John Zerzan
[ Çeviri: Mustafa Çölkesen - dikine.net ]
Savaşlar medeniyetin bir ürünüdür. Uygarlık yayılıp, derinleşirken savaşların çokluğu, rasyonelleştirilmiş, kronik varlığı da o ölçüde arttı. Savaşların ortadan kalkmamasının özel nedenleri arasında kitlesel endüstriyel yaşamın korkusundan kaçma arzusu da bulunmaktadır. Kitlesel toplum elbette yansımasını kitlesel askerlikte bulmaktadır ve bu, erken medeniyetlerden beri bu şekilde gerçekleşti. Savaşlar, hiper-gelişen teknoloji çağında bölünmeler ve düzensizliklerden beslenmektedir.
(Bir çok kişi, önemsiz, sembolik “protesto” eylemlerini onaylarken) ona karşı çıkacak bir sebep veya gerekçe gösterebilecek durumda değiliz. Savaşlar, Homeros’un Odeysseus’unda kendi sözcükleriyle “insana özgü bir iş” haline nasıl geldi ? Örgütlü savaşların, genellikle, erken endüstri ve karmaşık toplumsal kurumlar vasıtasıyla geliştiğini biliyoruz. Ancak köken sorunu Homeros’un erken Demir Çağı’nın bile öncesine işaret etmektedir. Konuyla ilgili arkeolojik/antropolojik eserler ise şaşırtıcı ölçüde az sayıdadır.
Medeniyetin, resmi ordu çığırtkanlığı yapmak suretiyle kendi buyruğu altındaki insanları tutsak hale getirmekte daima temel bir çıkarı bulunur. Devletin güç (zor) üzerinde bir tekeli olmaması halinde korunmasız ve güvenliksiz halde kalacağımız savı, temel bir ideolojik iddiadır. Hobbes’e göre, insanlık durumu daima “herkesin herkese karşı savaşı” oldu ve daima da böyle olacaktır. Modern seslerde, ayrıca, insanlığın doğuştan saldırgan ve ayrılıkçı olduğunu ve böylelikle silahlı görevliler tarafından kontrol altında tutulması gerektiğini iddia ettiler. Raymond Dart (örn. Adventures with the Missing Link, 1959), Robert Ardrey (örn. African Genesis,1961) ve Konrad Lorenz (örn. On Aggression, 1966) en bildik kişiler arasındadır, ancak bu yazarların ortaya koydukları kanıtlar önemli ölçüde şüpheli hale geldi.
20. yüzyılın ikinci yarısında insanlığın doğasına ilişkin bu karamsar bakış açısı değişmeye başladı. Bugün bir grup bilimadamı tarafından, arkeolojik kanıtlar temelinde, medeniyet öncesi insanlığın şiddet -daha spesifik olarak da örgütlü şiddet- olmaksızın yaşadığı ifade edilmektedir. Eibl-Eibesfeldt, !Ko-Bushman’ların savaşçı olmadıklarını belirtmektedir “Onların kültürel idealleri barışçıl olarak birarada varolmadır ve bunu ise küçük gruplara bölünmek, aralarındaki bir dizi bağı vurgulamak/ bağ kurmayı teşvik etmek suretiyle çatışmalardan kaçınarak yapabiliyorlar” (1) W.J.Perry’nin daha erken tarihli yargısı, biraz idealleştirildiği takdirde, genel olarak doğrudur: “bizim avcı-toplayıcı atalarımızda savaş, ahlaksızlık, kötülük, çok eşlilik, kölecilik ve kadınların tabi hale getirilmesinin mevcut olmadığı görülmektedir.” (2)
Mevcut literatür, Paleolitik Çağ’ın son aşamalarına -10.000 yıllık evcilleştirme döneminin hemen öncesine- değin insanlara karşı herhangi bir araç veya av silahının kullanıldığına dair hiçbir inandırıcı kanıtın olmadığını belirtmektedir. (3) Tacon ve Chippindale’nin Avustralya kaya sanatları üzerine çalışmaları şu sonucu çıkarmaktadır: “avcı-toplayıcıların sanatında, savaş meydanları, çatışma ve göğüs göğüse muharebe tasvirleri nadiren görülmektedir ve bunlarda çoğunlukla tarımcı veya sanayileşmiş istilacılar ile karşılaşmalarının sonucunda ortaya çıkmaktadır” (4). Çatışma ortaya çıkmaya başladığında, çarpışma nadiren bir buçuk saatten fazla sürmektedir ve bir ölüm olması halinde her iki tarafta derhal askerlerini çeker. (5)
Kaliforniya’daki Kızılderililer ile ilgili bilgiler buna benzer durumdadır. Kroeber onların kavgaları hakkında şunları söylüyordu: “özellikle kansızdır. Hatta ekonomik amaçlı avlanmada kullandıklarından daha kötü okları savaşa götürecek kadar ileri gittiler” (6). Kuzey Kaliforniya’daki Wintu’lar birisi yaralandığında düşmanlıklardan vazgeçerlerdi (7). Turney High’e göre “Kaliforniya’lıların çoğu kesinlikle sivildi; askeri bir görüş için gereken niteliklere sahip değillerdi, bu koşul, varlığını sürdüremeyen sosyal örgütleri üzerinde önemli bir baskıya yol açacaktı. Toplulukları kolektif siyasal eyleme hazır değildi” (8). Lorna Marshall, Kung !Bushman’ların cesur bir kahraman veya bir savaş öyküsü ile ilgili kutlamalarının olmadığını belirtir. Aralarından birisi şunları söyler: “Dövüş çok tehlikeli bir şeydir; birileri ölebilir” (9). George Bird Grinnell “Gerçek Kızılderililerde Vurma ve Deri yüzme” isimli eserinde (10) vurma eyleminin (el ya da küçük bir sopa ile düşmana vurma veya dokunma) cesaretin (esasen şiddet içermeyen) en yüksek noktası olduğunu, deri yüzmeye ise itibar edilmediğini belirtmektedir.
Kurumsal savaşların ortaya çıkmasına evcilleştirme ve/veya toplumun fiziksel durumunda şiddetli bir değişikliğin eşlik ettiği görülmektedir. Glassman’ın belirttiği gibi bu “sadece grup halindeki insanların çiftçilik veya çobanlık mücadelesine çekildiği ya da oldukça daralmakta olan bölgelere mecbur bırakıldıkları yerlerde” oluşan bir durumdur (11). Savaşlarla ilgili ilk güvenilir arkeolojik kanıtlar, M.Ö 7500 yılında tahkim edilmiş bir yer olan, Kitab-ı Mukaddes öncesi Eriha’dan elde edilmiştir. Erken Neolitik dönemde nispeten ani bir değişiklik gerçekleşmişti. Hangi dinamik güçler insanları savaşı bir toplumsal kurum olarak benimsemeye yönlendirmiş olabilir ? Arkeologlar tarafından bu soru bugüne değin tatmin edici bir şekilde yanıtlanmadı.
Sembolik kültürün Üst Paleolitik Çağ’da ortaya çıktığı görülmektedir; bu, Neolitik vasıtasıyla tüm insanların kültürlerinde kesin bir şekilde yer etti. Sembolik kültür, özellikleri yok etme, insan varlığını kendi özel, aracısız veçhelere indirgeme yoluna sahiptir. Resmi olarak tarif edilen kötülük veya tehlikeyi temsil eden, tanınmayan bir düşmana karşı şiddetin yönlendirilmesi daha kolay bir şeydir. Ritüel, amaca yönelik sembolik etkinliğin en erken tarihli biçimidir: sembolleştirme işini dünyada görmektedir. Arkeolojik kanıtlar, ritüel ve örgütlü savaşların ortaya çıkışı arasında bir bağ olabileceğini akla getirmektedir.
İnsanoğlunun çevresine hakim olma arzusunun olmadığı eski zamanlarda, bazı yerlerin özel önemi vardı ve buralar kutsal yerler olarak kabul edilmeye başlandı. Bu, toprağa manevi ve duygusal yakınlığa dayanmaktaydı ve totemizm veya koruyuculuğun çeşitli biçimleriyle ifade edilmekteydi. Ritüel ortaya çıkmaya başladı, ancak toplayıcı topluluklar için merkezi bir öneme sahip değildi. Emma Blake’in belirttiği gibi “Paleolitik insanlar ritüel uygulamaktaysa da, en zengin malzemeler, yerleşik hayat ve hayvan ve bitkilerin evcilleştirmesinin tüm insanların bakış açısı ve kozmolojisinde değişikliğe yol açtığı Neolitik dönemden itibarendir” (12). Bu, uzmanlaşmanın neden olduğu bazı baskı ve gerginliklerin ilk kez belirgin hale geldiği Üst Paleolitik dönemde gerçekleşti. Farklı miktardaki malların kamp yerlerindeki kritik yerlerde bulunması gibi kanıtlar vasıtasıyla eşitsizlik ölçülebilir; karşılık olarak, ritüel daha büyük bir toplumsal rol oynamaya başlamaktadır. Birçoklarının belirttiği gibi, bu bağlamda ritüel, birarada yaşama veya dayanışmanın eksikliklerine işaret etmenin bir yoludur; sorunlu hale gelmiş olan toplumsal bir düzeni güvence altına alma aracıdır. Bruce Knauft’un belirttiği gibi “ritüel, manevi ve insani dünya hakkındaki oldukça genel konulara yönelik argüman veya soruları destekler veya bunlara öncelik tanır… [ve] bu kozmolojik meselelere yönelik sabit algısal kabul ve davranışsal itaati önceden hazırlar” (13). Böylelikle ritüel, bu türden meşruiyet desteği gereksiniminde olan toplumlar için orijinalideolojik tutkalı sağlamaktadır. Topluluklar karmaşıklaşıp, kısmen katmanlaştığında, yüz yüze görüşmeler toplumsal çözümler olarak etkisiz hale geldi. Sembolleştirme çözümsüzlüktü; gerçekte özelliklerini eşitsizlik ve yabancılaşmanın oluşturduğu ilişkiler ve dünya görüşlerinin zorlayıcı bir türü idi.
Ritüelin kendisi, bir iktidar türü, politikanın devlet öncesi bir biçimidir. Örneğin Papua Yeni Gine’nin Maring halkında ritüel dönem gelenekleri, sarih bir şekilde, siyasal yetkililerin yokluğunda, görev ve rolleri belirler.Kutsallık, böylelikle, politikaya işlevsel bir alternatif sunmaktadır; aslında toplumu kutsal gelenekler yönetmektedir (14). Ritüelleştirme, açık bir şekilde iktidar ilişkilerini birleştirmek için erken bir stratejik alandır. Ayrıca, savaşlar, militarizmi ritüel olarak teşvik eden, ortaya çıkan toplumsal hiyerarşiyi kutsayan kutsal bir taahhüt olabilir.
Rene Girard, kurban ritüelinin yerel saldırı ve toplumdaki şiddetin zorunlu bir karşılığı olduğunu ileri sürer (15). Yaklaşık olarak bunun tersi geçerlidir: ritüel şiddeti meşru kılar ve onu emreder. Lienhardt’ın Afrika’nın Dinka çobanları için söylediği gibi “bayram kutlamak veya kurban genellikle savaşların ifadesidir” (16). Arkush ve Stanish’e göre “ritüel savaşın yerine geçmez : “savaş tüm zamanlarda ve yerlerde ritüel unsurlar barındırır” (17). Bu yazarlar “ritüel savaş” ve “gerçek savaş” arasındaki bölünmenin hatalı olduğunu belirtirler ve özet olarak şunu söylerler: “arkeologlar yıkıcı savaşlar ve ritüellerin kol kola olduğunu düşünebilirler” (18).
En fazla ritüelleşmiş olanların en tarımsal gruplar olmasına örneğin sadece Apache gruplarında rastlanmaz, ancak çoğu zaman ritüelin birbirine yakından bağlı olan tarım ve savaş ile (19) temel bir ilişkisi bulunmaktadır (20). Savaşın ekili toprakların bereketini arttırmanın bir aracı olarak görülmesi istisnai bir durum değildir. Üretimin ve savaş halinin ritüel olarak düzenlenmesi evcilleştirmenin belirleyici faktör olduğu anlamına gelir. “Sistematik savaşın ortaya çıkışı, istihkam ve imha silahları” der Hassan “tarımın yolunu izlemektedir” (21).
Ritüel, dinsel bir sisteme doğru gelişir, tanrılar peydahlanır, sunular (kurbanlar) istenir. Antropolog Verrier Elwin “Görünmez dünyanın tüm sakinlerinin insanların yaptığı tarımla önemli ölçüde ilgilendikleri konusunda şüphe yoktur” demektedir (22). Sunular, sadece tarımsal topluluklarda uygulanan, evcilleştirilmiş hayvanları içerecek şekilde evcilleştirmenin fazlalıklarıdır. İnsan kurbanları da içerecek şekilde ritüel öldürme evcilleştirmenin bulunmadığı kültürlerde bilinmemektedir. (23)
Amerika’daki mısırın paralel bir hikayesi vardır. Mısır tarımındaki ani artış, her iki kıtanın geniş kesimlerinde hiyerarşinin ve militarizasyonun süratle olgunlaşmasını beraberinde getirdi. (24) Pek çok örnekten birisi, Hohokam’ların Güney Arizona’nın yerli Oatam’larına (25) karşı kuzeyden sızmaları ve tarım ve örgütlü savaşı onlara öğretmeleridir. Mısır tarımı, M.S yaklaşık 1000 yılında, Güneybatı bölgeleri boyunca ritüel ayinler, ruhban sınıfları, toplumsal gelenekler ve yamyamlık ile birlikte bir bütün halinde egemen hale geldi. (26) Kroeber’in mısır tarımı ile ilgili “tüm kültürel değerler değişti” şeklindeki ifadesi hiçte eksik bir ifade değildir. (27)
Atlar, evcilleştirme ve savaş arasındaki yakın ilişkinin bir başka örneğidir. İlk kez M.Ö 3.000 yıllarında Ukrayna’da evcilleştirilen atların nesneleştirilmesi doğrudan militarizmi besledi. Atlar, neredeyse en başından beri insanlara makineler, asıl önemlisi ise savaş makineleri olarak hizmet ettiler. (28)
Yukarıda belirtilen karşılıklı gruplar halinde dövüşmenin nispeten zararsız çeşitleri, evcilleştirme toprak üzerinde artan rekabete neden olurken, sistematik öldürmenin yolunu açtı. (29) Yararlanılacak bakir topraklara olan istek, medeniyetin gidişi boyunca çoğunlukla savaşların önde gelen spesifik nedeni olarak kabul edildi. Bir zamanlar kendini özgür şekilde insanlara sunan doğaya duyulan şükran duygusu ve ayrıca tüm yaşamın kritik bir şekilde birbirine bağlı olduğu bilgisinin yerini evcilleştirmenin ahlaki değerleri aldı: Doğal dünyaya karşı insanlar…Bu ezeli güç mücadelesi, durmaksızın neden olduğu savaşlar için bir modeldir. Erken Neolitik dönemde sembolik düzenlemeler veya hayvanların evcilleştirmesinin geliştirilmesindeki yaygın uygulamadan görüldüğü gibi, hakim olma paradigmasının gerektirdiği bedelin farkına varıldı. Ancak bu türden hareketler, işlemekte olan temel dinamiği ortadan kaldırmaz, nüfus ve varoluşu dengelemiş olan milyonlarca yıllık toplayıcı-avcıların pratiklerini muhafaza etmekten öte bir şey değildir.
Tarımsal faaliyetin yoğunlaşması daha fazla savaşa neden oldu. Bu modele boyun eğme, kendisinden kaçışın küçük bir ihtimal olduğu veya hiç kaçılamayacak olan, toplumun tüm veçhelerinin bütünleşik bir toplam oluşturmasını gerektirmektedir. Evcilleştirme ile birlikte emeğin bölünmesi, artık baskı altında çalışan tam zamanlı uzmanları ortaya çıkarmıştır: örneğin, kesin kanıtlar M.Ö 4.500 yılında Yakın Doğu’da askeri bir sınıfın oluşturulduğunu ortaya koymaktadır. Amazon’daki Jivaro’da bin yıl boyunca biyotik topluluğun uyumlu bir bölümü evcilleştirmeyi benimsedi ve “bunlar tüm toplumun tavırlarını belirleyene değin, kan davası ve savaşları geliştirdiler” (30). Örgütlü şiddet, yaygın, zorunlu, kurala uygun hale gelmektedir.
İktidarın söylemleri, ataerkil yönetimin kendi temel prensibi ile birlikte, medeniyetin özünü oluşturur. Bu nedenle sistematik erkek hakimiyeti savaşların bir yan ürünü olabilir. Ritüel itaat ve kadının değersizleşmesi, artan bir şekilde “erkek” etkinliklerini vurgulayan ve kadının rolünü küçümseyen savaşçı ideoloji tarafından geliştirilmektedir.
Gençlerin üyeliğe kabul töreni, sadece biyolojik büyüme tarafından hiçbir surette garanti edilmeyen bir sonuç olan belirli bir türde insan oluşturmak için tasarlanmış bir ritüeldir. Grubun uyumu artık doğal karşılanmadığında, sembolik kurumlar- özelikle de savaş gibi faaliyetlere daha fazla itaat etmek için- gerekir. Lemmonier’in bu konuyla alakalı olarak “erkeklerin üyeliğe kabulü…. savaşla ilgili temeline bağlıdır” demektedir (31).
Birden çok eşe sahip erkek sistemi olan polijini, toplayıcı-avcılarda nadir görülmektedir, ancak savaşları yapan köy topluluklarında ise bu bir kuraldır (32). Bir kez daha evcilleştirme belirleyici bir faktördür. Madagaskar’ın Merida halkının sünnet ritüellerinin saldırgan askeri gösterilere dönüşmesi bir rastlantı değildir (33). Kadınların sadece avcılık yapmayıp, aynı zamanda savaşa katıldıkları (örn. Dahomey’in Amazonları, Borneo’daki bazı gruplar) bazı durumlar yaşandı, ancak cinsiyetçi oluşum erkek üstünlüğüne sahip, militarist bir eğilimde oldu. Devletin oluşumu ile birlikte savaşçılık, kadınları siyasal yaşamdan uzaklaştıran, vatandaşlığın ortak bir gereksinimi oldu.
Savaşlar sadece ayinsel değildir, savaşlara genellikle pek çok törensel özellikler eşlik eder; ayrıca oldukça resmi hale getirilmiş bir uygulamadır. Savaşlar, ritüelin kendisi gibi, katı bir biçimde önceden belirlenmiş hareketler, jestler, giysiler ve konuşma biçimleri ile yapılır. Askerler birbirlerine özdeş olup, standartlaştırılmış bir görünüme sahiptirler. Örgütlü şiddet formasyonları da, önden ve yandan arka arkaya sıra halindeki dizilişiyle tarıma, tarımda bir ızgara üzerinde tek çizgi halindeki ekim-dikim düzenine benzemektedir. (34) Hakimiyet ve disiplin, böylelikle, otoritenin daima artan bir olgunlaşması olan ritüelleştirilmiş davranışın temasına geri dönerek iş görmektedir.
Paleolitik döneminin gruplarında mübadele, bilgi paylaşımına nazaran daha az (ekonomik anlamda) ticaridir. Grupların düzenli olarak bir araya gelmesi evlenme fırsatını ve kaynak kıtlığına karşı güvence sağladı. Toplumsal ve ekonomik alanlarda açık bir farklılaşma mevcut değildi. Benzer şekilde, bizim sözcüğümüz olan “iş”, üretim ve malların yokluğunda yanıltıcı bir kavramdır. Bölgesellik toplayıcı-avcıların faaliyetlerinin bir parçası iken savaşa neden olduğuna yönelik bir kanıt mevcut değildir (35).
Evcilleştirme, beraberindeki tahakküm, husumet ve mülkiyet mücadelesi ile birlikte toplumsal fazlanın ve özel mülkiyetin katı sınırlarını oluşturdu. Yeni gerçeklikleri hafifletmeyi amaçlayan bilinçli mekanizmalar dahi bunların daimi varlıklarını, dinamik güçleri ortadan kaldıramaz. Maus, The Gift isimli eserinde mübadeleyi barışçıl çözüme kavuşturulmuş savaş ve savaşı ise başarısız işlemlerin sonucu olarak tanımladı; hediyeyi yüceltilmiş savaşın bir çeşidi olarak gördü (36)
Evcilleştirme öncesinde sınırlar açıktı. Bir bölgeyi bir başkası için terketme özgürlüğü toplayıcı yaşamının ayrılmaz bir parçasıydı. Karmaşık toplumlar tarafından istenen yaklaşık mecburi bütünleşme örgütlü şiddete neden olan hazırlık zeminini sağladı. Şeflik, bazı yerlerde küçük toplulukların bağımsızlıklarının ellerin alınmasından doğdu. Ön siyasal merkezileştirme, ümitsiz bir şekilde Avrupalı işgalcilere karşı savaşmak için birleşmeye çalışan kabileler tarafından Amerika’da gündeme geldi.
Kadim medeniyetler savaşların sonucunda yayıldı ve savaşların devletin hem nedeni hemde sonucu olduğu söylenebilir.
Evcilleştirme vasıtasıyla ilk kez savaşların oluşumu, ayinlere kök salması ve tüm potansiyeline kavuşmasından bu yana çok fazla şey değişmedi. Marshall Sahlins, artan işi sembolik kültürdeki gelişmelerin izlediğini belirtmişti. Tersine iddialara rağmen, kültür savaşların babasıdır. Bununla birlikte, medeniyetin gayri-şahsi karakteri sembolik kültürün hakimiyeti ile büyümektedir. Semboller (örn. bayraklar), kendi türümüzün, kendi türdeşimiz olan diğer insanları insandışı varlıklar olarak görmesine yol açarak, böylelikle tür içi sistematik katliamı mümkün kılmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder