12 Şubat 2012 Pazar

J. ZERZAN -ATAERKİLLİK, UYGARLIK VE TOPLUMSAL CİNSİYETİN KÖKENLERİ

-John Zerzan
Uygarlık, esas itibariyle doğanın ve kadının üzerinde uygulanan tahakkümün tarihidir. Ataerkillik, kadına ve doğaya hükmetmek anlamına gelir. Temel olarak bakıldığında bu iki kavram aynı anlama mı gelmektedir?
Felsefe, iş bölümünde ortaya çıkan ve ortaya çıktığı andan bu yana yayılan bir ıstırabın krallığını, onun uzun sürecini çok defa görmezden gelmiştir. Héléne Cixous felsefe tarihini “babaların zinciri” olarak tanımlar. Tıpkı ıstırap gibi, kadınlar da bu zincirde yer almaz ve kuşkusuz birbirlerinin en yakın akrabasıdırlar.
Nitekim, anti-feminist edebiyat kuramcılarından biri olan Camile Paglia, uygarlık ve kadını şöyle bağdaştırır:
“Üstü açık bir yük vagonundan kocaman bir vinç. Gördüğümde, sanki kilisede bir törendeymişim gibi huşu ve saygıyla duraklarım. O nasıl bir tasarım gücü: O ne görkem: bu vagonlar bizi anıtsal mimarinin ilk olarak hayal edildiği ve hayata geçirildiği yere, eski Mısır’a bağlıyor. Uygarlık kadınların ellerine bırakılmış olsaydı, hala sazdan kulübelerde yaşıyor olacaktık.” (1)
Uygarlığın “zaferler”i ve kadınların bunlara ilgisizliği. Bazılarımız için “sazdan kulübeler”, baskının ve yıkımın şekillendirdiği o yanlış yolu seçmemiş olmayı simgeliyor. Teknolojik uygarlığın ölüm dürtüsünün küresel çapta olduğunu, her yere bulaştığını göz önünde
bulundurduğumuzda, keşke hala sazda kulübelerde yaşıyor olsaydık.
Egemen model, kadınların ve doğanın değerini evrensel boyutta en aza indirdi. Bunun neyi şekillendirdiğini kim göremiyor? Ursula Le Guin, Paglia’nın ikisini de reddediyor olmasını sağlıklı bir şekilde düzeltiyor:
“Uygar Erkek şöyle der: Kendi olan benim, Efendi benim, geri kalan her şey ötekidir- dışarıdadır, aşağıdadır, alttadır, itaat edendir. Ben sahip olurum, ben kullanırım, ben sorgularım, ben faydalanırım, ben kontrol ederim. Önemli olan benim yaptığımdır. Benim ne istediğim tek nedendir. Ben benim, gerisi benim uygun gördüğüm şekilde kullanılacak olan kadınlar ve el değmemiş vahşi arazidir.” (2)
Şüphesiz, ilk uygarlıkların anaerkil olduğuna inanan pek çok insan var. Ama hiçbir antropolog ya da arkeolog, ki içlerinde feministler de var, bu tür toplumların var olduğuna dair bulguya ulaşamadı. Sherry Ortner, “Bırakın anaerkil olmayı, tam anlamıyla eşitlikçi bir kültür arayışı sonuçsuz kalmıştır” (3) hükmüne varmıştır.
Oysa, erkek tarafından belirlenen kültür, içinden çıkılmaz bir hal almadan ve evrensel olmadan önce, kadınların erkeklere daha az tabi olduğu uzun bir zaman dilimi de vardı. 1970’lerden bu yana, Adrienne Zihlman, Nancy Taner ve Frances Dahlberg (4) gibi antropologlar, daha önce odaklanılan noktayı ya da şöyle diyelim, “Avcı Erkek”in karşısına “Toplayıcı Kadın”ı koyan tarih öncesine ait bir klişeyi düzeltmişlerdir. Burada kilit nokta; genel olarak ortalamaya bakıldığında, tarım öncesi göçebe toplumların yiyeceklerin %80’ini toplayıcılık, %20’sini ise avcılıkla karşılıyor olmasıdır. Avcılık-toplayıcılık arasındaki ayrımı abartmak ve kayda değer ölçüde toplulukta kadının avcılık, erkeğin toplayıcılık yapmış olmasını görmezden gelmek mümkündür.(5)
Ancak, toplayıcı toplumlarda kadınların özerk olmasının altında yatan temel neden, besin için gerekli kaynakların, kendi faaliyet alanları içinde hem erkekler hem kadınlar için ulaşılabilir olmasıydı.
Avcı-toplayıcı ya da toplayıcı toplumların, ana hatlarıyla eşitlikçi bir kültürel yapılarının olması bağlamında;Eleanor LeacockPatricia Draper ve Mina Caulfield gibi antropologlar, kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi ekseriyetle eşitlikçi olarak tanımladılar. (6) böyle durumlarda, yani bir şeyi temin eden kimsenin aynı zamanda onu paylaştırdığı, gerekli yiyeceğin %80’ini kadınların temin ettiği durumlarda; göçebe toplumun nereye gideceğine, nerede konaklayacağına karar veren çoğunlukla kadınlardır. Aynı şekilde, tarım öncesi toplumların kullandığı taş aletleri hem kadınların hem erkeklerin yaptığına dair bulgular da var. (7)
Anasoylu hanelerin temel alındığı PuebloIroquoisCrow ya da öteki yerli amerikan topluluklarında, kadınlar bir evlilik ilişkisini herhangi bir zamanda sona erdirebilirler. Bunların ötesinde, göçebe toplumdaki kadın ve erkekler özgürce – ve gayet barışçıl bir biçimde – istedikleri topluluğa girip çıkabilirler ya da istedikleri ilişkiyi başlatıp sona erdirebilirlerdi. (8) Rosalind Miles’ın belirttiği gibi, erkekler, kadınların emeğine hükmedip faydalanmadıkları gibi “kadınların bedenini, çocukları ya çok az kontrol ediyorlar ya da hiç etmiyorlar; bekareti ve iffeti fetişleştirmiyor, kadınların cinsel ayrıklığı olması gerektiği talebinde bulunmuyorlardı.” (9) Zubeeda Banu Quraishy ‘de Afrika’dan bir örnek gösteriyor “Mbuti toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ayırt edici özelliği uyum ve dayanışmaydı.” (10)
Yine de insan düşünmeden edemiyor, durum gerçekten hiç böyle umut verici olmuş muydu? Görünüşe göre evrensel bir boyuta varan, biçimi farklılar gösterse de özü aynı kalan kadının değersizleştirilmesi durumunda, başka türlüsünün nasıl ve ne zaman yaşandığı sorunu. Toplumsal varoluşta, toplumsal cinsiyete dayanan temel bir bölünme ve bu bölünmeden açıkça görülen bir hiyerarşi var. Felsefeci Jane Flax’a göre tüm kökleşmiş ikilikler, bunların içinde özne-nesne, akıl-beden ikilikleri de var, toplumsal cinsiyetteki ihtilafın yansımalarıdır. (11)
Toplumsal cinsiyet, cinsiyetlerin arasında var olan doğal/fizyolojik ayrım gibi değildir. Toplumsal cinsiyet, kültürel bir sınıflandırma, çok büyük bir öneme sahip tek kültürel biçim olabilecek cinsiyete dayalı işbölümü temelinde var olan bir derecelendirmedir. Toplumsal cinsiyete dayalı işbölümü temelinde var olan bir derecelendirmedir. Toplumsal cinsiyet, eşitsizliği ve tahakkümü yaratıyor ve meşrulaştırıyorsa, sorgulanacak daha önemli ne olabilir? Öyleyse, kökler ve geleceğimiz söz konusu olduğunda toplumsal cinsiyetin olmadığı bir insanlık tartışması kendini ortaya koyuyor.
İşbölümünün, evcilleştirmeye ve uygarlığa öncülük ettiğini, günümüzde ise tahakkümü küresel çapta bir sistem olarak yürüttüğünü biliyoruz. Yapay bir biçimde kabul ettirilen işbölümünün, toplumsal cinsiyetin ortaya çıkış şekli ve onu oluşturan biçim olduğu da ayrıca ortaya çıkıyor.
Yiyeceğin paylaşılması, uzun bir süre boyunca toplayıcılığa dayanan hayat tarzının ayırt edici niteliği olarak kabul edildi. Uygarlığın yalıtılmış ve içine kapanmış aile yaşantısına karşı olarak, bugün sayıca çok az da olsalar bazı avcı-toplayıcı toplumlarda hala görülen, çocukların bakımı konusundaki sorumluluğu paylaşmak da, bu niteliklerden biriydi. Ailenin ebedi bir kurum olmadığını düşünebiliyorsak, benzer bir şekilde insanın evriminde sadece kadının annelik rolünü üstlenmesi de kaçınılmaz değildir. (12)
Toplum, işbölümüyle bir bütün haline gelir, aile de cinsiyete dayanan bir işbölümüyle. Bütünleşme ihtiyacı bir gerilimin, birlik beraberlik için temel oluşturma arayışındaki bir ayrışmanın ipuçlarını taşır. Bu anlamda Testart haklıdır: “Akrabalığın doğasında olan hiyerarşidir.” (13) İşbölümünün temelinde yer almaları nedeniyle, akrabalık ilişkileri üretim ilişkileri haline gelir. Cucchiari’nin işaret ettiği gibi, “Toplumsal cinsiyet, akrabalığın doğasında vardır, onsuz var olamaz.” (14) tam da bu alanda, doğanın olduğu kadar kadının üzerinde uygulanan tahakkümün kökeni incelenebilir.
Göçebe toplumlardaki toplayıcı topluluklarda uzmanlaşmış roller önemini yitirirken, eşitsizlik ve gücün türevleri doğrultusunda gelişen akrabalık yapıları, ilişkilerin altyapısını biçimlendiriyordu. Kadınlar karakteristik olarak, çocuk bakımını üstlendikleri rolle hareketsiz kılındı; toplumsal cinsiyetin varsayılan gerekliliklerin ötesinde, bu kalıbın sınırları daha sonra iyice keskinleşti. Toplumsal cinsiyet temelli ayrım ve işbölümü aşağı yukarı Orta Paleolitik çağdan Üst Paleolitik çağa geçişte ortaya çıktı. (15)
Toplumsal cinsiyet ve akrabalık sistemi, içlerinde yer alan biyolojik özneleri karşısına alan, hatta onların üzerine kurulan kültürel yapılardır, Juliet Mitchell’in ifadesiyle “her şeyin ötesinde, davranışın sembolik örgütlenmesi.” (16) aslında toplumsal cinsiyetin şekillendirdiği toplumun, “çok keskin bir biçimde ikiye bölünmüş evreni sembolik olarak bir araya getirme”nin (17) gerektirdiği gibi sembolik kültürün kendisine bakmak daha açıklayıcı olacaktır. Önce hangisi vardı sorusu ortaya atılır ve cevabını bulmak zordur. Oysa, temel dayanağı cinsiyete dayalı işbölümü olan toplumsal cinsiyetin açıkça ortaya çıkışına kadar sembolik faaliyetlere (örneğin mağara resimleri) dair bulguların olmadığı çok açıktır. (18)
Üst Paleolitik çağa kadar, evcilleştirme ve medeniyetin Neolitik Devrimi’nin hemen öncesindeki dönem, cinsiyet devrimi zaferini ilan etti. Yaklaşık 35000 yıl önce, eril ve dişil semboller ilk mağara resimlerinde vardı. Toplumsal cinsiyet bilinci, ikiliklerin kuşatıcı birliği, bölünmüş toplumun kuruntusu olarak ortaya çıkar. Bu yeni kutuplaşmada, hareket toplumsal cinsiyetle ilişkili, toplumsal cinsiyetle ilişkili,, toplumsal cinsiyet tarafından tanımlı hale gelir. Avcının rolü, örneğin, erkeklerle birliğe, bu birliğin arzu edilen davranışlar olarak erkek cinsiyetiyle ilgili gereklerine doğru gelişir.
Grubun yiyecek aramak ve çocuk yetiştirmek için müşterek sorumluluğu gibi daha bölünmez ve genelleşmiş olanlar, cinsel kıskançlığın ve mülkiyetçiliğin ortaya çıktığı ayrılmış alanlar haline geldi. Aynı zamanda, sembolik ayrı bir alan ya da gerçeklik olarak ortaya çıktı. Bu, ritüelde ve pratiğinde yer aldığı kadar sanatın içeriğinde de ortaya çıkar. Günümüzden uzak geçmişi tahmin etmek tehlikelidir, yine de var olan endüstrileşmemiş toplumlar buna ışık tutabilirler. Papua Yeni Gine’li Bimin Kushusmin’ler, örneğin, eril-dişil ayrımını temel ve tanımlayıcı olarak yaşarlar. Finiik denilen eril “öz”, sadece güçlü, savaşçı özellikleri değil, ritüel ve denetimle ilgili özellikleri de gösterir. Khaapkhabuurien ya da dişil “öz” vahşi ve tenseldir, ritüelden bihaberdir. (19) Benzer şekilde, kuzeybatı Sibiryalı Mansiler, kadınların ritüel pratiklere katılımlarına sınırlamalar getirirler. (20) göçebe toplumlarında, ritüelin varlığı yada yokluğunun kadının boyun eğmesi sorusunda hayati olduğunu söylemek abartı sayılmaz. (21) Gayle Rubin şöyle bitirir: “kadınların dünya tarihindeki yenilgisi kültürün kökenleriyle meydana geldi ve kültürün ön koşuludur”. (22)
Sembolik kültürün ve toplumsal cinsiyetin şekillendirdiği yaşamın eşzamanlı yükselişi tesadüf değildir. Her biri, ayrılmamış, hiyerarşik olmayan yaşamdan temel farklılıklar içerir. Gelişmelerinin ve genişlemelerinin mantığı cisimleştikleri gerilim ve eşitsizliklere tepkidir; ikisi de diyalektik olarak ilk yapay işbölümüne bağlıdır.
Cinsiyet/sembolik değişimin tepesinde, görece olarak, tarıma ve medeniyete doğru başka bir “Büyük İleri Sıçrama” oldu. Bu, önceki iki milyon yıllık tahakküm uygulamayan zekayı ve doğayla yakınlığı hükümsüz kılarak, nihai “doğanın üzerine çıkma”dır. Bu değişim, işbölümünün pekişmesi ve yoğunlaşması olarak beliryecidir. Meillasoux bunun başlangıcını bize hatırlatır:
“Doğanın içinde hiçbir şey cinsiyete dayalı işbölümü veya evlilik, karı-kocalık yada evlatlık gibi kurumlar olduğunu anlatmaz. Bunların hepsi kadınlara zorla kabul ettirilmiştir, bu yüzden hepsi, açıklama olarak kullanılmayan, açıklanması gereken, medeniyetin gerçekleridir.” (23)
Kelkar ve Nathan, örneğin, batı Hindistan’daki çiftçilerle karşılaştırıldığında, avcı-toplayıcılar arasında, çok fazla toplumsal cinsiyet özelliği bulamadılar. (24) Yiyecek toplamadan yiyecek üretimine geçiş, her yerdeki toplumlar arasında benzer radikal değişimler getirdi. Günümüze yakın bir örneği aktarmak öğreticidir, Güneybatı Amerikalı Muskogee halkı, evcilleştirilmemiş ormanın gerçek değerini sürdürdüler: sömürgeci uygarlar, bu tutumaMuskogee anasoycu geleneğini babasoycu ilişkilerle değiştirerek saldırdılar. (25)
Vahşinin kültürele dönüşümünün yeri evdir çünkü kadınlar giderek bunun ufuklarıyla sınırlandırıldılar. Evcilleştirme burada temellendi (etimolojik olarak da, Latince domus’tan ya da evden): ağır ve sıkıcı iş, yiyecek aramadan daha az güç, birçok çocuk ve erkeklerden daha az yaşam süresi, kadınlar için tarımsal varoluşun özellikleri arasındadır. (26)
Burada farklı bir ikililik ortaya çıkar, birçoğu için, birçok nesil için var olmayan iş ve iş olmayan arasındaki fark. Toplumsal cinsiyete dayalı üretim alanları ve bunların sürekli genişlemesiyle, kültürümüzün ve düşünce tarzımızın ileri temelleri oluştu.
Tamamen pasifize edilmemişse sınırlandırılmış olan kadınlar pasif olarak tanımlanır. Doğa gibi, üretmek için yapılmış bir şey olarak değere sahiptir, dölleme ve harekete geçmeyi kendi dışından bekler. Kadınlar, küçük, hareketli anarşik gruplardaki özerklik ve göreceli eşitlikten, büyük, karmaşık, hükümetli yerleşimlerdeki kontrollü statülerine doğru hareketi yaşadılar.
Mitoloji ve din, bölünmüş toplumun bedelleri, kadınların indirgenmiş durumunu doğrular. Homeros’un Yunanistan’ında, nadasa bırakılmış toprak (tahıl kültürüyle evcilleştirilmemiş) dişil kabul edilir, Kalypso’nun,Kirke’nin evi, Odisseyus’u medeniyetin işlerini bırakması için baştan çıkaran Sirenler. Toprak ve kadın, yine tahakkümün özneleridir. Fakat bu emperyalizm, Prometheus ve Sisyphu’un hikayelerinde evcilleştirme ve teknolojiyle bağlantılı cezalardaki gibi suçlu vicdanın izlerine ihanet eder.
Tarım projesi, Demeter’in hikayelerindeki ırza geçme olayları gibi, (bazı alanlarda diğerlerinden daha fazla olmak üzere) tecavüz olarak hissedildi. Zamanla kayıplar arttıkça, Yunan mitinin büyük anne-kız ilişkileri – örn. Demeter-Kore, Klytemnestra-Iphegenia, Jocasta-Antigone – yok olur.
İncil’in ilk kitabı Yaratılış’ta, kadın erkeğin bedeninden doğar. Cennet’ten Kovuluş, avcı-toplayıcı hayatın ölümünü, tarıma ve ağır işe kovulmayı temsil eder. Kovuluş’un suçunu taşıyan Havva, tabii ki, sorumlu tutulmuştur. (27) Tamamen ironi olarak, Bahçe miti gerçekte senaryosunun ana kurbanını suçlarken, bu evcilleştirmede doğa ve kadın korkusu ve reddi vardır.
Tarım, cinsiyet oluşumu ve gelişimiyle ne başladıysa bunları tamamlayan bir zaferdir. Bereketin mihenk taşına bağlanan Tanrıça figürünün varlığına rağmen, genelde Neolitik kültür erkeklikle ilgilidir. Bu erkekçiliğin duygusal boyutlarından, Cauvin’in göz önüne aldığı gibi, hayvanların evcilleştirilmesi öncelikle bir erkek girişimidir. (28)
Mesafe koyma ve iktidar vurgusu, şimdiye kadar bizimleydi; sınır gelişimi, örneğin, erkek enerjisinin kadın doğasını baskı altına alması, bir sınırdan sonra diğeri. Bu yörünge, ezici boyutlara ulaştı ve her yerde birden bulunan teknolojiyle ilgili yükümlülüklerimizden kaçamayacağımız her tarafta bize anlatılıyor. Fakat, ataerkillik de her yerde, ve bir kere daha doğanın değersizliğinden bahsetme cüretinde bulunuyor. Bereker versin ki, “çoğu feminist” diyor Carol Stabile, “teknolojinin reddi esasında ataerkilliğin reddiyle özdeştir” i savunuyor. (29)
Bedenden ve onun toplumsal cinsiyetle şekillenmiş boyun eğme tarihinden sanal ve cyborg bir kaçışı konumlandıran teknolojik girişimin bir kısmını savunan başka feministler de var. Fakat, bu kaçış aldatıcıdır, ataerkilliği oluşturan baskıcı kurumların tüm maiyetini ve mantığını unutmaktır. Bu bedensizleştirilmiş ileri teknoloji geleceği aynı yıkıcı sürecin daha fazlası olabilir.
Freud, toplumsal cinsiyetle şekillenmiş özne olarak bir kişinin yerini almayı kültürel ve psikolojik olarak temel aldı. Fakat onun teorileri zaten varolan cinsiyetleştirilmiş öznelliği farz eder ve birçok soru ortaya atar. İktidar ilişkilerinin ifadesi olarak toplumsal cinsiyet ve bu dünya biseksüel yaratıklar olarak gelişimiz gibi çeşitli düşünceler ele alınmadan kalmıştır.
Carla Freeman, “Yerel: Dişil gibi Küresel: Eril midir? Küreselleşmenin Cinsiyetini Yeniden Düşünmek” makalesinde yerinde bir soru sorar. (30)
Modernitenin genel krizinin kökeninde toplumsal cinsiyetin dayatılması vardır. Ayrım ve eşitsizlik, sembolik kültürün ortaya çıktığı dönemde burada başlar, çok geçmeden evcilleştirme ve medeniyet gibi nihai halini alır: ataerkillik. Toplumsal cinsiyetin hiyerarşisi sınıf sisteminden ve küreselleşmeden daha fazla ıslah edilemez. Radikal bir kadın özgürleşme hareketi olmadan, her yerde korkunç bir çan çalan ölümcül hile ve sakatlanmaya mahkumuz. Kökten bir toplumsal cinsiyetsizliğin bütünlüğü kurtuluşumuz için reçete olabilir.

J. ZERZAN - UYGARLIK VE İLKELLİK

John Zerzan “Gelecekteki İlkel” ve Richard Leakley “Göl İnsanları” kitaplarından derlenerek yazılmıştır.
Paleolitik toplumlar, bugünün kanlı dünyasının açıklamasına göre, cehaletin, sefaletin, açlığın ve kanlı yaşamın hakim olduğu bir yaşam biçimlerine sahipler. Bu yanlıştır.
Toplayıcı-avcılar besinlerini doğrudan doğadan ilişkide bulundukları hayvanlardan ya da bitki ve meyvelerden elde etmektedirler. Tarım gibi, beslenmek için hem çevresel etkilere hem de diğer insanlara muhtaç olduğun bir işlemi gerçekleştirmeyip, sürekli olarak kamp alanlarını değiştirirler, ancak bu kıtlıktan değil, doğanın sunduğu zengin ikramdan yararlanmak amaçlıdır. Afrika’da yaşayan !Kung’lardan birinin Richard Lee’ye “Dünyada bu kadar çok mongongo fıstığı varken neden toprağı ekelim!” demesi bunun güzel bir örneğidir. Yine Richard Lee’nin aktardığı üzere, “!Kungların çalışma süreleri konusundaki ölçümleri yaparken, Kalahari Çölünün o bölgesinde üç yıldır şiddetli kuraklık hüküm sürüyordu ve zaman kurak mevsimdi. Komşu Botswana’da, çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan nüfusu 500bin dolayındaki Bantuların üçte birinden çoğu o kadar zor durumdaydı ki, Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı onları açlıktan kurtarmak için bir yardım kampanyası başlatmak zorunda kalmıştı. Bu arada !Kunglar ise, çok az çaba harcayarak, toprağın doğal ürünleriyle sağlıklarını çok iyi koruyabiliyorlardı.

Tarım, yani yiyeceğin üretilmesi; doğadan kopuşu, toprağın kontrolü ve yabancılaşmanın şekilleşmiş halidir. Yiyecek üretimi insana bir külfet getirmiştir. Günümüzde hala varlıklarını sürdüren birkaç toplayıcı-avcı grup, tarımın henüz ele geçiremediği Inuit’in karlı bölgeleri ya da Avustralya Aborjinlerinin yaşadığı çöller gibi, dünyanın ekonomik açıdan en az ilgi çeken bölgelerinde yaşamaktadır. Çiftçilik gibi tatsız bir işi reddeden Tanzanya’daki Hazdalar, Filipinlerdeki Tassadaylar, Botswana’daki !Kunglar ya da – Richard Lee’ye göre, yanı başındaki çiftçiler açlıktan kırılırken, birkaç yıllık kuraklığı kolayca atlatan – Kalahari Çölündeki !Kung Sanları zamanlarının çoğunu, oyunlarla, sohbetle ve dinlenmekle geçirecek kadar boş zaman sahiptir. Tarım toplumlarında ise, sürekli, monoton, ağır bir çalışma vardır. Uygar toplumlarda çalışmaya tapınası bir değer olarak bakılmaktadır. Tıpkı, dinsel bir ritüel gibi insanlar günde 8 saat bu ibadeti gerçekleştirmekteler. Yaşamsal olarak gerekli ve gereksiz tüm ihtiyaçlarını –genelde kendileri üretmezler- , bir şeyler üreterek elde ettikleri gelirle sağlarlar. Bugün çalışan bir işçi 1 saatte ürettiği malı, 200 yıl önce 8 saatte üretmekteydi. Tarımla başlayan üretici çalışma, son sürat devam etmekte.
Yine toplayıcı-avcı yaşam tarzındaki avcılık, uygarlığın bir değeri olan evcilleştirme ile belirgin şekilde farklılık içerir. Bağımsız, özgür ve hatta eşit bir varlık olarak değerlendirilen avlanmış hayvan ile avcı arasındaki ilişki, bir çiftçi ya da çoban ile üzerinde mutlak bir denetim sağlanmış olan taşınabilir varlıklar arasındaki ilişkiden açıkça farklıdır. Hayvanların evcilleştirilmesi ile birlikte doğal seleksiyon bozulmakta ve daraltılarak yapay bir düzeyde taşınan organik dünya, kontrol edilebilir bir tarzda yeniden oluşturulmaktadır. Bitkiler gibi hayvanlarda işlenecek birer nesneye dönüştürülmüştür. Özgürlük durumundan, birer aciz asalak durumuna getirilen bu hayvanlar, hayatta kalabilmek için tamamen insana muhtaç hale gelmişlerdir. Özgürlüğe inanan insanlar olarak bizler, bu karşılaştırmadan daha özgür olan ilişki biçimini seçeceğimiz açıktır.
Toprağın kontrolü ve mülkleştirilmesi tarımla birlikte oluşmuştur. Roussea’ya göre, bölünmüş toplum, ilk defa küçük bir toprak parçasını ekerek, bu toprak benimdir diyen ve başkalarını kendisine inandıran kişinin eylemiyle çıkmıştır. Amerika’nın kolonileştirilmesinden sonra, hayatta kalmayı başaran yerliler şöyle soruyordu: “Toprağı satmak? Neden havayı, bulutları ve o büyük denizi değil de toprağı satmak?” Tarım, malı ve mülkü yaratıp, yüceltmektedir. İlk insanlar, farklı grupların toplayıcılık veya avcılık yaparken bölgeleri paylaşamamaları yüzünden birbirleriyle savaşmamışlardır. En azından toprak mücadelesi, etnografik literatür içinde yer almamaktadır; kaldı ki kaynakların çok daha bol olduğu ve henüz uygarlıkla ilişkinin kurulmadığı tarih öncesinde, böyle mücadelelerin cereyan etmiş olması ihtimali çok daha düşüktür. Toplayı-avcı topluluklarda mülkiyet anlayışı olmadığı gibi, bu insanlara atılan sürekli çatışma, insan öldürme suçlaması yalnızca çağdaş toplumumuzun değerleridir. Günümüz, avcı-toplayıcıları ile tarımla geçinen toplulukları karşılaştırdığımızda (Savaş ve ilksel toplumlardaki grafiğe bakabilirsiniz) bu fark belirgin olarak ortaya çıkar, keza Paleolitik sanatta insanın insanı öldürdüğü herhangi bir temsile rastlanmazken, insanlar arasındaki çatışmayı betimleme saplantısı Neolitik dönemle birlikte gelişmiş ve savaş sahneleri yaygınlaşmaya başlamıştır. Örneğin Turnbull tarafından incelenenMbuti pigmeleri türünden çiftçi olmayan grupların, hayvanları saldırgan olmayan bir ruhla, hatta bir tür mahcubiyetle öldürdüklerini göstermektedir. Oysa herhangi bir uygarlığın veya devletin oluşumu ile savaş arasında vazgeçilmez bir ilişki bulunmaktadır.
Erkekler tarafından kadınlara dayatılan şiddet de tarımla birlikte ortaya çıkmış ve kadınları birer ağır yük hayvanına ve çocuk bakıcısına dönüştürmüştür. Tarım öncesi toplayıcı yaşamdaki eşitçilik, erkeklere olduğu kadar kadınlara da eksiksiz bir şekilde uygulanmıştır, bunu sağlayan şey, görevlerin özerk olması ve kararların, bu kararları hayata geçirecek kişiler tarafından verilmesi olgusudur. Üretimin olmadığı ve çocuk emeğini gerektiren zararlı otların yolunması türünden tatsız işlerin bulunmadığı bir dönemde, kadınlar ağır gündelik işler altında iki büklüm olmadıkları gibi, sürekli olarak çocuk doğuran bir varlık olarak da değerlendirilmemişlerdi (Eleanor Leacook). Ayrıca, Rosalind Miles’ın belirttiği gibi, erkekler, kadınların emeğine hükmedip faydalanmadıkları gibi “kadınların bedenini, çocukları ya çok az kontrol ediyorlar ya da hiç etmiyorlar; bekareti ve iffeti fetişleştirmiyor, kadınların cinsel ayrıklığı olması gerektiği talebinde bulunmuyorlardı.” Zubeeda Banu Quraishy ‘de Afrika’dan bir örnek gösteriyor “Mbuti toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ayırt edici özelliği uyum ve dayanışmaydı.”
Vahşi hayvanların et üreten birer makineye dönüştürülmesiyle birlikte, “toprağı işleme düşüncesi, insanlara dayatılan bir erdem haline geldi, bunun anlamı, evcilleştirme ve sömürü doğrultusunda, insanların kendi doğasındaki özgürlükten koparılmasıdır. Bakunin’nin “Savanaların ve bozkırların özgür insanı nasıl olurda toprağı ekmeye başlasın?” sorusuna cevabı baskı ve zorla olmuştur. Özgür insanın baskı ve zora dayalı kurduğu ilk uygarlık olan Sümerler tarafından kurulan ilk şehirlerin başlıca niteliği, bu şehirlerin gelişkin bir örgütlenmeyi ve görev dağılımını içeren fabrikalara sahip olmasıdır (Rice). Uygarlık bu noktadan sonra, insan emeğine dayalı kitlesel yiyecek üretimini, binaları, savaşları ve otoriteyi temsil etmektedir. Yiyecek üretimi özü itibariyle siyasal tahakküm için gizli bir gönüllülüğü içerir. Uygarlaştırıcı kültür başından beri bu tahakkümün propaganda aygıtı olmuştur.
Tarım aynı zamanda hızlı bir çevresel yıkım potansiyelini de beraberinde getirmiştir. Doğa üzerinde kurulan tahakküm, uygarlığın ortaya çıktığı yemyeşil alanları kısa sürede çorak ve cansız kılmıştır. Geviş getiren hayvanların evcilleştirilen ilk iki türü olan keçiler ve koyunlar için açılan otlaklar, Yunanistan, Lübnan ve Kuzey Afrika’nın çıplak hale getirilmesinde ve Roma ile Mezopotamya imparatorluklarının çölleşmesindeki başlıca faktördür.
Toplayıcı halkların beslenme rejimi çiftçilerin beslenme rejiminden çok daha sağlıklıdır. Üretim, sınırlı sayıda yiyeceğe dayanan daha küçük bir beslenme rejimi sağlar, çeşitli olumsuz koşullar ve iklimin beklenmeye hareketlerinden dolayı daha az güvenilirdir ve harcanan insan emeği bağlamında çok daha pahalıdır (Farb). Beslenme bozuklukları ve dejenaratif hastalıklar genel olarak evcilleşme ve tarımla birlikte ortaya çıkmıştır. Kanser, kalp damarlarının tıkanması, kansızlık, diş hastalıkları ve ruhsal bozukluklar, tarımın musibetlerinden yalnızca bir kaçıdır; ayrıca eskiden kadınlar doğum esnasında fazlaca zorlanmadıkları gibi, ya hiç acı duymamışlar ya da çok az duymuşlardır. Yiyecek üretmeyen insanlar 1500’ü aşkın yabani bitki türü ile beslenirken, uygarlıklar, yalnızca altı bitki türünden biri veya bir kaçıyla beslenmiştir; bunlar buğday, arpa, darı, pirinç, mısır ve patatestir. Yenilebilen bitki türü sayısı hızla azalırken, dünya nüfusunun geçimi artık yalnızca 20 bitki türüne bağımlı hale gelmiştir. Doğal bitkilerin yerine suni melezleri geçirilmiş, bu bitkilerin genetik çeşitliliği giderek azalmıştır.
Teknolojinin, tarımdaki hedefi biyosferin doğal dengesini bozan tamamen yapaylaşmış bir çevre, yani topyekün kontroldür. Yiyecek üretimi arttıkça, bu yiyeceklerin sağlıklılığı hızla azalmaktadır. Ve bir zamanlar yiyecek üretimi için kontrol altına alınan topraklarda, adeta açlığa zemin hazırlarcasına, bugün kahve, tütün, alkol hububatı, esrar ve diğer uyuşturucular zihinlerin kontrolü için üretilmektedir. İşleme, depolama, ulaştırma ihtiyaçları besinlerin tatsız ve yavan hale gelmesinde önemli rol oynamaktadır. Teknoloji ise bu tatsızlık sorununu, kimyasal tatlandırıcılar ile halletmeye çalışmaktadır.
Fizyolog Jared Diamond tarımın başlangıcını etkisinden hiçbir zaman kurtulamadığımız bir felaket olarak tanımlamıştır. Gerçekten de tarım her bakımdan bir felaket olmuştur ve öyle olmaya da devam etmektedir; bugün canımıza kasteden yabancılaşmanın tüm maddi ve manevi kültürünü yaratan şey, bu felaketin kendisidir. İşte bu yüzden, tarım tasfiye edilmediği sürece özgürleşmek mümkün değildir.
Kontrol altına almanın, hükmetmenin, işbölümünün, uzmanlaşmanın, yabancılaşmanın olmadığı bu anarşi durumu uygarlık varolduğu sürece yaşanamaz. Sorunun sadece devlet ya da kapitalizm olmadığını anlamak için, tahakküm ilişkilerinin her türlüsünü sorgulamak yeterlidir.
Unutmadan, Florida’daki Kızılderili babalarının ölmeden önce kendi ailelerindeki beşinci kuşağı gördüklerini anlatan 16. yy İspanyol canlı tanıklara rağmen, uzun süre, ilkel insanların 30-40 lı yaşlarda öldüklerine inanılmıştı, ancak günümüzdeki araştırmalar (özellikle Robson ve Boyden), toplayıcı-avcıların, yaralanma ve şiddetli enfeksiyon dışında, çoğu zaman uygar insanlardan daha fazla yaşadıklarını keşfetmişlerdir. Ki yine de, oyunla, boş zamanla, özgürce geçen bir 30-40 sene, 7 yaşından başlayıp 20’li yaşlarda biten okul dönemi ve hemen peşinden başlayan ve 60’lı yaşlarda emeklilikle biten ancak yine de devam eden çalışma döneminden oluşan uygar insanın 70 yılından daha seçilesidir.
Serhat Elfun Demirkol

J. ZERZAN - GELECEKTEKİ İLKEL

[John Zerzan’ın Gelecekteki İlkel adlı kitabından alıntı.]
Yaşadığımız güncel global krize ulaşmamızda eğeyce payı olan işbölümü, günübirlik işleyişle, bugünkü korkunçluğun kökenlerini kavramamızı engellemektedir. Mary Lecron Foster(1), yarım ağızla, antropolojinin günümüzde “ciddi ve tahripkâr bir parçalanma tehlikesiyle yüz yüze olduğunu” söylerken şüphesiz yanılıyor. Shanks ve Tilley(2) ise, bu konuda alışılmadık bir tavırla şöyle meydan okuyorlar: “Arkeolojinin amacı yalnızca geçmişi yorumlamak değildir; aynı zamanda, geçmişin yorumlanış tarzını günümüzdeki toplumsal yeniden inşaya hizmet edecek şekilde değiştirmektir.” Oysa, böylesi bir yeniden inşa için gerekli olan derin ve kapsamlı görüyü, bizzat sosyal bilimler engellemektedir. İnsanın kökeni ve gelişimi söz konusu olduğunda, sayısız parçalara bölünmüş olan ana ve tali bilim dallarının – antropoloji, arkeoloji, plaeontoloji, etnoloji, paleobotani, etnoantropoloji vb.- dizilimi, uygarlığın ortaya çıktığı andan itibaren taşıdığı daraltıcı ve sakatlayıcı etkiyi çok iyi yansıtmaktadır.
Daha fazla…Buna rağmen, uygun bir yöntemle, ihtiyatla ve sınırları aşma arzusuyla yaklaşıldığında, mevcut literatür son derece yararlı olabilir. Aslında, şu veya bu ölçüde ortodoks olan düşünme biçimlerinin eğreltiliği, hoşnutsuzluğu giderek artan bir toplumun taleplerine boyun eğebilir ve eğmelidir de. Çağdaş yaşamın getirdiği mutsuzluk, bu yaşamı meşrulaştırmak üzere sıralanan resmi yalanları gözler önüne sermekte ve böylece, insanın gelişimi hakkında çok daha gerçekçi bir tablo ortaya çıkmaktadır. Modern yaşamdaki koyuvermişlik ve boyun eğmişlik uzunca bir zaman “insan doğasının” zorunlu sonuçları sayılmıştır. Ne de olsa, uygarlık öncesi yaşamımızın mahrumiyetten, vahşilikten ve cehaletten ibaret olduğu anlayışı, bizi o yabanilikten kurtaran otorite açısından güzide bir armağan olmuştur. “Mağara insanı” ve “Neandertal” hâlâ da bize, dinin, yönetimin ve yorucu çalışmanın olmadığı bir yaşamı hatırlatmaktadır.
Ancak, kökenimize ilişkin bu ideolojik yaklaşım, yakın geçmişte, Richard Lee ve Marshall Sahlins gibi akademisyenlerin çalışmalarıyla tamamen tersyüz edildi. Antropolojik ortodoksluk son derece köklü bir dönüşüme uğrayarak, yepyeni kavrayışlara kaynaklık etti. Evcilleşme ve tarım öncesi yaşamın, ağırlıklı olarak doğayla özdeşleşme, duyusal bilgelik, cinsel eşitlik ve sağlığın hüküm sürdüğü bir yaşam olduğunu ancak şimdi öğrenebiliyoruz. Evet, insan doğamız iki milyon yıl boyunca böyleydi; ta ki, rahipler, krallar ve patronlar tarafından köleleştirilinceye kadar.
Üstelik son zamanlarda, yukarıdaki yaklaşımı daha da derinleştiren, geçmişte kim olduğumuz ve gelecekte tekrar kime dönüşebileceğimiz konusunda bize fikir verebilecek çok daha çarpıcı bir olgu ortaya çıktı. Toplayıcı-avcı yaşamın bu yeni yorumlarına yöneltilen saldırıların ana hattı, genellikle dolaylı ve üstü kapalı olmakla birlikte, bunun, evrimleşen bir türün erken bir evresinde erişebileceğinin azamisi olarak tanımlanışıdır. Bu iddianın sahipleri, inkâr edilemez bir zarafetin ve barışcıl bir varoluşun hüküm sürdüğü uzun bir dönemi kabul etmekte, ancak, ilk insanların, daha karmaşık toplumsal ve teknolojik kazanımları elde etmek üzere, basit yöntemleri aşabilecek zihinsel kapasiteye sahip olmadıklarını söyleyerek işin içinden çıkmaktadırlar.
Oysa uygarlığa vurulan başka bir darbeyle öğreniyoruz ki, insanlar bir zamanlar, son derece uzun bir dönem boyunca, yabancılaşmanın ve tahakkümün ne olduğunu bilmekle kalmayıp, John Fowlett ve Thomas Wynn adlı arkeologlar tarafından 1980′den beri yürütülen araştırmalarda da görüldüğü gibi, en azından bizimkine denk bir zekâya da sahip olmuşlardır. Böylece “cehalet” tezini hiç zorlanmaksızın başımızdan attıktan sonra, yeni veriler ışığında kökenimiz hakkında fikir yürütebiliriz.
Zihinsel kapasite konusunu ele alırsak, insanın kökeni ve gelişimi üzerine yapılan (yine ideolojik bakımdan yüklü) değerlendirmelere yeniden göz atmak yararlı olabilir. Robert Ardrey,(3) kana susamış, maço bir tarih öncesi anlayışı geliştirmiştir. Tıpkı Desmond Morris ve Lionel Tiger’ın daha az ölçüde de olsa yaptığı gibi. Benzer şekilde, Freud ve Kondrad Lorenz de, türün doğuştan gelen zaaflarından dem vurarak, günümüzdeki hiyerarşi ve iktidara katkıda bulunmuşlardır.
Neyse ki, yorum olarak Paleolitik yaşam tarzına çok daha fazla yaklaşan, daha akla yatkın bir yaklaşım da ortaya çıkabilmiştir. Yiyecek paylaşımı, uzunca bir süre, ilk insan toplumunun tümleyici öğesi olarak değerlendirilmiştir.(4) Diğer araştırmacıların yanı sıra, Jane Goodall(5) ve Richard Leakey(6) de, benzersiz Homo özelliğimizin ortaya çıkmasında neredeyse iki milyon yıl önce anahtar rolü oynayan öğenin yiyecek paylaşımı olduğu sonucuna varmışlardır. 1970′li yılların başından beri, Linton, Zihlman, Tanner ve Isaac tarafından dile getirilen bu vurgu giderek daha fazla kabul görmektedir. Genelleşmiş şiddet ve erkek egemenliği tezine karşı savunulan işbirliği tezinin dayandığı etkili argümanlardan biri, erkek ile dişi arasındaki beden ve güç farklılığının, evrimin ilk dönemlerinde azalmaya başladığını göstermektedir. Cinsel dimorfizm* denilen bu oldu, başlangıçta fazlasıyla belirgindi; örneğin erkekler daha iri, dişiler ise daha küçük köpek dişlerine veya “kavga dişlerine” sahiptiler. Erkeklerdeki iri köpek dişlerinin yok oluşu, türün dişilerinin, toplumcul ve paylaşımcı erkekleri yeğleyen bir seleksiyon uyguladıklarını göstermektedir. Böylesi bir dişil seçim kapasitesinin söz konusu olmadığı kuyruksuz maymunların çoğunda erkek maymunlar, dişi türdeşlerine oranla çok daha uzun ve enli köpek dişlerine sahiptir.(7)
Bir zamanlar verili kabul edilen ve avcı-toplayıcı kavramıyla ifade edilen cinsler arasındaki işbölümü, insanın kökenindeki diğer kilit alanlardan biridir. Daha önce kadınlara özgü bir uğraş olduğu düşünülen ve erkekler tarafından yapılan avcılıkla kıyaslandığında ikinci bir öneme sahip olan bitki toplayıcılığının, aslında temel besin kaynağını teşkil ettiği artık pek çok kişi tarafından kabul edilmektedir.(8) Kadınlar yiyecek bakımından erkeklere fazlaca bağımlı olmadıklarından,(9) işbölümünden ziyade, esnekliğin ve ortak etkinliğin esas olması olası görünüyor.(10) Zihlman’ın(11) da belirttiği gibi, genel bir davranışsal esneklik, erken insan varoluşunun temel öğelerinden biri olmuş olmalıdır. Joan Gero,(12) taş aletlerin erkekler tarafından yapılmış olduğu kadar kadınlar tarafından da yapılmış olabileceğini göstermiştir. Poirier(13) ise bize şunları hatırlatıyor. “İlk insanların cinsel işbölümü sergiledikleri iddiasını destekleyebilecek herhangi bir arkeolojik kanıt bulunmamaktadır.” Yiyecek toplayıcılığı pek işbölümü gerektirmemiş olsa gerek.(14) Cinsel uzmanlaşma ise muhtemelen insan evriminde çok daha sonraları ortaya çıkmıştır.(15)
Peki, türümüzü başlatan uyarlanma toplayıcılığa dayandıysa, avcılık ne zaman devreye girdi? Binford,(16) görece yakın bir dönemde ortaya çıkan anatomik bakımdan modern insanlardan önce, hayvansal ürünlerin kullanımına ilişkin herhangi ize (yani kesim faaliyetlerine işaret eden kanıtlara) rastlanılmadığını öne sürmüştür. Doğu Afrika’da bulunan fosil dişler üzerinde yapılan elektron mikroskop çalışmaları,(17) çoğunlukla meyvelerden oluşan bir beslenme rejimine işaret ederken, Kenya’daki Koobi Fora bölgesinde bulunan 1.5 milyon yıllık taş aletler üzerinde yapılan benzer incelemeler,(18) bu aletlerin bitkiler üzerinde kullanıldığını göstermektedir. Erken Paleolitik dönemin beslenme rejiminde rastlanılan az miktardaki et, muhtemelen, av hayvanlarından ziyade hayvan leşlerine aitti.(19)
Türün “doğal” durumu, yağ ve hayvan proteini içeren ve kronik bozukluklara yol açan modern beslenme rejiminin tersine, çoğunlukla lif bakımından zengin bir bitkisel beslenme rejimiydi.(20) İlk atalarımız, “ayrıntılı çevresel bilgilerini ve bilişsel haritacılıklarını”(21) bitki toplayıcılığa dayalı bir geçim doğrultusunda kullanmış olmalarına rağmen, zaman ilerledikçe, avcılığa ilşikin arkeolojik kanıtlar da yavaş yavaş artmış görünüyor.(22)
Ancak, yaygın tarih öncesi avcılığı varsayımları, birçok kanıt ile ters yüz edilmiştir. Örneğin, daha önce, büyük çaplı memeli hayvan avının göstergesi sayılan kemik yığınlarının, daha ayrıntılı bir incelemeden sonra, su taşkınları veya hayvan sığınakları olmasından kaynaklandığı ortaya çıktı. Lewis binford’un “Tooralba’da Fil Avcıları Var Mıydı?” adlı çalışması,(23) böylesi ayrıntılı bir yaklaşıma iyi bir örnek teşkil ediyor. Binford bu çalışmasında, 200.000 yıl öncesine kadar kayda değer bir avcılık yapılmadığına ilişkin kuşkularını dile getiriyor. Adrienne Zihlman(24) ise, bu konuda şu sonuca varıyor: “Avcılık evrimde görece geç ortaya çıkmıştır ve son yüz bin yılın ötesine geçmeyebilir.” Tarımın ortaya çıkışından hemen öncesi Üst Paleolitik dönemden önce, memeli hayvanlara yönelik ciddi avcılık kanıtlarına rastlanılmadığı birçok kişi tarafından belirtilmektedir.(25)
Bilinen en eski insan yapımı aletler, Doğu Afrika’da Hadar’da bulunan taş aletlerdir. Daha rafine yöntemlerle tarihlendirilen bu aletlerin 3.1 milyon yıllık olmaları olasıdır.(26) Bunların, insan çabasını temsil eden bir kategoriye sokulmalarınn başlıca nedeni, bu aletlerin başka bir alet kullanılarak yapılmış olmasıdır ki bu, bilinebildiği kadarıyla insanın en benzersiz özelliğidir. Homo habilis ya da “becerikli insan”, bilinen ilk insan türünü teşkil eder, ismi ise, ilk taş aletlerle ilintilidir.(27) Çabuk çürüyen ve bu yüzden de arkeolojik kayıtlarda daha seyrek rastlanılan başlıca ahşap ve kemik aletler de yine Homo habilis tarafından, Asya ve Afrika’daki “olağanüstü basit ve etkin” uyarlanışı çerçevesinde kullanılmıştır.(28) Atalarımız bu dönemde, bizimkinden daha küçük bir beyine ve bedene sahipti, ancak Poirier,(29) “kafatası dışındaki anatomilerinin daha ziyade modern insanlarınki gibi olduğuna” işaret etmekte, Holloway (30) ise, söz konusu dönemden kalma kafataslarının içi üzerinde yaptığı çalışmaların, esas olarak modern bir beyin örgütlenişine işaret ettiğini belirtmektedir. Benzer şekilde, iki milyon yıldan da eski olan aletlerin, taşların yontulma biçimi dikkate alındığında, istikrarlı bir sağ el kullanımına işaret ettiği ortaya çıktı. Sağ el kullanımı, modern insanlarda bir eğilim olarak, beynin etkin bir şekilde yananllaşması ve beyinsel yarıkürede göze çarğan işlevsel ayrım gibi tümüyle insana özgü olan özelliklerle ilişkilendirilmektedir.(31) Klein(32) ise “Homo habilis’in, insanın başlıca zihinsel ve iletişimsel yeteneklerine sahip olduğunun hemen hemen kesin olduğu” sonucuna varıyor.
İnsanların, ormanlardan çıkıp daha kurak ve açık Afrika çayırlıklarına yayılmalarıyla birlikte 1.75 milyon yıl önce ortaya çıkan Homo erektus’un, Homo sapiensin bir diğer başlıca önceli olduğu uzun süredir kabul edilmektedir. Her ne kadar beynin büyüklüğü tek başına zihinsel kapasiteyi işaret etmiyorsa da, Homo erektus’un kafatası kapasitesi, modern insanınkiyle kısmen de olsa örtüşmektedir ve Homo erektus “aynı davranışların birçoğunu sergileyecek yeteneğe sahip olmalıdır”.(33) Johanson ve Edey’in(34) de belirttiği gibi, “Eğer en büyük beyne sahip erektus, en küçük beyne sahip sapiensle kıyaslansaydı, – ikisinin de tüm diğer nitelikleri bir yana – tür isimlernin değiştirilmesi gerekidri.” Yakın öncelimiz olan Homo Neandertal ise, bizimkinden biraz daha büyük bir beyne sahipti.(35) Ancak, belirgin zekâsına ve devasa fiziksel gücüne rağmen hep aşağılanan Neandertal bile, – egemen Hobbes’çu ideoloji sayesinde – ilkel ve hayvani bir varlık olarak tasavvur edilmiştir.(36)
Öte yandan, son zamanlarda, türlerin genel çerçevesi bir bütün olarak kuşkulu bir önerme haline geldi.(37) Çeşitli Homo türlerine ait “tüm fosil örneklerinin, ara morfolojik özellikler sergilediği”ne ve bu durumun, insanların keyfi bir sınıflandırmaya tabi tutulması konusunda çeşitli kuşkulara yol açtığına dikkat çekiliyor.(38) Örneğin Fagan(39) şöyle diyor: “Hem Homo erektus ile arkaik Homo sapiens arasında, hem de arkaik Homo sapiens ile anatomik anlamda modern Homo sapiens arasına kesin bir taksonomik” sınır çizmek son derece zordur.” Foley(40) de benzer şeyler söylüyor: “Homo erektus ile Homo sapiens arasındaki anatomik farklılıklar fazla değildir.” Daha kesin konuşan Jelinek(41) ise, erektus ile sapiensin iki ayrı tür sayılmasını gerektiren “yeterli anatomik veya kültürel neden bulunmadığını” açıklıyor ve Hublin’in(42) yaptığı gibi, en azından Orta Paleolitik çağdan itibaren “insanların Homo sapiens olarak değerlendirilebileceği” sonucuna varıyor.(43) Aşağıda tartışılan, erken zekânın yeniden değerlendirilmesi gerekliliği, türler konusundaki mevcut karışıklığa bağlı olarak ele alınmalıdır, zira, eskiden beri hüküm süren toptancı evrim modeli artık geçerliliğini yitirmektedir.
Ancak türlerin sınıflandırılmasına ilişkin tartışmalar, yalnızca, ilk atalarımızın nasıl yaşadıkları bağlamında ilginç olabilir. Binlerce yıl boyunca varlığını sürdürmesi beklenebilecek olanların azlığına karşın, bu yaşamın dokusuna ve işbölümü öncesi yaklaşımlarının zarafetine kısaca göz atabiliriz. Olduvai Boğazı bölgesinde Leakey’lerin üne kavuşturduğu “alet çantası”, yaklaşık olarak 1.7 milyon yıl öncesine ait olan ve “açıkça tanınabilen en az altı alet tipini” içeriyor.(44) Bundan kısa bir süre sonra ise, simetrik bir güzelliğe sahip olan ve neredeyse bir milyon yıl kullanılan Aşölyen el baltası ortaya çıktı. Gözyaşı damlasına benzeyen ve dikkate değer bir dengeye sahip olan bu el baltası, sembol kullanımının çok öncesine ait bir çağın zarafetini ve işlevselliğini çağrıştırmaktadır. Isaac,(45) “insanların keskin kenarlara duyduğu gereksinimin ‘Olduvay’ taş yontma örüntülerinden türeyen biçim çeşitliliğiyle karşılanabileceğini” belirtmekte ve “daha karmaşığın nasıl olup da daha iyi uyarlanmış olarak yorumlanmaya başladığını” sormaktadır. Günümüze ulaşan kemiklerde bulunan izlerden anlaşıldığına göre, bu uzak erken çağda, insanlar, hayvan leşlerinden elde ettikleri kas ve derileri, ip, torba ve örtü gibi eşyaların yapımında kullanıyorlardı.(46) Başka bulgular ise, mağara duvarlarının örtülmesi ve oturaklar için kürklerin, yatak için ise deniz yosununun kullanıldığını göstermektedir.(47)
Ateşin kullanımı aşağı yukarı iki milyon yıl öncesine gitmektedir;(48) Poirier’nin(49) de ima ettiği gibi, insanlığın ana yurdu olan Afrika’nın tropikal koşulları olmasaydı, ateş belki de çok daha erken bir dönemde ortaya çıkabilirdi. Böceklerden korunmak üzere mağaralarda yakılan ateş ve zemin ısıtması, ateş kullanımının mükemmelleştiğine işaret etmektedir(50) ki bu konfor Paleolitik çağın çok erken bir döneminde ortaya çıkmaktadır.
John Gowlett’ın(51) da işaret ettiği gibi, Homo sapiens’ten önceki – sadece 30.000 yıl öncesi – her şeyi, biz “tam insan”lardan daha ilkel gören bazı arkeologlar hâlâ vardır. Ancak, yukarıda anılan, ilk insanlarda bile temelde “modern” bir beyin anatomisi olduğuna ilişkin belgeler ışığında bu azınlık, eksiksiz insan zekâsının neredeyse Homo türleriyle birlikte ortaya çıktığını gösteren son çalışmalarla baş etmek zorundadır. Thomas Wynn,(52) Aşölyen el baltası yapımının “tamamen modern yetişkinlerinkine benzeyen bir zekâ düzeyini” gerektirdiği yargısında bulunur. Gowlett da tıpkı Wynn gibi, düzenli bir ardışıklıkla ve yöntemlerin değiştirilmesine imkân veren bir esneklikle, doğru çekiç kullanımı, doğru güç ve doğru vuruş açısı için gerekli olan “işlemsel düşünme” üzerinde durmaktadır. Gowlett, el becerisi, yoğunlaşma, biçimi üç boyutlu olarak algılama ve planlamaya gerek olduğunu ve bu gereksinimlerin “iki milyon yıl gibi uzunca bir süre önce, ilk insanların ortak özelliği olduğunu” iddia ediyor. “Ve bu” diye ekliyor Gowlett, “spekülasyon falan değil, son derece ciddi bir bilginin ta kendisidir.”
Paleolitik çağda uzun bir zaman dilimi boyunca, teknolojide sadece birkaç küçük değişiklik meydana gelmişti.(53) Gerhard Kraus’a(54) göre, “2.5 milyon yılı aşkın bir süre boyunca, taş alet kullanımında ölçülen yenilik hemen hemen sıfırdı.” Tarih öncesi zekâ hakkında bildiklerimizi de hesaba kattığımızda, böylesi bir “durgunluk” özellikle pek çok sosyal bilimcinin canını sıkmaktadır. Wymer’ın(55) deyişiyle, “böylesine yavaş bir ilerlemeyi kavramak bir hayli zordur.” Avcı-toplayıcı varoluşunun başarısı ve hoşnutluğuyla donanmış zekânın, kayda değer bir “ilerlme” olmayışının başlıca nedeni olması bana son derece makul görünüyor. İşbölümü, evcilleşme ve sembolik kültür; besbelli ki, bunların tümü yakın zamana kadar açıkça reddedilmişti.
Postmodern tezahürüyle birlikte çağdaş düşünce, doğa ile kültür arasındaki ayrım gerçekliğini ortadan kaldırma niyetindedir; oysa, insanların uygarlıktan önceki yetenekleri veri alındığında, o insanların çok önceden kültüre karşı doğayı seçtiklerini söylemek daha doğru olacaktır. Her insan eyleminin ve her nesnenin sembolik olarak değerlendirilmesi de çok yaygındır(56) ve bu yaklaşım, genelde doğa-kültür ayrımını reddeden duruşun bir uzantısıdır. Ancak burada söz konusu olan, sembolik biçimlerin manipülasyonu olarak kültürdür. Ayrıca, fazlasıyla yetkin bir zekâya rağmen, ilkel yaşamda, şeyleşmiş zamana, rakamlara, sanata ve dile (hem yazılı dile hem de muhtemleen bu dönemin tümü veya çoğunluğu boyunca konuşma diline) yer olmadığı da kolayca anlaşılıyor.
Burada araya girerek, “sembolik dünyanın inşasındaki gizli boyut zamandır” diyen Goldschmidt(57) ile hemfikir olduğumu eklemek istiyorum. Ve Norman O. Brown’un da belirttiği gibi, “batırılmamış bir yaşam, tarihsel zaman kapsamında değildir.” Bu bana şunu anımsatıyor; zaman bir özdeklik olarak gerçekliğe içkin değildir, tersine gerçeklik üzerinde kültürel bir dayatma, hatta gerçeklik üzerindeki ilk kültürel dayatmadır. Sembolik kültürün bu temel boyutu ilerledikçe, doğal olandan yabancılaşma da aynı hızla ilerlemektedir.
Cohen,(58) “toplumsal düzenin gelişimi ve bekâsı için” sembollerin “zaruri” olduğunu ileri sürmüştür. Bu da, – azımsanmayacak miktardaki pozitif kanıtın daha zorlayıcı şekilde gösterdiği gibi – sembollerin ortaya çıkışından önce, onların varlığını gerektirecek bir düzensizlik halinin olmadığı anlamına geliyor. Levi-Strauss,(59) benzer bir mantıkla şuna işaret etmiştir; “mitik-düşünce, her zaman, karşıtların farkındalığından, onların çözümlenişine doğru ilerler.” Peki düzenin olmayışının nedeni hangisidir, çatışmalar mı yoksa “karşıtlıklar” mı? Paleolitik çağ üzerine oluşan literatür, özgün oldulara ilişkin binlerce monografi içermesine rağmen, bu temel sorun hakkında hemen hemen hiçbir şey içermemektedir. Bana göre mantıklı bir hipotez şu olabilir; işbölümü son derece tedrici ilerleyişinden dolayı fark edilmediği ve yeni oluşundan dolayı yeterince anlaşılmadığı için, insan topluluklarında küçük çatlaklar oluşturmaya başlayarak doğaya yönelik sağlıksız pratiklerin ortaya çıkmasına neden oldu. Gowlett,(60) Üst Paleolitik çağla ilgili olarak şöyle bir gözlemde bulunuyor; “Uzmanlaşmış bitki toplayıclığına ve uzmanlaşmış avcılığa, 15.000 yıl önce Ortadoğu’da rastlamaya başlıyoruz.” Üst Paleolitik çağda aniden ortaya çıkan sembolik etkinlikler (örneğin ritüel ve sanat) şüphe yok ki arkeologlara, tarih öncesinin “büyük süprizlerinden” biri olarak görünmüştür,(61) hele de böylesi davranışların Orta Paleolitik çağda olmayışı dikkate alındığında.(62) Ne var ki, işbölümü ve uzmanlaşma belirtileri, kendilerini bütünlüğün ve doğal düzenin çöküşü, yani giderilmesi gereken bir eksiklik olarak hissettiriyorlardır. Asıl şaşırtıcı olan, uygarlığa yapılan bu geçişin hâlâ olumlu bir gelişme olarak görülebilmesidir. “Sembolik tarzın… olağanüstü bir uyarlama gücüne sahip olduğu ortaya çıktı, eğer öyle olmasa Homo sapiens nasıl dünyanın maddi efendisi olablirdi?” sonucuna varan Foster,(63) uygarlığa geçişi adeta kutlamaktadır. “Sembol manipülasyonunun, kültürün başlıca malzemesi olduğunu” kabul eden Foster şüphesiz haklıdır, ancak, şu olguyu fark etmediği anlaşılıyor; yabancılaşmayı ve doğanın yıkımını günümüzdeki ürkütücü boyutlara taşıyan şey, bizzat bu başarılı uyarlanma olmuştur.
Sembolik dünyanın, bir şekilde “yaygın bir sözsüz iletişim ortamından”,(64) ve yüz yüze ilişkiden doğan dilin formüle edilmesiyle ortaya çıktığını varsaymak mantıklı görünüyor. Dilin ne zaman ortaya çıktığı konusunda henüz bir fikir birliğine ulaşılmış değildir, bununla birlikte, Üst Paleolitik çağdaki kültürel “patlamadan” önce konuşmaya ilişkin herhangi bir bulguya rastlanmamıştır.,(65) Dil, modern öncesi bireyin açık olduğu imge ve duygu fırtınalarına ket vurarak, “dizginleyici bir etmen” olma ve yaşamı “daha büyük bir denetime”(66) tabi kılma işlevini görmüş olmalıdır. Bu anlamda dil, açıklığın ve doğayla ortaklığın hüküm sürdüğü bir yaşamdan, sembolik kültürün yükselişinden sonra ortaya çıkan tahakküme ve evcilleşmeye yönelik bir yaşama geçişi temsil etmiş olmalıdır. Bu arada, dil ile düşündüğümüz için düşüncenin ilerlediğini varsaymak (ilerleyişini evrensel bir memnuniyetle karşılayabileceğimiz “tarafsız” düşünce diye bir şey varsa eğer) muhtemelen yanlıştır; çünkü bunu varsaymamızı gerektiren kesin bir kanıt yoktur.(67) Sessiz bir şekilde kendi kendilerine konuşma yetisi de dahil olmak üzere konuşma yeteneklerini, sert darbeler ve benzeri hasarlar nedeniyle tümden kaybeden hastaların, mantıklı düşünüş yeteneklerini tamamen muhafaza ettiklerini gösteren pek çok örnek vardır.(68) Bu veriler, kuvvetli bir şekilde şunu gösteriyor; “insanın entelektüel yeteneği, dil olmadığnıda bile kendi başına yeterince güçlüdür.”(69)
Sembolleştirmenin işleyişi söz konusu olduğunda, “ritüelin Üst Paleolitik’teki icadının, kültür yapısına muazzam yayılma itimini veren anahtar olabileceğini söyleyen” Goldschmidt(70) haklı görünüyor. Hodder(71) tarafından, “sembolik ve toplumsal yapıların amansız çözülüşü” olarak kavramlaştırılan ve kültürel dolaylamanın gelişine eşlik eden gelişmelerin ekseni ritüel olmuştur. Ritüel, toplumsal tutunumun sağlanmasına ve güçlendirilmesine yarayan bir araç olarak gerekliydi;(72) örneğin totem ritüelleri, kabile birliğini güçlendirmektedir.
Doğanın evcilleştirilmesi ya da terbiye edilmesinden duyulan hoşnutsuzluğun başlangıcı, yabanılın ritüel aracılığıyla kültürel düzenlenişinde görülmektedir. Besbelli ki, dişinin vahşi veya tehlikeli bir kültürel kategori olarak değerlendirilmesi bu dönemden itibaren başlamıştır. Ayinsel “Venüs” heykelcikleri 25.000 yıl önce ortaya çıkmıştır ve kadınların temsil ve kontrol amacıyla yapılan en eski sembolik benzeyişlerini örneklemektedir.,(73) Daha somut olmak gerekirse, yabanıllığın boyun eğişi, büyük memeli hayvanlara yönelik ilk sistematik avcılıkla birlikte başladı; ritüel bu faaliyetin tümleyici bir parçasıydı.(74)
Şamanik bir faaliyet olarak ritüel, tüm insanların, bugün bizim duyumlar üstü olarak sınıflandırabileceğimiz bir bilinç düzeyini paylaştıkları bir yaşamdan gerileme olarak da değerlendirilebilir.(75) Bir zamanlar komünal olan bu algı zirvelerine artık yalnızca uzmanlar ulaştıklarınnı iddia ettiklerinde, işbölümündeki gerilemeler daha da kolaylaşıp hızlanmıştır. ritüel aracılığıyla büyük mutluluğa geri dönüş, diğer sevinçlerle birlikte ölçülebilir zamanın da yok oluşunu vaat eden evrensel bir mitik temadır. Bu tema, ritüelin sahte bir şekilde doldurmaya çalıştığı bir boşluğun varlığına işaret etmektedir; tıpkı sembolik kültürün genel olarak yaptığı gibi.
Duyguların düzenlenmesine yarayan bir araç, kültürel yöneliş ve dizginlenmenin bir yöntemi olarak ritüel, dışavurumun bir biçimi olan sanatı ortaya çıkardı.(76) Gans’e(77) göre, “çeşitli seküler sanat türlerinin ritüelden türemiş olduğu, kuşkuya hemen hemen hiç yer bırakmamaktadır.” Böylece, bir sıkıntnıın başlangıcını, eski ve dolaysız bir otantikliğin yok oluşunun yol açtığı o duyguyu artık fark edebiliriz. “Sanat ve din, aynı şekilde, tatmin olmamış arzulardan doğmuştur” diyen La Barbe(78) bence de haklıdır. Önce dil olarak, daha soyut, sonra ritüel ve snat olarak daha amaçsal bir şekilde ortaya çıkan kültürün işlevi, manevi ve toplumsal kaygıları yapay bir tarzda gidermeye çalışmaktadır.
Ritüel ve büyü ilk (Üst Paleolitik) sanata hakim olmuş olmalıdır ve muhtemelen, artan işbölümüyle birlikte, toplumsal yönetim ve düzen için zorunlu bir ihtiyaca dönüşmüşlerdir.(79) Benzer şekilde, Pfeiffer,(80) ünlü Üst Paleolitik Avrupa mağara resimlerini, gençliği artık karmaşıklaşan toplumsal sistemlere erginlemenin özgün bir biçimi, düzen ve disiplin için gerekli unsurlar olarak yorumlamıştır.(81) Ve sanat, örneğin ilk bölgeciliğin gelişimi çerçevesinde, doğanın egemenlik altına alınmasına katkıda bulunmuş olmalıdır.(82)
Sembolik kültürün, doğasına içkin olan manipule ve kontrol etme arzusuyla birlikte ortaya çıkışı, kısa süre içinde doğanın evcilleştirilmesine kapıları açtı. İnsanların, doğa içinde diğer yabanıl türlerle dengeli bir şekilde yaşadığı iki milyon yıllık bir yaşamdan sonra, tarım, yaşam tarzımızı ve uyarlanma biçimimizi eşi görülmemiş bir değişikliğe uğrattı. Daha önce hiçbir tür, böylesine radikal, hızlı ve köklü bir değişikliğe uğramamamıştı.(83) Dil, ritüel ve sanat aracılığıyla yapılan özevcilleştirme, akabinde, bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesinde esin kaynağı oldu. Sadece 10.000 yıl gibi kısa bir süre önce ortaya çıkan çiftçilik çabucak zafer kazandı; çünkü kontrol, tam da doğası gereği, yoğunlaşmaya yol açar. Üretim arzusu bir kez ortaya çıktıktan sonra, daha yetkin bir şekilde uygulandıkça daha verimli olmaya ve böylece daha baskın ve daha uyarlayıcı olmaya başladı.
Tarım, yüksek boyutlara erişen işbölümünü mümkün kılar, toplumsal hiyerarşinin maddi temellerini kurar ve çevresel yıkıma yol açar. Rahipler, krallar, ağır çalışma koşulları, cinsel eşitsizlik ve savaş, tarımın doğrudan özgül sonuçlarından sadece bir kaçıdır.(84) Paleolitik insanlar, birkaç bin çeşit bitkiden oluşan son derece değişken bir beslenme rejimine sahipken, çiftçilikle birlikte bu kaynaklarda yoğun bir azalma oldu.(85)
Taş Devri insanlığının zekâsı ve muhteşem pratik bilgisi veri alınarak, hep şu soru sorulmuştur; “Tarım niçin, diyelim ki, İ.Ö. 1.000.000 yılında değil de, İ.Ö. 8.000 yılı dolaylarında ortaya çıktı?” Ben, işbölümü ve sembolleşme biçiminde ortaya çıkan ve yavaş yavaş ivme kazanan yabancılaşmadan söz ederek, bu soruyu cevaplamaya çalıştım, ancak, sonuçların ne denli olumsuz olduğu dikkate alındığında, bu olgu şaşırtıcı olmaya devam ediyor. Ancak Binford’un(86) da dikkat çektiği gibi, “Sorulması gereken soru, tarımın niçin her yerde gelişmediği değil, esas olarak tarımın niçin ortaya çıktığıdır.” Avcı-toplayıcı yaşamın sona erişi, bedende, boyda ve iskelet yapısında bir gerilemeye neden oldu(87) ve diş çürümesi, beslenme bozuklukları ve bulaşıcı hastalıkların önemli bir kısmını beraberinde getirdi.(88) Cohen ve Armelagos(89) şu sonuca varıyor: “Bir bütün olarak ele alındığında tüm bunlar, insan yaşamının niteliğinde – muhtemelen süresinde de – topyekün bir gerileme anlamına geliyor.”
Tarımın diğer sonuçlarından biri de sayının icadı oldu; oysa sayı, ekinlerin, hayvanların ve tarımın belirleyici özelliklerinden biri olan toprağın, mülkiyet konusu olmadığı dönemlerde tamamen gereksizdi. Sayının gelişimi, doğayı egemen olunacak bir varlık olarak görme tutkusunu daha da körükledi. Evcilleşme, ilk ticari işlemler ve politik yönetim için yazıyı da gerektiriyordu.(90) Levi-Strauss,(91) ikna edici bir biçimde, yazılı iletişimin başlıca işlevinin, sömürünün ve baskının kolaylaştırılması olduğunu, yazı olmaksızın kentlerin ve imparatorlukların ortaya çıkamayacağını söylemiştir. İşte bu noktada, sembolleşme mantığı ile sermayenin büyümesi arasındaki bağlantıyı açık seçik bir şekilde görüyoruz.
O denli uzun üsren tarım öncesi insanlık durumunun kendiliğindenliğinin, hazzının ve keşif duygusunun yerini alan uygarlığın zaferiyle birlikte, itaat, tekrar ve düzen anahtar haline geldi. Clark,(92) avcı-toplayıcı yaşamdaki “boş zaman bolluğuna” değinerek şöyle der; “sıkıntı ve günbegün öğütülme yerine, zevk verici bir yaşam tarzının eşlik ettiği bu boş zaman bolluğu, toplumsal yaşamın niçin öylesine durgun kaldığını gayet iyi açıklamaktadır.” En kalıcı ve yaygın söylencelerden birine göre, bir zamanlar, huzurun ve mutluluğun hüküm sürdüğü bir Altın Çağ vardı; sonra bir şey oldu ve bu saf ve hoş yaşam ortadan kalkarak yerini sıkıntılara ve acılara bıraktı. İsmi Aden veya her ne olursa olsun, burası, eski avcı-toplayıcı atalarımızın yaşadığı yerdi ve düş kırıklığına uğramış toprak işçilerinin yitik özgürlüklerine ve rahatlarına olan özlemini ifade etmektedir.
Evcilleşme ve tarımdan önce insanların yaşadığı ve bir zamanların doğa bakımından zengin çevreleri neredeyse tümüyle yok olmuştur. Hayatta kalmayı başaran az sayıdaki avcı-toplayıcılara ise, kala kala, henüz tarıma elverişli olmayan en ücra ve yalıtılmış yerler kalmıştır. Ve kendilerni kölelere (örneğin, çiftçilere, politik kullara, maaşlı işçilere) dönüştürecek olan uygarlığın amansız baskılarına şu veya bu şekilde karşı koymayı başaran mevcut toplayıcı-avcıların tümü de, karşılaştıkları dışarlıklı insanlardan etkilenmişlerdir.(93)
Duffy,(94) üzerinde çalıştığı günümüz avcı-toplayıcıları olan Orta Afrika Mbuti Pigmelerinin, yüzlerce yıldır etraflarındaki köylü-çiftçilerle ve kısmen de, hükümet yetkilileri ve misyonerlerle kuşaklar boyu girdikleri ilişkilerle bir kültürleşme süreci yaşadıklarını belirtmektedir. Yine de, otantik bir yaşama yönelik güdünün, çağlar boyunca varlığını sürdürebildiği görülüyor. Duffy şöyle devam ediyor; “toprağın, barınmanın ve yiyeceklerin bedava olduğu, liderlerin, patronların, politikanın, örgütlü suçun, vergilerin ve kanunların olmadığı bir yaşam tarzı düşleyin. Buna, zengin ve yoksul insanların olmadığı, mutluluğun maddi varlıkların birikimi anlamına gelmediği, her şeyin paylaşıldığı bir toplumun üyesiolmanın yararlarını ekleyin.” Mbuti ler ne herhangi bir hayvanı evcilleştirmiş ne de ekin ekmişlerdir.
Çiftçi olmayan topluluklar, az çalışma ve maddi bolluk gibi son derece aklı başında bir kombinasyon gerçekleştirmişlerdir. Bodley,(95) Güney Afrika’nın zorlu Kalahari Çölü’nde yaşayan San Buşmanlarının (Güney Afrika’daki yerli kabilelerden biri), hem kişi sayısı hem de çalışma saatleri bakımından, etraflarındaki çiftçilere oranla çok daha az çalıştığını keşfetmiştir. Buna rağmen, çeşitli kuraklık dönemlerinde, çiftçiler hayatta kalabilmek için San topluluğuna başvurmaktadırlar.(96) Tanaka’ya(97) göre Sanlar, “şaşırtıcı derecede az çalışırlar ve zamanlarının önemli bir kısmını dinlenerek ve eğlenerek geçirirler.” Yerleşik çiftçilerle kıyaslandığında, görece güvenli ve sakin bir yaşam süren San topluluklarının sahip olduğu bu canlılık ve özgürlük, başka araştırmacıların yorumlarına da konu olmuştur.(98)
Flood,(99) Avustralya yerlileri için, “toprağın işlenmesinde ve bitkilerin yetiştirilmesinde harcanan emeğin, muhtemel getiriden daha fazla olduğunu” belirtmiştir. daha genel konuşmak gerekirse Tanaka,(100) ilk insan toplumlarındaki bol ve istikrarlı bitkisel besinlere dikkat çektirmiştir; “aynen tüm omdern toplayıcı toplumlarda olduğu gibi.” Festinger(101) ise, Plaolitik insanın “ciddi bir çaba harcamadan, kayda değer miktarda yiyecek” elde ettiğine değinerek, sözlerini şöyle sürdürmüştür, “hâlâ avcı ve toplayıcı olarak yaşayan çağdaş topluluklar, ücra bölgelere sürülmüş olmalarına rağmen, yine de çok iyi yaşıyorlar.”
Hole ve Flannery’nin(102) de özetlediği gibi: “Yeryüzünde hiçbir grup, zamanlarının çoğunu oyunlarla, sohbetle ve dinlenmekle geçiren toplayıcılar kadar boş zamana sahip olamaz.” Binford(103) ise, toplayıcıların, “modern sanayi ve tarım işçilerinden, hatta, arkeoloji profesörlerinden bile” çok daha fazla boş zamana sahip olduklarını ekliyor.
Vaneigem’in(104) de belirttiği gibi, evcilleşmemiş olanlar, yalnızca mevcut anın bütünsel [total] olabileceğini bilirler. Bu ise, onların, bizimle kıyaslanamayacak bir şekilde, çok daha büyük bir dolayımsızlık, yoğunluk ve tutkuyla yaşadıkları anlamına gelir. Bazı devrimci günlerin yüzyıllara bedel olduğu söylenmiştir; ve o ana kadar “Hep ileriye ve geriye bakarız” diye yazmıştı Shelley, “Var olmayan için iç çekip durarak…”
Mbutiler,(105) “mevcut anın doyurucu bir şekilde yaşanmasıyla, geçmişin ve geleceğin, kendi başlarının çaresine bakacağına” inanırlar. İlkel insanlar anılarla yaşamzlar ve genellikle doğum günleri ve yaşlarını ölçme gibi konularla ilgilenmezler.(106) Gelecek konusunda ise, henüz var olmayanı kontrol altına almaya pek hevesli değildirler, tıpkı doğayı egemenlik altına alma niyetinde olmadıkları gibi. Onların, doğal dünyanın değişkenliğine ve akışına an be an katılışları, mevsimlerin farkında olmalarına engel değildir, ama bu, mevcut anı onlardan çalan yabancılaşmış bir zaman bilincine dönüşmez.
Çağdaş toplayıcı-avcılar, tarih öncesi atalarına göre daha fazla et yemelerine rağmen, tropikal ve yarı tropikal bölelerdeki bitkisel besinler, hâlâ temel beslenme rejimlerini oluşturmaktadır.(107) Hem Kalahari’deki Sanların hem de Kalahari’ye oranla av hayvanlarının çok daha bol olduğu Doğu Afrika’daki Hazdaların, besinlerinin yüzde sekseni toplayıcılığa dayanmaktadır.(108) Sanların bir kolu olan !Kunglar, yüzü aşkın değişik bitki türünü toplar(109) ve hiçbir şekilde beslenme bozukluğu sergilemez.(110) Avustralya’daki toplayıcıların sağlıklı ve bol çeştli beslenme rejimleri de bunun bir benzeridir.(111) Toplayıcıların beslenme rejimleri bir bütün oalrak, çiftçilerinkinden çok daha iyidir, açlığa çok seyrek rastlanır, sağlık durumları çok daha iyi, kronik hastalıklar çok daha enderdir.(112)
Lauren van der post,(113) San insanının coşkun kahkahasından duyduğu şaşkınlığı şöyle ifade etmişti; “uygar insanlar arasında asla duyamayacağınız ta mideden gelen bir kahkaha.” Post, bu gülüşü, uygarlığın şiddetli saldırılarına göğüs gererek ayakta kalmayı başaran muhteşem bir canlılığın ve duygu berraklığının göstergesi olarak yorumlamıştı. Tuwell ve Hansen,(114) aynı canlılığı, bir leoparla tutuştuğu silahsız kavgadan sağ kurtulan bir başka San insanından görmüş olmalı, yara almasına rağmen, hayvanı çıplak elleri ile öldürmüştü.
Tayland’ın batısındaki Andaman Adası yerlileri lidersizdirler, sembolik temsil hakkında bir fikirleri yoktur ve herhangi bir hayvanı evcilleştirmemişlerdir. Ama aynı şekilde, aralarında saldırganlık, şiddet ve hastalık da yoktur; yaraları şaşırtıcı bir şekilde çabuk iyileşir, görme güçleri ve işitme duyuları özellikle keskindir. Avrupalıların, 19. yüzyıl ortalarında bölgelerine girmelerinin ardından, bu özelliklerinin azaldığı söyleniyor, ama hâlâ da şu çarpıcı fiziksel özelliklerini koruyorlar; sıtmaya karşı doğal bağışıklık, doğum sonrası çatlakları ve yaşlılıkla gelen kırışıklığı ortadan kaldırabilen deri esnekliği ve “inanılmaz” bir dşi kuvvetliliği: Cipriani,(115) dişleriyle çivi kıran 10 ile 15 yaş arası çocuklar gördüğünü söylemştir. Ayrıca, Andamanlıların, hiçbir koruyucu giysi kullanmadan, bal toplama faaliyetlerine de tanık olmuştur; “buna rağmen, asla arılar tarafından sokulmuyorlardı ve onları seyrettikçe, uygar dünyanın yitirdiği binlerce yıllık bir gizemin içine dalmış gibi hissediyordum kendimi.”
DeVries,(116) dejeneratif hastalıkların ve zihinsel özürlülüğün olmaması, kolay ve acısız doğum da dahil olmak üzere toplayıcı-avcıların yüksek sağlık düzeylerinni kanıtlayan çeşitli mukayeseler yapmıştır. DeVries aynı zamanda, toplayıcı-avcıların uygarlıkla ilşikiye girdikleri andan itibare, sağlıklarının bozulmaya başladığına işaret etmektedir.
Aynı konuyla bağlantılı olarak, ilkel insanların yalnızca fiziksel ve duygusal gücü değil, aynı zamanda yüksek duyumsal yeteneklerine ilişkin azımsanmayacak kanıtlar vardır. Darwin, Güney Amerika’nın en güney ucunda, dondurucu soğukta neredeyse çıplak bir şekilde ortalıkta gezinen insanlardan bahsederken, Peasley,(117) “herhangi bir giysi olmaksızın”, ilişklere işleyen soğuk çöl gecelerinde yaşamakla ünlenmiş olan Aborjinleri gözlemlemiştir. Levi-Strauss,(118) [Güney Amerikalı] bir kabilenin, “gün ışığında Venüs gezegenini görebildiğini” öğrendiğinde hayretler içinde kalmıştı. Sirius B’yi en önemli yıldız olarak değerlendiren Kuzey Afrikalı Dogonlar da benzer bir yeteneğe sahiptirler; yalnızca en hüçlü teleskoplarla bulunabilecek bir yıldızın varlığından, hiçbir alet olmaksızın, her nasılsa haberdardırlar.(119) Bu özellikler bağlamında, Boyden,(120) Jüpiter’in dört uydusunu çıplak gözle görebilen Buşmanlardan bahsetmiştir.
Marshall,(121) The Harmless People (Zararsız İnsanlar) adlı eserinde, bir Buşman’ın, geniş bir ovada, ya”herhnagi bir çalı veya ağacın olmadığı” bir noktaya nasıl yolunu şaşırmadan gittiğini ve etrafında neredeyse gözle görülmeyen bir sarmaşık teli olan yassı bir otu nasıl gösterdiğini anlatır. Buşman, birkaç ay önceki yağmur mevsiminde, bu otu, henüz yeşilken görmüştü. Şimdi kavuruu sıcakta, orayı kazıp, otun kökündeki suyu çıkararak susuzluğunu gideriyordu. Lauren van der Post,(122) yine Kalahari Çölü’nde, San Buşmanları ile doğa arasındaki yakınlığı enine boyuna incelerken çöyle diyordu; “neredeyse mistik denilebilecek bir deneyim düzeyine sahipler. Çevrelerindeki mükemmel çeşitlilikten sadece birkaçtanesini belirtmek gerekirse, örneğin, bir fil, aslan, antilop, tavşan, kertenkele, fare, peygamberdevesi, baobab ağacı, sarı ibikli kobra veya yıldız benekli nergis zambağı olmanın ne demek olduğunu biliyor gibiydiler.” Toplayıcı-avcıların genellikle, rasyonel açıklamalara açıkça meydan okuyan bir iz sürme yeteneğine sahip olmakla tanındıklarını eklemek ise neredeyse gereksiz.(123)
Rohrlich-Leavitt(124) şu hususlara dikkat çekmişti; “Veriler, toplayıcı-avcıların genelde bölgeci olmadıklarını ve çift-yerli olduklarını, grup içi saldırganlığı ve rekabeti reddettiklerini; yaşam kaynaklarını serbestçe paylaştıklarını; grup işbirliği bağlamında, eşitlikçiliğe ve özerkliğe önem verdiklerini; çocuklara hoşgörülü ve sevecen davrandıklarını göstermektedir.” Onlarca çalışma, komünal paylaşım ve eşitlikçiliği, böylesi grupların neredeyse belirleyici özellikleri olarak vurgulamıştı.(125) Lee,(126) toplayıcılar arasındaki paylaşımın “evrenselliğine” dikkat çekerken, Marshall’ın 1961′deki klasik çalışması, “güçlü eşitlikçi” bir toplayıcı-avcı yönelişi vurgulayan bir “cömertlik ve alçak gönüllülük etiği”nden söz etmektedir. Tanaka tipk bir örnek verir: “En çok hayran oldukları özellik cömertliktir, en çok hor gördükleri ve nefret ettikleri özellikler ise cimrilik ve bencilliktir.”
Baer,(127) eşitlikçilik, demokrasi, kişiselcilik, bireyselleşme ve özgeciliği”, evcilleşmemiş olanların anahtar erdemleri olarak sıralarken, Lee,(128) “dünyanın çeşitli yerlerinde sade bir şekilde yaşayan toplayıcılar” arasında, “sınıfsal ayrımlara duyulan mutlak nefretten” söz etmiştir. Leacock ve Lee,(129) grup içi “her türlü otorite” iddiasının, “!Kung topluluğu arasında alay ya da öfkeye yol açtığını” vurgulamıştır; aynı özelliğin, başkalarınn yanı sıra, Mbutiler,(130) Hazdalar(131) ve Dağlı Naskapiler(132) için de geçerli olduğu kaydedilmiştir.
Lee,(133) Botswana’daki !Kung topluluklarından şöyle bahseder: “Geniş bir ailenin babası bile, oğluna veya kızına herhangi bir şey yapmalarını söyleyemez. İnsanların çoğu, sanki kendi iç programları doğrultusunda hareket etmektedirler.” Ingold,(134) “avcı ve toplayıcı toplumların çoğunda, bireysel özerklik ilkesine üstün bir değer biçilmektedir” değerlendirmesinde bulunurken, Wilson(135) bunlarda, “odaklaşmış açık toplumların ortak özelliği” olan bir “bağımsızlık etiği” bulur. Yüksek itibarlı bir alan antropoloğu olan Radin(136) şu sözleri söyleyecek kadar ileri gitmişti: “İlkel toplumda, akla gelebilecek her türlü kişilik boşalımına, dışavurumuna özgür alan tanınmıştır. İnsan kişiliği başka hiçbir yerde, bu toplumda olduğu kadar, ahlaki yargılardan muaf değildir.”
Mbutilerin toplumsal yapısını inceleyen Turnbull(137), şöyle der; “aleni bir boşluk, nerdeyse anarşik olan bir iç sistem yokluğu.” Duffy’ye(138) göre; “Mbutiler doğal bir şekilde başsızdırlar; liderleri ve yöneticileri yoktur, topluluğu ilgilendiren kararlar konsensusla alınır.” Birçok açıdan olduğu gibi, bu noktada da, çiftçiler ile toplayıcılar arasında büyük nitel farklılıklar vardır. Söz gelimi, San topluluklarını çevreleyen çiftçi Bantu kabileleri (örneğin Sagalar), krallık, hiyerarşi ve çalışma temelinde örgütlenmişlerdir; San topluluklarıysa, eşitlikçilik, özerklik ve paylaşım sergilemektedirler. Bu çarpıcı ayrımı yaratan, evcilleşme ilkesinden başka bir şey değildir.
Herhangi bir toplumdaki hakimiyet, doğanın evcilleştirilmesinden bağımsız değildir. Öte yandan, toplayıcı-avcı toplumlarda, insan ile insan olmayan varlıklar arasında keskin bir hiyerarşi bulunmaz;(139) benzer şekilde, toplayıcılar arasındaki ilişkiler de hiyerarşik değildir. Evcilleşmeyenler, tipik bir tarzda, avladıkları hayvanları kendileriyle eşit kabul ederler; son derece eşitlikçi olan bu ilişki, evcilleşmenin başlmasıyla birlikte sona ermektedir.
Doğaya yabancılaşma kesin bir toplumsal denetime (tarıma) dönüştüğünde, değişen şey sadece toplumsal davranışlar olmadı. “Yeni keşfedilen” bölgelere ayak basan denizcilerin ve seyyahların yorumlarına bakacak olursak, o bölgelerdeki yabani hayvanlar ve kuşlar, başlangıçta bu işgalci insalardan hiç de ürkmemişlerdir.(140) Birkaç çağdaş toplayıcı topluluk, örneğin Filipinler’deki Tasadaylar,(141) dış dünya ile temas etmeden önce avcılık yapmamıştır; öte yandan çoğu toplayıcı, avcılık yapmasına rağmen, “av normalde saldırgan bir eylem değildir”.(142) Turnbull,(143) Mbuti avcılığından saldırgan bir ruhun pek de olmadığını, hatta Mbutilerin bir tür pimanlıkla avlandıklarını gözlemlemiştir. Hewitt(144) 19. yüzyılda karşılaştığı Xan Buşmanları nezdinde, avcı ile avlanan hayvan arasında bir sevecenlik bağı olduğunu belirtmiştir.
Avcı-toplayıcılar arasındaki şiddt konusunda ise, Lee(145) şu tespitte bulunmuştur; “!Kunglar kavgadan nefret eder ve kavga eden herhangi bir insanın aptal olduğunu düşünürler.” Duffy’nin(146) değerlendirmesine göre, “Mbutiler, iki insan arasındaki her türlü şiddet biçimini büyük bir tiksinti ve nefretle karşılarlar ve bu şiddeti asla danslarında ve oyunlarında temsil etmezler.” Bodley(147) ise, cinayet ve intiharın, dış etkilere maruz kalmayan toplayıcı-avcılar arasında “son derece seyrek” olduğu sonucuna varmıştır. amerikan yerlilerinin “savaşçı” doğası, Avrupalıların işgalci emellerini meşru kılmak amacıyla çoğunlukla uydurulmuştur;(148) yağmacı uygarlıkla karşılaştıktan sonra şiddet uygulamaya başlayan Komançi yerlileri, Avrupalıların istilasından önce, yüzyıllar boyu şiddet içermeyen bir yaşam sürdürmüşlerdi.(149)
Hızlı bir şekilde tarıma yol açan sembolik kültürün gelişimi, ritüel aracılığıyla, geniş toplayıcı gruplardaki yabancılaşmış toplumsal yaşama bağlanmaktadır. Bloch,(150) ritüelin düzeyi ile hiyerarşi arasında karşılıklı bir ilişki saptamıştır. Ya da tersinden bir yaklaşımla Woodburn,(151) Tanzanya’daki Hazdalar arasında, ritüelin yokluğu ile uzmanlaşmış rollerin ve hiyerarşinin yokluğu arasında bir ilişki olduğunu görebilmiştir. Turner’in(152) batı Afrika’daki Ndembular üzerine yaptığı çalışma, daha katmansız olan eski toplumun çözülmesiyle ortaya çıkan ihtilafları gidermeye yönelik ritüel yapıların ve törenlerin bolluğunu göstermiştir. Bu törenler ve yapılar, politik bütünleyiciliği sağlayacak tarzda işlemektedir. Ritüel, sonuçları ve karşılığı, toplumsal sözleşme tarafından güvence altına alınmış olan basmakalıp bir etkinliktir, sembolik faaliyetin, grup üyeliği ve toplumsal urallar aracılığıyla kontrolü sağladığı mesajını iletir.(153) Bir denetim ve tahakküm anlayışına yol açan ritüelin, liderlik rollerine(154) ve merkezileşmiş politik yapılara dönüşme eğiliminde olduğu görülmüştür.(155) Törensel kurumların tekeli, açıkça otoriye anlayışını güçlendirir,(156) hatta bizzat otoritenin özgün biçimi olabilir.
Liderlik ve ona içkin olan eşitsizlik, Yeni Gine’deki çifçi kabileleri arsında ritüel, erginleme hiyerarşisine veya Şaman tarzı ruhban medyumluğa katılım üzerine temellenmektedir.(157) Şamanların rolünde, insan toplumunda tahakküme katkıda bulunan somut bir ritüel faaliyeti ayrımsarız.
Radin,(158) “sadece kendilerinin doğa üstüyle iletişim içinde oldukları teorisini oluşturan ve geliştiren” Şamanlara ve hekümlere yönelik “aynı belirgin eğilimin”, Asya ve Kuzey Amerikalı kabile halkları arasında da bulunduğunu belirtmiştir. Bu üstünlük, diğerlerinin zararına olacak şekilde, Şamanları güçlendirmiş gibi görünüyor; Lommel,(159) “Şamanların ruhsal iktidarında… grubun diğer üyelerinin gücündeki zayıflamayla ters orantılı olan bir artış” görmüştür. Bu pratiğin, yaşamın diğer alanlarındaki iktidar iilşkilerine ilişkin belirgin anlamları vardır ve dinsel önderlikten yoksun olan önceki dönemlerle bir tezat oluşturmaktadır.
Brezilya’daki Batuqueler, her biri, belirli bir ruhu denetlediğini iddia eden, müşterilerine doğa üstü hizmetler satmaya çalışan ve adeta rakip tarikatlara mensup rahipleri andıran Şamanlara sahiptir.(160) Muller’e(161) göre, “büyü aracılığıyla doğayı kontrol eden” bu tür uzmanlar, “doğal olarak, insanları da kontrol etme noktasına gelirler.” Şaman, gerçekten de, tarım öncesi toplumlarda, genellikle en güçlü bireydir;(162) değişimi kurumsallaştırabilecek bir konumdadır. Johennessen,(163) Güneybatı Amerika yerlilerinin, bitki ekimine karşı gösterdikleri direnişin, Şamanların nüfuzu sayesinde bastırıldığı tezini ortaya atıyor. Benzer şekilde, Marquardt,(164) Kzeu Amerika’da üretimin başlatılmasında ve düzenlenmesinde, ritüel otorite yapılarının önemli bir rol oynadığını dile getirmiştir. Amerika’daki gruplar üzerinde çalışan bir başka uzman(165) ise, Şamanların doğanın yabanıllığını denetim altına alma rolü ile kadınların boyunduruk altına alınışı arasında bir ilişki saptamıştır.
Berndt,(166) ayinsel cinsel işbölümünün, Aborijinler arasındaki negatif cinsiyet rollerinin gelişiminde oynadığı önemli rolü vurgularken, Randolf(167) doğrudan konuya gelir: “Ritüel etkinlik, ‘uygun’ erkek ve kadınların yaratılmasına yarar.” Bender(168) ise, cinsel ayrım için “doğada herhangi bir neden” bulunmadığını iddia eder. “Bu ayrımın, dayatma ve tabularla yaratılması, ideoloji ve ritüel aracılığıyla ‘doğallaştırılması’ gerekmektedir.”
Ancak toplayıcı-avcı toplumlar, doğaları gereği, ritüelin kadınları evcilleştiren potansiyelini reddederler. Avcılığa en yatkın olanlar da dahil olmak üzere eşitlikçi toplulukların yapısı (ya da yapısızlığı), her iki cinsin özerkliğini güvence altına alır. Bu güvence, maddi yaşam olanaklarının, hem kadınlar hem de erkekler için eşit şekilde kullanılabilir olmasıdır, bunun da ötesinde, grubun başarısı, cinslerin bu özerkliğe dayanan işbirliğine bağlıdır.(169) Cinsiyet alanları genellikle birbirinden bir şekilde ayrıdır, fakat, kadınların ortak yaşama yaptıkları katkının en azından erkeklerinkiyle eşit olduğu göz önüne alındığında, cinsiyetler arasındaki toplumsal eşitliğin, “avcı-toplayıcı toplumların temel özelliği” olduğu görülür.(170) Gerçekten de, pek çok antropolog, kadınların avcı-toplayıcı gruplardaki statüsünün, diğer toplum biçimlerinde olduğundan daha yüksek olduğunu saptamıştır.(171)
Turnbull,(172) Mbutilerin tüm önemli kararlarında “kadının ve erkeğin eşit söz hakkına sahip olduğunu, avcılığa ve toplayıcılığa aynı derecede önem verildiğini” gözlemlemiştir. Turnbull,(173) avcı-toplayıcılarda -muhtemelen geçmişteki atalarına göre çok daha artmış olan- cinsel bir farklılaşmanın varlığını kabul etmiştir, “fakat, bu herangi bir hakimiyet-tabiyet ilişkisine yol açmamaktadır.” Post ve Taylor’a,(174) göre !Kung erkekleri, aslında kadınlardan daha fazla çalışmaktadır.
Çağdaş toplayıcı-avcılarda yaygın olan işbölümü bağlamında, rollerdeki bu farklılaşmanın hiçbir şekilde evrensel olmadığını eklemeliyiz. Baltık bölgesindeki Fennilerden bahsederken, “kadınlar tıpkı erkekler gibi avllanarak geçiniyorlar… ve bu yazgılarını, tarla işleriyle iki büklüm olan diğer kadınların yazgılarından daha mutluluk verici buluyorlar” diye yazan Romalı tarihçi Tacitus’un zamanında da durum farklı değildi. Procopius’un İ.S. 6. yüzyılda, bugün Finlandiya olan bölgede yaşayan Serithifinnilerde saptadığı özelliklerde aynı anlama geliyor; “Serithifinniler ne kendilerini toprağı işlerler, ne de kadınların onlar için toprağı işler, ancak kadınları düzenli olarak erkeklerle birlikte ava katılırlar.”
Melville Adası’ndaki Tiwi kadınları,(175) tıpkı Filiğinler’deki Agta kadınları gibi, düzenli olarak avlanırlar.(176) Turnbull,(177) Mbuti toplumunda, “cinsiyete dayalı uzmanlaşma azdır. Av bile ortak bir çabadır” derken, Cotlow(178) “av geleneksel Eskimolar arasında, tüm ailenin işbirliğini kapsayan bir girişimdir (ya da bir zamanlar öyleydi)” diyerek bu görüşü doğrulamaktadır.
Darwin,(179) cinsel eşitliğin başka bir boyutunu saptamıştır: “… tamamen barbar olan kabilelerde, kadınlar sevgililerini seçmekte, reddetmekte, cezbetmekte veya sonradan kocalarını değiştirmekte, beklenildiğinden çok daha fazla söz hakkına sahiptirler.” Marshall(180) ve Thomas(181) tarafından da ortaya konulduğu üzere, !Kung Buşmanları ve Mbutiler bu kadın özerkliğine örnek teşkil ederler; “Evliliklerinden mutsuz olduklarında, kadınlar kolayca kocalarını terk ederler” diye tamamlıyor Begler,(182) Marshall(183) ayrıca, !Kunglar arasında, tecavüzün son derece ender olduğunu ya da hiç olmadığını saptamıştır.
Toplayıcı-avcı kadınlarla ilgili bir diğer ilgi çekici oldu da, herhnagi bir doğum kontrolü yöntemi olmaksızın, hamileliği önlemekte sergiledikleri yetenektir.(184) Gebelik konusunda pek çok hipotez öne sürülüp çürütülmüşür; örneğin gebeliğin şu veya bu şekilde bedenin yağ düzeyine bağlı olması gibi.(185) En akla yatkın görünen açıklamalardan biri, evcilleşmemiş insanların, kendi fiziksel koşullarıyla çok daha uyumlu yaşamaları olgusuna dayanan açıklamadır. Toplayıcı-avcı kadınların duyuları ve gelişim süreçleri yabancılaşmış veya körelmiş değildir; bedenlerini yabancılaşmış bir nesne gibi algılamayanlar için doğum kontrolü hiç de mistik bir olgu olmasa gerek.
Zaire Pigmeleri, her kızın ilk adet dönemini, büyük bir şenlik ve festivalle kutlarlar.(186) Genç kadın büyük bir sevinç ve gurur duyar ve tüm topluluk bundan duyduğu mutluluğu ifade eder. Oysa çiftçi köylüler arasında, adet gören bir kadın, tabularla karantina altına alınması gereken kirli ve tehlikeli bir varlık olarak değerlendirilir.(187) San erkeği ve kadını arasındaki dingin, eşitlikçi ilişki, esnek roller ve karşılıklı saygı Drapper’ı(188) etkilemişti; Drapper’s göre, Sanlar toplayıcı-avcı olarak kaldıkları sürece aynı şekilde devam edecek olan bu ilişki, toplayıcı-avcı olmaktan çıktıkları andan itibaren ortadan kalkacaktı.
Duffy,(189) bir Mbuti kampındaki her çocuğun, her erkeğe baba ve her kadına anne olarak seslendiğini saptamıştır. Toplayıcı-avcı çocuklar, uygarlığın yalıtılmış çekirdek ailelerindeki çocuklara oranla çok daha fazla bakım ve ilgi görürler, kendilerine çok daha fazla zaman ayrılır. Post ve Taylor,(190) Buşman çocukları le ebeveynleri arasında “neredeyse sürekli bir temas” olduğunu söylemişlerdir. Ainsworth’un(191) üzerinde çalıştığı !Kung bebekleri, hızlı bir zihinsel gelişim ve hareket kabiliyeti göstermişleridir. Bu durum, hem kısıtlanmayan bir hareket özgürlüğünün sağladığı uyarıma ve manevra yeteneğine, hem de !Kung ebeveynleri ile çocukları arasında son derece yoğun olan tensel sıcaklığa ve yakınlığa yorulmuştur.(192)
Draper,(193) “!Kung çocuk oyunlarında hemen hemen hiç rekabet olmadığını” görebilirken, Shostack,(194) “!Kung kız ve erkek çocuklarının çoğu oyunları birlikte oynadıklarını” gözlemlemiştir. Draper ayrıca, daha büyük yaşlardaki Mbuti gençliğinin “evlilik öncesi cinselliği coşku ve zevkle yaşama” özgürlüğüne koşut olarak,(195) çocukların deneysel cinsellik oyunlarına engel olunmadığını saptamıştır. Ruth Benedict’in(196) aynı konu hakkında yazdıklarına göre, “Zunilerde herhangi bir günah anlayışı yoktur.” Benzer biçimde, “iffet, bir yaşam biçimi olarak büyük bir hoşnutsuzlukla değerlendirilmektedir… Cinsiyetler arasındaki mutlu ilişkiler, insanlar arasındaki mutlu ilişkilerin bir diğer ifadesidir… Cinsellik, mutlu bir yaşama ait olan bir olaydır.”
Coontz ve Henderson,(197) cinsiyetler arasındaki en eşitlikçi ilişkilerin en sade toplayıcı toplumlarda bulunduğu önermesini destekleyen kanıtların gittikçe arttığına işaret etmektedir. Kadınlar, toplayıcı-avcı toplumdan farklı olarak, geleneksel tarımda son derece başat bir tol oynamalarına rağmen, karşılığında bir statü elde etmezler.(198) Bitkiler ve hayvanlar gibi, kadınlar da, tarımın başlamasıyla birlikte evcilleştirilmeye tabi kılınmaktadır. Temellerini yeni düzenle sağlamlaştıran kültür, içgüdünün, özgürlüğün ve cinselliğin koşulsuz boyun eğdirilişini gerektirir. Her türlü düzensizlik ortadan kaldırılmalı, doğanın gücü ve kendiliğindenlik sıkı bir şekilde denetim altına alınmalıdır. Kadınların yaratıcılığı ve cinsel kişilikler olarak temel varlığı, yerini, tüm köylü dinlerinde ifade edilen, erkelerin ve besinin bereketli kaynağı Büyük Ana rolüne bırakmaya zorlanmaktadır.
Güney Amerika’daki çiftçi kabilerlerden biri olan Mundurukların erkekleri, kadınların baskı altına alınması bağlamında, bitkileri ve cinselliği aynı sözcüklerle ifade ederler: “Onları muzla terbiye ediyoruz.”(199) Simone de Beauvoir,(200) saban ile erkeklik uzvu arasında kurulan denklemde, kadınlar üzerindeki erkek otoritesinin sembolünü saptamıştır. Bir başka çiftçi grup olan Amazon Jivaroları arsında, kadınlar, yük hayvanı ve erkeklerin kişisel mülkiyeti olarak değerlendirilmektedir;(201) Güney Amerikalı bu ova kabileleri arasında “yetişkin kadınların kaçırılması, pek çok savaşın başlıca nedenidir”.(202) Kadınlara yönelik acımasızlık ve kadınn yalıtılması, tarımsal toplumların işleviymiş gibi görünüyor,(203) ve kadınlar böylesi topluluklarda, işlerin önemli bir kısmını, hatta tümünü yapmaya devam ediyorlar.(204)
Kelle avcılığı, göz dikilen tarım toprakları üzerine sürdürülen savaşın bir parçası olarak, yukarıda belirtilen topluluklar tarafından yapılmaktadır;(205) öte yandan, kelle avcılığına ve sürekli savaşlara, Yeni Gine yaylalarındaki çiftçi kabileler arasında da rastlanmaktadır.(206) Lenski’nin 1974′te yaptığı araştırmalar, savaşın avcı-toplayıcılar arasında ender olduğunu, ancak çiftçi toplumlarda hızla arttığını ortaya koymaktadır. Wilson’ın(207) da yalın bir şekilde belirttiği gibi, “İntikam, kan davası, kargaşa, kavga ve savaş, evcilleşmiş halklar arasında ortaya çıkmış ve onlara özgü olgularmış gibi görünmektedir.”
Godelier,(208) kabile ihtilaflarının, “öncelikle sömürgeci tahakkümle açıklanabileceğini” ve bu ihtilafların kökeninin “sömürge öncesi yapıların işleyişinde” aranmaması gerektiğini savunuyor. Uygarlıkla temas, elbette huzur bozucu ve yozlaştırıcı bir etki yaratabilir, ancak kişi, böyle bir yaklaşımda Godelier’in Marksizminin (örneğin, evcilleşmeyi/üretimi sorgulama konusundaki isteksizliği) bir payı olabileceği şüphesinden urtulamıyor. Öte yandan, topluluk içinde kayda değer bir cinayet oranına sahip olan Bakır Eskimolarının, içlerindeki bu şiddeti dış etkilere borçlu oldukları söylenebilir, bununla birlikte, Eskimoların evcilleşmiş köpeklere olan bağımlılığı da gözden kaçmamalıdır.
Godelier ile belli bir dereceye kadar paralellik içinde olan Arens(209), kültürel bir olgu olarak yamyamlığın bir kurgu olduğunu ve bu kurgunun, fetihçi unsurlar tarafından icat edilerek yaygınlaştırıldığını iddia etmektedir. Oysa, evcilleşmeye bulaşan halklar arasında bu pratik belgelenmiştir.(210) Örneğin, Hogg(211) tarafından yapılan çalışmalar, ritüelle başlayıp tarımla kökleşen yamyamlık pratiğinin bazı Afrika kabilelerinde bulunduğunu ortaya koymuştur. Genel anlamıyla yamyamlık, kaosun kültürel olarak deneyim altına alınmasının biçimlerinden biridir; yamyamlık pratiğinin kurbanı, hayvanlığı veya terbiye edilmesi gereken herhangi bir şeyi temsil etmektedir.(212) Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, Fiji Adası yerlilerinin önemli söylencelerinden biri, “Fijililer nasıl yamyam oldu” söylencesi, tam anlamıyla bir tarım masalıdır.(213) Benzer şekilde, yüksek bir evcilleşme düzeyine ve zaman bilincine sahip olan Aztekler, zaptedilemez güçleri dize getirmek ve son derece yabancılaşmış olan bir toplumu dengede tutmak üzere, insanları kurban etme pratiği sergilemişlerdir. Norbeck’in(214) de belirttiği gibi, evcilleşmeyen ve “kültürel bakımdan yoksul” toplumlar, yamyamlık ve insan kurban etme faaliyetlerine yabancıdırlar.
Şiddetin, daha karmaşık toplumlardaki temel kökenlerine gelince, Barnes,(215) toplayıcı-avcılar arasında yaşanan “bölgesel çatışmalara ilişkin etnografik raporların”, “son derece ender” olduğunu saptamıştır. Örneğin !Kung sınırları, belirsiz ve savunmasızdır,(216) Pandaramların yaşadıkları bölgeler sabit değildir ve isteyen istediği yere gidebilir;(217) Hazdalar, serbestçe bölgeden bölgeye geçerler;(218) Mbutiler için, sınırların ve arazilerine izinsiz girişlerin hemn hemen hiçbir önemi yoktur;(219) ve son olarak Avustralya Aborijinleri, bölgesel ve sosyal ayrımları reddederler.(220) Dışlayıcılığın yerini bir cömertlik ve konukseverlik etiği alır.(221)
Kitwood’a(222) göre, toplayıcı-avcı halklar “herhangi bir özel mülkiyet anlayışı” geliştirmemişlerdir. Yukarıdaki paylaşıma ilişkin olarak Samson’ın(223) Aborijinleri “mülkiyetsiz halklar” olarak nitelemesinden de anlaşılacağı gibi, toplayıcılar, uygarlığın dış varlıklara yönelik saplantılarını benimsemezler.
Pietro,(224) Kolomb’un ikinci seferinde karşılaştığı Kuzey Amerika yerlileri hakkında şöyle yazıyordu: “Tüm kötülüklerin kaynağı olan ‘benimki ve seninki’nin onlar arasında yeri yoktur.” Post’a(225) göre, Buşmanlar “herhangi bir iyelik anlayışına” sahip değillerdir ve Lee(226), Buşmanların, doğal çevrenin kaynakları ile toplumsal refah arasında keskin bir ayrım yapmadıklarını görmüştür. Bir kez daha görüldüğü gibi, doğa ile kültür arasında bir ayrım vardır ve uygarlaşmayanlar birincisini, yani doğayı seçmişlerdir.
Kullandıkları her şeyi tek avuçlarında taşıyabilen, adeta dünyaya geldiklerinde sahip olduklarının biraz fazlasıyla ölen pek çok toplayıcı-avcı vardır. Bir zamanlar, insanlar her şeyi paylaşıyorlardı; tarımla birlikte, mülkiyet en yüce değer oluyor ve insan, tüm dünyaya sahip olmaya kalkışan bir türe dönüşüyor. Akıllara durgunluk veren bir deformasyon.
Sahlins(227) belagatli bir şekilde şöyle demişti: “Dünyanın en ilkel insanları sadece birkaç şeye sahiptir, ama yoksul değildir. Yoksulluk ne malın mülkün az oluşu, ne de sadece amaçlarla araçlar arasındaki bir ilişkidir; yoksulluk her şeyden önce insanlar arasındaki bir ilişki biçimidir. toplumsal bir statüdür. Ve bu haliyle de, uygarlığın bir icadıdır.”
“Çiftçiliği, kendilerine adeta zorla dayatılana kadar reddeden” toplayıcı-avcıların bu “yaygın eğilimi”,(228) içlerinden köylü olanı artık Mbuti saymayan Mbuti inancında da göze çarpan bir doğa/kültür ayrımını göstermektedir.(229) Mbutiler, toplayıcı bir topluluk ile tarımcı bir köyün, zıt değerlere sahip karşıt toplumlar olduğunu bilirler.
Ancak, zamanla, evcilleşmenin bazı beliryeci faktörleri gözden kaçabiliyor. Cohen,(230) “Kuzey Amerika’nın Batı Kıyısı’ndaki tarihi avcı-toplayıcıların, uzunca bir zamandan beridir, avcı toplayıcılar arasında anormal sayıldığını” açıklamıştır; Kelly’nin(231) de belirttiği gibi, “Kuzeybatı kıyısındaki kabileler, tüm avcı-toplayıcı klişelerini çiğnemişlerdir.” Temel geçim kaynakları balıkçılık olan bu avcı-toplayıcılar, şeflik, hiyerarşi, savaş ve kölelik gibi son derece yabancılaşmış özellikler sergilemektedirler. Ancak onların tütünü ve köpeği evcilleştirmiş oldukları hemen hemen her zaman göz ardı edilmektedir. Herkesçe bilinen bu “anormallik” bile, evcilleşme özellikleri içermektedir. Ritüelin üretime uygulanışı, bu sürece eşlik eden diğer tahakküm biçimleriyle birlikte, önceki sürece eşlik eden diğer tahakküm biçimleriyle birlikte, önceki zarafet durumunun yitirilişini kurumsallaştırmışsa benzemektedir.
Thomas,(232) Kuzey Amerika’dan başka bir örnek veriyor; Büyük Havza Soshonları ve onların üç bileşeni olan Kawich Dağ Soshonları, Reese Nehri Soshonları ve Owens Vadisi Paiuteleri. Bu üç grup, evcilleştirme düzeyine koşut olarak artan bölgecilik ya da iyelik ve hiyerarşiyle birlikte, belirgin biiçimde farklı tarım düzeyleri sergilemekteydi.
“Yabancılaşmamış” bir dünyadan söz etmek imkânsız olduğu kadar hoş karşılanmayan bir şeydir de, ancak sanırım, dünya olmaktan çıkan günümüz dünyasının nasıl bu hale geldiğini ortaya çıkarabiliriz ve çıkarmalıyız da. Sembolik kültürün ve işbölümünün ortaya çıkışıyla birlikte, anlayışlılığın, bütünlüğün ve büyüleyiciliğin hüküm sürdüğü bir yaşamdan koparak, bizi ilerleme öğretisinin tam göbeğindeki hiçliğe getiren son derece yanlış bir yöne saptık. Kendisi boş olan ve her şeyin içini boşaltan evcilleşme mantığı, her şeyi kontrol etme arzusuyla birlikte, geri kalan her şeyi harabeye çeviren uygarlığın yıkıntılarını artık gözümüzün içine sokmaktadır. Doğanın tali olduğu varsayımı, kısa bir süre sonra tüm yeryüzünü yaşanamaz hale getirecek olan kültürel sistemlerin tahakkümünü mümkün kılmaktadır.
Postmodernizm bize, iktidar ilişkilernin olmadığı bir toplumun, sadece bir soyutlamadan ibaret olduğunu söylüyor.(233) Doğanın ölümünü kabul etmediğimiz sürece, bir zamanlar var olan ve tekrar bulabileceğimiz şeylerden vazgeçmediğimiz sürece, bu bir yalandan ibarettir. Turnbull, Mbuti insanları ile orman arasındaki yakın dostlukta, Mbutilerin sanki ormanla sevişirmiş gibi dans edişlerinden söz etmiştir. Eşitlerden oluşan bir yaşamın koynunda bunların hiçbiri soyutlama değildir; tıpkı, “onlar ormanla dans ediyorlardı, ayla dans ediyorlardı” diyen Turnbull’ün bu sözlerinde herhangi bir soyutlamanın olmayışı gibi.