John Zerzan “Gelecekteki İlkel” ve Richard Leakley “Göl İnsanları” kitaplarından derlenerek yazılmıştır.
Paleolitik toplumlar, bugünün kanlı dünyasının açıklamasına göre, cehaletin, sefaletin, açlığın ve kanlı yaşamın hakim olduğu bir yaşam biçimlerine sahipler. Bu yanlıştır.
Toplayıcı-avcılar besinlerini doğrudan doğadan ilişkide bulundukları hayvanlardan ya da bitki ve meyvelerden elde etmektedirler. Tarım gibi, beslenmek için hem çevresel etkilere hem de diğer insanlara muhtaç olduğun bir işlemi gerçekleştirmeyip, sürekli olarak kamp alanlarını değiştirirler, ancak bu kıtlıktan değil, doğanın sunduğu zengin ikramdan yararlanmak amaçlıdır. Afrika’da yaşayan !Kung’lardan birinin Richard Lee’ye “Dünyada bu kadar çok mongongo fıstığı varken neden toprağı ekelim!” demesi bunun güzel bir örneğidir. Yine Richard Lee’nin aktardığı üzere, “!Kungların çalışma süreleri konusundaki ölçümleri yaparken, Kalahari Çölünün o bölgesinde üç yıldır şiddetli kuraklık hüküm sürüyordu ve zaman kurak mevsimdi. Komşu Botswana’da, çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan nüfusu 500bin dolayındaki Bantuların üçte birinden çoğu o kadar zor durumdaydı ki, Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı onları açlıktan kurtarmak için bir yardım kampanyası başlatmak zorunda kalmıştı. Bu arada !Kunglar ise, çok az çaba harcayarak, toprağın doğal ürünleriyle sağlıklarını çok iyi koruyabiliyorlardı.
Tarım, yani yiyeceğin üretilmesi; doğadan kopuşu, toprağın kontrolü ve yabancılaşmanın şekilleşmiş halidir. Yiyecek üretimi insana bir külfet getirmiştir. Günümüzde hala varlıklarını sürdüren birkaç toplayıcı-avcı grup, tarımın henüz ele geçiremediği Inuit’in karlı bölgeleri ya da Avustralya Aborjinlerinin yaşadığı çöller gibi, dünyanın ekonomik açıdan en az ilgi çeken bölgelerinde yaşamaktadır. Çiftçilik gibi tatsız bir işi reddeden Tanzanya’daki Hazdalar, Filipinlerdeki Tassadaylar, Botswana’daki !Kunglar ya da – Richard Lee’ye göre, yanı başındaki çiftçiler açlıktan kırılırken, birkaç yıllık kuraklığı kolayca atlatan – Kalahari Çölündeki !Kung Sanları zamanlarının çoğunu, oyunlarla, sohbetle ve dinlenmekle geçirecek kadar boş zaman sahiptir. Tarım toplumlarında ise, sürekli, monoton, ağır bir çalışma vardır. Uygar toplumlarda çalışmaya tapınası bir değer olarak bakılmaktadır. Tıpkı, dinsel bir ritüel gibi insanlar günde 8 saat bu ibadeti gerçekleştirmekteler. Yaşamsal olarak gerekli ve gereksiz tüm ihtiyaçlarını –genelde kendileri üretmezler- , bir şeyler üreterek elde ettikleri gelirle sağlarlar. Bugün çalışan bir işçi 1 saatte ürettiği malı, 200 yıl önce 8 saatte üretmekteydi. Tarımla başlayan üretici çalışma, son sürat devam etmekte.
Yine toplayıcı-avcı yaşam tarzındaki avcılık, uygarlığın bir değeri olan evcilleştirme ile belirgin şekilde farklılık içerir. Bağımsız, özgür ve hatta eşit bir varlık olarak değerlendirilen avlanmış hayvan ile avcı arasındaki ilişki, bir çiftçi ya da çoban ile üzerinde mutlak bir denetim sağlanmış olan taşınabilir varlıklar arasındaki ilişkiden açıkça farklıdır. Hayvanların evcilleştirilmesi ile birlikte doğal seleksiyon bozulmakta ve daraltılarak yapay bir düzeyde taşınan organik dünya, kontrol edilebilir bir tarzda yeniden oluşturulmaktadır. Bitkiler gibi hayvanlarda işlenecek birer nesneye dönüştürülmüştür. Özgürlük durumundan, birer aciz asalak durumuna getirilen bu hayvanlar, hayatta kalabilmek için tamamen insana muhtaç hale gelmişlerdir. Özgürlüğe inanan insanlar olarak bizler, bu karşılaştırmadan daha özgür olan ilişki biçimini seçeceğimiz açıktır.
Toprağın kontrolü ve mülkleştirilmesi tarımla birlikte oluşmuştur. Roussea’ya göre, bölünmüş toplum, ilk defa küçük bir toprak parçasını ekerek, bu toprak benimdir diyen ve başkalarını kendisine inandıran kişinin eylemiyle çıkmıştır. Amerika’nın kolonileştirilmesinden sonra, hayatta kalmayı başaran yerliler şöyle soruyordu: “Toprağı satmak? Neden havayı, bulutları ve o büyük denizi değil de toprağı satmak?” Tarım, malı ve mülkü yaratıp, yüceltmektedir. İlk insanlar, farklı grupların toplayıcılık veya avcılık yaparken bölgeleri paylaşamamaları yüzünden birbirleriyle savaşmamışlardır. En azından toprak mücadelesi, etnografik literatür içinde yer almamaktadır; kaldı ki kaynakların çok daha bol olduğu ve henüz uygarlıkla ilişkinin kurulmadığı tarih öncesinde, böyle mücadelelerin cereyan etmiş olması ihtimali çok daha düşüktür. Toplayı-avcı topluluklarda mülkiyet anlayışı olmadığı gibi, bu insanlara atılan sürekli çatışma, insan öldürme suçlaması yalnızca çağdaş toplumumuzun değerleridir. Günümüz, avcı-toplayıcıları ile tarımla geçinen toplulukları karşılaştırdığımızda (Savaş ve ilksel toplumlardaki grafiğe bakabilirsiniz) bu fark belirgin olarak ortaya çıkar, keza Paleolitik sanatta insanın insanı öldürdüğü herhangi bir temsile rastlanmazken, insanlar arasındaki çatışmayı betimleme saplantısı Neolitik dönemle birlikte gelişmiş ve savaş sahneleri yaygınlaşmaya başlamıştır. Örneğin Turnbull tarafından incelenenMbuti pigmeleri türünden çiftçi olmayan grupların, hayvanları saldırgan olmayan bir ruhla, hatta bir tür mahcubiyetle öldürdüklerini göstermektedir. Oysa herhangi bir uygarlığın veya devletin oluşumu ile savaş arasında vazgeçilmez bir ilişki bulunmaktadır.
Erkekler tarafından kadınlara dayatılan şiddet de tarımla birlikte ortaya çıkmış ve kadınları birer ağır yük hayvanına ve çocuk bakıcısına dönüştürmüştür. Tarım öncesi toplayıcı yaşamdaki eşitçilik, erkeklere olduğu kadar kadınlara da eksiksiz bir şekilde uygulanmıştır, bunu sağlayan şey, görevlerin özerk olması ve kararların, bu kararları hayata geçirecek kişiler tarafından verilmesi olgusudur. Üretimin olmadığı ve çocuk emeğini gerektiren zararlı otların yolunması türünden tatsız işlerin bulunmadığı bir dönemde, kadınlar ağır gündelik işler altında iki büklüm olmadıkları gibi, sürekli olarak çocuk doğuran bir varlık olarak da değerlendirilmemişlerdi (Eleanor Leacook). Ayrıca, Rosalind Miles’ın belirttiği gibi, erkekler, kadınların emeğine hükmedip faydalanmadıkları gibi “kadınların bedenini, çocukları ya çok az kontrol ediyorlar ya da hiç etmiyorlar; bekareti ve iffeti fetişleştirmiyor, kadınların cinsel ayrıklığı olması gerektiği talebinde bulunmuyorlardı.” Zubeeda Banu Quraishy ‘de Afrika’dan bir örnek gösteriyor “Mbuti toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ayırt edici özelliği uyum ve dayanışmaydı.”
Vahşi hayvanların et üreten birer makineye dönüştürülmesiyle birlikte, “toprağı işleme düşüncesi, insanlara dayatılan bir erdem haline geldi, bunun anlamı, evcilleştirme ve sömürü doğrultusunda, insanların kendi doğasındaki özgürlükten koparılmasıdır. Bakunin’nin “Savanaların ve bozkırların özgür insanı nasıl olurda toprağı ekmeye başlasın?” sorusuna cevabı baskı ve zorla olmuştur. Özgür insanın baskı ve zora dayalı kurduğu ilk uygarlık olan Sümerler tarafından kurulan ilk şehirlerin başlıca niteliği, bu şehirlerin gelişkin bir örgütlenmeyi ve görev dağılımını içeren fabrikalara sahip olmasıdır (Rice). Uygarlık bu noktadan sonra, insan emeğine dayalı kitlesel yiyecek üretimini, binaları, savaşları ve otoriteyi temsil etmektedir. Yiyecek üretimi özü itibariyle siyasal tahakküm için gizli bir gönüllülüğü içerir. Uygarlaştırıcı kültür başından beri bu tahakkümün propaganda aygıtı olmuştur.
Tarım aynı zamanda hızlı bir çevresel yıkım potansiyelini de beraberinde getirmiştir. Doğa üzerinde kurulan tahakküm, uygarlığın ortaya çıktığı yemyeşil alanları kısa sürede çorak ve cansız kılmıştır. Geviş getiren hayvanların evcilleştirilen ilk iki türü olan keçiler ve koyunlar için açılan otlaklar, Yunanistan, Lübnan ve Kuzey Afrika’nın çıplak hale getirilmesinde ve Roma ile Mezopotamya imparatorluklarının çölleşmesindeki başlıca faktördür.
Toplayıcı halkların beslenme rejimi çiftçilerin beslenme rejiminden çok daha sağlıklıdır. Üretim, sınırlı sayıda yiyeceğe dayanan daha küçük bir beslenme rejimi sağlar, çeşitli olumsuz koşullar ve iklimin beklenmeye hareketlerinden dolayı daha az güvenilirdir ve harcanan insan emeği bağlamında çok daha pahalıdır (Farb). Beslenme bozuklukları ve dejenaratif hastalıklar genel olarak evcilleşme ve tarımla birlikte ortaya çıkmıştır. Kanser, kalp damarlarının tıkanması, kansızlık, diş hastalıkları ve ruhsal bozukluklar, tarımın musibetlerinden yalnızca bir kaçıdır; ayrıca eskiden kadınlar doğum esnasında fazlaca zorlanmadıkları gibi, ya hiç acı duymamışlar ya da çok az duymuşlardır. Yiyecek üretmeyen insanlar 1500’ü aşkın yabani bitki türü ile beslenirken, uygarlıklar, yalnızca altı bitki türünden biri veya bir kaçıyla beslenmiştir; bunlar buğday, arpa, darı, pirinç, mısır ve patatestir. Yenilebilen bitki türü sayısı hızla azalırken, dünya nüfusunun geçimi artık yalnızca 20 bitki türüne bağımlı hale gelmiştir. Doğal bitkilerin yerine suni melezleri geçirilmiş, bu bitkilerin genetik çeşitliliği giderek azalmıştır.
Teknolojinin, tarımdaki hedefi biyosferin doğal dengesini bozan tamamen yapaylaşmış bir çevre, yani topyekün kontroldür. Yiyecek üretimi arttıkça, bu yiyeceklerin sağlıklılığı hızla azalmaktadır. Ve bir zamanlar yiyecek üretimi için kontrol altına alınan topraklarda, adeta açlığa zemin hazırlarcasına, bugün kahve, tütün, alkol hububatı, esrar ve diğer uyuşturucular zihinlerin kontrolü için üretilmektedir. İşleme, depolama, ulaştırma ihtiyaçları besinlerin tatsız ve yavan hale gelmesinde önemli rol oynamaktadır. Teknoloji ise bu tatsızlık sorununu, kimyasal tatlandırıcılar ile halletmeye çalışmaktadır.
Fizyolog Jared Diamond tarımın başlangıcını etkisinden hiçbir zaman kurtulamadığımız bir felaket olarak tanımlamıştır. Gerçekten de tarım her bakımdan bir felaket olmuştur ve öyle olmaya da devam etmektedir; bugün canımıza kasteden yabancılaşmanın tüm maddi ve manevi kültürünü yaratan şey, bu felaketin kendisidir. İşte bu yüzden, tarım tasfiye edilmediği sürece özgürleşmek mümkün değildir.
Kontrol altına almanın, hükmetmenin, işbölümünün, uzmanlaşmanın, yabancılaşmanın olmadığı bu anarşi durumu uygarlık varolduğu sürece yaşanamaz. Sorunun sadece devlet ya da kapitalizm olmadığını anlamak için, tahakküm ilişkilerinin her türlüsünü sorgulamak yeterlidir.
Unutmadan, Florida’daki Kızılderili babalarının ölmeden önce kendi ailelerindeki beşinci kuşağı gördüklerini anlatan 16. yy İspanyol canlı tanıklara rağmen, uzun süre, ilkel insanların 30-40 lı yaşlarda öldüklerine inanılmıştı, ancak günümüzdeki araştırmalar (özellikle Robson ve Boyden), toplayıcı-avcıların, yaralanma ve şiddetli enfeksiyon dışında, çoğu zaman uygar insanlardan daha fazla yaşadıklarını keşfetmişlerdir. Ki yine de, oyunla, boş zamanla, özgürce geçen bir 30-40 sene, 7 yaşından başlayıp 20’li yaşlarda biten okul dönemi ve hemen peşinden başlayan ve 60’lı yaşlarda emeklilikle biten ancak yine de devam eden çalışma döneminden oluşan uygar insanın 70 yılından daha seçilesidir.
Serhat Elfun Demirkol
Paleolitik toplumlar, bugünün kanlı dünyasının açıklamasına göre, cehaletin, sefaletin, açlığın ve kanlı yaşamın hakim olduğu bir yaşam biçimlerine sahipler. Bu yanlıştır.
Toplayıcı-avcılar besinlerini doğrudan doğadan ilişkide bulundukları hayvanlardan ya da bitki ve meyvelerden elde etmektedirler. Tarım gibi, beslenmek için hem çevresel etkilere hem de diğer insanlara muhtaç olduğun bir işlemi gerçekleştirmeyip, sürekli olarak kamp alanlarını değiştirirler, ancak bu kıtlıktan değil, doğanın sunduğu zengin ikramdan yararlanmak amaçlıdır. Afrika’da yaşayan !Kung’lardan birinin Richard Lee’ye “Dünyada bu kadar çok mongongo fıstığı varken neden toprağı ekelim!” demesi bunun güzel bir örneğidir. Yine Richard Lee’nin aktardığı üzere, “!Kungların çalışma süreleri konusundaki ölçümleri yaparken, Kalahari Çölünün o bölgesinde üç yıldır şiddetli kuraklık hüküm sürüyordu ve zaman kurak mevsimdi. Komşu Botswana’da, çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan nüfusu 500bin dolayındaki Bantuların üçte birinden çoğu o kadar zor durumdaydı ki, Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı onları açlıktan kurtarmak için bir yardım kampanyası başlatmak zorunda kalmıştı. Bu arada !Kunglar ise, çok az çaba harcayarak, toprağın doğal ürünleriyle sağlıklarını çok iyi koruyabiliyorlardı.
Tarım, yani yiyeceğin üretilmesi; doğadan kopuşu, toprağın kontrolü ve yabancılaşmanın şekilleşmiş halidir. Yiyecek üretimi insana bir külfet getirmiştir. Günümüzde hala varlıklarını sürdüren birkaç toplayıcı-avcı grup, tarımın henüz ele geçiremediği Inuit’in karlı bölgeleri ya da Avustralya Aborjinlerinin yaşadığı çöller gibi, dünyanın ekonomik açıdan en az ilgi çeken bölgelerinde yaşamaktadır. Çiftçilik gibi tatsız bir işi reddeden Tanzanya’daki Hazdalar, Filipinlerdeki Tassadaylar, Botswana’daki !Kunglar ya da – Richard Lee’ye göre, yanı başındaki çiftçiler açlıktan kırılırken, birkaç yıllık kuraklığı kolayca atlatan – Kalahari Çölündeki !Kung Sanları zamanlarının çoğunu, oyunlarla, sohbetle ve dinlenmekle geçirecek kadar boş zaman sahiptir. Tarım toplumlarında ise, sürekli, monoton, ağır bir çalışma vardır. Uygar toplumlarda çalışmaya tapınası bir değer olarak bakılmaktadır. Tıpkı, dinsel bir ritüel gibi insanlar günde 8 saat bu ibadeti gerçekleştirmekteler. Yaşamsal olarak gerekli ve gereksiz tüm ihtiyaçlarını –genelde kendileri üretmezler- , bir şeyler üreterek elde ettikleri gelirle sağlarlar. Bugün çalışan bir işçi 1 saatte ürettiği malı, 200 yıl önce 8 saatte üretmekteydi. Tarımla başlayan üretici çalışma, son sürat devam etmekte.
Yine toplayıcı-avcı yaşam tarzındaki avcılık, uygarlığın bir değeri olan evcilleştirme ile belirgin şekilde farklılık içerir. Bağımsız, özgür ve hatta eşit bir varlık olarak değerlendirilen avlanmış hayvan ile avcı arasındaki ilişki, bir çiftçi ya da çoban ile üzerinde mutlak bir denetim sağlanmış olan taşınabilir varlıklar arasındaki ilişkiden açıkça farklıdır. Hayvanların evcilleştirilmesi ile birlikte doğal seleksiyon bozulmakta ve daraltılarak yapay bir düzeyde taşınan organik dünya, kontrol edilebilir bir tarzda yeniden oluşturulmaktadır. Bitkiler gibi hayvanlarda işlenecek birer nesneye dönüştürülmüştür. Özgürlük durumundan, birer aciz asalak durumuna getirilen bu hayvanlar, hayatta kalabilmek için tamamen insana muhtaç hale gelmişlerdir. Özgürlüğe inanan insanlar olarak bizler, bu karşılaştırmadan daha özgür olan ilişki biçimini seçeceğimiz açıktır.
Toprağın kontrolü ve mülkleştirilmesi tarımla birlikte oluşmuştur. Roussea’ya göre, bölünmüş toplum, ilk defa küçük bir toprak parçasını ekerek, bu toprak benimdir diyen ve başkalarını kendisine inandıran kişinin eylemiyle çıkmıştır. Amerika’nın kolonileştirilmesinden sonra, hayatta kalmayı başaran yerliler şöyle soruyordu: “Toprağı satmak? Neden havayı, bulutları ve o büyük denizi değil de toprağı satmak?” Tarım, malı ve mülkü yaratıp, yüceltmektedir. İlk insanlar, farklı grupların toplayıcılık veya avcılık yaparken bölgeleri paylaşamamaları yüzünden birbirleriyle savaşmamışlardır. En azından toprak mücadelesi, etnografik literatür içinde yer almamaktadır; kaldı ki kaynakların çok daha bol olduğu ve henüz uygarlıkla ilişkinin kurulmadığı tarih öncesinde, böyle mücadelelerin cereyan etmiş olması ihtimali çok daha düşüktür. Toplayı-avcı topluluklarda mülkiyet anlayışı olmadığı gibi, bu insanlara atılan sürekli çatışma, insan öldürme suçlaması yalnızca çağdaş toplumumuzun değerleridir. Günümüz, avcı-toplayıcıları ile tarımla geçinen toplulukları karşılaştırdığımızda (Savaş ve ilksel toplumlardaki grafiğe bakabilirsiniz) bu fark belirgin olarak ortaya çıkar, keza Paleolitik sanatta insanın insanı öldürdüğü herhangi bir temsile rastlanmazken, insanlar arasındaki çatışmayı betimleme saplantısı Neolitik dönemle birlikte gelişmiş ve savaş sahneleri yaygınlaşmaya başlamıştır. Örneğin Turnbull tarafından incelenenMbuti pigmeleri türünden çiftçi olmayan grupların, hayvanları saldırgan olmayan bir ruhla, hatta bir tür mahcubiyetle öldürdüklerini göstermektedir. Oysa herhangi bir uygarlığın veya devletin oluşumu ile savaş arasında vazgeçilmez bir ilişki bulunmaktadır.
Erkekler tarafından kadınlara dayatılan şiddet de tarımla birlikte ortaya çıkmış ve kadınları birer ağır yük hayvanına ve çocuk bakıcısına dönüştürmüştür. Tarım öncesi toplayıcı yaşamdaki eşitçilik, erkeklere olduğu kadar kadınlara da eksiksiz bir şekilde uygulanmıştır, bunu sağlayan şey, görevlerin özerk olması ve kararların, bu kararları hayata geçirecek kişiler tarafından verilmesi olgusudur. Üretimin olmadığı ve çocuk emeğini gerektiren zararlı otların yolunması türünden tatsız işlerin bulunmadığı bir dönemde, kadınlar ağır gündelik işler altında iki büklüm olmadıkları gibi, sürekli olarak çocuk doğuran bir varlık olarak da değerlendirilmemişlerdi (Eleanor Leacook). Ayrıca, Rosalind Miles’ın belirttiği gibi, erkekler, kadınların emeğine hükmedip faydalanmadıkları gibi “kadınların bedenini, çocukları ya çok az kontrol ediyorlar ya da hiç etmiyorlar; bekareti ve iffeti fetişleştirmiyor, kadınların cinsel ayrıklığı olması gerektiği talebinde bulunmuyorlardı.” Zubeeda Banu Quraishy ‘de Afrika’dan bir örnek gösteriyor “Mbuti toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ayırt edici özelliği uyum ve dayanışmaydı.”
Vahşi hayvanların et üreten birer makineye dönüştürülmesiyle birlikte, “toprağı işleme düşüncesi, insanlara dayatılan bir erdem haline geldi, bunun anlamı, evcilleştirme ve sömürü doğrultusunda, insanların kendi doğasındaki özgürlükten koparılmasıdır. Bakunin’nin “Savanaların ve bozkırların özgür insanı nasıl olurda toprağı ekmeye başlasın?” sorusuna cevabı baskı ve zorla olmuştur. Özgür insanın baskı ve zora dayalı kurduğu ilk uygarlık olan Sümerler tarafından kurulan ilk şehirlerin başlıca niteliği, bu şehirlerin gelişkin bir örgütlenmeyi ve görev dağılımını içeren fabrikalara sahip olmasıdır (Rice). Uygarlık bu noktadan sonra, insan emeğine dayalı kitlesel yiyecek üretimini, binaları, savaşları ve otoriteyi temsil etmektedir. Yiyecek üretimi özü itibariyle siyasal tahakküm için gizli bir gönüllülüğü içerir. Uygarlaştırıcı kültür başından beri bu tahakkümün propaganda aygıtı olmuştur.
Tarım aynı zamanda hızlı bir çevresel yıkım potansiyelini de beraberinde getirmiştir. Doğa üzerinde kurulan tahakküm, uygarlığın ortaya çıktığı yemyeşil alanları kısa sürede çorak ve cansız kılmıştır. Geviş getiren hayvanların evcilleştirilen ilk iki türü olan keçiler ve koyunlar için açılan otlaklar, Yunanistan, Lübnan ve Kuzey Afrika’nın çıplak hale getirilmesinde ve Roma ile Mezopotamya imparatorluklarının çölleşmesindeki başlıca faktördür.
Toplayıcı halkların beslenme rejimi çiftçilerin beslenme rejiminden çok daha sağlıklıdır. Üretim, sınırlı sayıda yiyeceğe dayanan daha küçük bir beslenme rejimi sağlar, çeşitli olumsuz koşullar ve iklimin beklenmeye hareketlerinden dolayı daha az güvenilirdir ve harcanan insan emeği bağlamında çok daha pahalıdır (Farb). Beslenme bozuklukları ve dejenaratif hastalıklar genel olarak evcilleşme ve tarımla birlikte ortaya çıkmıştır. Kanser, kalp damarlarının tıkanması, kansızlık, diş hastalıkları ve ruhsal bozukluklar, tarımın musibetlerinden yalnızca bir kaçıdır; ayrıca eskiden kadınlar doğum esnasında fazlaca zorlanmadıkları gibi, ya hiç acı duymamışlar ya da çok az duymuşlardır. Yiyecek üretmeyen insanlar 1500’ü aşkın yabani bitki türü ile beslenirken, uygarlıklar, yalnızca altı bitki türünden biri veya bir kaçıyla beslenmiştir; bunlar buğday, arpa, darı, pirinç, mısır ve patatestir. Yenilebilen bitki türü sayısı hızla azalırken, dünya nüfusunun geçimi artık yalnızca 20 bitki türüne bağımlı hale gelmiştir. Doğal bitkilerin yerine suni melezleri geçirilmiş, bu bitkilerin genetik çeşitliliği giderek azalmıştır.
Teknolojinin, tarımdaki hedefi biyosferin doğal dengesini bozan tamamen yapaylaşmış bir çevre, yani topyekün kontroldür. Yiyecek üretimi arttıkça, bu yiyeceklerin sağlıklılığı hızla azalmaktadır. Ve bir zamanlar yiyecek üretimi için kontrol altına alınan topraklarda, adeta açlığa zemin hazırlarcasına, bugün kahve, tütün, alkol hububatı, esrar ve diğer uyuşturucular zihinlerin kontrolü için üretilmektedir. İşleme, depolama, ulaştırma ihtiyaçları besinlerin tatsız ve yavan hale gelmesinde önemli rol oynamaktadır. Teknoloji ise bu tatsızlık sorununu, kimyasal tatlandırıcılar ile halletmeye çalışmaktadır.
Fizyolog Jared Diamond tarımın başlangıcını etkisinden hiçbir zaman kurtulamadığımız bir felaket olarak tanımlamıştır. Gerçekten de tarım her bakımdan bir felaket olmuştur ve öyle olmaya da devam etmektedir; bugün canımıza kasteden yabancılaşmanın tüm maddi ve manevi kültürünü yaratan şey, bu felaketin kendisidir. İşte bu yüzden, tarım tasfiye edilmediği sürece özgürleşmek mümkün değildir.
Kontrol altına almanın, hükmetmenin, işbölümünün, uzmanlaşmanın, yabancılaşmanın olmadığı bu anarşi durumu uygarlık varolduğu sürece yaşanamaz. Sorunun sadece devlet ya da kapitalizm olmadığını anlamak için, tahakküm ilişkilerinin her türlüsünü sorgulamak yeterlidir.
Unutmadan, Florida’daki Kızılderili babalarının ölmeden önce kendi ailelerindeki beşinci kuşağı gördüklerini anlatan 16. yy İspanyol canlı tanıklara rağmen, uzun süre, ilkel insanların 30-40 lı yaşlarda öldüklerine inanılmıştı, ancak günümüzdeki araştırmalar (özellikle Robson ve Boyden), toplayıcı-avcıların, yaralanma ve şiddetli enfeksiyon dışında, çoğu zaman uygar insanlardan daha fazla yaşadıklarını keşfetmişlerdir. Ki yine de, oyunla, boş zamanla, özgürce geçen bir 30-40 sene, 7 yaşından başlayıp 20’li yaşlarda biten okul dönemi ve hemen peşinden başlayan ve 60’lı yaşlarda emeklilikle biten ancak yine de devam eden çalışma döneminden oluşan uygar insanın 70 yılından daha seçilesidir.
Serhat Elfun Demirkol
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder