12 Şubat 2012 Pazar

J. ZERZAN - DİL: KÖKENİ VE ANLAMI

[John Zerzan'ın Gelecekteki İlkel kitabından alıntıdır.]
Tarih öncesi insanlığı mahrumiyet ve hayvanilikten ibaret bir varoluş olarak tanımlayan egemen kavrayışın, yakın dönemlerdeki antropolojik çalışmalarla (örneğin Sahlins ve R.B. Lee) neredeyse tümüyle geçersiz hale getirildiğini daha önce belirtmiştik. Bu çalışmaların kaynaklık ettiği yeni yorumlar hızla yaygınlaşırken, insanlığın bu uzun dönemini bir bütünlük ve zarafet çağı olarak değerlendiren anlayışın da aynı hızla güçlenmekte olduğu anlaşılıyor. Bu zarafet çağına taban tabana zıt niteliklerle karakterize edilen bugünkü yaşamımız, bizi tür olarak bütünlük içinde yaşadığımız bir yaşamdan koparan bu diyalektiğin tersine çevrilmesini zorunlu kılan bir mecrada geçiyor.
Henüz doğadan soyutlanmadığımız o uzun çağdaki cıvıl cıvıl yaşantımız, içinde kıvrandığımız bugünkü çöküntü ve yabancılaşma düzeyi ile asla kıyaslanamayacak bir algı ve ilişki tarzını içermiş olmalıdır. Doğadaki her tür varlıkla kurulan iletişim, bir zamanlar hepimizin yüreğinde bulunan sayılmamış, isimlendirilmemiş duyguları ve zevk çeşitliliğini yansıtan mükemmel bir duygu oyunu olmalı.
Levy-Bruhl, Durkheim ve diğerlerine göre, “ilkel akıl” ile bizim aklımız arasındaki temel ve beliryici fark, ilkel aklın deneyim anından kopmayışıdır; Levi-Strauss’un da belirttiği gibi, “yaban akıl bütünleştirir”.1 Bu orijinal bütünlüğün parçalanmaya mahkûm olduğu, insanileşmenin yolunun yabancılaşmadan geçtiği ve bilinçlenmenin de buna bağlı olduğu düşüncesi, elbette yüzlerce yıldır bize dayatılan anlayışın ürünüdür.
Tıpkı Hegel’in “zorunlu yabancılaşma” olarak tanımladığı nesneleşmiş zamanın, bilincin temel koşulu olarak kabul edilmesi gibi, dil de aynı ölçüde ve aynı sakatlıkla bilincin başlıca gerekliliklerinden biri olarak değerlendirilmiştir. İdeolojinin temeli olarak değerlendirebileceğimiz dil, tıpkı kendinden menkul zaman anlayışı gibi, doğadan keskin bir kopuşu temsil eder. Zaman dışı bir yaşantı, kendiliğindenlik ile bilinç arasındaki bölünmeyi ortadan kaldırırken, dilsizlik de böyle bir bölünmenin ortaya çıkmaması için aynı ölçüde gereklidir.
Adorno, Minima Moralia adlı kitabında şöyle yazar: “Gerçek için geçerli olan mutluluk için de geçerlidir; kişi mutluluğa sahip olmaz, tersine mutluluğun içinde olur.”2 Adorno’nun bu tanımı, zamanın ve dilin ortaya çıkışından önce, o eski orijinalliği yok eden bölünme ve dolaylanmadan önce yaşamış olan insanlığa mükemmel bir şekilde uyabilir.
Bu bölümde, en geniş anlamında yola çıkarak dil üzerinde duracağım. Nietzsche’den yapacağım kısa bir alıntıyla dilin özü olan anlayıştan başlamak istiyorum; “kelimeler şeyleri eksilterek duygusuzlaştırır; kelimeler kişiliksizleştirir; kelimeler, olağandışı olanı olağanlaştırır.”3
Her ne kadar dil günümüzde hâlâ “insan ruhunun en çarpıcı ve en görkemli başarısı”4 olarak değerlendiriliyorsa da, böyle bir tanımlama, “insan ruhunun” bu büyük başarısını sorgulamamızı sağlayacak bir bağlamı da beraberinde getiriyor. Benzer şekilde, Coward ve Ellis tarafından da belirtildiği üzere eğer, “yirminci yüzyıldaki entelektüel gelişimin en çarpıcı özelliği” dilbilimin toplumsal gerçekliğe tuttuğu ışık ise5, bu yaklaşım aynı zamanda, günümüzün ölümcül modern yaşamını kavramak üzere girişiceğimiz araştırmanın ne kadar derinlere inmesi gerektiğine de işaret etmektedir. Dilin bir şekilde, toplumdaki her türlü “ilerlemeyi” kendi içinde barındırdığını iddia etmek pozitivist bir söylem gibi görünebilir, ancak uygarlık söz konusu olduğunda, her türlü anlamın sonuçta linguistik olduğu anlaşılıyor; kendi totalitesi içinde ele alındığında, kaçınılmaz olarak karşımıza dildeki anlam sorunu çıkıyor.
Dil sorununa yüzeysel bir şekilde yaklaşan daha önceki yazarlar, bilincin sözlere dökülebileceğini, hatta (satranç oynama, beste yapma ve araç kullanma gibi karşı örneklere rağmen) sözsüz düşüncenin imkânsız olduğunu iddia etmişlerdir. Ne var ki, içinde bulunduğumuz bu sıkıntılı çağda, dili, tarafsız, tehlikesiz ve kaçınılmaz bir oluşum olarak görmek yerine, dilin hangi nedenlerle ortaya çıktığını ve ne tür niteliklere sahip olduğunu yeniden değerlendirmek zorundayız. Felsefeciler artık dil sorununu giderek artan bir ilgiyle ele alma noktasına geliyor; örneğin Gadamer şöyle diyor: “Açıkça söylemek gerekirse, dilin doğası, üzerinde derinlemesine düşünülmesi gereken en gizemli sorunlardan biridir.”6
Dil düşüncenin sembolleştirilmesi anlamına geldiği için ve semboller de kültürün temel bileşenleri olduğu için, konuşma, uygarlık olarak adlandırdığımız şeyin vazgeçilmez kültürel fenomenidir. Aynı şekilde, sembol ve yapı bakımından, herhangi bir dil ne ilkel ne de gelişmiş olarak kabul edileceğinden, dilin temel niteliklerini, özellikle de dil ile ideoloji arasındaki can alıcı kesişmeyi yerli yerine oturtarak konuya girmek isabetli olacaktır.
Yabancılaşmanın zırhı olan ideoloji, kaynağı sistematik bir yanlış bilinçte yatan bir tahakküm biçimidir. Dili böyle bir çerçeveye oturtabilmek için, hem ideolojinin hem de dilin bir başka ortak niteliğini dikkate almak yeterlidir. Bu ortak nitelik şudur; gerek ideoloji gerekse de dil, iki kutup arasında işleyen çarpıtılmış bir iletişim sistemidir ve sembolleştirmeye dayanmaktadır.
Dil, tıpkı ideoloji gibi, sembolleştirici gücü aracılığıyla, yapay ayrımlar ve nesneleştirmeler yaratır. Bu yapaylığı mümkün kılan şey, öznenin fiziksel dünyadaki katılımının arka plana itilmesi ve en sonunda da bu katılımın silikleştirilmesidir. Örneğin modern diller, vücutlarımızda bağımsız bir şekilde varlığını sürdüren bir şeyi tanımlarken “akıl” sözcüğünü kullanırlar; oysa aynı durum Sanskritçe’de “içerde çalışma” sözcükleriyle tanımlanmaktadır ve böyle bir tanım, daha aktif bir duyguyu, içselleştirmeyi ve algıyı ifade etmektedir. İdeolojinin, aktiften pasife, birlikten ayrıma doğru ilerleyen mantığını yansıtan bir diğer olgu da, fiil kullanımındaki genel düşüştür. Şunu da unutmamak gerekir ki, çok daha özgürlükçü ve duygulu olan avcı-toplayıcı kültürlerin, Neolitik çağda dayatılan uygarlık, çalışma ve mülkiyet tarafından yok edilmeleriyle birlikte, herhangi bir dildeki fiiller de o dildeki toplam sözcüklerin yaklaşık olarak yarısına inmiştir; örneğin modern İngilizce’de fiillerin toplam sözcükler içindeki oranı yüzde onun altına düşmüştür.7
Dil, bazı temel nitelikleri bakımından, tamamlanmış bir şekilde ortaya çıkmasına rağmen, dilin gelişimi fazlasıyla değersizleştirici bir süreç tarafından belirlenmiştir. Doğa parçalanarak kavramlara ve eşdeğerliğe indirgenirken, dile atfedilen modeller izlenmiştir.8 Yine ideoloji ile paralellik için de olan dil makinesi, yaşamı kendi boyunduruğu altına aldığı ölçüde, dilin köleliğe dayalı bir toplumun üretilmesindeki işlevi de o ölçüde artmıştır.
Daha genel ve daha soyut olana duyduğumuz karakteristik eğilimden hareketle, Navajo dili “fazlasıyla yalın” bir dil olarak değerlendirilmiştir. Oysa daha eski çağlarda, dolaysızlığın ve somutluğun dile hakim olduğu söyleniyor; söz konusu çağlarda “elle dokunulan ve gözle görülen varlıklar için yeterince terim” vardı.9 Eski dillerde var olan “şaşırtıcı çekim zenginliğine” işaret eden Toynbee, dili basitleştirme eğiliminin ağır basmasıyla birlikte, bu çekim zenginliğinin daha sonra terk edildiğini belirtir.10 Cassirer, Amerikan Kızılderili kabileleri arasında “belirli bir eylemin şaşırtıcı bir çeşitlilik arz eden terimlerle tanımlandığını” görmüş ve bu terimlerin geri plana itilmekten ziyade, birbirleriyle uyum içinde yan yana kullanıldıklarını belirlemiştir.11 Ancak bir kez daha önemle vurgulamak gerekir ki, çok eski çağlarda muhteşem bir sembol avurganlığına ulaşıldığında, ideolojinin ergenlik çağı olarak değerlendirilebilecek o dönemde bile semboller ve soyut tarzlar hâlâ kapalılığını koruyordu.
İdeolojinin paradigması olarak değerlendirilen dil, aynı zamanda algının başlıca düzenleyicisi olarak da kabul edilmelidir. Ünlü dilbilimci Sapir tarafından da belirtildiği gibi, “sosyal gerçekliğin” kavraması bakımından insanlar tamamen dilin insafına terk edilmişlerdir. Bir başka ünlü antropolog ve dilbilimci olan Whorf bu yaklaşımı daha da ileriye götürerek, düşünme biçimleri ve tüm diğer zihinsel etkinlikleri de dahil olmak üzere, dilin bir insanın tüm yaşam tarzını belirlediğini savunmuştur. Dil kullanmak demek kişinin kendisini, o dilin doğasına zaten içkin olan algı biçimleriyle sınırlandırması demektir. Dilin biricik ifade biçimi olduğu ve buna rağmen her şeyi kendi içinde kalıba döktüğü olgusu, bizi doğrudan ideolojinin özüne götürmektedir.12
Bizden bağımsız bir yapı olan dil yalnızca ideolojik olarak ortaya çıkan bir gerçekliktir. İşte dil dünyayı bu şekilde belirleyip değersizleştirmektedir. George Steiner şu sonuca varmıştır: “İnsan konuşması, açığa çıkardığından çok daha fazla şeyi gizler; tanımladığından çok daha fazla şeyi muğlaklaştırır; ilişkilendiridiğinden çok daha fazla şeyi birbirinden koparır.”13
Daha somut konuşmak gerekirse, bir dili öğrenmenin özü, konuşmayı biçimlendirip denetleyecek bir sistemin, bir modelin öğrenilmesidir. Bu düzeyde karşımıza çıkan ideolojiyi görmek hiç de zor değil; zira her birinin vazgeçilmez fonolojik, sözdizimsel ve anlambilimsel kurallarının keyfiliğinden dolayı, insanlar tarafından kullanılan her dilin öğrenilmesi gerekmektedir. Yani, doğal olmayan bir dünyanın üretilmesi, doğal olmayan olguların dayatılmasını gerektirir.
En ilkel dillerde bile, sözcükler nadiren kastettikleri şeylerle anlaşılır bir benzerlik sergiler; tamamiyle beylik bir ifade tarzı olarak kalırlar.14 Şüphesiz bu durum, gerçekliği sembolik olarak görme eğiliminden kaynaklanmaktadır; Cioran, dünyayla kurduğumuz ilişkinin sonsuz bir şekilde gerilemesine yol açan bu eğilimi dilin “yapışkan sembolik ağı” olarak adlandırmıştır.15 Dilin sembolik düzenlenişinin kendinden ibaret keyfi doğası, merakın, çeşitliliğin ve eşdeğersizliğin yerini alan sahte kesinlik alanları yaratır. Dili “su katılmadık terörist” olarak adlandıran Barthes’in bu tanımı oldukça isabetlidir; Barthes’e göre, dilin sistematik doğasının “bütünlüklü olabilmesi için, doğru olmaktan ziyade, geçerli olması yeterlidir.”16 Bilgelik ile yöntem arasındaki ezeli bölünmeyi yaratan dildir.
Dilin yapısı bakımından konuya yaklaşıldığında, “konuşma özgürlüğü” diye bir şeyin söz konusu olamayacağı gayet açıktır; zira gramer, içimizdeki görünmeyen hapishanenin görünmeyen “düşünce denetleyicisidir”. Dile geçişle birlikte, daha baştan kendimizi özgürlüğün olmadığı bir dünyaya mahkûm etmiş oluyoruz.
Kavramsal olanı algılanabilir olan olarak görme ve kavramları dokunulabilir somut şeyler olarak değerlendirme eğiliminin ifadesi olan şeyleşme, ideolojinin olduğu kadar, dilin de vazgeçilmez temelidir. Dil, aklın kendi deneyimlerine yabancılaşmasını, yani, tıpkı kavramlar gibi, parçaları da, sanki bu parçalar maniple edilebilir somut nesnelermiş gibi tahlil etme eğilimini temsil etmektedir. Horkheimer’a göre ideolojinin kaynağını, insanların inaçlarından ziyade onların – zihinsel sonorlanmışlıklarıyla, kendilerine sağlanan korumlara olan mutlak bağımlılıklarıyla – benzedikleri şeyler oluşturur. Horkheimer, ideoloji için olduğu kadar dil için de geçerli olabilecek bu değerlendirmesine şunu da ekler; insanların her türlü deneyimi yalnızca kavramların beylik çerçevesi içinde gerçekleşmektedir.17
Zihinsel işlevsellik için şeyleşmenin gerekli olduğu, canlı varlıklar ve ilişkiler olarak var olurken pekâlâ da yanıltıcı olabilecek kavramlara bir yapı kazandırılmasıyla, bir deneyimi ötekine bağlayacak dayanılmaz yükün ortadan kaldırılacağı iddia edilmiştir.
Cassirer, deneyimden bu şekildeuzaklaşılması konusunda şöyle der; “İnsanın sembolik etkinliği arttıkça, fiziksel gerçekliğin nicelik olarak azaldığı anlaşılıyor.”18 Yani temsiliyet ve tekbiçimlilik dil ile birlikte ortaya çıkar ki bu da bize Heidegger’in ısrarla vurguladığı bir hususu hatırlatmaktadır; Heidegger’e göre uygarlık çok önemli bir olguyu unutmuştur.
Uygarlık bir unutuş olarak değil, çoğu zaman bir hatırlayış olarak değerlendirilir; bu yaklaşıma göre dil, bilgi birikiminin ileriki kuşaklara aktarılması ve başkalarının deneyimlerinden, sanki o deneyimler birinin kendi deneyimlerimizmiş gibi yararlanılmasını sağlamaktadır. Herhalde uygarlığın unuttuğu şey tam da bu olsa gerek; yani, başkalarının deneyimlerinin bizim kendi deneyimlerimiz olmadığı ve bu yğzden uygarlaştırma sürecinin temsili olarak yaşanan yapay bir süreç olduğu gerçeği. Anlaşılır nedenlerden dolayı dilin, neredeyse yaşamla özdeş olduğunu iddia ettiğimizde, yaşamın doğrudan yaşanan deneyimlerden koparak ilerlemeci bir mantıkla bu deneyimlerin önüne geçtiğini söylemekten başka bir şey yapmamış oluyoruz.
Dil, tıpkı ideoloji gibi, doğrudanlığa ve kendiliğindenliğe dayalı ilişkilere karşı saldırıya geçerek, burayı ve şimdiyi dolaylandırmaktadır. Bunun tipik bir örneği, okumayı öğrenme baskısına karşı çıkan bir anne tarafından sağlanmıştır: “Bir çocuk okur-yazar hale geldiğinde, artık geriye dönüş imkansızdır. Bir müzenin içinde gezinin. Okur-yazar yetişkinlerin, neyi göreceklerinden emin olmak için, tablolardan önce, bu tabloların altındaki tanıtıcı kartları okuduklarını göreceksiniz. Hatta, sadece kartları okuyup, tabloları tamamen es geçmelerine bile tanık olabilirsiniz… Okuma-yazma öğrenme kitaplarında da belirtildiği gibi, okuma kişinin önüne çeşitli kapıları açar. Ne var ki, bu kapılar bir kez açıldığında, bu kapılardan bakmaksızın dünyayı görmek neredeyse imkânsızdır.”19
Her türlü doğrudan deneyimi, hakim bir sembolik ifadeye dönüştürme sürecini temsil eden dil, yaşamı tekeline almaktadır. Tıpkı ideoloji gibi, dil de, sürekli olarak bir şeyleri gizleyip gerekçelendirmekte ve böylece onun meşruluğu hakkındaki şüphelerimizi ertelememize yol açmaktadır. Dil uygarlığın kökeni ve onun yabancılaşmış doğasının vazgeçilmez kuralıdır. İdeolojinin paradigması olarak dil, uygarlığın sürebilmesi için gerekli olan her türlü meşruiyetin kaynağıdır. Öyleyse yapmamız gereken şey, hangi tahakküm biçimlerinin bu meşruiyeti yaratarak dili baskının vazgeçilmez araçlarından biri haline getirdiğini ortaya çıkarmaktır.
Her şeyden önce bir noktaya açıklık getirmek gerekiyor; belli bir sesin, keyfi ve değişmez bir şekilde belli bir işaretle ilişkilendirilmesi, hiç de sanıldığı gibi kaçınılmaz veya tesadüfi değildir. Dilin sonradan yapılan bir icat olduğunu şuradan anlıyoruz; zihinsel süreçler, kendilerini ifade eden dilden önce gelirler. O nedenle, insanlığın ancak dil ile insanlaştığını iddia etmek, insan olmanın dili icat etmenin ön koşulu olduğu olgusunu çoğu kez gözden kaçırmak anlamına gelmektedir.20
Oysa asıl soru şu; nasıl oldu da sözcükler birer işaret olarak kabul edilme noktasına geldi? Keza, ilk sembol nasıl ortaya çıktı? Çağdaş dilbilimciler bu konuyu “hiçbir çıkış yolu bırakmayacak ölçüde kişiyi çaresiz bırakan son derece ciddi bir sorun” olarak değerlendirmektedir.21 Dilin kökeni üzerine yapılan on bini aşkın çalışma arasındaki en güncel çalışmalarda bile, bu konudaki teorik çelişkilerin insanı afallatan bir düzeyde olduğu itiraf edilmektedir. Hakeza, dilin ne zaman ortaya çıktığı sorusu da, birbirine taban tabana zıt görüşlerin ortaya atılmasına yol açmıştır.22 Dilden daha önemli hiçbir kültürel fenomen bulunmadığı gibi, kendi kökeni hakkında böylesine az bilgi sunan başka bir gelişme de yoktur. Öyleyse Bernard Campbell’in şu saptaması hiç de şaşırtıcı olmasa gerek; “Dilin nasıl ya da ne zaman ortaya çıktığını hiçbir şekilde bilmiyoruz ve hiçbir zaman da bilmeyeceğiz.”23
Dilin kökeni hakkında ortaya atılan teorilerin çoğu ciddi olmaktan bir hayli uzaktır; bu teoriler, dilin yarattığı nitel ve kasıtlı değişimlere hiçbir açıklama getirmemektedir. Meşhur “ding-dong” teorisine göre, ses ile anlam arasında şu veya bu şekilde doğuştan bir ilişki bulunmaktadır; “poh-poh” teorisine göre, dil başlangıçta, şaşkınlık, korku, memnuniyet, acı ve benzeri duyguları ifade eden haykırışlardan doğmuştur; “ta-ta” teorisine göre ise, dil, bedensel hareketlerin taklit edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Asıl soru karşısında çaresiz kalan bu “açıklamalar” böylece uzayıp gider. Öte yandan, avlanma eyleminin dili gerekli hale getirdiğini savunan hipotezi çürütmek hiç de zor değil; hayvanlar herhangi bir dil kullanmaksızın birlikte avlanırlar ve insanların avlanabilmeleri için de genellikle sessiz olmaları gerekiyor.
Bana kalırsa, çağdaş dilbilimci E.H. Sturtevant’ın yaklaşımı çok daha akla yatkındır; Sturtevant’a göre, her türlü niyet ve duygu, mimik, bakış veya ses tarafından gayri iradi olarak ifade edildiği için, dil gibi iradi bir iletişim, yalan söyleme veya aldatma amacıyla yaratılmış olmalıdır.24 Çemberi daha da daraltan felsefeci Caws şu hususta ısrar eder; “gerçek… linguistik sahnede görece sonradan ortaya çıkmıştır ve dilin gerçeği ifade etmek amacıyla icat edildiğini düşünmek kesinlikle yanlıştır.”25
Ne var ki, dili konu alan bu çalışmamızın toplumsal boyutu, somut etkinlikler ve ilişkiler hakkındaki düşünce ve tercihlerimiz, dilin kökenini ortaya çıkarmak üzere, daha derin bir araştırmaya girmemizi gerektiriyor. Olivia Vlahos’a göre “kelimelerin iktidarı” çok önceden ortaya çıkmış olmalıdır: “Elbette… insanın özel amaçlar için çeşitli aletlere biçim vermeye başlamasından çok sonra değil.”26 Paleolitik yaşamın bir veya iki milyon yıllık dönemi boyunca taş aletlerin, sözlü yönlendirmeden ziyade, doğrudan ve fiili örneklemelerle ortaklaşa yontulmuş olması akla daha yatkın görünüyor.
Yine de, dilin – tüm bileşenleriyle işbölümü, şeylerin ve olayların standartlaştırılması ve uzmanların diğer insanlar üzerinde etkin bir iktidar kurmaları anlamına gelen – teknoloji ile birlikte ortaya çıktığı varsayımı bence konunun özünü teşkil etmektedir. Durkheim’ın “uygarlığın kaynağı”27 olarak adlandırdığı işbölümünü dilden hiçbir şekilde ayıramayacağımız aşamaların başında herhalde başlangıç aşaması gelir. İşbölümü, grup eyleminin görece daha karmaşık bir denetime tabi tutulmasını gerektirir; pratikte tüm topluluğun örgütlenip yönetilmesini zorunlu kılar. Bu ise, daha önce herkes tarafından icra edilen fonksiyonların parçalanarak, birbirinden farklı görevlere dönüştürülmesine ve böylece farklı rollere ve ayrımlara yol açmaktadır.
Vlahos konuşmanın oldukça erken bir dönemde ortaya çıktığını düşünürken, karşıt bir görüşü savunan Julian Jaynes, basit taş aletler ve bunların üretimi bağlamında, daha ilginç bir soru ortaya atarak dilin çok sonradan ortaya çıktığını ileri sürmektedir. Jaynes’e göre, eğer insanlık iki milyon yıl boyunca konuşmuşsa, nasıl olup da hemen hemen hiçbir teknolojik gelişme kaydedilmemiştir?28 Dile yararlı bir atfeden Jaynes’in bu sorusu, pozitif bir doğada saklı duran potansiyellerin dil ile birlikte açığa çıktığı varsayımına dayanmaktadır.29 Ancak, işbölümünün yukarıda sözünü ettiğimiz yıkıcı dinamikleri dikkate alındığında, dil ile teknolojinin tamamen birbirine bağlı olduğu ne kadar doğruysa, bu iki öğeye karşı binlerce kuşak boyunca başarılı bir direnişin sergilendiği de o kadar doğrudur.
Köken olarak dil, kendi alanı dışında var olan bir sorunun gereklerini karşılamak zorundaydı. Dil ile ideoloji arasındaki uyum dikkate alındığında, bir insanın, konuştuğu andan itibaren artık ayrı bir insan olduğu açıktır. Konuşma, insanlık ile doğa arasındaki özgün birliği bozmaya başlayan kırılma noktasıdır; ve bu kırılma noktası aynı zamanda işbölümünün başlangıcına rastlamaktadır. İdeolojik bilincin, işbölümüne geçişle birlikte yükseldiği Marx tarafından da kabul edilmiştir; Marx’a göre dil, “üretici emeğin” başlıca paradigmasıdır. Ne var ki, uygarlığın ilerlemesi doğrultusunda atılan her adım, artı emek anlamına gelmiş ve üretici emek ya da çalışmanın özü olan yabancılaşma süreci, dil aracılığıyla gerçekleştirilerek ilerletilmiştir. İdeoloji, kaynağını işbölümünden alırken, biçimini de şaşmaz bir şekilde dilden almaktadır.
Marx’a oranla emeğe çok daha yüksek bir değer biçen Engels, dilin kökenini, “doğanın efendisi” olarak adlandırdığı emekten hareket ederek açıklamıştır. Engels bu temel ilişkiyi şu sözlerle ifade etmiştir; “önce emek, onun ardından ve daha sonra onunla birlikte konuşma.”30 Bu ilişkiye daha eleştirel bir gözle bakmak gerekirse, yapay bir iletişim biçimi olan dil, yapay bir ayrım olan işbölümünü temsil etmiştir ve halen de temsil etmektedir.31 (Dilin, “bireysel sorumlulukların” düzenlenmesinde paha biçilmez bir öneme sahip olduğunu savunan alışılagelmiş baskıcı söylemde, bu yapaylık, elbette, bir olumluluk olarak değerlendirilmektedir.)
Dil, duyguları bastırmak amacıyla ayrıntılandırılmıştır; uygarlığın temel kurallarından biri olarak dil, Eros’un boyunduruk altına alınmasını ve uygarlığın özü gereği içgüdülerin bastırılmasını ifade eder. Freud, dilin kökenini ele aldığı bir paragrafta, ilk konuşmayı cinsel birleşmeyle ilişkilendirmiştir. Freud’a göre çalışma, “cinsel etkinliğin yerine geçmesini ve ona eşdeğer” bir olgu kabul edilmesini konuşma tarafından sağlanan araçsallığa borçludur.32 Özgür cinselliğin böylelikle çalışmaya dönüştürülmesi bastırılmışlığın ilk biçimidir ve Freud cinsel birleşme arzuları ile çalışma süreçleri arasındaki bağlantının dil tarafından kurulduğunu belirtmiştir.
Neo-Freudcu Lacan bu tahlili daha da ileriye götürerek, bilinçaltının her şeyden önce, dile geçişle birlikte ortaya çıkan baskı tarafından biçimlendirildiğini iddia etmiştir. Böylece Lacan’a göre bilinçaltı “aynen bir dilin yapısını” andırmaktadır ve geleneksel Freudcu anlamda içgüdüsel ya da sembolik olarak değil, linguistik bir şekilde işlemektedir.33
Dilin kökeni sorununu mecazi bir düzlemde ele alma bakımından, Babil Kulesi efsanesi üzerinde durmak ilginç olabilir. Dil ile birlikte ortaya çıkan karışıklığın hikâyesi, tıpkı Eski Ahit’in ilk kitabında geçen Cennetten Kovulma söylencesi gibi, kötülüğün kaynağını bulma girişimini temsil eder. “Özgün bir dilin” parçalanıp karşılıklı olarak anlaşılmayan dillere dönüştürülmesi, pekâlâ da sembolik dilin ortaya çıkışı ve daha bütün, daha otantik bir iletişimin hüküm sürdüğü eski yaşantının yok oluşu olarak anlaşılabilir. Örneğin geleneksel cennet tasvirlerinin pek çoğunda, hayvanlar konuşabiliyor ve insanlar onları anlayabiliyor.34
Cennetten kovulmanın, zamana yenik düşme olarak anlaşılabileceğini daha önce belirtmiştim.35 Russel Fraser tarafından da belirtildiği gibi, Babil Kulesi’nin çöküşü, benzer şekilde, “insanın tarihsel zaman içindeki yalıtılmışlığını” ifade eder.3637 Norman O. Brown’a göre ise, “cennetten kovulanlar dilin tuzağına düşmüştür.”38Ancak Cennetten kovulma, aynı zamanda dilin kökeni bakımından da bazı anlamlar taşımaktadır. Benjamin, Cennetten kovulma söylencesinde, dil olarak adlandırdığımız dolaylamayı ve “dile dayalı aklın bir başka becerisi olan soyutlamanın kaynağını” keşfetmiştir.
Eski Ahit’in bir başka bölümünde ise, dilin temel özelliklerinden biri olan isimlendirme39 hakkında kutsal bir yorum yapılmış ve şeyleri isimlendirme nosyonunun bir tahakküm eylemi olduğu belirtilmiştir. Yaratılış efsanesinde geçen “ve Adem her canlı varlığa nasıl seslendiyse, bu o varlığın adı oldu” cümlesinden söz ediyorum. Böyle bir düşünce, doğrudan doğruya, doğanın tahakküm altına alınması için gerekli olan linguistik bileşenlere tekabül etmektedir; Dufrenne tarafından da formüle edildiği gibi, insanı şeylerin efendisi yapan olgu, şeylerin ilk defa insan tarafından isimlendirilmiş olmasıdır.40 Spengler da benzer bir sonuca varmıştır; “Bir şeyi herhangi bir isimle isimlendirmek, o şey üzerinde iktidar sahibi olmak demektir.”41
Bu açıdan bakıldığında, insanlığın önce dünyadan ayrılması ardından da dünyayı fethetmesi süreci, dünyanın insanlık tarafından isimlendirilmesiyle başlamaktadır. Tanrının tahakkümünü temsil eden bir put olarak Logos’un kendisi bile ilk isimlendirmede rol oynamıştır. Bu anlayış Yuhanna İncili’ndeki ünlü pasajda da görülmektedir: “Başlangıçta Söz vardı, ve Söz Tanrı ile birlikteydi, ve Söz Tanrı’ydı.”
Dilin kökeni sorununa yeniden eğilmek gerekirse, dil sorunu uygarlığa ilişkin bir sorundur. Antropolog Lizot, avcı-toplayıcı yaşam biçiminin, Jaynes’e göre dilin yokluğu olarak yorumlanması gereken teknoloji ve işbölümünü sergilemediğine işaret etmiştir: “[İlkel insanların] çalışmayı küçümsemiş olmaları ve teknolojik ilerlemelere ilgi göstermemiş olmaları olgusundan şüphe edilemez.”42 Daha da önemlisi, Lee’nin 1981′de belirttiği gibi, “son çalışmaların önemli bir kısmı,” avcı-toplayıcıların “oldukça iyi beslendiklerini ve bolca boş zamana sahip olduklarını” göstermektedir.43
İlk insanları, dili geliştirmekten alıkoyan şey, hiç de yaşamlarını sürdürme kaygısı olmamıştır; o insanların düşünsel derinleşmeye ve linguistik gelişmelere ayıracak zamanları kesinlikle vardı, ancak böyle bir yol binlerce yıl boyunca açıkça reddedilmişti. Benzer şekilde, uygarlığın köşe taşı olan tarımın (Neolitik bir devrim olarak) kazandığı nihai zafer de yiyecek sıkıntısından veya nüfus baskısından kaynaklanmamıştır. Lewis Binford tarafından da belirtildiği gibi; “Sorulması gekren soru, tarımın ve yiyecek depolama sistemlerinin neden her yerde geliştirilmemiş olması değil, tersine bu tekniklerin durup dururken neden geliştirildiğidir.”44
Özel mülkiyet, yasalar, şehirler, matematik, artı ürün, kalıcı hiyerarşi, uzmanlaşma ve yazı da dahil olmak üzere, tarımın hakimiyeti, insanlığın “ilerleyişi” için hiç de kaçınılmaz bir adım değildi; aynen dilin de zorunlu bir adım olmaması gibi. Neolitik öncesi yaşamın gerçekliği, genellikle ileriye yönelik muazzam bir adım olarak değerlendirilen gelişmelerin veya hayranlık verici bir şekilde doğaya egemen olmanın, aslında ne tür bir çöküş ve yenilgi anlamına geldiğini gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Horkheimer ve Adorno’nun Dialectic of Enlightment (Aydınlanmanın Diyalektiği) adlı eserlerinde dile getirilen birçok görüş (örneğin, araçsal denetimin sağladığı gelişmenin duyusal deneyimlerdeki gerilemeyle ilişkilendirilmesi gibi) onların şöylesi yanlış bir sonuca varmalarına yol açmıştır; “İnsanlar hep, kendilerinin doğaya boyun eğmeleri ya da doğanın Öze boyun eğmesi arasında bir tercih yapmak zorunda kalmışlardır.”45
Pei şöyle der; “Hiçbir şey konuşma kadar uygarlığı mükemmel bir şekilde yansıtamaz”46; gerçekten de, dil çarğıcı bir şekilde insan yaşamını yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda bu yaşamı belirler de. Dilin doğmasıyla gerçekleşen o köklü ve keskin kopuş, uygarlığın ve tarihin gelişini yalnızca 10.000 yıl önce cisimlendirip gölgelemiştir. Barthes’e göre, dil alanı içine girildiğinde, “Tarih, tıpkı Doğal Düzen gibi, tamamlanmış ve tektipleşmiş bir tarzla karşımıza çıkar.”47
Cassirer’a göre “başlangıcından beri potansiyel bir din olan”48 mitoloji, dilin bir fonksiyonu olarak ve herhangi bir ideolojik ürün kadar dilin gereklerine tabi olan bir olgu olarak değerlendirilebilir. On dokuzuncu yüzyıl dilbilimcisi Müller tam da bu anlamda mitolojiyi “dilin bir hastalığı” olarak tanımlamıştır; şeyleri doğrudan tanımlama imkânına sahip olmayan dil düşünceyi deforme etmektedir. “Mitoloji kaçınılmazdır; doğal bir olgudur ve dilin içkin gerekliliklerinden biridir… [Mitoloji] dilin düşünce üzerindeki karanlık gölgesidir ve dil tamamen düşünce ile eşitlenmediği sürece, ki bu imkânsızdır, bu gölge asla kaybolmayacaktır.”49
Öyleyse, oldukça eski olan lingua Adamica hayalinin, yani basmakalıp işaretler yerine şeylerin dolaylanmamış gerçek anlamlarını doğrudan ifade eden “gerçek” bir dil hayalinin, insanlığın yitirilmiş bir ilk çağa duyduğu özlemin ayrılmaz bir parçası olması pek de şaşırtıcı olmasa gerek. Yukarıda da belirtildiği gibi, Babil Kulesi, insanların birbirleriyle ve doğayla gerçek bir komün oluşturmalarını amaçlayan bu ateşli tutkunun en çarpıcı göstergelerinden biridir.
Bu eski (ama oldukça uzun süren) çağda doğa ve toplum uyumlu bir bütün oluşturmuş ve son derece yakın bağlarla birbirine bağlanmıştı. Doğanın totalitesi içindeki katılımdan kopularak dine doğru atılan adım, güçlerin ve varlıkların çözülerek dışa, yani tersyüz edilmiş yaşantılara doğru yönelmesi anlamına geliyordu. Bu kopuş ifadesini putlarda bulmuş ve dinin uygulayıcısı, yani şaman, ilk uzman olmuştur.
Öte yandan, yaşamakta olduğumuz modern yabancılaşmaya kaynaklık eden çarğıcı kültürel gelişmeler yalnızca, mitoloji ve din tarafından yaratılan aldatıcı dolaylamalardan ibaret değildir. Neandertal türünün, yerini Cro-Magnon türüne bıraktığı (ve böylece beynin hacim olarak küçüldüğü) Üst Plaeolitik çağda yaşanan bir diğer gelişme de sanatın doğuşu oldu. Yaklaşık 30.000 yıl öncesinin ünlü mağara resimlerine baktığımızda, soyut işaretlerden oluşan geniş bir çeşitlilikle karşılaşırız; ancak geç dönem Paleolitik sanatındaki sembolizm yavaş yavaş Neolitik tarımcıların çok daha stilize edilmiş tarzına dönüşerek katılaşmıştır. Ya dilin ortaya çıkışıyla eşanlamlı olan ya da dilin ilk gerçek tahakkümüne tanıklık eden bu dönem boyunca kayde değer bir huzursuzluk baş göstermiştir. John Pfeiffer bu huzursuzluğu yorumlarken, Cro-Magnon’un hegemonyasını kurmasıyla birlikte eşitlikçi avcı-toplayıcı geleneklerin erozyona uğradığına dikkat çekmiştir.50 Üst Paleolitik çağa kadar “herhangi bir toplumsal tabakanın” izine rastlanmazken, oluşmaya başlayan işbölümü ve hemen akabinde ortaya çıkan toplumsal sonuçlar, adım adım yaklaşmakta olan uygarlığa karşı direnenlerin disiplin altına alınmasını gerektirmiştir. Biçimlendirici ve aşılayıcı bir aygıt olan sanatın bu dramatik gücü, kültürel uyuma ve otoritenin sürekliliğine duyulan bu gereksinimleri karşılamıştır. Dil, söylence, din ve sanat böylece sosyal yaşamın vazgeçilmez “politik” koşulu olarak ilerlemiş ve işbölümü öncesinde doğrudan yaşanan yaşamın yerini, sembolik biçimlerin yapay ortamı almıştır. İnsanlık bu noktadan itibaren artık gerçekle yüz yüze gelemeyecek; ve tahakküm mantığı, oyunun, özgürlüğün ve zenginliğin üzerine kalın bir sis perdesi örtecekti.
Dilde giderek düşen fiil oranının, serbestçe seçilen eşsiz eylemlerde işbölümü sonucu yaşanan düşüşü yansıttığı Paleolitik Çağın sonunda bile, dilde hâlâ zaman çekimleri oluşmamıştı.51 Sembolik bir dünyanın yaratılması zamanın varoluş koşulu olmakla beraber, avcı-toplayıcı yaşam Neolitik tarım tarafından sona erdirilmeden önce, hiçbir sabit ayrım geliştirilmemişti. Ancak her türlü fiilin bir zaman çekimi sergilemesiyle birlikte, dil, “zamanın düşüncelerimizden en uzak olduğu noktada bile zamandan sahte bir bağlılık talep eder.”52 Bu açıdan bakıldığında, zamanın gramerden bağımsız olarak var olup olmadığı sorulabilir. Konuşmanın yapısı zamanı bir kez içine aldığında ve böylece her türlü ifade biçimini zamana dayandırdığında, işbölümü eski gerçekliği tamamen ortadan kaldırdı. Derrida’ya gelindiğinde, artık “dilin tarihin kökeni olduğundan” rahatlıkla bahsedebilir.53Kendisi bir baskı biçimi olan dilin ilerleyişi boyunca baskı – tıpkı ideoloji ve çalışma gibi – tarihsel zamanı yaratacak bir yoğunluğa erişir. Dil olmaksızın tarih bütünüyle ortadan kalkardı.
Tarih öncesi dönem yazı öncesi dönemdir; yazının bazı biçimleri uygarlığın kesin olarak geldiğine işaret eder. Freud, The Future of an Illusion (Bir Yanılsamanın Geleceği) adlı eserinde şöyle yazmıştır; “Uygarlık bana, iktidar ve baskı araçlarının mülkiyetini elde etmenin yöntemini kavrayan bir azınlık tarafından, direnen bir çoğunluğa uygulanan bir olguymuş gibi görünüyor.”54 Zaman ve dil problemli bir konu olarak dururken, dilin bir başka aşaması olan yazı, köleleştirmeye sunduğu çok daha dolaysız destekle karşımıza çıkmaktadır. Aslında Freud haklı nedenlerle, uygarlığı dayatan ve ayakta tutan bir manivela olarak yazılı dile işaret edebilirdi.
Giderek yoğunlaşan işbölümü yaklaşık olarak İ.Ö. 10.000 civarında, yansımasını şehirlerde ve tapınaklarda bulan bir toplumsal denetim türü üretmişti. İlk yazılar, vergi kayıtlarını, kanunları ve emeği köleleştiren anlaşma metinlerini içermektedir. Böylesine nesnelleşmiş bir tahakküm, şüphesiz siyasal ekonominin pratik ihtiyaçlarından kaynaklanıyordu. Giderek artan harf ve tablet kullanımı kısa süre içinde, yöneticilerin yeni iktidar ve fetih zirvelerine ulaşmalarını sağladı; bunun en açık örneklerinden biri, Babilli Hammurabi’nin başında olduğu yeni yönetim biçimiydi. Levi-Strauss tarafından da belirtildiği gibi, yazının “insanlığın aydınlanmasından ziyade sömürüyü desteklediği anlaşılıyor… Yazı, aramızda ilk defa ortaya çıktığında yalancılıkla kol kola girmişti.”55
Dil böylesine can alıcı bir noktada, önce hiyeroglif ve ideografik yazım tarzıyla ardından da fonetiğe dayalı alfabetik yazım tarzıyla, temsilin temsili haline gelmektedir. Sözcüklerden hecelere, oradan da nihayet bir alfabedeki harflere varan sembolleştirme süreci, artık karşısında hiçbir şekilde direnilemeyecek bir düzen ve denetim anlayışını dayatmıştır. Ve yazının olanaklı hale getirdiği şeyleşmeyle birlikte, dil artık konuşan bir özneye veya topluluk söylemine bağılı değildir, tersine her özneyi dışlayabileceği özerk bir alan yaratmaktadır.56
Çağdaş dünyada ise, sanatın öncülerinin, dilin yarattığı hapishaneye karşı en azından jest kabilinden çeşitli direnişler sergiledikleri rahatlıkla görülebilir. Mallarme’den bu yana, modernist şiirin ve nesirin azımsanmayacak bir kısmı, normal konuşmanın meşruluğuna karşı durmuştur. Mallarme, “Kim konuşuyor?” sorusuna, “Dil konuşuyor” karşılığını vermiştir.57 Bu cevaptan sonra, özellikle de Joyce, Stein ve diğerlerinin yeni bir sözdizim ve kelime hazinesi girişiminde bulundukları Birinci Dünya Savaşı dolaylarındaki ateşli dönemden beri, edebiyat dilin getirdiği kısıtlamalara ve çarpıtmalara karşı cepheden saldırıya geçmiştir. Dile karşı sergilenen genel direnişin göze çarpan unsurları arasında Rus füturistleri, Dada (örneğin, Hugo Ball’ün 1920′li yıllarda “sözsüz şiir” yaratma girişimi), Artaud, Sürrealistler ve Lettrisler de bulunmaktadır.58
Sembolist şairler ve onların takipçileri olarak adlandırılabilecek pek çok şair, topluma karşı koymanın aynı zamanda toplumun diline karşı koymayı da içerdiğini savunmuştur. Ne var ki, toplumsal muhalefet arenasındaki yetersizlik dile yönelik muhalefetin başarısını da engellemektedir; bu yüzde, avangart çabaların, soyut ve donuk jestlerden başka bir anlama gelip gelmediği doğrusu merak konusudur. Yabancılaşmanın her iki kategorisinin de ortadan kaldırılabilmesi için, herhangi bir verili anda belirli bir kültürün ideolojisini cisimleştiren dilin de ortadan kaldırılması gerekiyor; bunu, kayda değer toplumsal boyutları olan bir proje olarak da görebiliriz. Edebi metinlerin (örneğin, Finnegan’s Wake, e.e. cummings’in şiiri gibi) dilin kurallarını ihlâl ettiği olgusunun, yerine kuralların kendisini hatırlatmak gibi paradoksal bir etkiye sahip olduğu anlaşılıyor. Toplum, dil hakkında serbest bir düşünce oyununa izin vermekle, bu düşünceleri yalnızca bir oyun olarak ele almaktadır.
Kocaman bir yalan silsilesi – resmi, ticari ve diğer yalanlar – herhalde Johnny’nin neden Okuyup Yazamadığını, okuma-yazma oranının metropollerde neden hızla düştüğünü açıklamak için yeter de artar. Her halükârda, sorun sadece Canetti’ye göre “dil üzerindeki baskının azımsanmayacak bir noktaya gelmiş olması”59 değil, ama aynı zamanda “öğrenmekten vazgeçme eğiliminin,” Robert Harbinson tarafından da belirtildiği gibi, “hemen hemen tüm düşünsel alanlarda bir güç haline gelmiş olmasıdır.”60
Günümüzde en sıradan saçmalıklar ve can sıkıntısı, “inanılmaz” ve “korkunç” sözcükleriyle ifade edilmektedir; hakeza, güçlü ve şokedici sözcüklere artık nadiren rastlanması da bir tesadüf değildir. Dildeki yoksullaşma çok daha genel bir yabancılaşmayı yansıtmaktadır; zira dil artık tamamen dışımızdaki bir öğeye dönüşmüştür. Kafka’dan tutun da Pinter’a kadar, sessizliğin kendisi bile yaşadığımız çağa tamı tamına denk düşen bir düşünce haline gelmiştir. R.D. Laing tarafından da isabetli bir şekilde belirtildiği gibi; “Çok az kitap affedilebilirdir. Galiba tuval üzerindeki kara, ekrandaki sessizlik ve boş bir beyaz kâğıt daha makuldur.”61 Bu arada, yapısalcılar ve post-yapısalcılar – Levi-Strauss, Barthes, Foucault, Lacan, Derrida – dilin sonsuz yorum tüneli içinde ilerleyerek dilin ikiyüzlülüğü ile uğraşıp durmuşlardır. Sonuçta dilden anlam çıkarma projesinden hemen hemen tümüyle vazgeçmişlerdir.
Açıkçası ben de dilin kuşatılmışlığı içinde yazıyorum ve dilin, şeyleşmeye yönelik direnişi şeyleştirdiğinin farkındayım. Tıpkı T.S. Eliot’un Sweeney’i gibi, “Seninle konuşurken sözcükleri kullanmam gerekiyor.” Kişi zamanın hapsediciliğini mükemmel bir şimdi ile değiştirmeyi hayal edebilir; ancak bunun tek yolu, işbölümünün olmadığı, her türlü ideoloji ve otoritenin kaynağı olan o doğadan kopuşun olmadığı bir dünyayı hayal etmektir. Dil olmaksızın bugünkü gibi bir dünyada yaşayamazdık ki bu da dünyayı ne denli köklü bir dönüşüme uğratmamız gerektiğini göstermektedir.
Sözcükler kedere hacettir; dizginlerinden boşalmış zamanın anlamsızlığını gidermek üzere kullanılırlar. Hepimiz sözcüklerden daha öteye, daha derine gitmek istemişizdir; isteme duygusunun her türlü konuşmadan arındırılmasını istemişizdir; tutarlı bir şekilde yaşanıldığında, tutarlılığı formüle etme ihtiyacının kendiliğinden ortadan kalkacağını unutmayarak.
“Aşıkların kelimelere ihtiyacı yoktur” deyiminde oldukça derin bir gerçek yatmaktadır. Mesele tam da böyle bir dünyaya sahip olmaktır; aşıkların dünyasına, isimlerin bile unutulabileceği bir dünyaya, cahilliğin karşıtının büyülenmişlik olduğunu bilen bir dünyaya sahip olmak. Bu yüzden, anlamlı olabilecek tek politika, dili ve zamanı ortadan kaldıran ve böylece şehvet derecesinde vizyon sahibi olan politikadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder