Debord’un biyografi yazarı Anselm Giap(1), 50 yıl önce Joseph Wood Krutch tarafından ortaya atılan “Doğanın denetimi ile sağlanacak daha tam insan olabilme fırsatına ne oldu?” (2) sorusunu anımsatarak, bugünün yapbozunu, neden ”insan eyleminin sonuçları insanlığın kendisine böylesine düşman” olarak formüle etti.
Genel kriz hayatın her alanında hızlıca derinleşiyor. Biyosfer düzeyinde, bu gerçeklik fazla korkunç olmasa banal diye adlandırılacak denli iyi biliniyor.
Genel kriz hayatın her alanında hızlıca derinleşiyor. Biyosfer düzeyinde, bu gerçeklik fazla korkunç olmasa banal diye adlandırılacak denli iyi biliniyor.
Türlerin soyunun tükenme oranındaki artış, dünya okyanuslarında ölü bölgelerin çoğalması, ozon delikleri, yok olan yağmur ormanları, küresel ısınma, yaygınlaşan hava, su ve toprak kirliliği bu gerçekliklerden bazıları.
Bunun toplumsal dünyayla tüyler ürpertici bir bağlantısı ise, yaygın ilaç kullanımına bağlı su havzalarındaki kirlilik.(3) Bu durumda tahribat, ilaçlarla maskelenmiş kitlesel yabancılaşma tarafından güdülüyor. Birleşik Devletlerde hayati tehlike yaratan obezite hızla artarken, ağır depresyon ve kaygı rahatsızlıklarından milyonlar mustarip oluyor.(4) Geçtiğimiz on yıla oranla gençler arasında intihar oranı 3 katına çıkmışken; evlerde, işyerlerinde, okullarda sık sık, çok sayıda cinayetler patlak veriyor.(5) Ebola, Lassa humması, AIDS, Lejyoner hastalığı gibi fizyolojik temelleri bilinen yeni hastalıkların ortaya çıkmasının yanı sıra; Fibromyalgia, kronik yorgunluk sendromu ve diğer “gizemli” psikosomatik hastalıklar çoğaldı. Antibiyotiğe dirençli TB ve sıtmanın dönüşü, teknolojik efendilik yanılsamasını alaya alırken, E Koli, Deli Dana hastalığı, Batı Nil virüsü gibi salgınlardan bahsetmiyorum bile. Yalnızca modern ruhani sefalet üzerine, üstünkörü yapılmış bir inceleme bile sayfalar sürecektir. Güç bela bastırılmış öfke, boşluk hissi, Adan Z’ye tüm kurumlara duyulan inancın aşınması, yüksek düzeylerde stres, hep beraber Claude Kamoouh’un “toplumsal bağlarda büyüyen çatlak” olarak adlandırdığı şeye katkıda bulunuyor.(6)
Bugünün gerçekliği, mevcut teorilerin yetersizliğinin ve herhangi bir kurtarıcı projeden vazgeçmişliğin altını çizmeye devam ediyor. Dünya üzerindeki yaşamdan geriye kalanların da bizden alınıyor oluşu inkar edilemez görünüyor. İnsan durumunun aşırılığını ve gezegenimizin geleceğinin kırılganlığını, birbiriyle eşleştirme öngörüsü ve çözümleme derinliği nerede? Sadece basit bir biçimde mevcut bozulmanın ve kaybın özetiyle mi beraberiz?
Kriz dağınık olmasına rağmen her düzeyde bütünüyle görünür durumda. Ulrich Beck’in açıkladığı gibi: “insanlar moderniteyi sorgulamaya başladılar… modernitenin öncülleri dingildemeye başladı. Çoğu insan, aşırı sanayileşmenin derme çatma karakterinden tedirginlik duyuyor.” Agnes Heller, egemen ilerleme ve gelişim ideolojisinin iddia ettiğinin tersine, doğadan uzaklaştıkça, insan durumunun daha az istikrarlı ve karmaşıklığa dayanıksız hale geldiğini gözlemledi.(8) Hayal kırıklığının yanı sıra farklı bir şeyin acilen gerektiği hissi büyüyor.
Yeni bir yönlendirme için, mücadele, teorisyenlerin neredeyse tamamen kaçındığı bir derinlikte bulunuyor. Les Particules élémentaires’de (Michel Houlebecq’in binyılın son romanı) ifade edildiği gibi, başarı şansı olmayan keyifsizliğin ve toplumsal güvenin çöküşünün ötesine geçmek için, çözümlemeci perspektifin temelden değiştirilmesi gerekiyor.(9) Bu, başlatacaklar için, Foucault’nun insan ilişkilerinin kaçınılmaz biçimde teknolojikleştiği çıkarımını reddetmeyi içeriyor.(10)
Eric Voegelin’in öne sürdüğü gibi “ilerlemenin bedeli tinin ölümüdür”.(11) Fakat nihilizmin ilerleyişi ile ilerlemenin nihilizmi birbiriyle özdeş ise; kırılma nereden, duraklama nereden geliyor? İlerlemenin, teknolojinin ve modernitenin özetini sunmaktan, radikal anlamda, ayrı bir tavır nasıl takınılabilir?
Yakın zamanın akademik modalarına hızlıca bir göz atmak gösterecektir ki, böyle bir perspektif kesinlikle bulunmamaktadır. Fredric Jameson’ın yerinde formülasyonu, bize konuyu takdim ediyor: “Postmodernizm, modernleşme süreci tamamlandığında ve doğanın gidişi o gidişken sahip olduğunuz şeydir.”(12)
Postmodernizm, bozgunun ve tepkinin oluşturduğu bir değerler sisteminin aynasıdır,(13) yabancılaşma ve tahribatın yeni aşırılıklarına uyum sağlayan irade ve idrak yetisinin çöküşüdür.(13) Postmodernistlere göre neredeyse hiçbir şeye karşıt olunamaz. Ne de olsa, gerçeklik fazlaca düzensiz, değişken, karmaşık, belirlenmemiş; karşıtlıklar ise, elbette ki, sadece yanlış ikilikçiliklerdir(binarism). Anlamsız jargon ve sonu gelmeyen yan adımlarla modası geçmiş ikilikler aşılır. Örneğin, Daniel White, “geleneksel Ezen-ezilen ya-ya da’sının ötesine geçen bir postmodern-ekolojik değerlendirme…” buyurmuştur.(14)
Tüketici özgürlükler diyarında, “teknolojilerin nüfuz ettiği, teknolojilerin seçildiği bu karmaşık düğüm noktasında,”(14) Mike Michael’e göre, kim herhangi bir şeyin yine de kusurlu olduğunu söyleyebilir?(15) Postmodern sefilliğin dokunaklı sesi Iain Chambers ise, yabancılaşmanın basitçe ebedi-verili bir şey olup olmadığını merak ederek soruyor: “Ya yabancılaşma, tüm “ilerleme” içeren ereksellikleri engellemeyi tahsis eden yeryüzüne ait bir sınırlama ise?...Belki de günümüz dünyasının kapitalist yapılanması karşısında, ayrı, özerk başka bir olanak yoktur. Görünüşe bakılırsa, modernite, dünyanın batılılaşması, küreselleşme; öngörülebilir gelecek için kurulmuş ekonomik, politik ve kültürel düzenin etiketleridir.”(16)
Yüzeye düşkünlük (derinlik yanılsamadır; mevcudiyet ve anındalık vardır), birleştirici hikayelerin ve temellere dair araştırmanın engellenmesi, yöntem ve kanıtın farksızlığı, sonuç ve tuhaflık üzerine vurgu, hepsi ifadesini postmodern kültürde etraflıca bulurlar. Bu tavır ve pratikler, onları çekinmeden kucaklayan teknoloji ile her yere yayılmışlardır. Yine de, aynı zamanda, bu, “düşünce” uğruna önemsizleştiren ve türeten tariflerin çekiciliklerini yitirdiğine dair işaretler vardır.(17) Postmodern teslim oluşa bir panzehir, büyük oranda küreselleşme karşıtı hareket olarak bilinen şeyde mevcuttur.
Bir zamanlar teknolojileşmiş varoluşun seçenekler sunduğunu düşünen, Jean-François Lyotard, neo-totalitaryan, araçsalcı(enstrumentalist) hapsoluşun uğursuz gelişimi üzerine yazmaya başladı. İlk makalelerinde, postmodern durumun bir parçası olarak duygulanım kaybına işaret etmişti. Daha yakın zamanda ise, bu kaybı tekno-bilimsel hegemonyaya atfetmiştir. Lyotard, araçsal akılolarak adlandırılabilecek şeyin toplumsal etkilerini çerçevelerken, kötürüm bireyler patolojik egemenlikteki tablonun yalnızca bir parçasıdır. Ve tersine Habermas, bu araçsal akılın otoritesine, “iletişimsel eylem” yoluyla asla medan okunmadığını söyler.(18) Lyotard, küresel kentsel gelişimi ima ederek şöyle yazmıştır, “Biz, birleşik şehirlerde*, onun ikamet edilemez olduğunu ilan ettiğimiz ölçüde ikamet ederiz. Aksi halde orada yalnızca misafirizdir.” Ayrıca, “Batı denilen şey, birleşik şehirler ile nihilizmini dağıtır ve gerçekler. Buna gelişim denir.”(19)
Başka bir deyişle, en azından bazıları için, postmodern çıkmazdan dışarı bir yol olabilir. Halen Sol ile doldurulmuşların daha farklı -“yalnızca” kültürel olmayı aşan- bir ağırlık azaltma hatası mirası vardır. Gözden düşmüş ve ölü bir güncel olanak olarak, bu perspektifin de kaybolması gerekir.
Hardt ve Negri’nin İmparator’u, solculuğun klasik yapay dokusu, bayat ve artık bir inceleme olarak görev yapacaktır. Bu kendi kendini tarif eden komünist militanların, gelmekte olan kriz hakkında herhangi bir fikri yoktur. Sonuç olarak, “modernitenin içinde olanaklar” aramaya devam ederler. Komünist devrimlerinin ardındaki gücü “yeni üretim faaliyetlerine ve iletişimsel, biyolojik ve mekanik teknolojilerin naylon ve akışkan arazisindeki üretici güçlerin yoğunluğuna”(22) yerleştirirler. Solcu çözümleme, üretimci marksizmin kalbini, sürekli gelişen, standartlaşan, yıkıcı teknoloji karşısında cesurca onaylar. Küçük bir azınlık hayret eder, Hardt ve Negri, yerli kültürlerin ve doğal dünyanın yok oluşu ya da dünya çapındaki tamamen insanlıktan çıkışa yönelik istikrarlı hareketi dikkate almakta başarısız olmuşlardır.
Claude Kornoouh “ilerlemenin tüm yaşayan varlıkların genetik stoklarının tümden denetlenmesini getirdiği” canavarca “düşünce”yi göz önüne almaktadır. Ona göre, bu, “20. Yüzyılın en kanlı totalitaryanizminin bile başaramadığı” bir mahkumiyete ulaşabilir.(22) Hardt ve Negri, hiçbir öncülünü, dinamiğini ya da önkoşulunu sorgulamadıkları için, bu tür bir denetimden çekinmezler.
Modernitenin yörüngesini idrak edememeleri nedeniyleİmparator’un militanlarının kendi karşıtlarından biri, Oswald Spengler, tarafından teşhir edilmeleri hiç de küçük bir ironi değildir.
Batı’nın Düşüşü dünya tarihinin mükemmel şaheseridir ve bununla birlikte Batı uygarlığının içsel mantığını kavrayışı, milliyetçi ve sağcı olan Spengler’in öngörüsündeki esrarengizliktir.
Spengler’in, teknolojik gelişim ve bunun kültürel ve çevresel etkileri hakkındaki, on yıllar önceki düşünceleri konu ile özellikle ilgilidir. Küresel uygarlaşmanın dinamik, prometheusçu (Faustçu) doğasının, kendi kendini tahrip eden kitle toplumu ve aynı derecede felaket dolu modern teknoloji olarak gerçekleşeceğini görmüştü. Doğanın boyun eğdirilmesi kaçınılmaz biçimde doğanın ve uygarlığın yok edilmesine yol açacaktır. Uygarlığın kendisi de, her şeyi mekanik şekillerde yapan ve ya yapmaya çalışan bir makine haline gelmiştir.(23) Uygar insan “doğanın karşısında ufak bir yaratıcıdır.” “…Yaşam dünyasının içindeki devrimci, kendi yarattığının kölesi olmuştur. Yapayın, kişiselin, kendi kendini yapmış yaşam formlarının toplamı olan kültür sık parmaklıklı bir kafesin içinde gelişir.”(24)
Marx sanayi uygarlığını, hem aklın somutlaşması hem de kalıcı bir başarı olarak görürken; Spengler, onu fiziksel çevre ile bütünüyle uyumsuz ve bu yüzden de intiharla eş bir süreksizlik olarak görmüştü. “Yüksek insan bir faciadır. Mezarlarıyla yeryüzünü bir savaş alanına ve çorak bir toprağa çevirerek ardında bırakır. Bitki ve hayvanı, deniz ve dağı, kendi beraberinde çöküşe çeker. Dünyanın yüzünü kanla boyamıştır, şeklini bozmuş ve onu sakat bırakmıştır.”(25) Spengler “teknoloji tarihinin, kaçınılmaz sona doğru hızla sürüklendiğini” anlamıştı.(26)
Theodor Adorno, Spengler’in düşüncesinin birleşenleri ile hemfikir görünmektedir: “Batının çöküşüne karşı durabilecek şey, yeniden doğan bir kültür değil, bu çöküşün resminde sessiz sedasız bulunan ütopyadır.”(27) Adorno ve Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği(28) uygarlığın eleştirisini, Siren’lerin aşk şarkılarını zorla bastıran odak Odysseus imgesi ile özünde barındırır. “Uygarlık tarihi… feragat tarihidir.”(29) Diyalektik’in esas savıdır. Albrecht Wellmer’in özetlediği gibi, “Aydınlanmanın Diyalektiği, telafi edilemez ölçüde karartılmış modernitenin teorisidir.”(30) Kendisini destekleyen veriler ile devamlı olarak büyüyen bu perspektif, hem teorinin kaynaklarını hem de ilerlemenin mantığını yersiz kılma eğilimindedir. Bütünüyle çok iyi anladığımız bu durumdan hiçbir kaçış yoksa, daha fazla ne söylenebilir?
Herbert Marcuse, Eros ve Uygarlık’ta(31), uygarlık ve moderniteyi birbirinden ayırarak bir kaçış rotası hazırlamaya çalıştı. Modernitenin “kazanımlarını” korumak için çözüm, “baskıcı olmayan” bir uygarlık idi. Baskının kendinin kaçınılmaz bir şey olduğunu göstererek, “artı baskı”dan (surplus repression) vazgeçecekti. Modernite üretime bağlı olduğu için, kendinde baskıcı bir kurumdu; çalışmayı serbest oyun olarak yeniden tanımlamak hem moderniteyi hem de uygarlığı kurtarabilirdi. Bunu, uygarlığın mantıksız ve hatta umutsuz bir savunusu olarak görmekteyim. Marcuse, Frued’un uygarlığın asla reforme edilemeyeceği görüşünün aksini ispatlayamamaktadır.
Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu’nda, uygarlığın temeli içgüdüsel özgürlüğün ve erosun zorla yasaklanması olduğundan, baskıcı olmayan bir uygarlığın mümkün olmadığını iddia eder. Çalışmanın ve kültürün var olabilmesi için yasak devamlı dayatılmalıdır. Bu baskı ve onun devamlı varlığı uygarlık için vazgeçilemez olduğundan, evrensel uygarlık evrensel nevrozları getirir.(32) Dukheim çoktan, insanlık işbölümü ve uygarlıkla yükseldikçe, “toplumun genel mutluluğunun azalmakta” olduğunu yazmıştır.(32)
İyi bir burjuva olan Frued uygarlığı, çalışma ve kültürün gerekliliği ve insanların bu düşman gezegende hayatta kalabilmesinin uygarlık sayesinde mümkün olduğu zemininde meşrulaştırmıştır. “Uygarlığın asıl görevi, asıl varoluş nedeni, bizi doğaya karşı savunmaktır.” Ve dahası, “Tüm bunlardan sonra, uygarlığın ortadan kaldırılması için çabalamak nasıl bir hainlik ve dar görüşlülüktür! O zaman geriye, katlanması çok daha zor olan doğal durum kalacaktır.”(34)
Hobbes’un çizdiği uygarlık öncesi “pis, hayvani, ve kısa” olan doğal durum tarifi belki de batı uygarlığının en temel destekçisidir. Adorno ve Horkheimer’ın da yaptığı gibi, elbette Freud da bu görüşün altına imzasını atmıştır.
1960ların ortalarında, antropologların tarihöncesi anlayışında, teoriyi de derinden etkileyecek bir paradigma değişikliği yaşandı. Anaakım antropoloji, somut arkeolojik ve etnografik araştırmaların ışığında Hobbesçu hipotezi terk etti. Uygarlık öncesi-dışında kalan yaşam artık daha özel olarak, hayvanların ve bitkilerin evcilleştirilmesinden önceki toplumsal varoluş olarak tanımlanıyor. Güçlü kanıtlar gösteriyor ki; yemek arayıcı ya da avcı-toplayıcı varoluş biçiminden tarımsal yaşam biçimine Neolitik geçişten önce, birçok insan bolca boş vakte, gözle görünen cinsiyet özerkliğine ya da eşitliğine, eşitlik ve paylaşım temelinde değerler sistemine sahipken, örgütlü şiddet bulunmamaktaydı.
1966 yılında Chicago Üniversitesinde gerçekleşen (yanlış adlandırılmış) “Man the Hunter” konferansı, yüzyıllardır karmaşık emperyalist Batı kültürünün tüm baskıcı kurumlarını meşrulaştıran Hobbescu dünya görüşünün tersine çevrilmesinde ilk adım oldu. Yeni paradigmayı destekleyen kanıtlar, Marshall Sahlins, Richard B. Lee, Adrienne Zihlman ve daha birçokları gibi antropolog ve arkeologların araştırmalarından geliyordu;(35) bu çalışmalar, şu anda bütünüyle ulaşılabilir ve lisans derslerinden alan araştırmalarına kadar her şeyin temelini sağlamaktalar.
Arkeologlar, bundan 2 milyon yıl önce Paleolitik atalarımızın nasıl barış dolu, eşit ve sağlıklı hayatlar sürdüklerini, örnekleriyle ortaya koymaya devam ediyorlar. Bundan 2 milyon yıl önce yumrulu sebzeleri pişirmek için ateş kullanılması, uzun mesafe deniz yolculuğunun 800.000 yıl önce gerçekleşmesi, bizimkine eşdeğer bir zekanın varlığını kanıtlayan bulgulardan yalnızca ikisi.(36)
Genetik mühendisliği ve eli kulağındaki insan kolonlama, bundan 10.000 yıl önce doğanın denetimi ve ehlileştirilmesinin, atalarımızın hayvanları ve bitkileri evcilleştirmeye başlayarak, harekete geçirdiği dinamiğin yalnızca görüngüleridir.
Öyleyse, insan varlığının son 400 neslinde, toplumsal düzeyde en ince ayrıntısına kadar düzenlenmiş denetime paralel olarak, tüm doğal yaşam en derin düzeylerde sömürgeleştirilmiş ve nüfuz edilmiştir. Şimdi bu yörüngenin aslında ne olduğunu görebiliriz: hiçbir şekilde zorunlu olmayan, ancak kaçınılmaz olarak tüm zarflanmış tahribatı getiren bir dönüşüm. Dünya çapında arkeolojik bulgular anlamlı olarak gösteriyor ki, birçok insan grubu tarımı ve/ve ya kırsal yaşamı denedi ve sonradan avcı toplayıcı stratejilere geri dönerek bundan vazgeçti. Diğerleri komşularının edindiği evcilleştirme pratiklerini benimsemeyi nesiller boyunca reddetti.
İşte şimdi, teori ve pratikte, primitivist bir olanak ortaya çıkmaya başladı.(37) Teknolojiye yönelik kuşkulara uygarlığın kendisine yönelik olanlar da eklenmelidir. Gittikçe büyüyen tarihöncesi insanlığın belgeleri, çok uzun bir dönemin yabancılaşmamış insan yaşamı, savunulamaz modernitenin gittikçe çoğalan keskin başarısızlıkları karşısında keskin bir zıtlıkla durmaktadır.
Habermas’ın sınırlılıklarını tartıştığı bağlamda, Joel Whitebook şöyle yazmıştır, “Toplumsal ve ekolojik krizin derinliği ve kapsamı o kadar büyük ki, dünya görüşlerinde çığır açacak bir dönüşüm haricinde hiçbir şey ona orantılı olamaz.”(38)
Castoriadis, o zamandan, radikal bir dönüşümün, “iş bölümünün şu anda bilinen tüm formlarına bir saldırı başlatmayı gerektirdiği” sonucuna vardı. (39) Tarih öncesi boyunca ağır ağır ortaya çıkan iş bölümü, evcilleşmenin temeliydi ve teknolojik zorunluluğu ileri gütmeye devam etmekte.
Mücadele, George Grant’ın “ teknolojinin potansiyellerinin bir bir ortaya çıkmasını yalnızca kıyametin yavaşlatabileceği”(40) bir dünyada yaşadığımız tezini çürütmeli ve Claude Kornoouh’un, devrimin ancak, ilerlemenin karşısında yeniden tanımlanabileceği düşüncesini gerçekleştirmelidir.(41)
(2002)
Çeviren: Kıvılcım İ.
Kaynak: http://www.johnzerzan.net/articles/why-primitivism.html
Bunun toplumsal dünyayla tüyler ürpertici bir bağlantısı ise, yaygın ilaç kullanımına bağlı su havzalarındaki kirlilik.(3) Bu durumda tahribat, ilaçlarla maskelenmiş kitlesel yabancılaşma tarafından güdülüyor. Birleşik Devletlerde hayati tehlike yaratan obezite hızla artarken, ağır depresyon ve kaygı rahatsızlıklarından milyonlar mustarip oluyor.(4) Geçtiğimiz on yıla oranla gençler arasında intihar oranı 3 katına çıkmışken; evlerde, işyerlerinde, okullarda sık sık, çok sayıda cinayetler patlak veriyor.(5) Ebola, Lassa humması, AIDS, Lejyoner hastalığı gibi fizyolojik temelleri bilinen yeni hastalıkların ortaya çıkmasının yanı sıra; Fibromyalgia, kronik yorgunluk sendromu ve diğer “gizemli” psikosomatik hastalıklar çoğaldı. Antibiyotiğe dirençli TB ve sıtmanın dönüşü, teknolojik efendilik yanılsamasını alaya alırken, E Koli, Deli Dana hastalığı, Batı Nil virüsü gibi salgınlardan bahsetmiyorum bile. Yalnızca modern ruhani sefalet üzerine, üstünkörü yapılmış bir inceleme bile sayfalar sürecektir. Güç bela bastırılmış öfke, boşluk hissi, Adan Z’ye tüm kurumlara duyulan inancın aşınması, yüksek düzeylerde stres, hep beraber Claude Kamoouh’un “toplumsal bağlarda büyüyen çatlak” olarak adlandırdığı şeye katkıda bulunuyor.(6)
Bugünün gerçekliği, mevcut teorilerin yetersizliğinin ve herhangi bir kurtarıcı projeden vazgeçmişliğin altını çizmeye devam ediyor. Dünya üzerindeki yaşamdan geriye kalanların da bizden alınıyor oluşu inkar edilemez görünüyor. İnsan durumunun aşırılığını ve gezegenimizin geleceğinin kırılganlığını, birbiriyle eşleştirme öngörüsü ve çözümleme derinliği nerede? Sadece basit bir biçimde mevcut bozulmanın ve kaybın özetiyle mi beraberiz?
Kriz dağınık olmasına rağmen her düzeyde bütünüyle görünür durumda. Ulrich Beck’in açıkladığı gibi: “insanlar moderniteyi sorgulamaya başladılar… modernitenin öncülleri dingildemeye başladı. Çoğu insan, aşırı sanayileşmenin derme çatma karakterinden tedirginlik duyuyor.” Agnes Heller, egemen ilerleme ve gelişim ideolojisinin iddia ettiğinin tersine, doğadan uzaklaştıkça, insan durumunun daha az istikrarlı ve karmaşıklığa dayanıksız hale geldiğini gözlemledi.(8) Hayal kırıklığının yanı sıra farklı bir şeyin acilen gerektiği hissi büyüyor.
Yeni bir yönlendirme için, mücadele, teorisyenlerin neredeyse tamamen kaçındığı bir derinlikte bulunuyor. Les Particules élémentaires’de (Michel Houlebecq’in binyılın son romanı) ifade edildiği gibi, başarı şansı olmayan keyifsizliğin ve toplumsal güvenin çöküşünün ötesine geçmek için, çözümlemeci perspektifin temelden değiştirilmesi gerekiyor.(9) Bu, başlatacaklar için, Foucault’nun insan ilişkilerinin kaçınılmaz biçimde teknolojikleştiği çıkarımını reddetmeyi içeriyor.(10)
Eric Voegelin’in öne sürdüğü gibi “ilerlemenin bedeli tinin ölümüdür”.(11) Fakat nihilizmin ilerleyişi ile ilerlemenin nihilizmi birbiriyle özdeş ise; kırılma nereden, duraklama nereden geliyor? İlerlemenin, teknolojinin ve modernitenin özetini sunmaktan, radikal anlamda, ayrı bir tavır nasıl takınılabilir?
Yakın zamanın akademik modalarına hızlıca bir göz atmak gösterecektir ki, böyle bir perspektif kesinlikle bulunmamaktadır. Fredric Jameson’ın yerinde formülasyonu, bize konuyu takdim ediyor: “Postmodernizm, modernleşme süreci tamamlandığında ve doğanın gidişi o gidişken sahip olduğunuz şeydir.”(12)
Postmodernizm, bozgunun ve tepkinin oluşturduğu bir değerler sisteminin aynasıdır,(13) yabancılaşma ve tahribatın yeni aşırılıklarına uyum sağlayan irade ve idrak yetisinin çöküşüdür.(13) Postmodernistlere göre neredeyse hiçbir şeye karşıt olunamaz. Ne de olsa, gerçeklik fazlaca düzensiz, değişken, karmaşık, belirlenmemiş; karşıtlıklar ise, elbette ki, sadece yanlış ikilikçiliklerdir(binarism). Anlamsız jargon ve sonu gelmeyen yan adımlarla modası geçmiş ikilikler aşılır. Örneğin, Daniel White, “geleneksel Ezen-ezilen ya-ya da’sının ötesine geçen bir postmodern-ekolojik değerlendirme…” buyurmuştur.(14)
Tüketici özgürlükler diyarında, “teknolojilerin nüfuz ettiği, teknolojilerin seçildiği bu karmaşık düğüm noktasında,”(14) Mike Michael’e göre, kim herhangi bir şeyin yine de kusurlu olduğunu söyleyebilir?(15) Postmodern sefilliğin dokunaklı sesi Iain Chambers ise, yabancılaşmanın basitçe ebedi-verili bir şey olup olmadığını merak ederek soruyor: “Ya yabancılaşma, tüm “ilerleme” içeren ereksellikleri engellemeyi tahsis eden yeryüzüne ait bir sınırlama ise?...Belki de günümüz dünyasının kapitalist yapılanması karşısında, ayrı, özerk başka bir olanak yoktur. Görünüşe bakılırsa, modernite, dünyanın batılılaşması, küreselleşme; öngörülebilir gelecek için kurulmuş ekonomik, politik ve kültürel düzenin etiketleridir.”(16)
Yüzeye düşkünlük (derinlik yanılsamadır; mevcudiyet ve anındalık vardır), birleştirici hikayelerin ve temellere dair araştırmanın engellenmesi, yöntem ve kanıtın farksızlığı, sonuç ve tuhaflık üzerine vurgu, hepsi ifadesini postmodern kültürde etraflıca bulurlar. Bu tavır ve pratikler, onları çekinmeden kucaklayan teknoloji ile her yere yayılmışlardır. Yine de, aynı zamanda, bu, “düşünce” uğruna önemsizleştiren ve türeten tariflerin çekiciliklerini yitirdiğine dair işaretler vardır.(17) Postmodern teslim oluşa bir panzehir, büyük oranda küreselleşme karşıtı hareket olarak bilinen şeyde mevcuttur.
Bir zamanlar teknolojileşmiş varoluşun seçenekler sunduğunu düşünen, Jean-François Lyotard, neo-totalitaryan, araçsalcı(enstrumentalist) hapsoluşun uğursuz gelişimi üzerine yazmaya başladı. İlk makalelerinde, postmodern durumun bir parçası olarak duygulanım kaybına işaret etmişti. Daha yakın zamanda ise, bu kaybı tekno-bilimsel hegemonyaya atfetmiştir. Lyotard, araçsal akılolarak adlandırılabilecek şeyin toplumsal etkilerini çerçevelerken, kötürüm bireyler patolojik egemenlikteki tablonun yalnızca bir parçasıdır. Ve tersine Habermas, bu araçsal akılın otoritesine, “iletişimsel eylem” yoluyla asla medan okunmadığını söyler.(18) Lyotard, küresel kentsel gelişimi ima ederek şöyle yazmıştır, “Biz, birleşik şehirlerde*, onun ikamet edilemez olduğunu ilan ettiğimiz ölçüde ikamet ederiz. Aksi halde orada yalnızca misafirizdir.” Ayrıca, “Batı denilen şey, birleşik şehirler ile nihilizmini dağıtır ve gerçekler. Buna gelişim denir.”(19)
Başka bir deyişle, en azından bazıları için, postmodern çıkmazdan dışarı bir yol olabilir. Halen Sol ile doldurulmuşların daha farklı -“yalnızca” kültürel olmayı aşan- bir ağırlık azaltma hatası mirası vardır. Gözden düşmüş ve ölü bir güncel olanak olarak, bu perspektifin de kaybolması gerekir.
Hardt ve Negri’nin İmparator’u, solculuğun klasik yapay dokusu, bayat ve artık bir inceleme olarak görev yapacaktır. Bu kendi kendini tarif eden komünist militanların, gelmekte olan kriz hakkında herhangi bir fikri yoktur. Sonuç olarak, “modernitenin içinde olanaklar” aramaya devam ederler. Komünist devrimlerinin ardındaki gücü “yeni üretim faaliyetlerine ve iletişimsel, biyolojik ve mekanik teknolojilerin naylon ve akışkan arazisindeki üretici güçlerin yoğunluğuna”(22) yerleştirirler. Solcu çözümleme, üretimci marksizmin kalbini, sürekli gelişen, standartlaşan, yıkıcı teknoloji karşısında cesurca onaylar. Küçük bir azınlık hayret eder, Hardt ve Negri, yerli kültürlerin ve doğal dünyanın yok oluşu ya da dünya çapındaki tamamen insanlıktan çıkışa yönelik istikrarlı hareketi dikkate almakta başarısız olmuşlardır.
Claude Kornoouh “ilerlemenin tüm yaşayan varlıkların genetik stoklarının tümden denetlenmesini getirdiği” canavarca “düşünce”yi göz önüne almaktadır. Ona göre, bu, “20. Yüzyılın en kanlı totalitaryanizminin bile başaramadığı” bir mahkumiyete ulaşabilir.(22) Hardt ve Negri, hiçbir öncülünü, dinamiğini ya da önkoşulunu sorgulamadıkları için, bu tür bir denetimden çekinmezler.
Modernitenin yörüngesini idrak edememeleri nedeniyleİmparator’un militanlarının kendi karşıtlarından biri, Oswald Spengler, tarafından teşhir edilmeleri hiç de küçük bir ironi değildir.
Batı’nın Düşüşü dünya tarihinin mükemmel şaheseridir ve bununla birlikte Batı uygarlığının içsel mantığını kavrayışı, milliyetçi ve sağcı olan Spengler’in öngörüsündeki esrarengizliktir.
Spengler’in, teknolojik gelişim ve bunun kültürel ve çevresel etkileri hakkındaki, on yıllar önceki düşünceleri konu ile özellikle ilgilidir. Küresel uygarlaşmanın dinamik, prometheusçu (Faustçu) doğasının, kendi kendini tahrip eden kitle toplumu ve aynı derecede felaket dolu modern teknoloji olarak gerçekleşeceğini görmüştü. Doğanın boyun eğdirilmesi kaçınılmaz biçimde doğanın ve uygarlığın yok edilmesine yol açacaktır. Uygarlığın kendisi de, her şeyi mekanik şekillerde yapan ve ya yapmaya çalışan bir makine haline gelmiştir.(23) Uygar insan “doğanın karşısında ufak bir yaratıcıdır.” “…Yaşam dünyasının içindeki devrimci, kendi yarattığının kölesi olmuştur. Yapayın, kişiselin, kendi kendini yapmış yaşam formlarının toplamı olan kültür sık parmaklıklı bir kafesin içinde gelişir.”(24)
Marx sanayi uygarlığını, hem aklın somutlaşması hem de kalıcı bir başarı olarak görürken; Spengler, onu fiziksel çevre ile bütünüyle uyumsuz ve bu yüzden de intiharla eş bir süreksizlik olarak görmüştü. “Yüksek insan bir faciadır. Mezarlarıyla yeryüzünü bir savaş alanına ve çorak bir toprağa çevirerek ardında bırakır. Bitki ve hayvanı, deniz ve dağı, kendi beraberinde çöküşe çeker. Dünyanın yüzünü kanla boyamıştır, şeklini bozmuş ve onu sakat bırakmıştır.”(25) Spengler “teknoloji tarihinin, kaçınılmaz sona doğru hızla sürüklendiğini” anlamıştı.(26)
Theodor Adorno, Spengler’in düşüncesinin birleşenleri ile hemfikir görünmektedir: “Batının çöküşüne karşı durabilecek şey, yeniden doğan bir kültür değil, bu çöküşün resminde sessiz sedasız bulunan ütopyadır.”(27) Adorno ve Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği(28) uygarlığın eleştirisini, Siren’lerin aşk şarkılarını zorla bastıran odak Odysseus imgesi ile özünde barındırır. “Uygarlık tarihi… feragat tarihidir.”(29) Diyalektik’in esas savıdır. Albrecht Wellmer’in özetlediği gibi, “Aydınlanmanın Diyalektiği, telafi edilemez ölçüde karartılmış modernitenin teorisidir.”(30) Kendisini destekleyen veriler ile devamlı olarak büyüyen bu perspektif, hem teorinin kaynaklarını hem de ilerlemenin mantığını yersiz kılma eğilimindedir. Bütünüyle çok iyi anladığımız bu durumdan hiçbir kaçış yoksa, daha fazla ne söylenebilir?
Herbert Marcuse, Eros ve Uygarlık’ta(31), uygarlık ve moderniteyi birbirinden ayırarak bir kaçış rotası hazırlamaya çalıştı. Modernitenin “kazanımlarını” korumak için çözüm, “baskıcı olmayan” bir uygarlık idi. Baskının kendinin kaçınılmaz bir şey olduğunu göstererek, “artı baskı”dan (surplus repression) vazgeçecekti. Modernite üretime bağlı olduğu için, kendinde baskıcı bir kurumdu; çalışmayı serbest oyun olarak yeniden tanımlamak hem moderniteyi hem de uygarlığı kurtarabilirdi. Bunu, uygarlığın mantıksız ve hatta umutsuz bir savunusu olarak görmekteyim. Marcuse, Frued’un uygarlığın asla reforme edilemeyeceği görüşünün aksini ispatlayamamaktadır.
Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu’nda, uygarlığın temeli içgüdüsel özgürlüğün ve erosun zorla yasaklanması olduğundan, baskıcı olmayan bir uygarlığın mümkün olmadığını iddia eder. Çalışmanın ve kültürün var olabilmesi için yasak devamlı dayatılmalıdır. Bu baskı ve onun devamlı varlığı uygarlık için vazgeçilemez olduğundan, evrensel uygarlık evrensel nevrozları getirir.(32) Dukheim çoktan, insanlık işbölümü ve uygarlıkla yükseldikçe, “toplumun genel mutluluğunun azalmakta” olduğunu yazmıştır.(32)
İyi bir burjuva olan Frued uygarlığı, çalışma ve kültürün gerekliliği ve insanların bu düşman gezegende hayatta kalabilmesinin uygarlık sayesinde mümkün olduğu zemininde meşrulaştırmıştır. “Uygarlığın asıl görevi, asıl varoluş nedeni, bizi doğaya karşı savunmaktır.” Ve dahası, “Tüm bunlardan sonra, uygarlığın ortadan kaldırılması için çabalamak nasıl bir hainlik ve dar görüşlülüktür! O zaman geriye, katlanması çok daha zor olan doğal durum kalacaktır.”(34)
Hobbes’un çizdiği uygarlık öncesi “pis, hayvani, ve kısa” olan doğal durum tarifi belki de batı uygarlığının en temel destekçisidir. Adorno ve Horkheimer’ın da yaptığı gibi, elbette Freud da bu görüşün altına imzasını atmıştır.
1960ların ortalarında, antropologların tarihöncesi anlayışında, teoriyi de derinden etkileyecek bir paradigma değişikliği yaşandı. Anaakım antropoloji, somut arkeolojik ve etnografik araştırmaların ışığında Hobbesçu hipotezi terk etti. Uygarlık öncesi-dışında kalan yaşam artık daha özel olarak, hayvanların ve bitkilerin evcilleştirilmesinden önceki toplumsal varoluş olarak tanımlanıyor. Güçlü kanıtlar gösteriyor ki; yemek arayıcı ya da avcı-toplayıcı varoluş biçiminden tarımsal yaşam biçimine Neolitik geçişten önce, birçok insan bolca boş vakte, gözle görünen cinsiyet özerkliğine ya da eşitliğine, eşitlik ve paylaşım temelinde değerler sistemine sahipken, örgütlü şiddet bulunmamaktaydı.
1966 yılında Chicago Üniversitesinde gerçekleşen (yanlış adlandırılmış) “Man the Hunter” konferansı, yüzyıllardır karmaşık emperyalist Batı kültürünün tüm baskıcı kurumlarını meşrulaştıran Hobbescu dünya görüşünün tersine çevrilmesinde ilk adım oldu. Yeni paradigmayı destekleyen kanıtlar, Marshall Sahlins, Richard B. Lee, Adrienne Zihlman ve daha birçokları gibi antropolog ve arkeologların araştırmalarından geliyordu;(35) bu çalışmalar, şu anda bütünüyle ulaşılabilir ve lisans derslerinden alan araştırmalarına kadar her şeyin temelini sağlamaktalar.
Arkeologlar, bundan 2 milyon yıl önce Paleolitik atalarımızın nasıl barış dolu, eşit ve sağlıklı hayatlar sürdüklerini, örnekleriyle ortaya koymaya devam ediyorlar. Bundan 2 milyon yıl önce yumrulu sebzeleri pişirmek için ateş kullanılması, uzun mesafe deniz yolculuğunun 800.000 yıl önce gerçekleşmesi, bizimkine eşdeğer bir zekanın varlığını kanıtlayan bulgulardan yalnızca ikisi.(36)
Genetik mühendisliği ve eli kulağındaki insan kolonlama, bundan 10.000 yıl önce doğanın denetimi ve ehlileştirilmesinin, atalarımızın hayvanları ve bitkileri evcilleştirmeye başlayarak, harekete geçirdiği dinamiğin yalnızca görüngüleridir.
Öyleyse, insan varlığının son 400 neslinde, toplumsal düzeyde en ince ayrıntısına kadar düzenlenmiş denetime paralel olarak, tüm doğal yaşam en derin düzeylerde sömürgeleştirilmiş ve nüfuz edilmiştir. Şimdi bu yörüngenin aslında ne olduğunu görebiliriz: hiçbir şekilde zorunlu olmayan, ancak kaçınılmaz olarak tüm zarflanmış tahribatı getiren bir dönüşüm. Dünya çapında arkeolojik bulgular anlamlı olarak gösteriyor ki, birçok insan grubu tarımı ve/ve ya kırsal yaşamı denedi ve sonradan avcı toplayıcı stratejilere geri dönerek bundan vazgeçti. Diğerleri komşularının edindiği evcilleştirme pratiklerini benimsemeyi nesiller boyunca reddetti.
İşte şimdi, teori ve pratikte, primitivist bir olanak ortaya çıkmaya başladı.(37) Teknolojiye yönelik kuşkulara uygarlığın kendisine yönelik olanlar da eklenmelidir. Gittikçe büyüyen tarihöncesi insanlığın belgeleri, çok uzun bir dönemin yabancılaşmamış insan yaşamı, savunulamaz modernitenin gittikçe çoğalan keskin başarısızlıkları karşısında keskin bir zıtlıkla durmaktadır.
Habermas’ın sınırlılıklarını tartıştığı bağlamda, Joel Whitebook şöyle yazmıştır, “Toplumsal ve ekolojik krizin derinliği ve kapsamı o kadar büyük ki, dünya görüşlerinde çığır açacak bir dönüşüm haricinde hiçbir şey ona orantılı olamaz.”(38)
Castoriadis, o zamandan, radikal bir dönüşümün, “iş bölümünün şu anda bilinen tüm formlarına bir saldırı başlatmayı gerektirdiği” sonucuna vardı. (39) Tarih öncesi boyunca ağır ağır ortaya çıkan iş bölümü, evcilleşmenin temeliydi ve teknolojik zorunluluğu ileri gütmeye devam etmekte.
Mücadele, George Grant’ın “ teknolojinin potansiyellerinin bir bir ortaya çıkmasını yalnızca kıyametin yavaşlatabileceği”(40) bir dünyada yaşadığımız tezini çürütmeli ve Claude Kornoouh’un, devrimin ancak, ilerlemenin karşısında yeniden tanımlanabileceği düşüncesini gerçekleştirmelidir.(41)
(2002)
Çeviren: Kıvılcım İ.
Kaynak: http://www.johnzerzan.net/articles/why-primitivism.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder