Mülkiyet, Şiddet ve Zulümün Kökenleri
Bob Torres
Hayvanlar çağdaş kapitalist üretimde çıkar elde etmek için bir araçtan başka hiç bir şey değiller. Acı çekmemekte menfaatlerinin olması, özgür olma ve dünyadaki canlılar olarak yaşamak gibi arzularının hepsi- kitlesel olarak- tarım kapitalinin üretim amaçlarına hizmet ettiriliyor.
Bir meta olarak hayvanlar ayrıca kendi sahiplerinin malıdırlar. Diğer mal çeşitleri gibi ya insanlara ya da şirket gibi tüzel kişilere “aittirler”. Çiftçi inek satabilir ve satın alabilir, dirikesimci belli türde kanserler geliştirmek için fare satın alabilir; siz ve ben eğer dilersek saf ırktan kedi ve köpekler üretebiliriz. Çoğumuz için bu, günlük hayatın bir gerçeğidir; hayvanları bizim malımız olarak düşünmeye öylesine alışmışız ki hayvanların bu legal ve sosyal statüsünün etkileri üzerine neredeyse hiç düşünmüyoruz…
Birçok yasal açıdan köpeğiniz Ipod’unuz gibidir, ya da arabanız gibi, ya da sahip olduğunuz diğer maddi şeyler gibi. Ancak köpeğimle Ipod’um arasındaki büyük fark, köpeğimin hislerinin olması. Onun öznel bir farkındalığı var, onun ihtiyaçları, istekleri ve duygusal durumları var, acı ve zevk hissediyor.
Malımız olarak hayvanlar aslında ürettikleri şeyler karşılığında hiçbir ikramiye almayan bir emekçi konumundalar- hayvanlar aslında bir çeşit köleler. İşte hayvanların bu mülkiyet statüsü ve sahiplenilme durumu arasındaki ilişki, ister doğrudan hayvanların kendilerini yetiştirmek ve onları satmak, isterse diğer metaları üretmek adına onların emek gücüne yüklenmek anlamında olsun aslında hayvanlardan para kazanmaya dayanıyor.
Tarım bölümü öğrencisi olarak modern tarımın aslında kıyasıya rekabete dayandığını, hayatta kalmak için ya büyümek ya da bir şekilde yayılmak zorunda olduğunuzu, üretim için en yeni teknolojilere uyum sağlamak ve girdiler üzerinde kazancı maksimize etmek zorunda olduğumuzu öğrendim. Örneğin; tavuk yeminde çalışmak için mümkün olan en ucuz girdi kaynağını bulmaya yönlendirildik; çünkü bu girdiler taban fiyatı belirleyecek türden bir etkiye sahip olacaklardı. Zaten çok zayıf marjinleri olan bir işin masraflarını daha da düşürme arzusu, insanların şok edici bulacakları bir takım pratiklere yol açtı. Örnek vermek gerekirse: deli dana hastalığı –geviş getiren otçullar olan-ineklere ölü ineklerin ve diğer ölü hayvanların bir ham protein kaynağı olarak beyin dokusu ve omurgaları yem olarak yedirilmesiyle ortaya çıktı. İnekler yamyama dönüştürüldüler; çünkü ineklerin omurga dokuları ve diğer mezbaha artıkları- ürünleri, ucuz yem girdileriydi. Üreticiler, ineklerin ineklere yedirilmesinin sorun yaratacağını düşünmediler: nihayetinde bu da bir başka protein kaynağıydı. Araştırmacıların hayvanlara kendi türlerinin atık ürünlerini yedirerek onları yamyama dönüştürmesine başka örnekler de verilebilir. Kuzey Carolina Devlet Üniversitesi’ndeki araştırmacılar Valkerase adı verilen, tüylerdeki keratini bozan bir enzim geliştirdiler ve bunu pazarladılar. Bunun uygulamalarından birisi ise mezbahadan atık ürün olarak kalan tüylerin yeniden tavuklara yedirilmesidir. Böylece girdi masraflarını düşüren çiftçi ya da üretici, hayvan yetiştirmenin maliyetini de düşürebilir- hayvan hayatta kalıp üretmeye devam ettikçe, üretici için hayvan ekonomik anlamda son derece önemlidir. Başka türlüsünü yapmayı seçmek ise hem kapital israfıdır, hem de girişimci için potansiyel bir risk anlamına gelir.
Diğer metaların üretimi gibi, hayvan metalarının üretimi de mümkün olan en az üretimle beraber mümkün olan en yüksek fiyata ürünü satmaya dayanır. Bu açık açık ekonomik bir mantık, ama bu mantık içerisinde hiç farkedilmeden sürüp giden bir sömürü mantığı yer alıyor. Önceden söylediğim gibi, kapital yaratmak için özel mülkiyetin pompalanması sürecinde kendilerinden emekleri çalınan işçilerin sömürüsü bir birikim oluşturur. Sömürücü toplumsal bir düzenin kendini ortaya koyması olarak özel mülkiyet, güçlü olanların zayıf olanları tahakküm altına alması üzerine yapılandırılır. İnsan emeği açısından baktığımızda bazı insanların satmak için sahip olduğu tek şey çalışma güçleridir, başka da bir şeyleri yoktur. Buna ek olarak, sürekli genişleyen özel mülkiyet, kapitalistin bu toplumsal düzeni sürdürmesine de izin verir. Eğer işçi yaşamak ihtiyacı olandan daha fazla kazanırsa, o zaman çalışmaya devam etmeye ihtiyaç duyacaktır. Böylece, özel mülkiyet içinden çıktığı toplumsal düzenin sürdürülmesine de yardım etmiş olur.
Hayvanların insan amaçları uğruna üretilmesi, özel mülkiyete benzer nitelikler gösterir ve tahakkümün genişletilmesine yardım eder. Hayvanlar meta üretmek ya da metaya dönüşmek için çalıştırılır, bunu insanların özel mülkiyeti olarak yaparlar. Biz bu ilişkiden genelde çok büyük kelimelerle söz ederiz, mesela hayvanlara “şefkatimiz”den ”çiftçilik” olarak söz ederiz, ya da hayvanların “refahı”ndan sorumlu koruyucular olarak görürüz kendimizi, ama insan-hayvan ilişkisine dair bu konforlu ve pastoral nosyonların altında hayvana hayatını dolu dolu yaşama hakkını inkâr eden, üreticiye ise artı değer kazandıran bir sömürü sistemi vardır. Hayvanın bir özne oluşu, hayvanın acı çekmesi, akut ızdıraplar yaşaması, en doğal alışkanlıklarının reddedilmesi- bunların hepsi hayvan emeğinin ve hayvan vücutlarının insanlara para kazandırdığı gerçeği karşısında ikinci derecede önemli şeylere dönüşür. Özel mülkiyet bu durumu devam ettirir, daha fazla kazanmaya duyulan arzu da bu durumu gerekli hale getirir.
Metalaştırmayla beraber, özel mülkiyet ilişkileri hayvanlara gereksiz bir şiddet ve acı yaşatılmasını empoze eder, bunların hepsi hayvan ürünlerinden aldığımız tat ve hayvan ürünlerinden elde ettiğimiz para adına yapılır. Hayvanların bir mal olarak sınıflandırılmasının böylesine merkezî bir noktada bulunması, toplumumuza ve ekonomimize yedirilmiş hayvan sömürüsünün derinliğini düşünüldüğünde asla hafife alınmamalı. Hayvanları bir meta olarak kategorize etmemiz, bize en küçük insan arzusu için bile hayvanları sömürme yeteneği veriyor. Mülk sahipleri olarak arzularımız ve çıkarlarımız, mülkümüzün çıkarları ile çeliştiğinde her zaman üstün geleceği için, aslında hayvanlara nasıl istersek öyle davranabiliriz, özellikle de refah yasaları hayvanlar adına son derece sığ korumalar sağlarken, ve çiftlik hayvanları bu korumadan böylesine dışlanmışken. “En manasız insan menfaatleri söz konusuyken, ama hayvanların menfaatleri son derece yaşamsal öneme sahipken bile insanların menfaatlerini hayvanların menfaatlerinden üstün tutmayı seçiyoruz; bu, gerçekten bir ölüm kalım meselesi. Aslında yaptığımız şey, mülkiyet sahibinin çıkarı ile bir mülkiyet parçasının çıkarı arasında seçim yapmaktır. Böylece bu ”çıkar çatışması”nın sonucu daha başta belli olmuş olur”.
Bu meta ilişkisi toplumumuza, ekonomimize ve yasalarımızın en derinlerine işlemiş bir ilişki. Köpeğim Emmy ile ilgili verdiğim örneğe geri dönersek, yasalar bana ona tam anlamıyla sahip olma hakkı tanıyor. Böylece ben bu sahiplik hakkını nasıl dilersem o şekilde kullanabilirim, ondan menfaat sağlayabilir, onu satabilir, kredi çekerken maddi teminat olarak gösterebilir, benim için çalışmaya dahi zorlayabilirim. Eğer isteseydim onu bilime bağışlayabilir, ya da üzerinde deneyler yürütülsün diye laboratuvarlara da satabilirdim. Yasaya göre, bu eylemlerin her birisi yasal nitelik taşıyor, bunların her biri bu hayvan metasının sahibi olarak benim mutlak hakkımdır. Mülkiyet ilişkisi, hayvanlara uygulandığında, onları insan kaprisine boyun eğmeye mecbur eden şiddet dolu bir tahakküm biçimidir.
Bir maldan başka hiçbir anlamları olmayan hayvanlar her zaman bizim altımızda yer alacaklar. Bu durumda bu canlılara sadece insan türünden olmama statüleri nedeniyle, ya da daha düzgün bir şekilde ifade edemeyeceğim ama, canımız öyle istediği için her zaman şiddet uygulanabilir. Hayvanlar toplumsal düzende eşitlik içermeyen bir konumdalar; toplumsal düzen, hali hazırda onların menfaatlerinin tam da kalbine bir kazma gibi saplanmışken bir de yapısal bir şiddete maruz bırakılıyorlar. Böyle olmasının nedeni bizim hayvanları “öteki” olarak düşünmemiz, sosyal ve ekonomik aygıtımızı hayvanlara yönelik şiddeti ve sömürüyü kurumsallaştıracak şekilde yapılandırmış olmamız. Bu şiddet ve sömürü, özel mülkiyetin bir uzantısı olması ve menfaatlerin elde edilmesiyle sıkı sıkıya birbirine bağlı olduğu için, kapitalist devletin bu düzeni sürdürmekte ve bu düzene yönelik tehditlere haykıra haykıra savaş açmakta akla gelebilecek her türden menfaati vardır.
Kapitalist devlet mülkiyet sahiplerinin çıkarlarını korumak için aktif şekilde çalışıyor, hayvan mülkiyeti kullananlar ise mülklerine dair mümkün olan en minimum yasal düzenlemeyi istiyorlar. Hayvan sömürüsü endüstrileri ABD’de kendi eylemlerine yönelik muhalefeti sınırlandıran yasaların kabul edilmesini kutluyor. Özellikle iki ABD yasası, AEPA (Hayvan Girişimlerini Koruma Yasası) ve AETA (Hayvan Girişimleri Terörizm Yasası) kapitalist devletin hayvan mülklerini adaletsizce sömüren mülkiyet sahiplerine nasıl destek vereceğini açık açık gösteriyor. Bu yasalar ayrıca sömürü dinamiklerinin toplumda nasıl kurumsallaştırıldığını da ortaya koyuyor.
Bu yasalar kabul edileli 10 seneden fazla oldu. Hayvan Girişimleri Terörizm Yasası, hayvan endüstrilerini ekonomik zarar ve fiziksel müdahalede bulunulmaktan korumak için kabul edildi, hayvan sömürüsü yapanlara bu tür zararlar verenlerin alacağı cezaların artırılması sağlandı. Hayvan girişimi terörizmi gibi bir maskenin ardında ise bu yasanın aslında ALF ve ELF gibi grupların eylemlerine yönelik doğrudan cevaplar olduğunu görüyoruz. Ancak hayvan endüstrilerindeki bazı insanlar bu yasanın çok zayıf olduğunu anladı.
Ulusal Hayvan Menfaatleri İttifakı (NAIA) işte bunu anlayan gruplardan biriydi. Onların websitesine bakınca insan inanamıyor. Yavru köpeklerin, yavru kedilerin, tavşanların ve diğer hayvanların mutlu ve huzur dolu mekânlarda bulunduğunu gösteren fotoğraflar var sitede, site NAIA’yı “hayvan refahını savunmaya kendi adamış bir iş, tarım ve bilim oluşumu” olarak, ” sorumluluk duygusu taşıyan bir hayvan kullanımını destekleyen ve insanlarla hayvanlar arasındaki bağların güçlendirilmesi için çalışan bir yapı” şeklinde tanıtıyor. Resimler elbette NAIA üyelerinin yaptığı etkinlik çeşitlerinin ne olduğu konusunda yalan söylüyor. Yönetici kurula baktığımızda kürk üreticileri, büyük baş hayvan üreticileri, dirikesimciler, hayvan üreticileri, ve çoğu kez hayvanları öldürerek onlardan para kazanan diğer insanları görüyoruz.
NAIA’den.
Bu yazı “Making A Killing: The Political Economy of Animal Rights-” adlı eserin 3. Bölümünden alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder