Gay Bradshaw
“Ama ben deli insanların arasına gitmek istemiyorum” dedi Alice.
“Ama elinden bir şey gelmez” dedi Kedi:”hepimiz deliyiz burada. Ben deliyim. Sen de delisin.”
“Deli olduğumu nerden biliyorsun?” dedi Alice.
“Öyle olmalısın” dedi Kedi,” yoksa buraya gelmezdin”.
Lewis Carroll, Alice Harikalar Diyarında
Bugünlerde deliren hayvanlarla ilgili çok konuşuluyor:” tüy yolan eypler, intihar eden yunus balıkları, psikiyatrik bozukluklar yaşayan şempanzeler, cinayet işlemeye meyilli orkalar, seri katil filler- hayvanların uygun koşullar oluştuğunda aynen insanlar gibi zıvanadan çıkabildiğini gösteren Everest yüksekliğinde kanıtlar söz konusu. Toplumları soykırım tahribatıyla sarsılan bütün türlerde çaresizlik ve depresyon baş gösteriyor, hayvanat bahçesi ya da hapisane olsun, işkence ve esaret altında yaşayınca çok az hayvan bunu yaşamıyor.
Bunların hiçbiri yeni değil. Hayvan esaretinin kötülük dolu etkileri yüzyıllardır biliniyor. 1900’lerin başlarına, Darwin öncesine dek uzanan geçmişlerinde hayvanat bahçelerini yönetenler ve doğa tarihçileri tüylerini yolan papağanların, depresyondaki yılanların, yavrularını öldüren kaplanların ve diğer hayvanların çeşitli mental bozukluklar sergilediğini söylemiştir. Yeni olan şey şu: hayvanların artık bir tutam davranıştan ibaret olmadığı, bir varlık/birey olduğu ve bizim gibi zihinlere sahip oldukları nihayet kabul ediliyor. Bugün hayvanların duygularından söz etmek en az hayvan deliliği kadar popüler. Geleneksel anlamda hayvanların yaşadığı strese anormal ya da sapkın davranış adı veriliyor ve hayvan psişesinden hiç dem vurulmuyordu. Hayvanlar davranıyordu ama, sadece insanlar düşünüyor ve hissediyordu.
Ancak, insan-hayvan bariyeri insanı kıskandıracak kadar korunuyor. Hayvan zihnini gayretle inceleyenler bile hayvanları bir kol mesafesinde uzak tutmaya dikket ediyorlar, bu konuda kararlı görünüyorlar. Sisifos gibi, bilim ne zaman insan-hayvan karşılaştırılabilirliğine dair kanıtlar sunsa ve yasal denklik gibi bir durum söz konusu olsa, anında geri çekiliyorlar; olay, kanıt ve itiraz çemberinin sonsuz döngüsüne terkediliyor. Şempanzelerin laboratuar kafeslerindeki sonsuz sallanmaları ve çığlıklarının “işaret” olduğu konusunda ısrar ediliyor; travma sonrası stres bozukluğu yaşayan bir insanın durumuna belirsiz bir şekilde benzediği düşünülüyor. Hem de genetik olarak en yakın akrabamızın aslında özne olan, hisseden bir varlık olduğunu; epigenetik olarak semptomlarının ve öznel deneyimlerinin bizimkiyle aynı olduğunu ortaya koyan sağlam bir literatüre rağmen.
Ne yazık ki; hayvan deliliği, aynen hayvanların kendisi gibi, bilim ve bilim adamlarının esiri. Milyarlarca hayvan “araştırma”, “kalkınma” ve “çoğunluğa faydası olsun” maskesi altında insan zihninin aşırılıklarına maruz bırakılıyor. Hayvanların yaşadığı çöküşün gerçek önemi ve anlamından uzak duruluyor. Şimdi, bir ironi örneği olarak insanların da bilim adamlarının ve tıbbın kurbanı olduğunu görüyoruz. Nörobiyolojinin ötesinde insanlar ve hayvanlar, Vine Deloria jr.’ın söylediği gibi “politikaları belirleme statüsüne sahip olanlar tarafından uygulanan çıplak iktidar” tarafından beraber kandırılıyorlar.
New York Review of Books’ta çıkan bir yazıda New England Tıp Dergisi’nin eski editörü epidemik mental hastalık ve araştırma ve psikofarmasötikal endüstriler arasındaki ihanet ve komple ilişkilerinin insanı dehşete düşüren hikâyesini anlatıyor. Görünüşe göre; bilim, birkaç seçme psikiyatristin, endüstriyalistin ve devlet kurumunun oluşturduğu ve mental sağlık parametrelerini dikte etme amacı güden bir hizip olacak şekilde ayarlanmış durumda:
“1980’lerde güçlü sesler dörtlüsü bir araya gelerek halka mental bozuklukların beyin hastalıkları olduğunu söyledi. İlaç şirketleri de finansal yapıyı hazır ettiler. ABD Psikiyatri Birliği ve en ünlü tıp okullarındaki psikiyatristler teşebbüsün entelektüel meşruluğunu sağladı. Ulusal Mental Sağlık Kurumu da her öykünün üzerine onaylanmıştır damgası vurdu. Böylece Mental Hastalık Üzerine Ulusal Dayanışma kuruluşu da moral bir otorite görevi gördü.
Psikiyatrik tanılar mental sağlık mesleğinin İncil’i olan DSM tarafından yaratılıp dağıtıma sokulur, ancak DSM “kararlarını destekleyen hiçbir bilimsel çalışmaya referans göstermez”. Psikoaktif ilaç şirketler, bilim değil, “ mental hastalığın ne olduğuna, bozuklukların nasıl tanılanması ve tedavi edilmesi gerektiğini belirler”. Bilim Prozac, Paxil, Zoloft ve Effexor’un depresyona yol açtığı önkabuluyle beynin kimyasal dengesizliğini düzelttiği iddiasını desteklemiyor. Psikoaktif ilaçların giderek daha çok kullanılması için başvurulan bahanenin, “mental hastalıkların beyindeki kimyasal bir dengesizlikten meydana geldiği” bahanesinin hiçbir geçerliliği yok.
Kapsamlı bir araştırma ise ilaç şirketlerinin kendilerini olumlayıcı çalışmaları gene tıp dergilerinde basılmasını, doktorların bunan haberdar olmasını sağlarken, negatif sonuçlu çalışmaların ise Tarım Bakanlığı tarafından görülmeden geçtiği, bakanlığın onlara gizlidir ibaresiyle yaklaştığını ortaya koyuyor. Bu pratik tıp literatüründe, tıp eğitiminde ve tedavi kararlarında büyük bir keyfiyete sebep oluyor.”
Özetlemek gerekirse bilim ve endüstri “ belirli bir ilaca uyduğu kabul edilen bir anormalliği tedavi etmek için bir ilaç geliştirmiştir”. Araştırma ve deneylere harcanan milyarlarca dolar ve on yıllar sonra öğrendiğimiz şey, “aslında gerçek bir antidepresan ilaç etkisi diye bir şeyin olmadığı”.
Sadece halk kandırılmadı, insan hayatlarından taviz verilmedi, milyarlarca dolar kazanılmadı; TRİLYONLARCA HAYVAN kullanılıyor, istismar ediliyor, bir kenara atılıyor, zihinleri ve vücutları yağmalanıyor. Antidepresan kilink denemelerindeki hayvan kullanımı Dante’nin Cehenneminin bir mikrokozmosu gibi, hayvanlar burada araştırma ve ilaç imparatorluklarının ekonomik motorlarına benzin sağlamaya mahkûm edilmişler.
2004 yılında New York Times’da yayınlanan bir yazıya göre bir kez SSRI ve TCI gibi birinci kuşak antidepresanlar keşfedildikten sonra hayvanların diğer ilaçların keşfini hızlandırdığı söylendi. Buradaki anafikir ilaç şirketlerinin hayvan deneylerini kullanarak klinik testlerde ve depreseyondaki hastalarda en çok işe yarayacak binlerce potansiyel yeni bileşimler ortaya çıkarmaktı. Bu yaklaşıma “mantıklı bir eylem tarzı” deniyor, “çünkü hayvanları deneylerde kullanabilirsiniz, beyinlerini inceleyebilir, onlara yüksek dozda ilaç verebilirsiniz, ama bunu insanlarla yapamazsınız.” Hayvanlar insanların yerine kullanılıyor ama sırf bize benzedikleri için değil, insanlara yapsak paçamızı kurtaramayacağımız şeyleri onlara yapabildiğimiz için kullanılıyorlar.
Bir noktada belli antidepresanların intihara meyilli olmakla ilgisi olduğu söylendi. İnsan deneylerinin olası ölümcül sonuçlarının olmasına etik anlamda şüpheli gözle bakıldığı için araştırmacılar bir alternatif seçtiler: fareler ve sıçanlar. Ancak; Standford Üniv. Tıp Fakültesi’nin Psikiyatri ve Davranış Bilimi bölümü başkanına göre bu yaklaşım geçerli değildi: “ hayvan deneyleri yeni antidepresan ilaçları tanımlamak için işe yarıyor; ama insan depresyonuna hiçbir anlamda benzemiyor hayvanlarınki”,..”bizde hayvan depresyonu modeli yok” . Bu yorum sinirbilimleri ve psikolojiden elde edilen geniş bir literatürle ciddi anlamda çelişiyor.
Ancak, insan-hayvan sinirsel denkliğini açık şekilde reddederken bile gene de birkaç “popüler” test yapılmasına karar verildi. Bunlardan bizi zorla yüzme testiydi. Bu testte fareler bir havuza konuyor ve kendilerini bırakana dek ne kadar yüzmeye devam ettikleri izleniyordu. Eğer antidepresan verilirse daha uzun yüzdükleri görülüyordu. Protokoller çok sıkı şekilde dizyan edilip kodlanıyor ve Yale Üniv. Araştırmacıları tarafından da sonuçlar yayımlandı. Bunlara ek olarak yapılan başka testlerde fareler kuyruklarından asılıor, kaldıraçı iterek elektroşoktan kurtulmaları öğretiliyordu. Kaldıraç etkisiz hale getirilince fareler gene de kaldıraca basıyorlardı, elektroşok yemeye devam etseler de. Antidepresan etkisindeki farelerin daha uzun süre kaldıraca bastığı gözlemlendi.
Araştırmacılar deneme yanılma yoluyla bir farenin daha uzun süre yüzmesini sağlayan aynı ilaçların insanlarda depresyonu azalttığını buldular. Dahası, Wyeth’teki araştırma ve geliştirme başkanının açıkladığını göre (şu anda dünyanın en büyük araştırma temelli ilaç şirketi Pfizer’ın bir parçası) davranışın ne olduğunu bir önemi yoktu..” bir hayvandaki davranışı insan davranışına bağlamaya çalışmıyoruz. Fare gibi hayvanlar mutluluk ya da üzüntü hissetmezler”. Sinirbilimciler de aynı şeyi söylüyor.
Bu tür araştırmaların etik dışı ve gelişigüzel doğasına rağmen, araştırmacıların “şu anda nöropsikiyatrik bozukluklarla ilgili elimizdeki hayvan modelleri… on yıllar boyunca yapılan deneylere rağmen insanlarda tedavi etkisini tahmin etmek için uğraşmamıza rağmen başarısız olmuştur” demesine rağmen bu pratik devam ediyor. Fareler ümitsizce, çaresizce yüzmeye devam ediyorlar, eldiven takan eller tarafından sebep olunan şaşkınlık ve ümitsizlik içinde dayanmaya çalışıyorlar. Aynı anda araştırmacılar hayvanların çektiği acıların “anormal davranış işareti” olduğunda ısrar ediyor, insan olmayan türler de depresyon için yeterli bir model olmayı başaramıyorlar, antidepresanlar da ehlileştirilmiş, esaret altına alınmış yaban hayatına uygulanmaya devam ediliyor.
Bu delilik girdabının ortasında bize herşeyin bir sebebi vardır deniyor. Psikiyatriye, bilim adamlarına, ilaç şirketlerine ve onların hissedarlarına hizmet eden trilyon dolarlık endüstriyi düşünürsek evet , gerçekten de herşeyin bir sebebi var. Gerçekten deliliğe yol açan bir metod söz konusu. Antidepresan araştırmacıları “yeni teorilere ihtiyacımız var” diye ağlaşıyor. Ancak görünen o ki araştırmacıların ihtiyacı olan şey, yeni bir ruh.
Çeviri: CemCB
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder