama bir hayata karşı ASLA.”</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Sabotajcıları “şiddet uyguladıkları” için kınayanlar onların “terörist” olduğu sonucuna ulaşıyorlar bir hamlede, bu arada iki terim arasındaki farkı anlamıyorlar, insanların meşru müdafaadan “adil bir savaş”a dek uzanan ahlâken meşru yollarda şiddete başvurabileceğini idrak edemiyorlar. “Terörizm”in geçerli bir tanımında ise en az 3 spesifik koşulun bulunması gerekiyor: 1-fiziksel şiddete kasti olarak başvurmak,2-masum insanlara karşı yöneltilmek, 3-bir bireyin, şirketin ya da devletin/hükümetin ideolojik, politik veya ekonomik koşulları için uygulanmak.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Kurbanın aklında korku(terör) yaratma amacı terörizmin gerekli bir koşulu olarak görülebilir; ama bir yanlışı ortaya koymak adına fiziksel hasar vermekten ayrı tutulmak için yeterli bir koşul değildir. Devlet terörünü görmezden gelmenin yanında, varolan tanımlardaki eksiklerden birisi de tür terörizmidir, tür terörizminde masum kurbanlar insanlar ve hayvan sömürü endüstrileri tarafından her yıl işkence görüp katledilen milyarlarca hayvandır. Aynen insan cinsinden hayvanlar gibi, insan cinsinden olmayan hayvanlar da terörizmin işkencesini, acısını ve travmasını yaşarlar; hayvanlar insan değildir; ama bireydir.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Eğer mal/mülk/eşya yıkımı şiddetse bile bunun terörizm olduğunu söyleyemeyiz, çünkü haklı bir savaşta hayvanları kurtarmak adına malk/mülk/eşya yıkımı sıradan vatandaşlardan uzak durmakta ve sadece hayvanları ve dünyayı sömüren endüstrilerin yöneticilerini vb. hedef almaktadır, ayrıca fiziksel olarak bu insanlara zarar dahi vermemektedir.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Başka bir geniş tanımı kullanırsak, “terörist” bir başkasının zihninde panik ya da korku hissi oluşmasına neden olan kişidir. SHAC, psikolojik harp veya “psikolojik terörizm” kullanan özgürlük askerlerinin net bir örneğidir. HLS’i yenmek için SHAC üyeleri ev gösterilerinden faks ve e-posta hatta telefon bombardımanına dek taciz ve cezalandırma taktiklerine başvuruyor, bunu yaparak HLS adına çalışan sorumlu yöneticiler ya da onların destekçi şirketlerine (muhasebe firmaları, hizmetli servisleri, yiyecek servisleri vd.)yönelik eziyetler yapıyorlar. Eğer “terörizm” tanımımız başkalarının zihinlerinde korku veya endişe yaratmaya yönelik bilinçli çabalarsa (terörizm için yeterli bir koşul) o zaman SHAC bir çeşit “terörist” bir organizasyondur- ama o zaman Vergi Tahsil Hizmetleri için de öyle denebilir. Aslında, toplum içsel olarak çelişkilere gömülü olduğu, birbiriyle rekabet eden amaçlar ve antagonistik bakış açıları arasındaki gerilimlerle dolup taştığı için, politik mücadele çoğu kez bir anlamda birilerine zarar verip başkalarında korku yaratma eylemleriyle doludur.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">İkilemler ve Dil Politikası</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><em style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Zamanımızda politik konuşmalar ve yazılar çoğunlukla savunulamaz olanın savunulması üzerine kurulu.</em><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">George Orwell</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Nesnelerin yok edilmesi eylemi eğer argümanın öne sürdüğü ilkeler en başından itibaren netse bir şiddet biçimi olarak görülebilir; ama bu ilkeler sağlam değiller, bu tanım insanı oldukça gri bir alana götürüyor; bu gri alanın potansiyel olarak oldukça sorunlu sonuçları vardır. Öncelikle, “şiddet” tanımını pencereleri, binaları, laboratuar ekipmanlarını ve nesneleri içerecek şekilde genişletmek insanlara ve insan cinsinden olmayan hayvanlara yapılan şiddeti sıradanlaştırabilir, yaşayan varlıklarla yaşamayan varlıklar arasındaki kritik çizgiyi bulanıklaştırabilir. Bir minkin boynunu kırmakla bir kürk dükkânının camını kırmak arasında çok büyük bir fark vardır, ama toplumun değerleri ancak kürk dükkânının camları kırılıp da legal bir eylem ve yoğun bir aşağılamaya lâyık bir suç olarak kınandığı zaman açık seçik olarak ortaya konmuş olur. İkinci olarak; devletin mal/mülk/eşya yıkımının “şiddet” olduğu şeklindeki argümanını kabul eden hayvan haklarını savunan insanlar farkında olmadan sabotajcıların ve özgürlük savaşçılarının “terörist” olarak şeytanlaştırılmasına ve böyle yaparak da FBI’ın hayvan hakları hareketi ve aktivistlerinin ALF’e destek verdikleri ya da ALF’e katıldıkları gerekçesiyle baskı altına almasına destek veriyor olabilirler.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Diyelim ki ALF mal/mülk/eşya yıkımının şiddet olduğunu kabul etti ve halka gerçekten de şiddet kullanan bir grup olduklarını ilan etti. Bu durumda halkın önyargısı (yani terörist oldukları yargısı) gene hatalı bir izlenimdir; çünkü politik bir grup şiddete başvursa bile politik amaçlarına ulaşmak adına masum insanları yaralayan, travmatize eden ya da öldüren teröristlerin tanımına gene de uymamaktadır. ALF kontr-terörist olabilir, ama terörist olamaz. Ancak; bu tür ince noktalar, devletin, hayvan sömürüsü endüstrilerinin, medyanın propaganda makinelerinde kolayca kaybolup gidebilir. Nihayetinde ALF’in statüsü gene de “terörist” bir organizasyon olarak damgalanır, ALF eylemlerinden ya da ona “destek” vermekten hüküm giymiş ya da bu kuşkuyu yaratmış herkes için felaket boyutunda politik sonuçlar yaratabilir. Aynen 1980’lerde Latin Amerikalı köylülerin hem toprak hem de adil ücret istediği zaman komünist olarak aşağılanması gibi günümüzde doğayı şirket saldırılarına karşı savunan aktivistlere de terörist deniyor.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">ABD şirket-devlet kompleksinin, ahlâken kabul edilebilir bir örtü altında (“komünist tehdit”le savaşarak) gaddar bir diktatörlük, cuntalar, ölüm ekipleri aracılığıyla şiddeti ihraç etmesi gibi, şimdi de aktivistleri gözden düşürmek ve yönetici sınıfların terörist kapsamını savunmak adına “terörizm” söylemine başvuruyor. Geçmişteki Kızıl Korku toplumsal adalet hareketlerini işçi ve reform hareketlerinin vatansever bütünlüğüne dair kuşkular yaratarak zayıflattığı gibi; günümüzde şirket-devlet kompleksi ve onun medyası şimdi de Amerikan hayat tarzı denen fabl’a bir tehdit oluşturan hareketlere karşı savaşı meşrulaştırmak adına Yeşil Korku fablları üretiyor.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Hayvan özgürlüğü mücadelesini küçümseyenler, ALF’in birisini öldürmesinin ya da artık şiddet söylemine başlamasının an meselesi olduğunda ısrar ediyor. Bazı insanlar ALF’in çoktan birilerini yaraladığını ya da öldürdüğünü öne sürüyor; ama bu insanlar ALF’i Animal Rights Militia(ARM) ve The Justice Department gibi ultra-radikal İngiliz gruplarla karıştırıyorlar. Bir çok noktada ALF’le dayanışma halinde olsa bile, ARM, The Justice Department ve the Revolutionary Cells, ALF’in şiddete başvurmama anlamında çok fazla muhafazakâr olduğunu hissediyor. Bu gruplar, ALF’in tersine hayvan sömürenlere karşı açık açık fiziksel şiddete başvuruyor, neden bazı insanların insan hayatının mutlak bir değeri olduğuna inandığını, özellikle de eğer hayvanlara şiddet uygulayan birisi varsa neden insan hayatının mutlak bir değeri olduğunu anlamıyorlar. Nihayetinde bu şiddet yanlısı gruplar şirketlerin ürünlerini raflardan çekmesi için sahte zehirleme taktiklerine başvuruyor. Sömürücüleri zehirli jiletlerle tutturulmuş bubi tuzaklı mektuplarla hedef alıyorlar.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Bombalar koyuyor, ölüm tehditleri yayınlıyorlar. ARM, The Justice Department ve the Revolutionary Cells gibi gruplar “herşey meşrudur” okulundan mezunlar, aktivistlerle endüstri arasındaki çelişkileri yeni kademelere taşımak istiyorlar. Jiletli mektuplar, bomba tehditleri, kundaklamalar, tacizler, ölüm tehditleri ve fiziksel saldırılar hayvan sömürüsünü önlemenin ve sona erdirmenin etkili araçları olduğunu kanıtlamış durumda, bu yüzden mücadelenin en militan grupları tarafından kullanılmaya devam edecekler. Ancak ALF’le diğer grupları birbirinden kesin olarak ayırmak çok önemli, “radikal” bir hayvan hakları grubu tehdit ettiğinde ya da şiddete başvurduğunda ALF’in felsefesine uyarak hareket etmediğini aklımızda tutmalıyız. Gerçekten de bu durum devlet ya da hayvan sömürüsü endüstrisi tarafından hayvan özgürlüğü davasını karalamak için kolayca kullanılabilir.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Doğru, ALF sözcüleri ve destekçileri bazen hayvan sömürenlere karşı şiddet içeren duygular ifade edip, “gerekeni yapmak lâzım” veya “gereken her türlü şekilde hayvan özgürlüğü” gibi ifadelerle ALF’in şiddet içeren bir yönü olduğuna dair suçlamaların gerçekçiliğini artırabilir. Ancak hayvan ızdırabının büyüklüğü ve korkutuculuğunu düşününce, hayvan özgürlükçülerinin hissettiği haklı öfkeyi göz önüne alınca ALF’in özgürlük savaşında önemli bir baskı yarattığını söyleyebiliriz. Yaşayan varlıklara, hatta hayvanları sömürenlere dahi şiddet uygulamaya gelince, ALF araçların amacı meşrulaştırmadığına inanıyor, bu yüzden de insan muhaliflerine karşı fiziksel şiddeti de kınıyorlar.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Ölüm tehditleri ve yapay bombalar her ne kadar tehdit etmek için etkili araçlar olsalar da ciddi psikolojik hasarlar yaratabilirler ve bu anlamda bu tür taktiklerin ALF’in şiddet içermeme prensipleriyle çeliştiği öne sürülebilir- bu arada bu eleştirileri yapanların hayvanlara yoğun fiziksel ve psikolojik acı veren hayvan istismarcılarının ahlâki yanlışlığını aklarken içine düştükleri saçmalığı da göz önüne almak gerekir. Bubi tuzaklı mektuplar gönderen the Justice Department, HLS sorumlularına beyzbol sopalarıyla saldıranlar bir insana fiziksel zarar vermeye odaklanmış kesin ve net şiddet içeren eylemlerdir; şiddete başvuranlar açısından durum iyi olabilir, ama nihayetinde ALF prensipleriyle çelişirler.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">2002 yılı Nisan ayında ise bir ALF hücresi Dünya Laboratuar Hayvanları haftası sebebiyle yeni Zelanda’dadaki 13 süpermarkete içinde amonyak ve hidrojen peroksit solüsyonu bulunan Pantene Pro V şampuanı yerleştirdi. Hücrenin yolladığı bildiride solüsyonun zararsız olduğu söylense de masum insanları politik bir amaç uğruna hedef aldığı için bir terörist eylemi taklit etmiştir. Kundaklama laboratuarları ve araştırma tesislerini yıkmak için değerli bir silahtır, ama bir yandan da şiddet içermeyen doğrudan eylemler için sorunlu bir araçtır; çünkü yangın çıkarmak hem yıkıcıdır hem de önceden ne olacağı kestirilemez.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">En önemlisi ise, kundaklama eylemleri halkta şiddet ve terörizm imajları yaratır, ALF’in inandırıcılığını da tehlikeye sokar. Bir çok hayvan hakları aktivisti için esas mesele illegal doğrudan eylemin savunulup savunulamayacağı değildir, bu tür taktikler arasındaki çizginin nerede çekileceğidir, bu açıdan bakanların bazıları çizgiyi kundaklama konusunda çekerler. Eğer kundakçılar kazayla dikkatli bir araştırma sonucunda hedef binada bulunmadığı bilinmeyen bir insanı yaralamaz ya da öldürmezse bile, etrafta bulunan küçük hayvanlar yaralanabilir ya da öldürülebilir. Ancak kundaklama eylemlerinde küçük hayvanların yaralandığını ya da öldürüldüğünü söylemek hiç mantıksızca değil, bu yüzden ALF’in şiddet barındırmayan karakterinin mutlaklık taşıyıp taşımadığı da sorgulanabilir.</span><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><br style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;" /><span style="font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px;">Robin Webb bu problemi şöyle koyuyor ortaya: “bana göre, kundaklama “mal/mülk/eşyaya zarar verme” sınıfına girmiyor, tersine hayatı tehlikeye sokan eylemler kategorisine düşüyor. ALF hiçbir insanın hayatına zarar vermediği iddiasıyla övünüyor; ama kundaklama eylemleri kuşkusuz bir şekilde ister bir fare, sıçan ya da örümcek olsun hayata mal oluyor. Elbette hiç kimse her bir kuytu köşesini araştıramaz tavuk üretim çiftliklerinin ya da laboratuarların; küçük bir yaratığın varlığı bir insanın varlığı gibi değildir, bu hayvanlar yangın alarmlarından, ya da acil durum çıkışlarından bir şey anlamaz. Eğer birisi söz konusu eylem sırasında orada bir insanın bulunmamasına gösterdiği özeni örneğin örümceklerin de olmamasına da aynı şekilde göstermiyorsa o zaman sadece bir hayatı tehlikeye atmakla kalmıyordur, bu aynı anda pratik bir tür ayrımcılığıdır.” Görünüşe göre, ALF hem şiddet uygulamamak hem de kundaklamaya devam etmek istiyorsa o zaman bu ikilem karşısında sığınabileceği tek felsefi sığınak 1-asla kasıtlı olarak bir hayat öznesine şiddet uygulamamak veya 2- bütün canlıların haklarını savunduğu deontolojik (mutlak) bir konumdan sabotaj yoluyla maksimum hayvan hayatını kurtarmak adına olasılıkla hayvanlara ya da itfaiyecilere zarar vermeyi meşru gören faydalanmacı bakış açısına kaymaktır. ALF hiçbir canlıya zarar vermemek istiyor; ama hiçbir eylemin garantisi yok, ALF aktivistleri aynen bütün insanlar gibi, kaçınılmaz olarak , sırf varolarak, hayata zarar veriyorlar, (ayağımızın altındaki karınca gibi) ve böylece “şiddete başvurmama”nın ne olduğu sorusunu öne sürüp bunun ne dereceye kadar mümkün olduğunu düşünmeye itiyorlar hepimizi.</span><span style="font-family: Arial, Tahoma, Helvetica, FreeSans, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 18px;"> </span><br style="font-family: Arial, Tahoma, Helvetica, FreeSans, sans-serif; font-size: 13px; line-height: 18px;" /><span style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; font-family: Arial, Helvetica, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 18px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">Dr. Steve Best<br />
<br />
<em style="background-attachment: initial; background-clip: initial; background-image: initial; background-origin: initial; border-bottom-width: 0px; border-color: initial; border-image: initial; border-left-width: 0px; border-right-width: 0px; border-style: initial; border-top-width: 0px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: initial; outline-width: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; vertical-align: baseline;">(kitabın Giriş bölümünden devam..)</em><br />
<br />
Çeviri: CemC</span></span></b>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-37426306017328653832012-02-11T13:49:00.000-08:002012-02-11T16:44:21.708-08:00J. ZERZAN - GERÇEKLİK SANATA KARŞI<div align="left" style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px;"><em><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">[John Zerzan'ın <a href="http://kitap.antoloji.com/kitap.asp?kitap=12469" style="text-decoration: none;" target="_blank">Gelecekteki İlkel</a> kitabından alıntı.]</span></b></em></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sanatın hep “saklı bir şeylerle” ilgili olduğu söylenir. Peki sanat bizim bu saklı şeylerle ilişki kurmamıza gerçekten yardımcı olmakta mıdır? Bence bizi onlardan daha da uzaklaştırmaktadır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">İnsanların düşünceli varlıklar olarak, ilk bir milyon yıl boyunca herhangi bir sanat yaratmadığı anlaşılıyor. Jameson’ın da belirttiği gibi, o “bozulmamış toplumsal gerçeklik” içinde sanata yer yoktu, çünkü böyle bir ihtiyaç yoktu. Elle yapılan aletler, son derece cüzi bir emek sarfiyatıyla süslenip, biçimleri mükemmelleştirilmekle birlikte, estetik kaygıların insan aklının vazgeçilmez bileşenleri olduğunu savunan eski klişe anlayışlar artık geçerliliğini yitirmiştir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Günümüze ulaşabilen en eski sanatsal çalışmalar, baskı veya püskürtmeli boyalarla üretilen el çizimleridir; bu çizimler aynı zamanda, doğa üzerinde oluşmaya başlayan etkinin ilk dramatik belirtileridir. Daha sonra, yaklaşık 30.000 yıl önceki Üst Paleolitik çağda, aniden ortaya çıkan ve günümüzde Altamira ve Lascaux gibi isimlerle anılan mağara sanatıyla karşılaşıyoruz. Mağara sanatındaki hayvan figürleri, çoğu zaman akıllara durgunluk veren bir canlılığı ve natüralizmi içermelerine rağmen, aynı dönemde ortaya çıkan heykel sanatı, örneğin pek çok yerde rastlanılan “venüs” kadın heykelleri, oldukça yetkinleşmişti. Belki de bu, insanların evcilleştirilmelerinin, doğanın evcilleştirilmesinden önce geldiğini gösterir. Bir diğer çarpıcı husus da, ilk sanata ilişkin “sempatik büyü” ya da avcılık teorisinin, doğanın tehditkâr olmaktan çok cömert olduğunu gösteren yeni kanıtlarla birlikte çürütülmüş olmasıdır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b style="background-color: #444444;"><span id="more-138" style="color: #eeeeee;"></span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Öte yandan, böyle bir dönemde sanatta yaşanan gerçek patlama, daha önce hissedilmemiş türden bir huzursuzluk anlamına gelmektedir; Worringer’ın deneyimiyle, ilk sanatsal çalışmalar, “algının büyük acısını dindirmeyi hedefleyen yaratımlardır.” Sembolik olanın, bir hoşnutsuzluk anı olarak ortaya çıkışı söz konusudur. Bu sosyal bir huzursuzluktu; insanlar değerli bir şeyin yavaş yavaş ellerinden kaydığını hissediyorlardı. İlk ritüel ve törenleri hızlı gelişimi, sanatın ortaya çıkışı ile paralellik içindedir ve “başlangıç” anının ilk ritüel yasalarını, yaşamın zaman dışı bir şimdide yaşandığı o eski cenneti çağrıştırmaktadır. Resmedilmiş temsil, kaybedilmekte olanı kontrol altına alma inancını, esasen şeyleri baskı altına alma inancını doğurmuştur.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">El Juyo’da bulunan yarı insan yarı hayvan taş yüzlere baktığımızda, yine aynı dönemde ortaya çıkan sembolik bölünmenin ilk kanıtlarını görüyoruz. Dünya artık, ikili ayrımı ve doğa ile kültürün karşıtlığını başlatan zıt güçlere bölünmüş ve üretimci, hiyerarşik bir toplum belki de daha o zamandan itibaren oluşmaya başlamıştır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Giderek karmaşık hale gelen toplumsal bir düzenin yansıması olarak, algısal düzenin özü olan birlik de parçalanmaya başlar. Böylelikle, duyularda oluşmaya başlayan hiyerarşi, özellikle de diğerlerinden hızlı bir şekilde koparılan ve mağara resimleri gibi yapay imgelerle mükemmelleştirilmeye çalışılan görsel duyu, duyumsal mutluluktaki eşzamanlılığın yerine geçme noktasına gelmektedir. Lévi-Strauss, gündüz vakti Venüs gezegenini çıplak gözle görebilen bir kabile halkını keşfettiğinde hayretler içinde kalmıştı; üstelik bazı yeteneklerimiz bir zamanlar son derece güçlü olmakla kalmayıp, aynı zamanda düzenlenmemiş ve bölümlenmemiş bir yapıya sahip olmuşlardır. Kültürel nesneleri fark edebilmesi için görme gücüne yapılan müdahaleye, entelektüel anlamdaki ivedilik baskısı eşlik etmiştir; estetik kaygıların öne çıkarılması adına gerçeklik ortadan kaldırılmıştır. O nedenle, sanat duy organlarımızı bir anestezi gibi uyuşturmakta, doğal dünyayı bu duyuların menzilinden çıkarmakta ve böylece kültürü doğurmaktadır. ne var ki, kültür hiçbir zaman böylesi bir sakatlanmayı telafi edemez.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Avcı-toplayıcı yaşamı karakterize eden o eşitlikçi ilkelerden kopuşun ilk belirtileri, hiç de şaşırtıcı olmayacak şekilde, günümüzde ortaya çıkmaktadır. Örneğin, görsel sanatın ve müziğin şamanistik kökenine sık sık dikkat çekilmiştir; bu ise, sanatçı-şamanın ilk uzman olduğu anlamına gelmektedir. Artı ürün ve meta düşüncesinin, sergilediği sembolik etkinliklerle yabancılaşmayı ve katmanlaşmayı daha da ileriye götüren şaman ile birlikte ortaya çıkmış olması mümkün görünüyor.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sanat, tıpkı dil gibi, sembolik bir mübadele sistemidir ve bu sistemin işleyişi yeni bir mübadeleyi doğurmaktadır. Ayrıca sanat, eşitlik içermeen bir yaşamın ilk semptmoları üzerinde inşa edilen bir toplumun bir arada tutulması için gerekli olan araçlardan biridir. “Sanat, insanları aynı duygu potası içinde eriten birleştirici bir araçtır” diyen Tolstoy’un bu sözleri, kültürün şafağında, sanatın toplumsal kohezyona sağladığı katkıları ifade etmektedir. Toplumsallaştırıcı ritüel snatı gerektirmiştir; sanatsal çalışmalar ritüel hizmetlerden doğmuştur; sanatın ritüel üretimi ile ritüelin sanatsal üretimi aynı anlama gelir. “Müzik”, diye yazmıştı Seu-matsen, “tekbiçimleştirici bir olgudur”.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Dayanışma ihtiyacı arttıkça, törene duyulan ihtiyaç da arttı; ayrıca sanat, hafızanın işlevini güçlendiren bir rol de üstlenmiştir. Sanat ve hemen ardından ortaya çıkan söylence, gerçek hafızanın bir benzeri olarak değerlendirilmiştir. Mağaralardaki durağanlık ya da resimler ve diğer semboller aracılığıyla ilerleyen ilk fikir aşılama girişimleri, kişiliksizleştirilmiş kolektif bir hafızaya ilşikin ukralları yazmak gibi bir niyet içermiştir. Nietzsche, hafızanın eğitilmesini, özellikle de zorunluluklar içerecek şekilde eğitilmesini, uygar ahlâkın başlangıcı olarak değerlendirmiştir. Sanatın sembolik süreci bir kez işlemeye başladıktan sonra, tüm zihinsel fonksiyonlara damgasını vurarak, hem ehafızayı hem de algıyı tahakküm altına almıştır. Kültürel hafıza, betimlenen atalar ile gelecekteki davranışların önceden belirlenip kontrol altına alınması da dahil olmak üzere, bir kişinin eylemlerinin başka bir kişinin eylemleriyle kıyaslanması anlamına gelmiştir. Böylece hafıza dışsallaşmış ve bireyin mülkiyetinden bile geri olan bir mülkiyet türüne benzemiştir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sanat özneyi adeta bir nesneye, bir sembole dönüştürmektedir. Zaten şamanın görevi de gerçekliği nesneleştirmekti; hem dışsal doğa hem de öznellik aynı akıbete maruz kaldı, çünkü yabancılaşmış bir yaşam bunu gerektiriyordu. Sanat, bireyin doğadan koparılarak, özellikle toplumsal düzeyde tahakküm altına alınmasını sağlayan kavramsal bir dönüşüm ortamı yaratmıştır. Sanatın insan duygularını sembolleştirip yönlendirme yetisi her iki hedefi de gerçekleştirmiştir. Toplum ve doğa içindeki konumlanışımızı sürdürebilmemeiz için bize kabul ettirilen zorunluluk, temelde sembolik dünyanın icadı, yani ilk Günah olmuştur.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ritüelin doğasında da görüldüğü gibi, işbölümünün bir uzantısı olarak, dünya sanat aracılığıyla (insanlar arası iletişim dil aracılığıyla, varoluş da zaman aracılığıyla) dolaylandırılmalıdır. Gerçek nesne ve onun özgünlüğü ritüelde ortaya çıkmaz; törensel ifade koşullarının değişime açık olabilmesi için, bunun yerine soyut bir nesne kullanılmaktadır. Ritüel ve sembolik etkinlikler, standartlaşma ve biricikliğin yitirilişi anlamına gelen işbölümü için gerekli olan törelerdir. Bu süreç temelde özdeştir ve eşdeğerliğe dayanmaktadır. Avcı-toplayıcı yaşam tarzınn, tarım (tarihsel üretim) ve din (sembolik üretim) tarafından adım adım tasfiye edilmesiyle birlikte, eşya üretimi ritüel bir üretim haline gelmektedir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bu aşamada yine karşımıza, papaz olma yolunda ilerleyen ve kendi ivedi arzularını sembol aracılığıyla öne çıkardığı için lider olan sanatçı-şaman çıkmaktadır. Kendiliğinden, organik ve içgüdüsel olan ne varsa, sanat ve söylence tarafından nötr hale getirilecektir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ressam Eric Fisch’in kısa bir süre sonra Whitney Müzesi’nde düzenlediği etkinlikte, bir çift cinsel birleşmede bulunuyordu. Bir video kamera çiftin cinsel birleşmesini kaydediyor ve bir TV ekranından yine çiftin kendisine gösteriyordu. Adamın gözleri ekrandaki görüntüye kaymıştı; açıkçası ekrandaki görüntü, cinsel birleşme eyleminin kendisinden çok daha heyecan vericiydi. Lambayla aydınlatılan derinliklerdeki dramatik değişkenliği yansıtan uyarıcı mağara resimleri, Firschl’in deneyinde gözleri ekrana kayan adamın tutumuna benzer bir değişimi başlatmıştır. Bundan çöyle bir sonuç çıkarabiliriz; en temel eylemler bile, kendi temsillerinin gerisine düşebilir. Kendiliğinden gerçek varoluştan kopma doğrultusunda şartlanma, başından beri sanatın temel amacı olmuştur. Benzer şekilde, izleyici kategorisi, yani denetlenen tüketim kategorisi hiç de yeni bir şey değildir; çünkü sanat, ortaya çıktığı günden beri, yaşamın kendisini bir tasavvur nesnesine dönüştürme çabası içinde olmuştur.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Global uzmanlaşmaya ve mekanik teknolojiye Demir Çağı’nın sonlarına kadar rastlanılmamasına rağmen, Paleolitik Çağ’ın yerini, Neolitik Çağ’da ortaya çıkan tarıma ve uygarlığa – üretim, özel mülkiyet, yazılı dil, yönetim ve din – bırakmasıyla birlikte, işbölümüne eşlik eden kültür, çok daha kapsamlı bir ruhsal çöküntü olarak karşımıza çıkmaktadır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Geç avcı-toplayıcı resimlerini sembolik temsilin yerini, hayvanların ve insanların resimlerini sembolik figürlere indirgeyen, biçimci ve geometrik bir tarz almıştır. Bu dar stilizasyon, sanatçının kendisini ampirik gerçekliğin zenginliğinden kopararak semnolik bir evrene hapsettiğini göterir. Bu dönüm noktasına damgasını vuran şey, çizgisel kesinliğin getirdiği çoraklıktır ve akla, çizgiyi uygarlık ile özdeşleştiren Yoruba halkını getirmektedir. “Bu ülke uygarlaştı” cümlesinin Yoruba dilindeki tam karşılığı, “bu toprağın yüzünde çizgiler var” biçimindedir. Tamamen yabancılaşmış bir toplumun esnek olmayan yapılarına her yerde rastlamak mümkün; örneğin Gordon Childe bu ruhtan söz ederken, Neolitik bir köydeki tüm çömleklerin aynı olduğuna dikkat çekmiştir. Buna bağlı olarak, çarpışma sahneleri biçimindeki savaş ilk kez sanatta ortaya çıkmıştır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sanatsal çalışmalar bu dönemde hiçbir şekilde özerk değildi; yeni kolektivitenin ihtiyaçlarını karşılayan bir araç olarak sanat, doğrudan toplumun hizmetindeydi. Paleolitik dönem boyunca herhagi bir tapınma kültü olmamasına rağmen, dinin etkileri artık hissedilmeye başlanmıştı; ve binlerce yıl boyunca sanatın işlevi hep tanrıları betimlemek olacaktı. Bu arada, Glück’ün Afrika kabile mimarisi hakkında vurguladığı şey tüm diğer kültürler için de gerçerliydi; kutsal binalar, laik yönetim binalarının modelleriyle inşa edilmiştir. İlk imzalı çalışmalar bile geç Yunan döneminden önce ortaya çıkmamakla birlikte, burada sanatın oluşumu ve onun bazı genel özellikleri üzerinde durmamız konu dışına sapmak anlamına gelmez.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sanat yalnızca bir toplumun sembollerini veya bir toplum için sembol yaratmakla kalmaz, ama aynı zamanda, yabancılaşmış toplumsal yaşamdaki sembolik ortamın temel bir bileşeni olarak ortaya çıkar. Oscar Wilde, sanatın yaşamı taklit etmediğini, tersi durumun söz konusu olduğunu söylemiştir; yani, yaşam sembolizmi izlemektedir. Tabii sembolizmi üreten şeyin – deforme edilmiş – yaşam olduğunu unutmamak gerekiyor. T.S. Eliot’a göre, her sanat türü, “anlaşılmaz olana yönetilen bir saldırıdır.” Aslında, sembolleşmemiş olana yöneltilen bir saldırıdır, demeliydi Eliot.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Gerek ressamlar gerekse şairler, hep dilin ardındaki ve içindeki sessizliğe ulaşmak istemişlerdir; bireyin, bu ifade biçimlerini benimsemekle, kendisini fazlasıyla dar bir alana sıkıştırıp sıkıştırmadığı sorusunu cevapsız bırakarak. Bergson, düşüncenin hedefine semboller olmaksızın yaklaşmaya çalışmasına rağmen, yabancılaşmanın tüm temellerini etkin bir şekilde ortadan kaldırmadığımız sürece, böyle bir saldırı sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Zira devrimci durumların en yüksek noktaya ulaştığı dönemlerde, kısa sürse bile, doğrudan iletişim filizlenebilmiştir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sanatın başlıca işlevi, duyguları nesneleştirmek ve böylece kişinin motivasyonlarını ve kimliğini bir sembole ya da metafora dönüştürmektir. Her türlü sanat, tıpkı sembolleşmek gibi, başka bir şey için yaratılmış olan temsile ve bir tür vekâlete dayanmaktadır; bu yüzden, sanat özü itibariyle bir tahrifattır. Bize, nasıl hissetmemiz gerektiğini belleten temsili, sembolik tanımları “insan deneyimlerinin niteliğini zenginleştirme” kisvesi altında kabul ediyor ve ruhsal sağlığımız için, ritüel ve söylence gibi kamusal duygu imgelerine ihtiyaç duyacak biçimde eğitiliyoruz.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Uygarlık içindeki yaşam, hemen hemen tümüyle bir sembol ortamında yaşanmaktadır. Sembolleşmenin çoğu zaman gevşek bir şekilde ifade edilen ağır topları, yalnızca bilimsel veya teknolojik etkinliği değil, aynı zamanda estetik biçimi de içermektedir. Örneğin, bir dizi sınırlı matematiksel figürün, sanatta yetkinliği sağladığı sık sık dile getirilir. Cézanne’ın ünlü bir deyimi vardır; “doğayı, silindir, dar açı ve koni ile değerlendirin.” Kandinsky de benzer bir yorum yapar; “bir üçgenin dar açısının bir çember üzerinde yarattığı etki, Tanrı’nın parmağonı Adem’in parmağına değdiren Michelangelo’nun yarattığı etkiden daha güçsüz değildir.” Charles Pierce tarafından da belirtildiği gibi, semboldeki hikmet, onun başka bir sembole çevirilebiliyor olmasıdır; bu çevrilebilirlik sonsuz bir süretimi mümkün kılarken, gerçek olanı da her defasında ortadan kaldırmaktadır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sanat güzellikle köklü bir ilişki içinde olmamasına rağmen, sanatın doğayla rekabet etmekteki başarısızlığı, duyguları okşayan pek çok haksız kıyaslamaya yol açmıştır. Hawthorne, “ay ışığı bir heykeldir” diye yazmıştır; Shelley, tarlakuşunun “önceden tasarlanmamış sanatını” övmüştür; Verlaine, denizin tüm katedrallerden daha güzel olduğunu belirtmiştir. Ve sanatın sembolik ürünlerinin ötesinde olan gün batımları, kar taneleri ve çiçekler için benzer şeyler söylenip durmuştur. Bu anlamda, Jean Arp, “en mükemmel resmin” bile “yamuk yumuk, eski püskü bir suretten ve kupkuru bir yulaf lapasından” başka bir şey olmadığını savunmuştur.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Peki tüm bunlara rağmen kişi neden hâlâ sanata olumlu bir şekilde yaklaşır? Çünkü doğa ve yaşam ile olan ilişkimiz öylesine güdükleşip otantik olanı öylesine dışlamıştır ki, sanat telafi edici ve palyatif bir güç olarak kabul edilmektedir. Motherlant şöyle demişti; “kişi kendi gerçek yaşantısına katamadığı şeyi sanatına katar.” Aynı şey sanatçı ve izleyici için de geçerlidir; tıpkı din gibi, sanat da tatmin edilmemiş arzulardan doğar.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sanat, Nietzsche’nin şu aforizması bağlamında, ayrıca dinsel bir etkinlik ve kategori olarak da değerlendirilmelidir. “Gerçeğin bizi çürütmemesi için Sanatı icra ediyoruz.” Sanat tarafından sağlanan teselli, gerçek nesne ile doğrudan kurulan ilişki yerine neden yaygın bir şekilde metaforun tercih edildiğini gayet iyi açıklar. Eğer zevk bir şekilde her türlü kısıtlamadan sıyrılsaydı, ortaya çıkacak sonuç sanatın anti-tezi olurdu. Öte yandan, tahakküm altına alınmış bir yaşamda özgürlük sanatın dışında var olmaz ve rengârenk yaşamın küçücük, deforme edilmiş bir kırıntısı bile memnuniyetle karşılanır. Klee bu durumu şu sözlerle itiraf etmiştir; “ağlamamak için yaratıyorum”.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Yapmacık yaşamın bu ayrılmış ortamı, yaşamakta olduğumuz güncel karabasan açısından hem önemli hem de bu karabasanın suç ortağıdır. Sanat, kurumlaşmış ayrımları bakımından genel olarak dine ve ideolojiye tekabül etmekle birlikte, içerdiği öğeler gerçek değildir ve gerçeğe dönüştürülemezler; sanatsal çalışma, sembolik alan dışında gerçekleşmesi mümkün olmayan olasılıkları seçme eylemidir. Yukarıda sözünü ettiğimiz yitirme duygusundan doğan sanat ile din arasında bir uyum vardır. Üstelik bu uyumu sağlayan şey, yalnızca sanatın ideal bir alana hapsoluşu ve karşıt sonuçlar yaratma yetisinden yoksun olması değil, ama aynı zamanda sanatın son tahlilde, eleştirinin tamamen nötralize edilmesinden başka bir şey olmayışıdır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sık sık oyunla kıyaslanan sanat ve kültür – tıpkı din gibi – daha ziyade suçu ve baskıyı yaratan bir işlev üstlenmiştir. Sanatın gülünç işlevinin ve o meşhur aşkınlık iddiasının neye tekabül ettiğini, belki de Versailles’ın anlamını yeniden gözden geçirerek tahmin edebiliriz; Versailles, kendi bataklığında çürüyen işçilerin sıkıntısını yansıtır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sanatın arkasında yatan niyete işaret ederken dinsel amaçlarla paralellik içine düşen Clive Bell, sanatın bizi günlük mücadele alanından kurtarıp, “estetik bir coşku dünyasına” taşıdığını belirtmiştir. Sanatsal çalışmalar olmasa, uygarlığın “elli yıl içinde çatırdayacağını” ve yaşantının “içgüdülere ve çocuksu hayallere esir düşeceğini” savunan Malraux, böylelikle muhafazakâr sanat ekolüne başka bir övünç kaynağı sunmuştur.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Hegel de din ile sanat arasında bir “ortaklık” olduğunu saptamıştır; “sanat ile din arasındaki ortaklık, ikisinin de, tamamen evrensel olan meseleleri içerik olarak seçmesidir.” Bu genelleştirici özellik ve somut referans içermeyen anlam, sanatın tanımlayıcı niteliğinin belirsizlik olduğunu göstermektedir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sanat çoğu zaman bir olumluluk olarak, gerçeğin zaman ve mekân çerçevesinden bağımsız tezahürü olarak değerlendirilmesine rağmen, böyle bir formülasyonun imkânsızlığı, sanattaki bir diğer yanılsamayı aydınlatmaktan başka bir işe yaramaz. Kierkegaard, estetik yaklaşımın tanımlayıcı özelliğinin, tüm bakış açıları arasında kurulan yararlı uzlaşma ve seçimlerin ortadan kaldırılışı olduğunu belirlemiştir. Bunun yansımasını, yalnızca kendi niyetini ve içeriğini reddettiği için sanata değer biçerek ebedi tavizler sunan ve “ne de olsa, bu sadece sanattır” biçiminde ifade edilen anlayışta da görürüz.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Kültür günümüzde bir meta iken, sanat star bir meta haline gelmiştir. Bugünkü durumu tam olarak anlaşılmayan sanat Horkheimer ile Adorno tarafından, merkezileşmiş kültür endüstrisinin bir ürünü olarak değerlendirilmiştir. Oysa bizim tanık olduğumuz şey, güçlü olabilmesi için katılıma gereksinim duyan bir kültürün yaygınlığıdır; şunu da unutmamak gerekir ki, eleştirilmesi gereken husus, kültürün sözüm ona denetim altına alınmış olması değil, bizzat kültürün kendisidir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Gümlük yaşam, muazzam bir yaygınlığa ulaşan görüntü ve müzik tarafından, çoğunlukla temsilin temsili olan elektronik medya aracılığıyla estetize edilmiştir. Her tarafı saran görüntü ve ses, eşi görülmedik ölçüde bireysel anlamdan yoksun bir boşluk yaratmıştır. Bu arada, sanatçı ile izleyici arasındaki ayrım, yani estetik deneyim ile gerçek deneyim arasındaki kesin kopuşu yansıtan sınır ortadan kalkmıştır. Bu durum görüntüyü mükemmel bir kopya olarak çoğaltmaktadır; bir yanda gerçeklikten uzaklaşma ve manipülasyon, diğer yanda sonsuz estetik deneyim ve siyasal hüç gösterisi.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Öte yandan, yaşamın günden güne mekanikleşmesine karşı çıkan avangart hareketler, sanatın gösteriye dayalı doğasına karşı, ortodoks eğilimler kadar bile direnememişlerdir. Gerçekten de, Estetizmin ya da “sanat adına sanatın”, yabancılaşmaya, yabancılaşmanın kendi araçlarıyla saldırma girşilerinden çok daha radikal bir karşı çıkışı temsil ettiği söylenebilir. Yaşamı bir şekilde sanat etrafında örgütleme çabası içinde olan avangart ile kıyaslandığında, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru kaydedilen art pour l’art akımı dünyayı kendi tarzında reddeden bir gelişmeydi. Estetizm mantıklı bir kuşku bilincine dayanır; kuşku duyulan şey, işbölümünün işleyişinin deneyimi ortadan kaldırıp sanatı yeni bir uzmanlık alanına dönüştürmesidir. Sanat yanıltıcı hırslarını ortaya dökerek kendi eliyle kendisine bir içerik oluşturmuştur.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Modern kapitalizmin kendisine tanımadığı baskın bir rolün peşinde koşan avangart, çoğu zaman bir hayli kapsamlı idialarda bulunmuştur. Avangart, yeniliği oldukça yüksek düzeylerde ödüllendiren teknolojik toplumun bir özelliği olan toplumsal kurumlaşma olarak da anlaşılabilir; zira, gerçekliğin sürekli bir şekilde güncelleştirilmesini savunan ilerlemeci düşünceye dayandırılmaktadır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ne var ki, avangart kültür, modern dünyanın şok edici ve sınırları parçalayıcı kapasitesiyle (sembolik alanda bile) baş edemez. Avangart’ın ölümü, ilerleme efsanesinin kendi başına bir çöküş olduğunu hatırlatmaktan başka bir anlama gelmez.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Dada son iki büyük avangart hareketten biriydi ve içerdiği negatif imgeler, Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı tarihsel çöküşle birlikte ortaya çıkan anlayışları bir hayli güçlendirmiştir. Dada’nın savunucuları zaman zaman, sanat düşüncesi de dahil olmak üzere, tüm “izmlere” karşı olduklarını iddia etmişlerdir. Ancak, ne resim sanatı resmi yadsıyabilir ne de heykel sanatı heykeli geçersiz kılar; zira, her türlü sembolik kültürün, algıyı, ifadeyi ve iletişimi aynı anda gerektirdiğini unutamayız. Burjuva sanatının katılığına ve alâkasızlığına yönelttiği saldırılarla sanatın gelişiminde bir etken haline gelen Dada, gerçekten de yeni bir sanatsal tarz arayışını ifade ediyordu; örneğin Hans Richter’in anılarında, “Dada’nın görsel sanatta yarattığı yenilemeden” söz edilmektedir. Eğer Birinci Dünya Savaşı, sanatı neredeyse tamamen öldürmüşse, Dadacılar da sanatı radikal bir şekilde yeniden canlandırmışlardır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Gerçeküstücülük, sanatın politik misyonunu savunma iddiasında olan son ekoldür. Gerçeküstücüler, Troçkizmin ve/veya sanat dünyasındaki şöhretin peşine takılıp gitmeden önce, toplumun bilinçaltına hapsettiği “Mucizeviliğin” prangasını kırmanın yöntemi olarak rastlantısallığı ve ilkelliği benimsemişlerdi. Sanatı yeniden günlük yaşam içindeki yerine oturtacak ve böylece sanatın biçimini değiştirip onu yükseltecek olan bu sakat yaklaşım, sanat ile baskıcı toplum arasındaki ilişkiyi kesinlikle yanlış kavramıştı. Gerçek sınır, ikisi de aynı şey olan sanat ile toplumsal gerçeklik arsında değil, tersine, arzu ile mevcut dünya arasındadır. Yeni bir sembolizm ve mitoloji yaratmayı hedefleyen gerçeküstücüler, bu kategorilere adeta yapışmışlar ve dolaylandırılmamış tutkulara şüpheyle yaklaşmışlardır. Breton tutkular hakkında şöyle der; “haz bir bilimdir; duyguların icra edilmesi kişisel bir kabullenişi gerektirir ve bu yüzden sanata ihtiyaç duyarsınız.”</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sanatın ancak kendi vizyon alanını etkili bir kısıtlamaya tabi kılarak varlığını sürdürebileceği inancını savunan modernist soyutlama, Estetizmin başlattığı akımı yeniden canlandırmıştır. Biçimsel bir dilde mümkün olabilecek süslemenin en yavan biçimini içeren sanat, öyküselliğe düşman olan “arılık” arayışı boyunca, giderek kendinden menkul hale gelmiştir. Herhangi bir şeyi temsil etmemesi güvence altına alınan modern resim, açıkçası, üzerinde boya olan düz bir yüzeyden başka bir şey değildir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Ancak sanatı, sembolik değerinden arındırma stratejisinin, sanatsal çalışmanın nesneler dünyasında kendi halinde var olan bir nesne olduğu hususundaki ısrarın, neredeyse kendi kendisini geçersiz hale getiren bir yöntem olduğu ortaya çıktı. Otoriteye duyulan nefrete dayandığı varsayılan bu “radikal fiziksellik”, sergilediği nesnellikle, hiçbir zaman basit bir meta statüsünden daha fazla anlam içermemiştir. Mondrian’ın steril parmaklıkları ve Reinhardt’ın tamamen siyah olan ve defalarca yinelenen kareleri, bu kabullenmişliği en az 20. yüzyılın genel mimarisindeki iğrençlik kadar yansıtmaktadır. Kendi kendisini tasfiye eden modernist sanat süreci, Rauschenberg’in 1953 yılındaki Erased Drawing (Silinmiş Çizim) adlı eserinde parodileştirilmiştir; Rauschenberg bu etkinliğini, de Kooning’in bir çizimini bir ay boyunca sildikten sonra gerçekleştirebilmiştir. Duchamp’ın 1917′deki bir sergide sergilediği idrar kabını unutmamak koşuluyla, bir bütün olarak sanat düşüncesi 1950′li yıllarda tartışmaya açık bir sorun haline gelmiş ve o tarihten itibaren giderek daha yoğun bir şekilde muğlaklaşmıştır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Pop sanatı, sanat ile kitle medyası (örneğin, reklam ve komediler) arasındaki sınırların ortadan kalkmakta olduğunu gösterdi. Baştan savma bir tarzla kitlesel bir şekilde üretilen Pop sanatın görüntüsü, bir bütün olarak toplumu yansıtmakta ve Warhol gibi bir sanatçının kopuk, anlamsız ürünleri bu durumu gayet iyi özetlemektedir. Moda merkezli pazarlama hileleriyle art niyetli bir şekilde maniple edilen banal, ahlâki içerikten yoksun ve kişilerden arındırılmış imgeler; modern sanatın hiçliği ve dünyası ayan beyan ortadadır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sanat tarzlarının ve sanatsal yaklaşımların – örneğin, Kavramsallığa, Minimalizme ve Performansa dayalı yaklaşımların – 60′lı yıllarda hızla çoğalması ve çoğu sanat dalında gözlenen eskime, modernizmin resmi “arılığının” yerine, geçmişte başarılı olan tarzların eklektik bir karışımını geçiren “post-modern” dönemi başlattı. Kullanılarak tüketilmiş olan fragmanların geri dönüşümüne dayanan bu yorgun ve ruhsuz tarz, sanattaki gelişimin sona ermekte olduğunu gösterir. Daha da önemlisi, sembolik olanın global ölçekte yitirdiği değer karşısında, postmodern sanat yeni semboller yaratma yetisinden yoksundur ve zaten böyle bir çabaya da nadiren girmektedir.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sanatın mevcut tıkanmışlığını değerlendiren Thomas Lawson gibi istisnai eleştirmenler, “gerçekten rahatsız edici bir şüphenin giderek büyümesine” üzülmektedirler ve çarpıcı bir şüphe akımının bir bütün olarak sanat üzerine çökmekte olduğunu pek anlamamışa benziyorlar. Böylesi “eleştirmenler,” sanatın özünün yabancılaşma olduğunu ve bu yüzden sanatın alışılması gerektiğini, sanat ile doğa arasındaki ezeli ayrım dünyanın ölüm fermanı olduğu için sanatın yok olmakta olduğunu kavrayamamaktadırlar.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Yapı-bozum kendi payına, Edebiyatın, “metinlerin” ya da kültür içindeki önemli sistemlerin şifresini çözme projesini gündeme getirdi. Ancak, saklı olduğu varsayılan ideolojiyi açığa çıkarmaya yönelik bu girişim, yapısalcılık ve postyapısalcılıktan devraldığı miras gereği, ideolojinin kökenini ve tarihsel dayanaklarını değerlendirmeyi reddettiğinden, sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Yapı-bozumun önde gelen ustalarından biri olan Derrida, dili, kişisel yorumdan ibaret olan bir tekbencilik (solipsizm) olarak ele almaktadır; Derrida eleştirek etkinlikte bulunmak yerine, yazıyı konu alan yazı üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu yaklaşım, dayatılan bir gerçekliği yapı-bozuma uğratmaktan ziyade, yalnızca kişiye özgü akademisyen tavrını ifade eder; ve bu akademisyenliğin alanına giren Edebiyat, tıpkı kendisinden önceki modern resim gibi, asla böyle bir kaygıdan hareket etmez.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Bu arada, Piero Manzoni’nin kendi dışkısını kutuya koyup bir sanat galerisine satmasından ve Chris Burden’in kendi kendisini kolundan vurup bir Volkswagen’e zincirlemesinden bu yana, bizzat sanatın sonunu ilan eden ibret verici sanatsal maceralara tanık oluyoruz; bir diğer örnek de, Anastasi’nin, gözleri kapalı bir şekilde çizdiği kendi portreleridir. “Ciddi” müzik uzunca bir zaman önce öldü, pop müzik ise fenalık geçirmeye başlıyor; çöküşün eşiğine gelen şiir yitip gidiyor; Saçma olandan yola çıkarak Sessiz olana varan tiyatro sanatı ölüm döşeğinde; ve roman sanatı, ciddi bir şeyler yazmanın yegâne yöntemi olarak elde kalan kurgusal olmayan yazım tarzının karanlığına gömülmüş durumda.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Sözün artık çok daha az şey ifade ettiği, yılgınlığın ve tükenmişliğin her tarafı sardığı böylesi bir çağda, şüphe yok ki sanat da çok daha az şey ifade etmektedir. Baudelaire, artık başkalarına sunacak herhangi bir onuru kalmayan bir toplumda, şairin onuruna sahip çıkmak zorunda kalmıştı. Aradan yüzyılı aşkın bir süre geçti; o günün koşullarında da geçerliliğini koruyan gerçeğe göz kapamak artık hiçbir şekilde mümkün olmadığı gibi, “zamansız” sanatın konumu ya da sağladığı teselli çok daha fazla yıpranmıştır.</span></b></div><div style="font-family: calibri, helvetica, arial, sans-serif; font-size: 15px; line-height: 20px; text-align: justify;"><b><span style="background-color: #444444; color: #eeeeee;">Adorno kitabına şöyle başlar: “Günümüzde sanat konusunda hiçbir şeyin net olmadığını söylemeye, hatta düşünmeye bile gerek yok. Sanata ilişkin her şey problemli hale gelmiştir; sanatın iç yapısı, toplumla olan ilişkisi, hatta var olma hakkı bile.” Ne var ki, Aesthetic Theory (Estetik Teori) sanatı onaylamaktadır; tıpkı Marcuse’ün, adeta kapalı bir kutu olan kültür ideolojisine umarsızca saldıran son çalışması gibi. Habermas ve benzeri bazı “radikaller”in sembolik dolaylamayı ortadan kaldırma arzusunun irrasyonel olduğunu savunmalarına rağmen, bir husus giderek netleşiyor; bir şeyleri gerçekten kendi yüreğimiz ve kendi ellerimizle yaşamaya başladığımızda, sanatsal alan adeta acınacak duruma düşer. Gerçekleştirmemiz gereken o köklü dönüşümle birlikte, sembolik olan geride bırakılmış olacak ve sanat, gerçeklik tarafından reddedilecektir. Böylece, oyun, yaratıcılık, bireysel ifade ve otantik deneyim işte o zaman yeniden filizlenecektir.</span></b></div>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-87711284782835491722012-02-11T07:33:00.000-08:002012-02-11T07:33:17.749-08:00ÖFKE<div class="MsoNormal"><span style="font-size: 13.0pt; line-height: 115%;"> Et yemek sadece et yemek değil, hayvanları kimsenin savunamayacağı veya anlayamayacağı ölçülerde öldürmektir.Çelik kıskaçların gölgesinde korkudan titrerken, kalpleri gümbür gümbür atar, ciğerleri isyan ederken, walkmanlerinden heavy metal dinleyip dans eden ve genelde, her tür ve boydaki ve ustura keskinliğindeki bıçakları ve kasaturalarıyla tek darbede işi bitiremeyen kasaplar tarafından boğazları kesilen, dilimlenen, deşilen kimi diri diri haşlanan zararsız ve masum hayvanların öldürülmesi. Akla ziyan şartlar, derin ve kederli pis kan gölleri, harcanan hayatlar, yığınlarca dayanılmaz acı ve zulüm, klimalı marketlerde ve sıhhi korumalı et vitrinlerinde yiter ve şık parfüm şişeleri ve zarif kutularda yokluğa erişir. Ve böylece, etrafı acı çeken ruhların yokluğu, unutuluşuyla kuşatılmış, çevre protokolleriyle , bilimse önderliğiyle böbürlenen insanlık cehennemi tercih edilecek bir yere dönüştürür.<o:p></o:p></span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-size: 13.0pt; line-height: 115%;"> Buyursun hayvan eti yeme savunucusu, savunduğu şeyin uygunluğu için kararı bizzat verdirecek deneyi gerçekleştirsin... Canlı bir koyunu kendi dişleriyle parçalasın, kafasını iç organlarına gömsün, susuzluğunu sıcak kanla gidersin; bu korkunç işi yaptığında doğasının karşı konulmaz içgüdüsü muhakemesine karşı ayaklandığı zaman da, ‘ doğa beni bu iş için yarattı’ desin. İşte ozaman, sadece o zaman haklı çıkacaktır.</span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-size: 17px; line-height: 19px;"><br />
</span></div><div class="MsoNormal"><span style="font-size: 17px; line-height: 19px;">MİCHAEL TOBİAS (öfke kitabından alıntı)</span></div>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-76986875904099026432012-02-11T07:01:00.001-08:002012-02-11T07:01:58.711-08:00BİR ÖLÜM KALIM MESELESİ<h2 style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: Georgia, 'Times New Roman', Times, serif; font-size: 1.8em; font-weight: normal; letter-spacing: -1px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify; text-decoration: none;">Bir Ölüm Kalım Meselesi</h2><div class="entry" style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 1.6em; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; position: relative; text-align: justify;"><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;"><img alt="" src="http://www.rijksmuseum.nl/images/tentoonstellingen/s-ng-2005-30-48-00?large" style="border-bottom-color: rgb(204, 204, 204); border-bottom-style: solid; border-bottom-width: 1px; border-image: initial; border-left-color: rgb(204, 204, 204); border-left-style: solid; border-left-width: 1px; border-right-color: rgb(204, 204, 204); border-right-style: solid; border-right-width: 1px; border-top-color: rgb(204, 204, 204); border-top-style: solid; border-top-width: 1px; height: auto; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; max-width: 100%; padding-bottom: 2px; padding-left: 2px; padding-right: 2px; padding-top: 2px;" /></div><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;"><strong style="margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;"><span style="color: red; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;">D.Cudahy</span></strong></div><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;">Son yıllarda hayvan refahı üzerine yapılan tartışmalar daha çok ızdırap çekme olayları, aşırı zarar verdiği belirlenen belli pratikler, mesela yoğun esaret altında tutma, vücuttan parça koparmalar, fiziksel ve psikolojik işkence gibi konular etrafında dönüyor.</div><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;">Spesifik hayvan refahçılığı ihlâllerine yönelik bu odaklanma ise ilginç bir fenomene yol açtı: insanların dikkati sentient canlıların ekonomik olarak sömürülmesi konusundan yani hayvanların hayatlarının metalaştırılması demek olan esas meseleden uzaklaştı.</div><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;"><span id="more-2741" style="margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;"></span></div><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;">Diğer bir deyişle; şu andaki tartışmaların yönü bir canlının hayatını meşru müdafaa ya da terminal bir hastalıktan ya da ölümcül bir yaradan büyük ızdırap çeken bir canlının hayatını merhamet gereği almanın etik dışı ve ahlâki anlamda savunulamaz bir şey olup olmadığı açısından artık bulanıklaşmış durumda.</div><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;">İşte bu yüzden hayvan endüstrisi bugün kendisini “etik ölüm”ün kalesi olarak pazarlıyor. Hayvan sömürüsünün bu yeni kandırmaca alanında tüketicilerden, gerçekten, “mutlu çiftçilik” denen şeyin, yani, kurbanların içinde bulundukları koşullardan son derece memnun olduğu, sırf bu yüzden kendi vücutlarının ürünlerini sunduğu, sonra şartsız koşulsuz güvendikleri zalimlerin yanına mutlulukla gidip ölümlerine teslim oldukları türden , artık daha sık tanık olduğumuz, sapıkça anlatımlara inanması bekleniyor.</div><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;">Ancak bu absürd pazarlama taktiği temelde her birimizin içinde bulunan bir şeyi aldatmış olmuyor mu- öteki hayvanların, aynen insan türünden hayvanlar gibi, kendi hayatlarını umursuyor olduğu ve ölmek istemedikleri bilgisini?</div><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;">(Bazı insanlar için) savaş şiddeti istisnasıyla, bir de ahlâken düzelmeleri imkânsız kabul edilen, şiddete başvurmuş suçluların cezalandırılması hariç, çoğumuz kendi türümüzden birinin (ötenazi gibi son derece hassas ve dünyanın çoğunda illegal olan bir durum hariç) gereksiz yere öldürülmesini sorgusuz sualsiz yanlış kabul ederiz.</div><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;">İnsan öldürmeyi söz konusu kişinin bilişsel yetenekleri, moral kapasitesi, mental sağlığı, cinsiyeti, ırkı, ulusu, yaşı ya da cinsel yönelimini gözönüne almadan yanlış kabul ediyoruz. Söz konusu kişinin terminal anlamda bunaklıktan, psikolojik hastalıklardan, zekâ geriliği olmasından söz etmiyoruz bile, ne olursa olsun o kişiyi öldürmenin cidden yanlış olduğuna inanıyoruz. Eğer her bir durumun korkunç olduğunu düşünüyorsak, bunun nedeni söz konusu kişinin sahip olabileceği mental ya da moral nitelikleri değil, acı çekmeye açık olmasıdır.</div><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;">Çoğumuz sentient canlılardan oluşan diğer türlerin üyelerini gereksiz yere öldürmekte yanlış hiçbir şey yokmuş gibi davranıyoruz. Ama algımızdaki bu türden bir uyuşmazlığa ne türden rasyonel bir bahanemiz var acaba? Bütün bu hayvanların hepsinde ve sadece insanlarda var olan ne ki öteki hayvanların bu kadar önemsiz olduğu sonucuna varabiliyoruz?</div><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;">Bir kriter olarak zekâ veya moral kapasiteyi kullanırsak milyonlarca insanın hayatı da aynı şekilde bir kenara atılabilir kolayca (bunaklık yaşayan, mental özürlü insanları ve bebekleri düşünün). İnsanlar ve insan türünden olmayan hayvanlar arasında zekâ ve moral kapasite gibi özellikler birbirini kapsayan ve iç içe geçmiş bir kontinyuma dahildir, bu anlamda bir sınır belirlemek ancak art niyetli ve önyargılı bir yaklaşım olabilir.</div><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;">Ama zekâ ya da moral kapasite gibi bir kriterin olduğunu kabul etsek dahi, gereksiz yere öldürülmemek ve varolmaya devam etmekte menfaati söz konusu ise, bunun bir önemi kalır mı sizce? Durup da düşünürsek, bu türden bir ayrımın zerre kadar önemi yok. Nasıl gözler görmeye devam etmekte yeterli ise, kulaklar da duymaya devam etmekte yeterli ise, sentiens de –yani canlının kendi hayatını tecrübe etme yeteneği de- varoluşun sürmesinde menfaat sahibi olmak açısından yeterli bir kıstastır.</div><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;">Bazı insanlar ölüm kavramının, geleceğe dair planların ve sürüp giden bir aktivitede menfaati olmanın da hayatın devam etmesinde menfaat sahibi olmak için gerekli olduğunu söylüyor. Ama mesele bu olsa bile, bir çok insanın hayatının devam etmesinde menfaati olmazdı.</div><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;">Burada legal bir sözleşmeye bir benzetme yapmak gelecekle ilgili kavramlar yerine sentiensin tek başına yeterli ve gerekli bir kriter olduğunu anlamamıza yardım edebilir. Legal sözleşmeler çoğu kez komplekstir, avukat olmayan insanlar için tuhaf ve garip kelimeler ve terimlerle doludur. Gelecekte varolmanın kendi menfaatine olduğunu bir kişinin anlaması için geleceğin ne olduğunu anlaması gerekir demek, bir sözleşmede taraf olan bir kişinin bir maddeden zarar görmesi için o maddeyi anlaması gerekir gibi bir şey öne sürmekle aynı şeydir. Ama biz sözleşmeyi imzalarken anlamadığımız maddeler tarafından zarar görebileceğimizi biliriz. Aynı şekilde insan türünden olmayan sentient canlılar da (aynen mental kapasitesi sınırlı sentient insanlar gibi) kendi geleceklerini ya da ölümlerini soyut ve kavramsal bir gerçeklik olarak anlamasalar bile, öldürülme eylemi sonucunda zarar görürler.</div><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;">Aslında bir başkasının elinde zamansız bir ölüm yaşamanın en nihai bir zarar verme eylemi olduğunu söylemek doğru olmaz mı? Çabuk ve acısız bir ölüm bir canlının kendi hayatını kendi kapasitesi ile yaşamaktan yoksun bırakmaktır. Eğer insan türünden olmayan hayvanların gereksiz yere zarar görmemesi gerektiğine inanıyorsak, o zaman gereksiz yere öldürülmekten de korunmaları gerekir. Toplumumuzun hayvan kullanmaya yönelik mantık yürütmeleri geleneğe, alışkanlıklara dayanıyor, aslında bu sebeplerin hepsi gereksiz, bu türden arkaik ve barbar pratikleri sürdürmekte hiçbir meşruluk yok.</div><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;">Eğer ölüm sentient insanlar için zekâlarından ve diğer kapasitelerinden bağımsız olarak zararlı ise, o zaman sentient ve insan türünden olmayan canlılar için de onların zekâları ya da diğer kapasitelerinden bağımsız olarak zararlı olmalı. İnsan hayatının ve ölümünün önemli olduğunu düşünen insanlar bile isteye insan türünden olmayan hayvanların hayatlarını ve ölümlerini görmezden geliyorlar, türcü bir önyargıya dayalı ayrımcı bir yargıda bulunuyorlar, aynen ırkçıların ya da cinsiyet ayrımcılarının kasıtlı olarak azınlık grupları ya da kadınların önemli menfaatlerini görmezden geldiği gibi.</div><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;">Kendimizi bir diğer sentient canlının yerine koymak adına samimi ve dürüst bir çaba gösterdiğimizde, türlerinin ne olduğu ya da ne türden niteliklere sahip oldukları gerçeğinden bağımsız olarak, hayatlarına hürmet göstermemiz gerekir. Aynen bizim gibi; onlar da mutlu, sağlıklı olmak, zarar görmemek ve sahip oldukları en kıymetli şeyin tadını çıkarmak istiyorlar: yani hayatlarının.</div><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;"><a href="http://unpopularveganessays.blogspot.com/" style="border-bottom-color: rgb(102, 102, 102); border-bottom-style: dotted; border-bottom-width: 1px; color: #333333; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; outline-color: initial; outline-style: none; outline-width: initial; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-decoration: none;">http://unpopularveganessays.blogspot.com/</a></div><div style="margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;">Çeviri: CemC</div></div>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-8084192354947353121.post-48313888042151762202012-02-11T06:23:00.000-08:002012-02-11T06:23:01.326-08:00mülkiyet, şiddet ve zulmün kökenleri<h2 style="color: #333333; font-family: Georgia, 'Times New Roman', Times, serif; font-size: 1.8em; font-weight: normal; letter-spacing: -1px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-decoration: none;">Mülkiyet, Şiddet ve Zulümün Kökenleri</h2><div class="entry" style="line-height: 1.6em; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; position: relative;"><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;"><img alt="" src="http://www.animalequality.net/files/images/lineofcows.jpg" style="border-bottom-color: rgb(204, 204, 204); border-bottom-style: solid; border-bottom-width: 1px; border-image: initial; border-left-color: rgb(204, 204, 204); border-left-style: solid; border-left-width: 1px; border-right-color: rgb(204, 204, 204); border-right-style: solid; border-right-width: 1px; border-top-color: rgb(204, 204, 204); border-top-style: solid; border-top-width: 1px; height: auto; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; max-width: 100%; padding-bottom: 2px; padding-left: 2px; padding-right: 2px; padding-top: 2px;" /></div><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;"><span style="color: red; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;"><strong style="margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;">Bob Torres</strong></span></div><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;">Hayvanlar çağdaş kapitalist üretimde çıkar elde etmek için bir araçtan başka hiç bir şey değiller. Acı çekmemekte menfaatlerinin olması, özgür olma ve dünyadaki canlılar olarak yaşamak gibi arzularının hepsi- kitlesel olarak- tarım kapitalinin üretim amaçlarına hizmet ettiriliyor.</div><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;">Bir meta olarak hayvanlar ayrıca kendi sahiplerinin malıdırlar. Diğer mal çeşitleri gibi ya insanlara ya da şirket gibi tüzel kişilere “aittirler”. Çiftçi inek satabilir ve satın alabilir, dirikesimci belli türde kanserler geliştirmek için fare satın alabilir; siz ve ben eğer dilersek saf ırktan kedi ve köpekler üretebiliriz. Çoğumuz için bu, günlük hayatın bir gerçeğidir; hayvanları bizim malımız olarak düşünmeye öylesine alışmışız ki hayvanların bu legal ve sosyal statüsünün etkileri üzerine neredeyse hiç düşünmüyoruz…</div><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;"><span id="more-2744" style="margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;"></span></div><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;">Birçok yasal açıdan köpeğiniz Ipod’unuz gibidir, ya da arabanız gibi, ya da sahip olduğunuz diğer maddi şeyler gibi. Ancak köpeğimle Ipod’um arasındaki büyük fark, köpeğimin hislerinin olması. Onun öznel bir farkındalığı var, onun ihtiyaçları, istekleri ve duygusal durumları var, acı ve zevk hissediyor.</div><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;">Malımız olarak hayvanlar aslında ürettikleri şeyler karşılığında hiçbir ikramiye almayan bir emekçi konumundalar- hayvanlar aslında bir çeşit köleler. İşte hayvanların bu mülkiyet statüsü ve sahiplenilme durumu arasındaki ilişki, ister doğrudan hayvanların kendilerini yetiştirmek ve onları satmak, isterse diğer metaları üretmek adına onların emek gücüne yüklenmek anlamında olsun aslında hayvanlardan para kazanmaya dayanıyor.</div><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;">Tarım bölümü öğrencisi olarak modern tarımın aslında kıyasıya rekabete dayandığını, hayatta kalmak için ya büyümek ya da bir şekilde yayılmak zorunda olduğunuzu, üretim için en yeni teknolojilere uyum sağlamak ve girdiler üzerinde kazancı maksimize etmek zorunda olduğumuzu öğrendim. Örneğin; tavuk yeminde çalışmak için mümkün olan en ucuz girdi kaynağını bulmaya yönlendirildik; çünkü bu girdiler taban fiyatı belirleyecek türden bir etkiye sahip olacaklardı. Zaten çok zayıf marjinleri olan bir işin masraflarını daha da düşürme arzusu, insanların şok edici bulacakları bir takım pratiklere yol açtı. Örnek vermek gerekirse: deli dana hastalığı –geviş getiren otçullar olan-ineklere ölü ineklerin ve diğer ölü hayvanların bir ham protein kaynağı olarak beyin dokusu ve omurgaları yem olarak yedirilmesiyle ortaya çıktı. İnekler yamyama dönüştürüldüler; çünkü ineklerin omurga dokuları ve diğer mezbaha artıkları- ürünleri, ucuz yem girdileriydi. Üreticiler, ineklerin ineklere yedirilmesinin sorun yaratacağını düşünmediler: nihayetinde bu da bir başka protein kaynağıydı. Araştırmacıların hayvanlara kendi türlerinin atık ürünlerini yedirerek onları yamyama dönüştürmesine başka örnekler de verilebilir. Kuzey Carolina Devlet Üniversitesi’ndeki araştırmacılar Valkerase adı verilen, tüylerdeki keratini bozan bir enzim geliştirdiler ve bunu pazarladılar. Bunun uygulamalarından birisi ise mezbahadan atık ürün olarak kalan tüylerin yeniden tavuklara yedirilmesidir. Böylece girdi masraflarını düşüren çiftçi ya da üretici, hayvan yetiştirmenin maliyetini de düşürebilir- hayvan hayatta kalıp üretmeye devam ettikçe, üretici için hayvan ekonomik anlamda son derece önemlidir. Başka türlüsünü yapmayı seçmek ise hem kapital israfıdır, hem de girişimci için potansiyel bir risk anlamına gelir.</div><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;">Diğer metaların üretimi gibi, hayvan metalarının üretimi de mümkün olan en az üretimle beraber mümkün olan en yüksek fiyata ürünü satmaya dayanır. Bu açık açık ekonomik bir mantık, ama bu mantık içerisinde hiç farkedilmeden sürüp giden bir sömürü mantığı yer alıyor. Önceden söylediğim gibi, kapital yaratmak için özel mülkiyetin pompalanması sürecinde kendilerinden emekleri çalınan işçilerin sömürüsü bir birikim oluşturur. Sömürücü toplumsal bir düzenin kendini ortaya koyması olarak özel mülkiyet, güçlü olanların zayıf olanları tahakküm altına alması üzerine yapılandırılır. İnsan emeği açısından baktığımızda bazı insanların satmak için sahip olduğu tek şey çalışma güçleridir, başka da bir şeyleri yoktur. Buna ek olarak, sürekli genişleyen özel mülkiyet, kapitalistin bu toplumsal düzeni sürdürmesine de izin verir. Eğer işçi yaşamak ihtiyacı olandan daha fazla kazanırsa, o zaman çalışmaya devam etmeye ihtiyaç duyacaktır. Böylece, özel mülkiyet içinden çıktığı toplumsal düzenin sürdürülmesine de yardım etmiş olur.</div><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;">Hayvanların insan amaçları uğruna üretilmesi, özel mülkiyete benzer nitelikler gösterir ve tahakkümün genişletilmesine yardım eder. Hayvanlar meta üretmek ya da metaya dönüşmek için çalıştırılır, bunu insanların özel mülkiyeti olarak yaparlar. Biz bu ilişkiden genelde çok büyük kelimelerle söz ederiz, mesela hayvanlara “şefkatimiz”den ”çiftçilik” olarak söz ederiz, ya da hayvanların “refahı”ndan sorumlu koruyucular olarak görürüz kendimizi, ama insan-hayvan ilişkisine dair bu konforlu ve pastoral nosyonların altında hayvana hayatını dolu dolu yaşama hakkını inkâr eden, üreticiye ise artı değer kazandıran bir sömürü sistemi vardır. Hayvanın bir özne oluşu, hayvanın acı çekmesi, akut ızdıraplar yaşaması, en doğal alışkanlıklarının reddedilmesi- bunların hepsi hayvan emeğinin ve hayvan vücutlarının insanlara para kazandırdığı gerçeği karşısında ikinci derecede önemli şeylere dönüşür. Özel mülkiyet bu durumu devam ettirir, daha fazla kazanmaya duyulan arzu da bu durumu gerekli hale getirir.</div><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;">Metalaştırmayla beraber, özel mülkiyet ilişkileri hayvanlara gereksiz bir şiddet ve acı yaşatılmasını empoze eder, bunların hepsi hayvan ürünlerinden aldığımız tat ve hayvan ürünlerinden elde ettiğimiz para adına yapılır. Hayvanların bir mal olarak sınıflandırılmasının böylesine merkezî bir noktada bulunması, toplumumuza ve ekonomimize yedirilmiş hayvan sömürüsünün derinliğini düşünüldüğünde asla hafife alınmamalı. Hayvanları bir meta olarak kategorize etmemiz, bize en küçük insan arzusu için bile hayvanları sömürme yeteneği veriyor. Mülk sahipleri olarak arzularımız ve çıkarlarımız, mülkümüzün çıkarları ile çeliştiğinde her zaman üstün geleceği için, aslında hayvanlara nasıl istersek öyle davranabiliriz, özellikle de refah yasaları hayvanlar adına son derece sığ korumalar sağlarken, ve çiftlik hayvanları bu korumadan böylesine dışlanmışken. “<em style="margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px;">En manasız insan menfaatleri söz konusuyken, ama hayvanların menfaatleri son derece yaşamsal öneme sahipken bile insanların menfaatlerini hayvanların menfaatlerinden üstün tutmayı seçiyoruz; bu, gerçekten bir ölüm kalım meselesi. Aslında yaptığımız şey, mülkiyet sahibinin çıkarı ile bir mülkiyet parçasının çıkarı arasında seçim yapmaktır. Böylece bu ”çıkar çatışması”nın sonucu daha başta belli olmuş olur</em>”.</div><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;">Bu meta ilişkisi toplumumuza, ekonomimize ve yasalarımızın en derinlerine işlemiş bir ilişki. Köpeğim Emmy ile ilgili verdiğim örneğe geri dönersek, yasalar bana ona tam anlamıyla sahip olma hakkı tanıyor. Böylece ben bu sahiplik hakkını nasıl dilersem o şekilde kullanabilirim, ondan menfaat sağlayabilir, onu satabilir, kredi çekerken maddi teminat olarak gösterebilir, benim için çalışmaya dahi zorlayabilirim. Eğer isteseydim onu bilime bağışlayabilir, ya da üzerinde deneyler yürütülsün diye laboratuvarlara da satabilirdim. Yasaya göre, bu eylemlerin her birisi yasal nitelik taşıyor, bunların her biri bu hayvan metasının sahibi olarak benim mutlak hakkımdır. Mülkiyet ilişkisi, hayvanlara uygulandığında, onları insan kaprisine boyun eğmeye mecbur eden şiddet dolu bir tahakküm biçimidir.</div><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;">Bir maldan başka hiçbir anlamları olmayan hayvanlar her zaman bizim altımızda yer alacaklar. Bu durumda bu canlılara sadece insan türünden olmama statüleri nedeniyle, ya da daha düzgün bir şekilde ifade edemeyeceğim ama, canımız öyle istediği için her zaman şiddet uygulanabilir. Hayvanlar toplumsal düzende eşitlik içermeyen bir konumdalar; toplumsal düzen, hali hazırda onların menfaatlerinin tam da kalbine bir kazma gibi saplanmışken bir de yapısal bir şiddete maruz bırakılıyorlar. Böyle olmasının nedeni bizim hayvanları “öteki” olarak düşünmemiz, sosyal ve ekonomik aygıtımızı hayvanlara yönelik şiddeti ve sömürüyü kurumsallaştıracak şekilde yapılandırmış olmamız. Bu şiddet ve sömürü, özel mülkiyetin bir uzantısı olması ve menfaatlerin elde edilmesiyle sıkı sıkıya birbirine bağlı olduğu için, kapitalist devletin bu düzeni sürdürmekte ve bu düzene yönelik tehditlere haykıra haykıra savaş açmakta akla gelebilecek her türden menfaati vardır.</div><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;">Kapitalist devlet mülkiyet sahiplerinin çıkarlarını korumak için aktif şekilde çalışıyor, hayvan mülkiyeti kullananlar ise mülklerine dair mümkün olan en minimum yasal düzenlemeyi istiyorlar. Hayvan sömürüsü endüstrileri ABD’de kendi eylemlerine yönelik muhalefeti sınırlandıran yasaların kabul edilmesini kutluyor. Özellikle iki ABD yasası, AEPA (Hayvan Girişimlerini Koruma Yasası) ve AETA (Hayvan Girişimleri Terörizm Yasası) kapitalist devletin hayvan mülklerini adaletsizce sömüren mülkiyet sahiplerine nasıl destek vereceğini açık açık gösteriyor. Bu yasalar ayrıca sömürü dinamiklerinin toplumda nasıl kurumsallaştırıldığını da ortaya koyuyor.</div><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;">Bu yasalar kabul edileli 10 seneden fazla oldu. Hayvan Girişimleri Terörizm Yasası, hayvan endüstrilerini ekonomik zarar ve fiziksel müdahalede bulunulmaktan korumak için kabul edildi, hayvan sömürüsü yapanlara bu tür zararlar verenlerin alacağı cezaların artırılması sağlandı. Hayvan girişimi terörizmi gibi bir maskenin ardında ise bu yasanın aslında ALF ve ELF gibi grupların eylemlerine yönelik doğrudan cevaplar olduğunu görüyoruz. Ancak hayvan endüstrilerindeki bazı insanlar bu yasanın çok zayıf olduğunu anladı.</div><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;">Ulusal Hayvan Menfaatleri İttifakı (NAIA) işte bunu anlayan gruplardan biriydi. Onların websitesine bakınca insan inanamıyor. Yavru köpeklerin, yavru kedilerin, tavşanların ve diğer hayvanların mutlu ve huzur dolu mekânlarda bulunduğunu gösteren fotoğraflar var sitede, site NAIA’yı “hayvan refahını savunmaya kendi adamış bir iş, tarım ve bilim oluşumu” olarak, ” sorumluluk duygusu taşıyan bir hayvan kullanımını destekleyen ve insanlarla hayvanlar arasındaki bağların güçlendirilmesi için çalışan bir yapı” şeklinde tanıtıyor. Resimler elbette NAIA üyelerinin yaptığı etkinlik çeşitlerinin ne olduğu konusunda yalan söylüyor. Yönetici kurula baktığımızda kürk üreticileri, büyük baş hayvan üreticileri, dirikesimciler, hayvan üreticileri, ve çoğu kez hayvanları öldürerek onlardan para kazanan diğer insanları görüyoruz.</div><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;"><img alt="animal care" src="http://www.naiaonline.org/images/pic1.jpg" style="border-bottom-color: rgb(204, 204, 204); border-bottom-style: solid; border-bottom-width: 1px; border-image: initial; border-left-color: rgb(204, 204, 204); border-left-style: solid; border-left-width: 1px; border-right-color: rgb(204, 204, 204); border-right-style: solid; border-right-width: 1px; border-top-color: rgb(204, 204, 204); border-top-style: solid; border-top-width: 1px; height: auto; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; max-width: 100%; padding-bottom: 2px; padding-left: 2px; padding-right: 2px; padding-top: 2px;" /></div><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;">NAIA’den.</div><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;">Bu yazı “Making A Killing: The Political Economy of Animal Rights-” adlı eserin 3. Bölümünden alınmıştır.</div><div style="background-color: #c5cdbc; color: #333333; font-family: 'Lucida Grande', Verdana, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 10px; margin-top: 10px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify;"><img alt="" src="http://covers.openlibrary.org/w/id/3048013-L.jpg" style="border-bottom-color: rgb(204, 204, 204); border-bottom-style: solid; border-bottom-width: 1px; border-image: initial; border-left-color: rgb(204, 204, 204); border-left-style: solid; border-left-width: 1px; border-right-color: rgb(204, 204, 204); border-right-style: solid; border-right-width: 1px; border-top-color: rgb(204, 204, 204); border-top-style: solid; border-top-width: 1px; height: auto; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; max-width: 100%; padding-bottom: 2px; padding-left: 2px; padding-right: 2px; padding-top: 2px;" /></div><div class="sharedaddy sd-rating-enabled sd-like-enabled sd-sharing-enabled" style="background-color: #c5cdbc; border-bottom-left-radius: 0px !important; border-bottom-right-radius: 0px !important; border-top-left-radius: 0px !important; border-top-right-radius: 0px !important; clear: both; color: #333333; font-family: 'Helvetica Neue', Helvetica, Arial, sans-serif; font-size: 12px; line-height: 19px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; padding-bottom: 0px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 0px; text-align: justify; zoom: 1;"><div class="sd-block sd-rating" style="border-bottom-left-radius: 0px !important; border-bottom-right-radius: 0px !important; border-top-color: rgba(0, 0, 0, 0.128906); border-top-left-radius: 0px !important; border-top-right-radius: 0px !important; border-top-style: solid; border-top-width: 1px; margin-bottom: 0px; margin-left: 0px; margin-right: 0px; margin-top: 0px; padding-bottom: 5px; padding-left: 0px; padding-right: 0px; padding-top: 10px; width: 780px; zoom: 1;"><br class="Apple-interchange-newline" /></div></div></div>Sokakta İnisiyatifihttp://www.blogger.com/profile/12911078758169181741noreply@blogger.com0