24 Ekim 2011 Pazartesi

END:CIV -resist or die-



INFO:
Franklin Lopez, Canada, 2010, 75 min.
http://endciv.com/
http://www.youtube.com/user/endcivmovie
http://www.facebook.com/submedia


END:CIV; kültürümüzün sistematik şiddete ve çevresel sömürüye olan bağımlılığını inceliyor ve sonuçta zehirlenen tabiatı ve savaş bunalımındaki ulusları derinlemesine araştırıyor. Derrick Jensen'in Endgame (Oyun Sonu) adlı kitabına dayanan END:CIV izleyiciye şu soruyu soruyor: "Yaşadığınız topraklar, ormanları kesen, suyu ve havayı kirleten ve besin kaynaklarınızı zehirleyen yaratıklar tarafından işgal edilseydi, direnir miydiniz?"

Paul Watson, Waziyatawin, Gord Hill, Michael Becker, Peter Gelderloos, Lierre Keith, James Howard Kunstler, Stephanie McMillan, Qwatsinas, Rod Coronado, John Zerzan ve fazlası


Fragman:
http://www.youtube.com/watch?v=--FsPMKkt9c

Online izle(en):
 http://www.youtube.com/user/endcivmovie

http://youtu.be/lvH5KFS8kfA


İndirme:
http://www.fileserve.com/file/x35eVfE/ENDCIV-Resist.or.Die.2010.m4v
---or---
https://rapidshare.com/files/413578987/ENDCIV-Resist.or.Die.2010.m4v
---or---
http://www.uloz.to/10440572/endciv-resist-or-die-2010-m4v

Torrent:
http://onebigtorrent.org/torrents/10494/ENDCIV--Resist-or-Die--2010

Altyazılar:

türkce -   http://www.2shared.com/document/ANecTekl/endciv_trke_altyaz.html
english - http://www.mediafire.com/file/bgcy9nc1z1ox51f/EndCiv_eng_subs.srt
- resync of the subtitles, based on the release "End Civ Resist or Die 2010.m4v"
http://www.opensubtitles.org/pt/subtitles/4194915/end-civ-en

Doğada Yaşam ve Acil Durumlar


DOĞADA YAŞAM VE ACİL DURUMLAR
Doğa faaliyetlerine başlamadan önce gideceğiniz yeri iyice inceleyin. Ne tür bir ortamla karşılaşacağınız konusunda bilginiz olsun.
Mümkün olduğunca sırtları takip et.
Eğer geniş bir tepeyi aşmak zorunda kalırsan, etrafından dolanarak aşmaya çalış veya en az eğimli yerinden çık.
Haritayı inceleyerek kolay olan rotayı belirle.
Alternatif rotaları belirle. Bir dereyi geçmenin pek çok yolu varsa, durumlar değiştiğinde (köprü yıkılmış veya su seviyesi çok yüksek olabilir) hemen rotayı değiştir.
Bölgeyi çok iyi tanımaya çalış. Başka tür malzemelere ihtiyacın olup olmadığını belirle.

Kamp Yerinin Seçimi
İyi bir kamp yeri için gerekli olanlar.
İçilebilir su olmalı.
İyi yanan odun. Çevreden rahatlıkla temin edilebilmeli.
Açık bir alan, çadır ve kamp ateşi işin uygun eğim, ancak su basmayacak ve tutmayacak yükseklikte olmalıdır. Ayrıca sel tehlikesi bulunmayan bir alan olmalıdır. Bunun için bölgeye gelirken buradaki sel baskınları ile ilgili bilgileri edin.
Ateşin yayılmasına karşı güvenlikli olmalıdır.
Günün belli saatlerinde güneş alabilmeli, özellikle günün ilk saatlerinde.
Yazın rüzgarın esmesi istenebilir, fakat soğuk havalarda rüzgara karşı korunaklı olmalı.
Özel ve güvenli olmalı.
Kesinlikle çevredeki hiçbir ağacı kesmeyiniz.
Acil Durum Araç-Gereçleri
Acil durum araç-gereçleri en az harita ve pusu kadar ve hatta onlardan daha fazla önemlidir. Bunun için yanınızda mutlaka acil durum araç-gereçlerini taşımalısınız.
Kayboldunuz ve pusulanız ve haritanız olmasına rağmen onlardan yararlanamıyorsunuz(ayağınız kırıldı, görüş uzaklığı sıfır vb. ). Bu durumda size gerekli olan acil durum araç-gereçleridir. Kişiye, gideceğiniz yere bağlı olarak değişse de temel olanlar şunlardır.
*İlk yardım kit’ i
*Kibrit.
Su geçirmez bir yerde korunmalı. Bunun yerine bir çakmak da alabilirsiniz. Buda su geçirmez, rüzgarda yanabilen ve tamamen gazla dolu olmalıdır.
*Dikiş kit’ i. Dikiş iğnesi, iplik, birkaç toplu iğne, çengelli iğne ve birkaç tane küçük düğme.
Küçük çok işlevli bir çakı. Yüzeyleri keskin, temiz ve passız olarak korunmalıdır.

Ek İhtiyaçlar
Kişinin ihtiyaçları, taşıma kapasitesi eklenecek malzemeleri sınırlar. Yinede ek ihtiyaç malzemelerini sıralayalım.
*Yedek pusula. Diğeri kaybolduğunda, kırıldığında yada kontrol amaçlı kullanılabilir.**
*Konserve yiyecek.
*İyot tabletleri. Suyu içilebilir hale getirmek için. Uyarılara uygun kullanınız.
*Küçük bir el feneri. Pillerini kontrol ederek alınız.
*Torba battaniye. Rüzgar ve su geçirmez olduğundan sıcak tutar.
*Hamak. Yatak olarak kullandığınız gibi gerekirse balık ağı olarak da kullanabilirsiniz.

İlk Yardım Gerekirse
Doğaya geziye giderken yanınızda kapsamlı bir ilk yardım kiti ve kitabı almalısınız. Ayrıca mutlaka ilk yardım eğitimi almalısınız. Eğer doğada başınıza bir kaza gelirse bununla başa çıkmak ve gerekli ilk yardımı yapmak sizin sorumluluğunuzdadır. Böyle bir durumla karşılaştığınızda;
Sakin olun, hastayı sakinleştirin ve uygun ilk yardımı uygulayın.
Hastayı sıcak tutun ve yatırın. Kırık-çıkık ve yarasını iyice belirlemeden hareket ettirmeyin.
Herhangi bir kanama varsa durdurun. Kanamayı kontrol etmek için, kanayan kısmı kalp seviyesinin üstünde tutun ve gazlı bez veya temiz bir elbise ile kanayan bölgeye basınç uygulayın. Kanamayı durduramazsanız (mutlaka gerekiyorsa ve biliyorsanız) yara ile kalp arasındaki bölgeye turnike uygulayın. 
Hastaya güven verin, şok belirtileri olup olmadığını gözleyin. 
Nefes almıyorsa hemen yapay solunum uygulayın (bilmiyorsanız mutlaka öğrenin).
Kafa, ense ve omurgasında kırık ve yaralanma olup olmadığını kontrol edin,
Gerekli olmadıkça elbiselerini çıkarmayın.
Hareket edip edemeyeceğine karar verin. Edemeyecek durumda ise korunaklı bir duruma getirin, yanına yiyecek ve içecek bırakarak yardım getirmeye gidin.
Hasta Şoka Girerse
Ciddi yaralanma ve kırılmalar şoka neden olabilir. Şok bütün vücudu etkileyen bir depresyon halidir. Dolaşım sistemi tüm vücuda gerekli kanı sağlayamamaktadır. Soğuk ve acı şoku şiddetlendirebilir. Vücut soğur, kalp atışı zayıf ve hızlıdır. Şoktan korumak ve kontrol altında tutmak için;







YARALANMIŞSA
*kanamayı durdur * kırık cıkık kontrol et 
Eğer kafa ve göğüs yaralanması yoksa, hastayı ayakları kafa ve göğüsten yukarıda olacak şekilde
sırt üstü yatır.
Bu şekilde beyin, kalp, akciğerler ve diğer hayati organlara olan kan dolaşımı artacaktır.

Eğer şiddetli kafa ve göğüs yaralanması varsa, vücudu yüksekte tut. Eğer göğüs yaralanması varsa ,
sağlam akciğerin işlevini kolaylaştırmak için yaralı tarafı üstte tut.

Eğer yaralı kişi bilincini kaybederse,
kan, kusmuk ve dilini yutmaması için hastayı yüzü yere bakacak şekilde yatır (şok pozisyonuna) getir.

  Hastayı sıcak tutunuz ve dış etkenlere karşı koruyunuz

Güneş Çarpması

Güneş çarpması, vücudun ısı dengesini sağlayamadığında oluşur. 
Vücut sıcaklığı aniden yükselir, 
10 – 15 dakika içinde 41 oC ‘ a ulaşır. 
Acil olarak gereken yapılmazsa ölüme yada kalıcı arızalara neden olabilir. 
GÜNEŞ (SICAKLIK) ÇARPMASININ BELİRTİLERİ
Hareket etmede güçlük
Ayak, bacak ve kollarda kramp
Baş dönmesi, baş ağrısı, bitkinlik
Kusma
Bayılma ve şuur kaybı
Kusma
Aşırı yorgunluk hissi, sinirlilik, şaşkınlık
YAPILMASI GEREKENLER
Hastayı gölge bir yere götür.
Nasıl yapabiliyorsan, hastayı çok hızlı bir şekilde soğut.
Vücut sıcaklığını takip et, sıcaklık 38 – 39 oC ‘a düşünceye kadar soğutmaya devam et.
Sakın alkollü içecek verme.
Bilinci ve davranışları normalse içecek bir şey ver.
Bilinci yerinde değilse içecek bir şey verme, boğulmasına neden olabilirsiniz.
Kramp sonucu bilinçsiz hareketler yaparsa yaralanmasını engelle.
Kusuyorsa yan yüzükoyun yatır.
Çok acele tıbbi yardım çağır.

*http://olmayadevletcihanda.blogcu.com/

22 Ekim 2011 Cumartesi

Uygarlık Karşıtı Anarşistlerden Mektup

“Uygarlık Karşıtı Anarşistlerden Mektup”
Tekno-endüstriyel kapitalist uygarlık Tabiat Ana’ya ve sakinlerine saldırılarını sürdürürken ve bu ölümcül yaşam biçimi insanlığın içine gün be gün daha da sinerken TOTAL bir Kurtuluşun çığırtkanı olan tekno-endüstriyel uygarlığa savaş açan anarşist hareketin bir parçası olarak kendi bölgelerimizde ve yerellerimizde arzuladığımız özgür, yabancılaşmamış, tahakkümün zerresinin bile olmadığı ve doğayla ahenk içinde olan bir yaşam biçimi için başladık mücadeleye…
 Mücadele, tekno-endüstriyel uygarlığın yıkımına yönelik olduğu kadar başka bir yaşam biçiminin yaratılmasını amaçlamaktadır…”Yaşam Tarzı mı Toplumsal mı” gibi sahte ikilemlere düşmektense yabancılaşmamış ve parçalanmamış bir yaşamı gerçekleştirme yolunda mücadele biçimimiz de “yabancılaşmamış-parçalanmamış ve doğrudan” ilişki biçimleri ve yöntemleri içermesi gerekiyor…Bunun için her türlü formal örgütlenme (örgüt, parti, sendika, federasyon, platform vs.) yöntemini reddediyor yerine doğrudan, organik ve samimi ilişki biçimlerinde buluşmayı, çoğalmayı ve toplumsallaşmayı tercih ediyoruz. Çünkü  bizler toplumsal devrim mücadelesinde hiçbir üyeliğin, aidiyetin ve temsiliyetin TOTAL ÖZGÜRLEŞME’yi gerçekleştiremeyeceğine inanıyoruz.  
Kemikleşmeyen, geçici ve samimi ilişki biçimleri yabancılaşmamış ve parçalanmamış başka bir yaşam biçimini yaratmak için en iyi araçlardır. Benzer düşünen kişilerin arzuları doğrultusunda, hiçbir grup baskısı olmadan gerçekleştirilen kolektif etkinlikler ve doğrudan eylemler gerçekleştirmek birincil amaçlarımızdandır.  
Tekno-endüstriyel kapitalist uygarlık saldırılarını her geçen gün daha da hızlandırırken, onun yıkımına yönelik fikirlerimizi yaymanın ve doğrudan eylemlerin aciliyetine ve önemliliğine inanıyoruz… 
Gezegeni her geçen gün yaşanmaz hale getiren, insanlığı cinnete sürükleyen, gezegenin üzerindeki her şeyi alınacak-satılacak metalara indirgeyen ve bunun için yok etmekten, talan etmekten çekinmeyen, bu sistemin yıkılması şart…Sistem kendi sonunu hazırlarken diğer yok olan türler gibi insan türünün de sonunu getirecekmiş gibi görünüyor..İnsanlığın gönüllü rızasıyla ayakta tutulduğu ve yokluğunun imkansız olduğuna inanıldığı çağımızda, bu boş inançları yerle bir etmemiz gerekiyor..Aksi taktirde insan türü pek de uzakta görünmeyen bir gelecekte büyük felaketlere doğru gidiyor…Önümüzde iki seçenek var…Ya sistemin sürmesine izin vericez ve çökerken insan türü de büyük ölçüde yok olacak ya da doğayla yeniden ahenk içinde yaşayacağımız, devletlerin, otoritelerin olmadığı dolayısıyla savaşların, tahakkümün, sömürünün ve zulmün olmadığı bir dünyayı yaratmak için toplumsal ayaklanmalar ve isyanlar bu ölümcül sisteme nihai yumruğu indirecek… 
Bizler bu sistemin yıkımında mücadele etmeyi tercih ediyor ve ona karşı bir başkaldırı ve isyan çığırtkanlığını sürüklemek ve yaymak istiyoruz…Onun yara alacağı her noktasından saldırmak, hasarlar vermek birincil amaçlarımızdandır…Bunun için anti-propagandif, ajitatif ve şiddetli-şiddetsiz her türlü eylemsel etkinliği destekliyoruz… 
Bizler sisteme sonunu getirecek nihai yumruğu indirmeden önceki süreçte yıkıcı mücadelemizle eş güdümlü yürüyecek başka bir yaşam biçimini yaratmak ve bunun için beceriler elde etmenin zorunluluğuna inanıyoruz...Çünkü hayatlarını uzmanlara ve bilirkişilere teslim eden, işbölümüne, uzmanlaşmaya ve bir makinenin dişlisi olmaya rıza gösteren kişi özgür olamaz...Mega makine yarattığı yaşam biçimiyle, kişiyi kendi kendine ayakta kalma ve karar alma yetisini geliştirmesine izin vermeyerek acizleştirmiş, onu uzmanlara ve temsilcilerine bağımlı bıraktı. Gündelik yaşamın uygarlığı toplumu içinden çıkılamaz bir “işbölümünün” dolayısıyla acizliğin içine sürüklüyor…Her geçen gün sisteme olan bağımlılığımız daha da artıyor. Genetik mühendisliği, Gıda Endüstrisi, Tıp endüstrisi, Kriminoloji Endüstrisi, Bilişim Teknolojisi ve Enerji Endüstrisi esasında Sanayi Toplumunun ta kendisi kendisini durmaksızın yenilemek ve insanlara kendilerine bağımlı olduklarına inandırmak zorunda… 
Fakat bir gerçek var ki, sistem ona müsaade etmediğimiz sürece devam edemez. Başka bir yaşam biçiminin mümkün olduğunu göstermezsek, bu sistem vazgeçilemez olmaya devam edecektir. Bu yüzden başladık, sistemi hayatlarımızdan hücre hücre yıkmaya…

18 Ekim 2011 Salı

Steve Best - 21.Yüzyıl Devrimi

Dr. Steve Best


Soruna Giriş
Özgürlük, haklar, demokrasi, şefkat etiği, barış, türler arası adalet ve ekoloji savaşında bir çok kaleyi kazanıyoruz.
Ama savaşı kaybediyoruz.
Hırs, şiddet, yağmalama, çıkar ve tahakküm savaşını. Uluslarlarası şirketlere, dünya bankalarına ABD imparatorluğuna, Batı askeri makinelerine karşı olan savaşı. Ekonomik büyümeyi, teknolojik gelişmeyi, aşırı üretimi, aşırı tüketimi ve aşırı nüfus artışını her yere yayan sistemlere karşı olan savaşı.
Son on yıllarda yaşanan yoğun sosyal ve çevresel mücadelelere rağmen, demokrası ve ekoloji mücadelesinde toprak kaybediyoruz.


Son 20 yılda neoliberalizm ve küreselleşme, sosyal demokrasileri mahvetti, zengin ve yoksul arasındaki uçurumları genişletti, çiftçileri işsiz bıraktı, bütün dünyayı bir pazar haline getirdi. O eski tarz emperyalizm ve kaynak tüketiminin yanında artık insanlar genetik mühendislikle, biyokorsanlıkla, genlerin patentinin alınması, ve tohum kontrolüyle karşı karşıyalar. McDonaldlaştırma ve  tarım işi dünya çiftçilerini  bir yandan yutarken bir yandan da bütün çeşitliliği yok ediyor. İnsan gücü azalırken şirketlerin gücü büyümeye devam ediyor.
Ekolojik bozulma  işaretleri her yerde; azalan yağmur ormanlarından yok olmuş balıkçılığa, gözden kaybolan yabana ve yükselen deniz seviyelerine dek. Tarih boyunca toplumlar yerel çevrelerini yok ettiler; ama son 20 sene içerisinde insanlık küresel bir iklim değişikliğine sebep olunca gezegendeki ekolojiyi bozdu. Dahası, artık gezegen tarihinde yaşanan altıncı yok oluş krizinin içindeyiz, son yok oluş krizi dinozorlar çağında, 65 milyon yıl önce yaşanmıştı. Son beş tanesinden farklı olarak, bu seferki kriz insan eylemlerinden kaynaklı: dünyaya çarpan meteor biziz. Korumacı biyologlar, önümüzdeki on yıllarda dünyadaki bitki ve hayvan türlerinin üçte birinin yok olabileceğini öngörüyorlar. 2050 yılına kadar dünya nüfusu 9 milyar olacak, ve Çin’deki et tüketimi iki kat artacak; küresel et tüketimindeki artış BM’i sürdürülebilir bir geleceğe sahip olmak için tek geçerli yolun vegan beslenme tarzına doğru küresel bir kayma olduğunu söylemeye itti.
Küresel kapitalist sistem insanları, hayvanları ve doğayı yok ediyor. Sürdürülmesi imkansız son 300 yıllık endüstrileşmenin ve pazar ekonomisinin faturasını ödeme zamanı geldi. Bu sistemin insanîleştirilmesi, medenîleştirilmesi, yeşil dostu yapılması imkânsız; bu sistemin, akla gelebilecek bütün seviyelerde- politik, ekonomik, yasal, kültürel, teknolojik, ahlaki ve kavramsal boyutlarda bir devrimle aşılması gerekiyor.
Son otuz yılda çevreciliğin sosyal adalet olmadan ve sosyal adaletin de çevrecilik olmadan gerçekleştirilemeyeceğine dair artan bir farkındalık söz konusu. Bu bilgi bize ABD çevre hareketini, EarthFirst!’ün kereste işçileriyle ittifak kurmasını, Zapatistaların koalisyon oluşturmasını ve işçileri ve çevrecileri bir araya getiren 1999 Seattle Savaşı’nı hatırlatıyor.
Ama gene de bir şeyler eksik, denklem çözülmedi, strateji işe yaramıyor. Sadece bir türün çıkarları temsil ediliyor ama,  milyonlarca diğer türün çıkarları, sadece insan kullanımı için gerekli kaynaklar olarak görülenler hariç, dikkate alınmıyor bile. Ama son otuz sene içerisinde yeni bir toplumsal hareket doğdu- hayvan özgürlüğü. Hayvanları savunma hareketinin gücü ve potansiyeli henüz anlaşılmadı ama 21.yy politikasında eşit bir temsili de hakediyor. Bir çok sınırlarına rağmen kavranması ve toplumsal değişim projesine dahil  edilmesi gereken devrimci bir potansiyele sahip.
Barış, adalet, demokrasi, otonomi ve ekoloji adına mücadele eden ilerici insanların hayvan özgürlüğü hareketine duyulan ihtiyacı ve bunun geçerliliğini iki sebeple kabul etmesi gerekiyor. Birincisi, ahlâki bir açıdan hayvanların maruz bırakıldığı sömürü, acı ve gaddarlık öylesine büyük, derece ve tür olarak öylesine devasa ki merhamet, adalet, hak ve şiddete başvurmama gibi değerleri olduğunu söyleyen herkesten derin ahlâki ve politik tepkiler görmeyi hak ediyor. Her yıl insanlar 70 milyon deniz ve kara hayvanını onlardan gıda oluşturmak için katlediyor; milyonlarcası deney laboratuarlarında, kürk çiftliklerinde ve av alanlarında ve akla gelmeyen nice öldürme alanlarında öldürülüyor. İkinci olarak, stratejik anlamda hayvan özgürlüğü hareketi insan ve hayvan özgürlüğü için de temel bir öneme sahip. Bir çok açıdan insanların hayvanları tahakküm altına alması, insanın insanı da hakimiyet altına almasının temelini hazırlıyor, ayrıca küresel ekolojik krizi de tetikliyor. Hayvan özgürlüğüne dahil olmadan etikte, psikolojide, toplumda ve ekolojide devrimci değişiklikler meydana gelemez.
İnsan, hayvan ve dünya özgürlük hareketlerinin ayrılmaz bir biçimde birbiriyle bağlı olduğunu daha iyi anlıyoruz, hepsi özgür olana dek hiç biri özgür olamaz. Bu yeni bir görüş değil, aslında yitirilmiş  bir hakikat ve bir bilgelik. 2500 önce şu sözleri söylemiş olan Pisagor’u hatırlayın: “insanlar hayvanları katlettikçe birbirlerini öldürecekler. Gerçekten de cinayet ve acının tohumlarını ekenler neşe ve sevgi biçemezler.” Günümüzün acil konularından birisi de bu içgörünün manasını tamamen anlamaktır.
Sembiyotik, holistik ve birbirine  kitli ilişkilerini düşününce artık insan, hayvan ve dünya özgürlüğünden birbirinden bağımsız mücadelelermiş gibi söz etmememiz lazım; tersine topyekûn  bir özgürlükten söz etmemiz gerek. Topyekûn özgürlük derken, bütün canlıların mükemmel bir özgürlük ve mutluluk  durumuna ulaştığı türden metafizik bir ütopyadan söz etmiyorum. Tersine, holistik olarak hareketlerin birbiriyle ilişkisini, kapitalizmle diğer baskı modlarıyla ilişkisini ve  ortak zalimlere karşı sınıf, cinsiyet, ırk ve ulusal sınırların ötesinde sentetik ittifaklar kurduğumuz politik süreçlerden, demokrasiyi ekolojiye ve toplumsal adaleti hayvan haklarına bağlayacağımız teorik bir süreçten söz ediyorum.
Dünyanın “özgürlüğü”nden metaforik olarak söz ederken, bunu hayvanlar için gerçek anlamıyla kullanıyorum; çünkü onlar bütün sömürülen sınıflar ve  köle sınıfları arasında en eski, en büyük, en ihmal edilmiş ve en çok sömürülmüş grubu oluşturuyorlar. İnsanlar gibi hayvanlar da duyguları olan, bilinçli, hisseden ve düşünen canlılar olup istekleri, arzuları, çıkarları olan ve daha fazlasına sahip canlılar. Doyurulmak isteyen potansiyelleri ve becerileri, ancak doğal ortamlarında insan müdahalesi olmadan gerçekleştirilebilecek kompleks fiziksel, psikolojik ve sosyal gereksinmeleri olan canlılar. Hayvanlar insan tahakkümü ve sömürüsü sistemlerinden özgür olabilirler, olmalılar-sonuçta bunların yıkıcı sonuçları var- doğal evrimleri sonucunda dönüştükleri kompleks canlılar olarak hayatlarını yaşamak için özgür kalmaları gerekiyor.
İnsan/hayvan özgürlüğü denkleminin her iki yanında daha geniş vizyonlar ve politikalara gerek duyulduğunun altını çiziyor ve  sayıca çok az bulunan stratejik ittifaklar kurulması, yeni diyaloglar ve öğrenmeler geliştirilmesi gerektiğini söylüyorum. Bu tür bir ittifak politikası veganizm ve hayvan özgürlüğü dışlandıkça hem zayıf hem de soyut kalıyor. Bu konular artık  dogmatik , cahil ve türcü Solcular tarafından  görmezden gelinemez, marjinalize edilemez, dalga geçilemez ve sıradanlaştırılamaz. Aynı şekilde, veganlar ve hayvan hakları savunucuları tek konu odaklı ve  tecritçi bir bakış açısıyla yollarına devam edemezler, kapitalist sistemi değiştirmenin gereğini kavramak  ve elitizm, cinsiyet ayrımcılığı ve ırkçılık gibi kendi önyargılarıyla yüzleşmek zorundalar; ayrıca toplumsal adalet ve çevre hareketleriyle ittifaklar kurarak ekstrem hallerde bulunan yalıtılmışlıklarını aşmak zorundalar. Her hareketin diğer bir hareketten öğreneceği şeyler var, hiç bir hareket bir diğeri olmadan amacında ulaşamaz.
İktidara Çok Perspektifli Bir Yaklaşım
Topyekûn özgürlük politikası için iktidar ve tahakküme yönelik hem çeşitli hem de kapsayıcı bir kuram geliştirilmesi gerekiyor; çünkü farklı iktidar modlarının nasıl oluştuğu, evrim geçirdiği, birbirine karıştığı ve birbirini zorladığı anlaşılmadan ittifaklar oluşturmak kolay değil. İktidar; kompleks, biribirini kitleyen ve ayrıksı birşeydir, tek bir grubun ya da  ilgi alanının bakış açısından bakarak yeterince aydınlatılamaz.
Dünyamızdaki temel sorun sınıf  sorunu değil, çünkü sınıf, iktidarın tek tezahür biçimi değil; ayrıca  ilk biçimi ya da fontu da değil; sınıf, hiyerarşi etrafında organize olmuş daha geniş bir tahakküm sisteminin bir sebebi değil, bir semptomu. Hiyerarşi, farklılıkları üstün ve aşağı şeklinde sıralayan ve aşağı olanın üstün olanın gözünde hiç bir değeri olmadığı türden bir kafa yapısı ve bir kurumdur. Hiyerarşik tahakkümün kafa yapısı ve kurumlar ataerkillik, ırkçılık, devlet ve özel mülk gibi farklı olgulardan ortaya çıkar.
Hiyerarşinin temeli tarih öncesi dönemde saklı, doğal olarak hiyerarşinin toplumda ilk kez ne zaman nerede ve nasıl ortaya çıktığına dair farklı yorumlar ve keskin tartışmalar yapılıyor. Örneğin; Marksistlerin söylediği gibi doğanın tahakküm altına alınması insanların da hakimiyet altına alınmasına mı yol açtı, yoksa anarşist Murray Bookchin’in söylediği gibi insanların tahakküm altına alınması mı doğanın tahakküm altına alınmasına yol açtı?  Bazı kuramcılar bütün baskı modlarını tek bir olguya indirgemeye çalışıyorlar, ırk, cinsiyet veya sınıf gibi, bu tek olgunun diğerlerinin kendisinden meydana geldiği iktidar fontu olduğunu söylüyorlar.
En kötü şöhrete sahip olansa, klasik Marksistlerin bütün mücadeleleri sınıfa indirgemiş olması. Ataerkillik ve ırkçılık gibi toplumsal meseleler “soru” olarak görülüp ihtilaf yaratan konular olarak kenara konuldu, ayrıca varlıklarının tartışmalı bir hal alacağı türden bir devrim sonrası toplumu yaratana dek de ileri bir tarihe ertelendiler. Bürokrasilerin, cinsiyet ayrımcılığının ve ırkçılığın devlet sosyalizminin yaşandığı Çin ve Rusya gibi toplumlarda yeniden ortaya çıkması sonucu bu devletler tarafından bu bakış açısı reddedildi. Aynı şekilde radikal feministler ataerkilliğin tarihteki en temel hiyerarşi biçimi olduğunu söylüyorlar; ama türcülük ve insanın diğer hayvanları tahakküm altına almasının; sınıf, cinsiyet ve ırk gibi tahakküm biçimlerinin yapılanmasında hayati öneme sahip olduğuna dair elimizde güçlü kanıtlar var.
En iyi yaklaşım, çeşitli baskı modları arasında hem aynı olan ve her birisi için spesifik olanın ne olduğunu gören çok perspektifli bir optik geliştirmektir. Tarih boyunca evrim geçirmiş bir çok iktidar mekanizması ve modu bulunuyor, çoğu kez de birbirini zorluyor ve birbirini de kapsıyorlar- kapitalizm emek gücünü sömürmek ve ezilen grupları birbirinden ayırmak için ırkçılıktan ve cinsiyet ayrımcılığından besleniyor. Ancak; hiyerarşi özel mülkiyetin, ekonomik sınıfların ve devletin ortaya çıkmasından , ataerkillik de sınıf düzeni oluşmasan binlerce yıl önce  insan toplumunda oluşturulduğu için, bunlar aynı anda bağımsız iktidar sistemleridir.
İnsanlar; tarihi teolojik perspektiften, hümanist perspektiften, çevreci determinizm perspektifinden yazarken günümüze dek hayvan perspektifinden bu konuda ortaya konmuş çok az bir çaba görüyoruz. Marks bir keresinde “tarihin bilmecesi”nin, yani tahakkümün kökenlerinin teoriyle kavranıp pratikte komünizmle çözüldüğünü söylemişti; oysa aslında hiyerarşi ve tahakkümü sürdüren toplumların kökeni ve evrimi, hayvansal bakış açısı olmadan çözümlenemez; çünkü insanın diğer hayvanlara yönelik 10 bin yılı aşkın hakimiyeti insanın en önemli sorunlarını kavramak için yaşamsal bir öneme sahip; çünkü bu konuda bu sorunları çözmek için temel bir önem arzediyor.
Hayvansal Bakış Açısı Teorisi
Feminist bakış açısı teorisine göre baskı altındaki her grubun toplumun doğası ile ilgili önemli bir perspektifi ya da kavrayışı vardır. Farklı ırklardan insanlar, örneğin, sömürgeciliği ve ırkçılığın patolojisini aydınlatabilirler, öte yandan kadınlar tarih boyunca bu kadar çok farklı toplumsal iktidar moduna destek veren ataerkilliğin mantığını ortaya koyabilir.
Hayvanlar kendi acılarını insan diliyle ifade edemezler; ama ancak hayvansal bakış açısıyla- yani insanların diğer hayvanlarla nasıl bağ kurduğu ve onları nasıl sömürdüğünü analiz ederek- hiyerarşinin ortaya çıkışını ve gelişmesini kavrayabiliriz. Bu bakış açısı olmadan insanların hayvanlar, doğa ve birbiri üzerindeki tahakkümünün temel dinamiklerini; insan şiddetinin, savaşın, militarizmin ve soykırımın; devam eden hayvan kırımının; günümüzde yaşanan küresel ekolojik krizin ana sebeplerini kavrayamayız. Bu bakış açısından bakarak insanın insanı ezmesi ve insanın doğayı sömürmesinin köklerinin insanın hayvanları baskı altına almasında yer aldığını görebiliriz.
Bir çok antropolog on bin yıl önce tarım toplumunda hayvanların evcilleştirilmesine yönelik zalimliklerin aslında hiyerarşi, devletçilik ve diğer insanların sömürülmesi için gerekli kavramsal modelleri insan kültürünün ciğerine şiddet ekmeye başladığı süreç sırasında yarattığına inanıyor. Belki  de insan tarihi içerisindeki en azimli devrim avcı-toplayıcılıktan tarım toplumuna geçişte yaşanmıştır. Nomadik bir hayat tarzı yerine insanlar tek bir bölgede toplanmaya başladılar, doğanın onlara verdiği şeyler yerine hayvanları ve bitkileri beslemeye başladılar ve böylece yaban türleri evcilleştirmeye başladılar. Yaban bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi sürecinde ve tarihlerinde ilk kez gıda fazlası üretirken, çok önemli şeyler oldu: tarım toplumları hızlı bir nüfus artışı yaşadılar, topraklarını genişlettiler, ilk toplumsal hiyerarşi biçimine dönüşen bir işbölümü ortaya koydular, kendilerini doğadan bağımsız ve diğer hayvanlara üstün olarak görmeye başladılar, fiziksel ve canlı süreçleri kendi manipülasyonları ve kontrolleri için kullanmaya başladılar.
Avlanmanın, sürü gütmenin ve hayvanları evcilleştirmenin doğrudan bir sonucu olarak insanlar tahakkümcü bir dünya görüşü geliştirdiler ve hayvanların tahakküm altına alınması diğer insanların, doğanın ve bir çok hiyerarşilerin ve  patolojilerin geliştirilmesi için yolu açmış oldu. Hayvanların kontrol altına alınması, bedenlerinin ve biyolojilerinin manipülasyonu, şiddet uygulamada görünen kronik artışlar, başka bir yaşam öznesi üzerinde uygulanan hiyerarşi, yaşayan süreçlerin zorla manipüle edilmesi, hayvanların bir meta olduğu ve sahibinin bulunduğu ile ilgili kavramların ortaya çıkışı, onların çektiği acılara karşı geliştirilen kayıtsızlık- bütün bu pratikler ve tavırlar, ve hatta daha fazlası insan  kültürünü ve bilincini belirlemeye başladı. İktidar sistemleri, sosyal olarak kabul edilebilir şiddet biçimleri, her insanın diğer bir insanla olan ilişkisini kökten değiştiren, elitlerin farklılığı bir rütbe biçimi haline getirip doğayı, hayvanları , kendi toplum üyelerini, zenginlik ve iktidarlarını genişletmek amacıyla işgal ettikleri toplumları zorla boyun eğdirdikleri hiyerarşi ilkeleri kurdular.
Hayvanların tahakküm altına alınması ve sebep olduğu detaylı, incelikle işlenmiş ve köklü türcü ideoloji, insanların diğerlerini tahakküm altına aldığı sistemlerin kurulmasını kolaylaştırdı. Hiyerarşik düşüncenin prototipini oluşturdu ve böylece bir çok taktik ve teknolojinin kontrol altına alınmasıyla onun ideolojisini sağladı. Hayvanlar  ilk meta biçimiydi, miras alınmış bir zenginlikti, ilk kapitaldi ve ilk kölelerdi.
Hayvanların evcilleştirilmesi kadınların üreme ve emek amacıyla esir haline getirilmeleri amacıyla cinsel anlamda boyun eğdirilmelerine bir model teşkil etti, ayrıca Mezopotamya şehir devletlerinin de büyükbaş hayvanları yönetme biçimleri, kendi kölelerini üremeye zorlama ve emeklerini sömürmeleri için yolu açmış oldu. Tabii doğal olarak kölelik Sümer’de ortaya çıktı, bu bölge Orta Doğu’da merkezî bir bölge olup tarımın ortaya çıktığı yerdi, ayrıca hayvanların evcilleştirilme pratiklerinin bir uzantısı olarak evrim geçirmiştir. Hayvanların sömürülmesi, siyahların insanlıktan dışlanması ve  köleleştirilmesi için bir model, bir metafor oldu, teknoloji ve pratikler sağladı. Hadım etmekten zincire vurmaya, kulak kesmekten damgalamaya, aileleri yok etmekten açık artırmada satışa dek beyazlar hayvanları uzun zamandır boyunduruk altına almış olmanın bilgisine sahiptiler ve bu bilgileri 15-19.yy arasındaki uluslararası köle ticareti sırasında özgürce kullandılar.
Jim Mason’a göre çiftçilik bir çok farklı bölgede göründü; ama Orta Doğu; Mısır, Maya, İnka, Aztek, Çin ve Hindistan’dan gelen koyun, keçi, at ve büyük baş hayvanlar gibi büyük hayvanların evcilleştirilmesine bağlı ve bu durumdan güç alarak ortaya konmuş genişlemeci ve tahakkümcü bir hayat tarzına bağlılığı sebebiyle ayrılıyordu. Sürü sistemi çiftçi kültürlerine zenginlik ve güç bağışladı, çünkü onları savaşlara ve  işgallere yönlendiriyordu, hayvancılığın genişlemeye yatkın olan gereksinimleri sebebiyle böyle oluyordu; bu kültürler dikkat çekecek şekilde kaba ve agresif kültürlerdi. Orta Doğu’nun soyundan gelenler, gezegenin en merhametsiz ve güçlü hakimleri olma geleneğini sürdürmeye devam edenler Avrupalı ve Amerikalılardı.
Hayvanları boyunduruk altına almak,  diğer insanları kontrol etmek için kullanılan teknolojileri sağlamakla kalmadı, buna  kavramsal bir çerçeve de kazandırdı. MÖ 4. Yy’da Aristo açık hiyerarşik felsefeyi formüle etti. Herşeyin bir amaç uğruna var olduğu, bunun da mükemmellik ölçeğindeki daha ulu varlıkların ihtiyaçlarını karşılamak olduğunu söyleyen teleolojik bir dünya görüşünü savundu. Bitkilerin amacı hayvanlara yem olmaktı, hayvanlar bize gıda oluyordu, bizim görevimiz de Tanrı’yı ve evreni düşünmekti. İnsanların beyni en üst seviyedeydi, daha alt ya da aşağı zekaya sahip canlılar tam olarak insan değildi ya da hiç insan sayılamazdı. Böylece Aristo köleliği varlıkların doğal düzeninin bir parçası saymış oldu. Rasyonalizm felsefesi böyle doğdu; bu, insanların rasyonellik kategorisini kullanıp kendilerini hem hayvanlardan hem de diğer insanlardan radikal olarak ayrı tuttuğu düalistik bir mantıktır.
Ama bir zamanlar Batı, ataerkil – rasyonellik normlarını, insanlığın özü ve sosyal normalliğin ölçüsü kabul ediyordu, öncelikle hayvanları öteki olmanın ölçüsü olarak kullanınca, o zaman farklı, egzotik, koyu renkli insanları ve tipleri ya insan değilmiş gibi ya da alt-insan kategorisine dahil ederek görmek kolaylaştı. Böylece hayvanları insan toplumundan dışlamak için kullanılan kriterin aynısı bu sefer siyahları, kadınları, “delileri”, engellileri ve daha bir çok grubu dışlamak için kullanıldı.
İnsanın insanı tahakküm altına alması ve bunun savaş, kölelik ve sorkıyımla gerçekleştirilmesi genellikle kurbanların dil yoluyla aşağılanmasıyla başlar. Ancak insanlıktan çıkarmanın araçları ve metodları türetilmiş şeylerdir, çünkü türcülük Batı’nın diğer halklara olan gaddarlığnı cesaretlendiren, sürdüren ve meşrulaştıran kavramsal paradigmayı sağlamıştır. Tarih boyunca hayvanları kurban haline getirşimiz birbirimizi kurban haline getişirimizin modelini ve temelini oluşturmuştur. Tarih insanların hayvanları sömürüp katletmesi; ardından diğer insanlara hayvanmış gibi davranıp aynısını onlara yaptığını gösteren bir kalıbın varlığını ortaya koyuyor. Fethedenler ister Avrupalı emperyalistler, Amerikali sömürgeciler ya da Alman Naziler olsun Batılı saldırganlar kılıç oyunundan önce kelime oyunu oynadılar, kurbanlarına “fare”, “domuz,” maymun” ve “aşağılık hayvan” gibi isimlerle hitap ettiler.
Bir kez hayvan ya da alt-insan konumunda olup da beyaz Batılılardan daha alttaki bir evrimsel basamakta olduklarına ikna olunduktan sonra, baskı altına alınan insanlara uygun şekilde davranıldı; öncelikle hayvan gibi görüldükleri için hayvan gibi avlandılar. Ahlâki toplumdan dışlanan ilk sürgünler olarak hayvanlar ezilenleri çöp kutusuna atmak için uygun bir bahane oluyordu zalimler için. Sömürgecilik insanın hayvanlar alemine olan üstünlüğünün doğal bir uzantısıydı. Charles Patterson “Bir çok Avrupalı için beyaz ırk diğer aşağı ırklardan daha üstün olduğunu onları etki altına alarak göstermiş oluyordu, aynen insan ırkının bir bütün olarak onları kontrol altına alıp ezerek hayvanlara üstün olduğunu kanıtladığı gibi” diyor. Afrika, Hindistan, ve Avrupa sömürgelerindeki büyük hayvan avları Avrupa’nın toprağa, hayvanlara ve halklara hakim olduğunun bir sembolüydü ve bin yıl boyunca avcılık hem bir hakimiyet ritüeli oldu, hem de erkeğin hayvanlar ve kadınlardan üstün olduğunu ortaya koymanın bir aracı olma rolünü üstlendi.
Bütün Sol’un gözünden kaçansa, insanın hayvanları tahakküm altına almasını meşrulaştırmak için kullandıkları argümanların-yani hayvanların sözde akıl ve dile sahip olmadığı argümanının- emperyalistlerin yerli halkları katlederken ve erkekler kadınları sömürürken  kullandığı argümanla aynı olduğuydu. Tür ayrımcısı görüşe sahip hümanistler bu yüzden ironik olarak kendi hakimiyetlerini güçlendirirken bu tahakkümün kökenlerini anlamak için hayvansal bakış açısına yaklaşamıyorlar, ve böylece geçerli bir özgürlük politikasını geliştirecek bir duruma sahip olamıyorlar. Cinsiyet ayrımcılığı, ırkçılık ve engelli olmamanın üstünlüğü gibi ayrımcılıklara ek olarak tür ayrımcılığı da hem anti-semitizmde hem de Nazizmde doğrudan bulunuyor. Nazilerin Yahudileri ve entelektüel ve fiziksel anlamda “uygunsuz” buldukları diğerlerini böyle görmesi firavunların hayvanlarla aynı görülmesine dayanıyordu, ayrıca ırk ıslahı da “aşağı” hayat formları tarafından “kirletilmemiş” “saf” ve “üstün” bir ırk yaratma arzusuna dayanıyordu. Dahası,  hayvanlara yönelik gaddarlıklarını meşrulaştırmak için insanların başvurduğu “Güçlü olan haklıdır” ideolojisi de Nazi ideolojisinin merkezinde yer alıyordu. Hitler’in temel bakışı, doğanın mücadele yasasına göre işlediğiydi ve dünya görüşünü de  şöyle özetliyordu: “güce sahip olmayan hayatta olma hakkını kaybeder”. Bu bakışın kökleri insanların hayvanların hakimiyet altına almasında bulunuyor.
Son olarak,  Nazi toplama kamplarında kullanılan endüstriyel öldürme biçimlerinin ABD mezbahalarında 19. yüzyılın sonlarında kullanılan tekniklerden model alındığını söylemek  gerek. Yahudi soykırımı kurbanları hayvanların mezbahaya götürüldüğü aynı tren raylarında taşındılar, insanlar tavuk çiftliklerindeki tavuklar gibi bir araya tıkıştırıldılar, ve Auschwitz gibi öldürme alanlarının kendi mezbahaları vardı. Hayvanların topyekûn nesneleştirilmesi ve masum canların mekanize bir biçimde  öldürülmeleri insanlar için  kitlesel öldürmelere yönelik bürokratik yönetimlerin ve teknolojilerin kolayca kendilerine de  uygulanabileceği konusunda yapılmış bir uyarı anlamına gelmeliydi. Bu yüzden Theoro Adorno dokunaklı bir biçimde şu sözleri söylemişti: “Auschwitz bir insan bir mezbahaya bakıp da “ama onlar hayvan” diye düşündüğü zaman başlar.”
Sol Türcülüğünün Eleştirisi

(Marksist/sosyalist/ilerici) Sol, geleneksel olarak ekonomiyle  ilgili olmayan baskı biçimlerini anlama ve onları ele alma anlamında geride kaldı. Solun; ırkçılığı, cinsiyet ayrımcılığını, nasyonalizmi, dini, kültürü, günlük hayatı, ideoloji ve medyayı, ekolojiyi ve diğer konuları anti-kapitalist çerçevesine dahil edebilmek için on yılların geçmesi gerekti, ve bunu yapabilmek için de bir çok özgürlük hareketinin baskısını hissetmek zorunda kaldılar. Bu ekonomik indirgemeci çerçeveye ek olarak Solcuların spektrumu hiç bir eleştiri getirmeden insanmerkezci, tür ayrımcısı ve hümanist Batı kültürü ideolojilerini özümsemiştir. Alternatif, radikal ve özgürleştirici çerçevenin uzağında, Solculuk bir diğer baskı biçimi , kurumsallaşmış şiddet ve tahakküm kültürü olarak ortaya çıktı.
Bu tür miyop Solculuk sadece Karl Maks’tan kaynaklamıyor, onu sarıp sarmalayan geleneklerden de kaynaklanıyor, modern hümanizm ve Aydınlanma’dan yani. Elbette, şiddet dolu, baskı dolu, ataerkil Katolik kilisesi tarafından yönetilen bir dünyadan bilime, aydınlanmaya ve demokrasi, eşitlikçilik ve hakları temel alan modern dünyaya doğru atılan adımlar ilerici adımlardı.
Ancak aydınlanmayı daha derin yönlere doğru taşıyamayan hümanizm, insanları hayvanlardan ayrı ve üstün tutup dünyanın sadece kendi amaçları adına varolduğuna inanan ve vahşi olanı ehlileştirmeyi hedefleyen Greko-Romen ve Hristiyan insan merkezci geleneği sürdürdü. Hümanizmin büyüsüyle Batı insancılığı kendini ilahi bir konuma yükseltti ve doğayı hiç düşünmeden, ona kibirle kendisine boyun eğmeye zorlayarak imparatorluğunu genişletme projesini devam ettirdi. Hümanizm insanların doğadan ve hayvandan kopmasının altını çizdi, ortodoks Hristiyan kavramı olarak, amacımızın doğal dünyayı fethetmek ve ona hakim olmak olduğu inancını bir kere daha tasdik etti. Hümanizm insanın doğadan kopmasına dayalı katastrofik bir ilüzyona dayanan işlevsiz ve şiddet dolu bir dünya görüşüdür. Bu yanlışın hayvanlar ve  insanlar için özellikle de gelişmiş teknolojiler ve bilim artı doymak bilmez bir pazar mantığıyla hareket edildiğinde çok fazla gerçek sonuçları vardır.
Kapitalistlerden ve sanayiden hiç farklı olmayan Sol da birlik halinde büyümeyi, endüstrileşmeyi ve doğanın tahakküm altına alınmasını kutladı. Marks ve Engels ekoloji konularına biraz duyarlılık gösterdilerse de, hayvan refahçıları, vejetaryen ve anti-dirikesimcileri hayırseverler, alkol karşıtları ve naif reformistlerle aynı küçük burjuva kategorisinde değerlendiriyorlardı. İkisinin de bu hareketlerin doğru bilimi, şefkat etiğini, ahlâki ilerlemeyi ve sağlığı savunmadaki öneminden haberleri yoktu.  Darwin’in doğal seçilim teorisini benimserken onun yaşamın devamlılığı ve hayvanların zekâsına gösterdiği önemi görmezden gelerek hayvanları basit içgüdüleri tarafından yönetilen organizmalar şeklinde görülen Kartezyen modelleri tercih etmişlerdi.
Anarşistler  hiyerarşiyi sistemlerin sayıca  çok oluşunu analiz etme  konusunda başarılılar, Markistleri merkezî  sistemleri ve elit organizasyonlarında toplumsal iktidar dinamiklerini yeniden üretmeleri konusunda eleştirirken de oldukça iyiler. Ama söz konusu hayvanlar olunca, anarşistler Sol’dan daha iyi olmadı, hâlâ değil. Murray Bookchin radikal politikayla ekolojiyi harmanlamak için insan merkezci ideolojileri eleştirdi; ama hayvanları vahşi canavarlara indirgeyen aynı tür ayrımcısı  görüşü de sürdürdü. Bir çok türdeki akıl, dil, kültür ve teknolojinin varlığını belgeleyen bilimsel çalışmaları bir kenara bırakarak Bookchin hayvanların akıl ve dilden yoksun  aptal yaratıklar olduğu biçimindeki Kartezyen-Marksist görüşü kullanır. Hayvanlar bu sebeple “ birinci doğa”ya aittir, insan kültürünün dünyası olan yaratıcı “ikinci dünya”ya ait değildir. Bookchin demokrasiyi ekolojiye bağlarken bir öncülük görevini yerine getiriyordu; ama günümüzdeki küresel krizin en önemli sebeplerinden birini, tarım ticaretini görmezden geliyordu.
Bu yüzden Bookchin’in ekolojik kriz kategorisi oldukça ince ve boştur. Eğer hayvanları şu andaki kapitalist toplumların ölçeğinde sömürüyorsa hiç bir toplum ekolojik sürdürülebilirlik düzeyini başaramaz. Fabrika çiftçiliği, su kirliliği, yağmur ormanlarının yok olması, çölleşme, ve küresel ısınma gibi büyük sorunların birincil nedeni. Dahası, ekinlerin, toprağın ve suyun son derece yetersiz kullanması anlamına da geliyor. Küresel et kültürü dünya halkları arasında eşitsizliği ve yoksulluğu da  çoğaltıyor, büyük baş hayvan baronları ve tarım ticareti köylüleri ve çiftçileri topraklarından ve toplumlarından koparıyor, yoksul Güney uluslarının kaynakları zengin Kuzey uluslarına akıyor. Her türden solcu,  fabrika çiftliklerinin, kürk çiftliklerinin ve dirikesimcilerinin  en korkunç şiddet biçimlerini onaylayan ve köleliğin kötülüğünü idrak etmeden sözde insancıl bir şekilde kölelere nekazetle davranmayı öneren aynı refahçı görüşleri  önermeyi sürdürüyorlar.
Çoğu çevrecide görüldüğü gibi, Sol balıkçılıkla ilgileniyor, balıklarla değil; ormanlarla ilgileniyor ormanda yaşayan canlılarla değil; insan kullanımı için “kaynak”larla  ilgileniyor, yoksa hayvanların içsel değerleri olduğu ile değil. Solun çevresel ilgileri doğal dünyaya duyulan bir hürmet duygusundan kaynaklanmıyor, daha çok İnsan varoluşu için sürdürülebilir bir çevrenin önemini anlamış görünen “aydınlanmış bir insan merkezcilik”ten (net bir oksimoron) kaynaklanıyor. Her ne kadar vaatleri varsa da, insanın doğaya yabancılaşması ve doğaya yönelik kibir duygusuna yönelik eleştiriler, toplumun ekolojiyle “yeniden uyumlu hale getirilmesi”ni önerirken (Bookchin) içindeki milyonlarca duygu sahibi türü gözönüne almadan sadece fiziksel çevreye odaklanan bir “yeni etik” kavramının tür ayrımcısı, miyop ve yetersiz olduğunun altını bir kez daha çiziyor.
Hümanizmin sınırları, şovenizmi ve  ikiyüzlülüğü şiddet ve baskının insan kurbanlarının dile getirdiği şikayetlerde görülebilir, bu insanlar kendilerine “hayvan gibi” davranıldığını söylerken sanki sömürü ve işkencenin diğer hayvan türlerine uygulandığı sürece kabul edilebilir bir durum olduğunu da ortaya koyuyorlar. Hümanizmin sorunu –istediği kadar evrensel, geniş ve “ilerici” olursa olsun- bağnazlığın onu özgürleşme projesi olarak yetersiz bir hale sokması, başka araçlar kullanarak bir hiyerarşi ve tahakküm biçimi haline gelmesi. Anarşistlerin Marksist işçilerin devletini yeni bir isim altında devam eden aynı politik tahakküm olarak görmesi gibi, hayvan özgürlükçüleri de her türden insancılığı-ister liberal, Marksist ya da anarşist olsun- bir diğer kötülük dolu tahakküm ve  kontrol sistemi olarak görüyorlar.
Sol türcülüğünün görünümü “ilerici” dergi, gazete ve online sitelerde hayvan sömürüsü konusunun gündeme getirilmemesinde de kendini belli ediyor. 1990’ların başlarında ABD’deki solcu dergi The Nation, bir fabrika çiftliğinde çalışan işçilerin çalışma koşullarını eleştiren bir yazı yazmış ama kafeslerde sıkış tıkış yaşayan tavukların gaddarca sömürülmesi ile ilgili tek kelime etmemişti. Oysa Gale Eisnitz’in kitabı Slaughterhouse hem insanların hem de hayvanların sömürülmesini belgelerken öldürme alanlarında işçilerin hayvanları maruz bıraktığı şiddetin işçilerin ruhsal durumunu nasıl etkilediğini ve bu psikolojik etkinin kendini ev içi şiddete dek taşıdığını da gösteriyor.
Ünlü anarşist yazar Michael Albert’ın 2006 yılında br hayvan hakları dergisine söylediği şu sözleri düşünelim: “ben dünyayı daha iyi bir yer yapmak amacıyla var olan toplumsal hareketlerden söz ederken hayvan hakları aklıma gelmiyor. Gerçekten hayvan haklarını mesela kadın hakları, latin hareketleri vb gibi görmüyorum…hayvan hakları ve onu takip eden eylemlerin geniş ölçekli bir şekilde tartışılması gerekiyor… ama mesela bu durum bana Irak’taki savaşı önlemek ya ada haftada 30 saat çalışma hakkını kazanmak kadar acil görünmüyor.
Görece konforlu hayatlar yaşayan insanların çalışma saatlerinin azaltılmasını esir edilip işkence gören ve her yıl en korkunç şekillerde öldürülen milyarlarca hayvanın ızdırabının önüne koymayı anlamak zor. Sol’un çoğunda olduğu gibi Albert milyonlarca canlının acısına karşı şok edici bir duyarsızlık gösterirken insanları, hayvanları ve çevreyi hasta eden en ciddi problemler arasındaki derin bağları kavrama konusunda holistlik bir vizyon da geliştiremiyor.
1960’lardaki şiddet, ırkçılık, savaş ve toplumsal kargaşa arasında Martin Luther King, Jr. geleceğe dair bir “dünya evi” hayal ediyordu. Bu kozmopolit ütopyada dünyanın her yanından insanlar barış ve uyum içerisinde yaşayacak, din ruhsal gereksinimlerini dindirirken kapitalizm de materyal ihtiyaçlarını karşılayacaktı. Ama bu ütopya; şiddeti, savaşı, yokluğu, yokoluşu ve ekokıyımı besleyen bu ekonomik sistem içerisinde mümkün olabilse bile, insanlar hayvanlarla ilişkisini radikal olarak değiştirene kadar King’in dünyası gene lanet olası bir mezbahadan, zincirin en üstündeki avcılar ve gene onlar için işletilen bir toplama kampından, bir yok etme kampından başka bir şey değil. King’in insan türü için hayal ettiği “rüya” her yıl gıda, giysi, “bilim” ve diğer sömürme sebepleri uğruna katledilen milyarlarca hayvan için “bir kâbus” sonuçta.
İnsancı ve şiddet içermeyen bir  ütopya, toplum diğer hayvanları eşitliğe dahil etmedikçe ve onlara  doğru adil ve eşit bir davranış geliştirmedikçe gene şiddet dolu bir karşı ütopya ve bir ikiyüzlülük olarak kalacak. İnsancı demokrasi türcü bir ikiyüzlülüktür. İnsancılık büyük bir kabileciliktir.
Bu yüzden, hayvansal bakış açısına göre, Solculuk özgürleştirici bir felsefe veya devrimci bir politika değildir; hayvanlara yönelik bir Nazizm veya Stalinizm’dir, tarih boyunca bir çok varyasyon ve permütasyon aracılığıyla kendini yeniden üreten hakim bir kültüre egemen olmuş en eski ve gerici bir düşünme biçiminin parçasıdır.
Ya Topyekûn Özgürlükten Söz et ya da Hiç Konuşma
İnsan ve hayvan özgürlük hareketlerini birbirinden ayıramayız, biri özgür olana dek diğeri de özgür olamaz. İnsanlar barışçıl, insancıl ve sürdürülebilir toplumları hayvanları sömürdüğü (ve böylece çevreye derin bir biçimde hasar vererek) sürece geliştiremeyecek, bu yüzden hayvanlar toplumlarda derin psikolojik ve kurumsal değişimler yaşanmadan özgürleşemezler.
Bu gezegen üzerindeki bütün türlerin kaderleri inceden inceye birbirie bağlı olduğu için hayvanların sömürülmesi insan dünyasında psikolojik, sosyal ve ekolojik anlamda büyük bir iz bırakıyor. İnsanlar hayvanları yok ettiğinde, kendi yaşamları için gereken yaşam alanlarını ve ekosistemleri yok ediyorlar. Milyarlarca çiftlik hayvanını öldürdüklerinde yağmur ormanlarını yağmalıyor, meraları çöle çeviriyor, küresel ısınmayı çoğaltıyor, toksik artıkları çevreye döküyorlar.  Küresel ölçekte bir fabrika çiftçiliği inşa ettikleri zaman çok büyük oranlarda toprak, ürün, su, enerjiyi saçıp savuruyorlar ve dünya açlığı sorunu da daha kötü bir hale getiriyorlar. İnsanlar duyguları olan diğer canlılara şiddet uyguladığı zaman birbirlerine de şiddet uyguluyorlar, bu da hayvanları istismar ederek büyüyen seri katiller ve kadınları, çocukları ve hayvanları döven erkekler tarafından defalarca doğruluğu kanıtlanmış bir durum. Hayvanları kendi tüketimleri için bir kaynak olarak araçlaştırdıklarında kendi kişisel büyüme ve şefkat kapasitelerini de bodur bırakmış oluyorlar. Dirikesimciler bir sene içerisinde yüzmilyonlarca hayvanı işkence edip öldürürken devlet onaylı ilaçlarıyla binlerce insanı yaralayıp öldürmüş oluyorlar, ayrıca  tıbbi ilerlemeleri antika ama çıkar sağlayan araştırma paradigmalarıyla tıkamış oluyorlar. Buradaki bağlantılar daha da fazla, hayvanların evcilleştirilmesi ve ataerkillik, devlet iktidarı, kölelik, hiyerarşi ve her çeşit tahakküm  biçimi arasındaki kavramsal ve teknolojik ilişkiler bunu ortaya koyuyor.
İnsan ve hayvanların ezilmesi arasındaki ilişkiyi anlamak, hayvanları savunan  her insanı azarlamak için kullanılan şu itirazın önünü tıkıyor: “peki ya insanların çektiği acı?”. Bu soru hayvanlara yardım etmenin insanın kuyusunu kazdığı gibi bir durumu varsayıyor, ayrıca Martin Luther King’in (o dar tür ayrımcısı bakışıyla) “karşılıklı bir ilişkinin süsü” diye nitelediği şeyi kavrama konusunda başarısız oluyor . Bunu idrak etseler de etmeseler de veganizmi ve hayvan haklarını savunan eylemciler kendiliğinden insan dünyasındaki bir çok kompleks soruna engaje oluyorlar.
İnsan, hayvan ve çevre sömürüsü birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı, birisine son vermeden diğer sömürü biçimini bitirmek mümkün değil. Meselâ; insan nüfusu oranlarının insanların daha eğitimli ve kadınların daha fazla hak sahibi olduğu yerlerde düşmesi dikkate değer. Ayrıca insanların çaresiz bir yoksulluk yaşamadığı yerlerde ağaçları kesmek ya da hayvanları avlamak için ekonomik bir ihtiyaç olmuyor. Eğer Afrika’da hayvan avcılığı yapmak yoksul köylülerin hayatta kalmak için tek şansıysa  yoksulluğun kök sebeplerine işaret ederek insanları öldürmeye iten ekonomik gerekçeleri elimine etmeye ihtiyacımız var demektir.
Hayvan özgürlüğü için etkili bir mücadele, o halde; yoksulluk, sınıf, politik çürüme ve nihayetinde uluslararası şirketler ve küreselleşme tarafından yaratılan eşitsizlikler gibi konuları ele almayı gerektiriyor. İnsanlar yıkıma yol açan politikaları onları üreten ve yeniden üreten küresel iktidar ilişkileri ve ekonomik, politik ve yasal kurumları değiştirmeden değiştiremezler. Hayvan sömürüsünü bütün dünyayı ve onun bütün yaşam formlarını meta haline getirip nesneleştiren,  biçim değiştirten ve tüketen kapitalizmi ortadan kaldırmadan yok edemeyiz. Değişim için isyan eden sayıca az vegan ve hayvan özgürlükçüsünü düşününce bu insanların tek ümidinin devrimci toplumsal ve çevre hareketleriyle köprüler kurmak olduğunu anlıyoruz.
Hayvanları kurtarmak için geçerli bütün yaklaşımlar, kararların iktidar sahibi çürümüş bir kaç kişi tarafından değil de demokratik karar verme haklarını kullanan topluluklar tarafından verildiği daha büyük bir demokrasiyi de savunmak zorunda. Doğal dünyada yaşanan kriz sosyal dünyada yaşanan krizin bir yansıması, burada şirket elitleri ve onların devletteki uşaklarının iktidarı merkezileştirip zenginliği tekelleştirdiler, demokratik kurumları yıkıp muhalefet edenlere karşı gaddar ve şiddet dolu bir savaş açtılar. Doğanın ve hayvanların şirketler tarafından yıkıma uğratılması, hiyerarşik ve asimetrik toplumsal ilişkilerle, kapitalistlerin politik, yasal ve askeri sistemi toplumu, doğayı ve biyoçeşitliliği sömürgeleştirme amacı taşıdığı bir şekilde yönetmesiyle mümkün bir hâl alıyor. Hayvan  ve dünya sömürüsü, toplumsal sorunlardan kaynaklandığı ya da onlarla ilgisi olduğu için toplumsal çözümler gerektiriyorlar.
Kapitalist toplumların sofistike sosyal, ekonomik, politik ve tarihî bir analizini ortaya koyamadığı ve toplumun bir sektöründe reformlar yaparak hayvanların acısını ortadan kaldırmaya çalıştığı için, hayvanları savunma hareketinin çoğunluğu,  Sol’un kendisine yönelttiği; reformist, tek konu odaklı bir hareket olduğu ve taleplerinin –potansiyel olarak hayvan özgürlüğünün hayvan sömürüsüne dayanan bir toplumu ve  ekonomiyi tehdit ettiği noktada radikal olarak görülse de- bütün yaşamı ve dünyayı çıkar sağlama, büyüme, tahakküm ve artırma amacıyla sömüren küresel bir sistem içerisine dahil olmaktan başka bir derdi olmadığı şeklindeki eleştirisi doğrudur.
Yeni köle ekonomisine saldırarak hayvan özgürlüğü hareketi küresel kapital için bir tehdit oluşturuyor; kendi başına devrimci bir güç değil, ama “küçük burjuva” etiketiyle  işi bağlamak da zor. Dünya çapında büyüme ve yayılmalarına, kapital mantığına ve bir çok köle ticaretine karşı –et, süt, yumurta; üretme ve dirikesim; deri ve kürk; “eğlence sektörü” ve diğerleri- hayvan özgürlükçüleri “eko-terörist” damgasını yemek ve son on yıl içerisinde herkese uygulanan ağır bir devlet baskısı pahasına kapitalizme ciddi bir tehdit oluşturuyorlar.
Genel olarak bakarsak, hayvan özgürlüğü; avcı ve patolojik bir insancılıktan, kökleri hayata hürmet duymaya ve toplumu doğayla ve biyoçeşitlikle harmanlayan yeni bir etiğe, kimliğe ve kültüre doğru yaşanacak kültürel bir paradigma kaymasını etkileme potansiyeline sahiptir. Hayvan özgürlüğü; insanların hiyerarşi, eşitsizlik ve  ayrımcılığı meşrulaştıran her türden argümanın temelsiz, yanlış ve keyfi olduğunu yavaş yavaş öğrendiği geniş tarihî bir öğrenme sürecinin sonucudur. Hayvan özgürlüğü insanlığın son iki yüz yıl içerisinde gerçekleştirdiği en ilerici etik ve ilerici gelişmeler üzerinde yükselir ve onları mantıksal sonuçlarına taşır. Hak, eşitlik ve şiddete başvurmama gibi mücadelelerini bir sonraki adımına, insancılığın ahlaki ve yasal yapay sınırlarının ötesine türcülüğün de dahil olduğu bütün önyargılara ve hiyerarşilere meydan okumak amacıyla taşımaktadır.
Ama sosyal, politik ve ekonomik değişimler, insan kimliğinde insanların dünyaya ait olduğu ama dünyanın insanlara ait olmadığını idrak ettikleri türden bir Kopernik Devrimi yaşadıkları derin etik psikolojik değişimler yaşanmadan hayata geçirilemezler. Veganlar ve hayvan özgürlükçüleri;  hakları, demokratik bilinçliliği, psikolojik büyümeyi ve biyolojik bağımlılığa yönelik bir farkındalığı tarihte önceden örneği görülmemiş bir seviyeye taşıma potansiyeline sahipler. Dahası, hayvan özgürlüğü, şirket tarımına, ilaç devlerine ve tedarikçilerine saldırırarak kapitalist büyüme ekonomisinin büyük sektörlerine meydan okuyor.
Sömürüden, eşitsizlikten ve adaletsizlikten şikayet eden, ekolojik sürdürülebilirliği savunan, sosyal analize yönelik holistik modellerin savunuculuğunu yapan Sol hareketlere hayvan özgürlüğünün meydan okuması, Sol’un insan ve hayvan özgürlüğü arasındaki karşılıklı derin ilişkileri idrak etmesi yönündedir. Bir türün diğer türlerin sırtından kurtuluşa ulaşması bir özgürlük hareketinin bütün etik ilkelerine zarar verir. Hayvan özgürlüğü Sol’un etik bir bakış içerisinde büyük bir adım atmak  için insancılığın konforlu sınırlarını aşması, ve böylece ahlâki çıtayı akıl ve dil sahibi olmaktan öznellik ve duygu sahibi olmaya yükseltmesini talep ediyor. Ekolojiyle yaşanan yüzleşmeler derinleşip Solcu teori ve kuramı zengileştirdiği gibi aynı şeyin hayvan özgürlüğü ile de olması gerek. Hayvan özgürlüğü mücadelesi bütün insanların alışkanlıklarında, eylemlerinde, değerlerinde ve kafa yapılarında radikal değişimler gerektiriyor; çünkü hayvan özgürlüğü sömürü pratikler üzerinde yükselen toplumsal kurumların ve ekonomik sistemlerinde de temelinden yeniden yapılandırılmasını gerektiriyor. Hayvan özgürlüğü demokrasi ve ekoloji için yeterli bir koşul değil, ama bir çok nedenden ötürü ekolojik, sosyal, kültürel ve  psikolojik değişim için gerekli bir koşuldur. Hayvan haklarını savunanlar hayvanlarla merhamet ve şefkate dayanan ilişkiler kurulmasını savunuyor, ama bu insanların dünya ve politik görüşleri kapitalist, sömürüyü savunan, ırkçı, cinsiyet ayrımcısı veya başka psikolojik yanlışları destekler bir tarzda olabilir. Kapitalist devlet ve ekonomiyi eleştirmekten uzak oldukları için derinlere  kök salması ve sağlamlaşması gereken daha geniş bir eleştirel bilinçlilikten de uzak kalıyorlar. Solcuların nadiren kendi türcülüklerini kabul etmesi gibi, bir çok hayvan hakları savunucusu da kapitalist ve devletçi ideolojileri yeniden üretiyor.
İnsan/hayvan özgürlüğü hareketlerinin birbiriden  öğreneceği çok şey var, hiç bir hareket diğeri olmadan amaçlarına ulaşamaz. Bu gerçekten tek bir  mücadele, tek bir kavga. İnsan/hayvan özgürlüğü denkleminin her iki yanında da daha geniş vizyonlara ve politikalara ciddi bir ihtiyaç var, yeni diyalog, öğrenme, ve stratejik birliklere gereksinim duyuluyor.
Gerçek bir devrimci sosyal teori ve hareket sadece tek bir türün üyelerini özgürlüğüne kavuşturmaz, bütün türleri ve dünyayı özgürlüğüne kavuşturur. Adını taşımaya lâyık bir devrimci  hareket ; ilk tarım toplumlarında görülen çiftçilik pratiklerinin özünde görüldüğü gibi hiyerarşi ve tahakkümün kadim kavramsal köklerini kavrayacak ve  araçsalcılığı ve hiyerarşik düşünceyi ve kurumları yenerek yeni bir etik (ekoloji ve hayvan özgürlüğü)ve doğa politikası oluşturabilecektir. Kapitalizmin uyuşmazlığını insanlığın en derin değerleri ve amaçlarıyla kavrayabilecektir. Demokratik, liberter sosyalist ve anarşist gelenekler üzerinde yükselebilecektir. Radikal yeşil, feminist ve yerli mücadelelerini bir araya getirecektir.
Hayvan, insan ve dünya özgürlüklerini küresel kapitalizme ve her türden tahakküme karşı topyekûn özgürlük mücadelesi şeklinde birbirine katacaktır. Bu mücadele, insanların hayvanlar ve dünya üzerindeki tahakkümü dahil, bütün asimetrik iktidar ilişkilerini ve hiyerarşi yapılarını bozmak zorunda. Bütün önyargı ve ayrımcılık biçimlerini yok etmek zorunda.- sadece ırkçılık, cinsiyet ayrımcılığı, homofobi ve engelli olmamak değil, türcülük ve insancılıkla ilgili bilimsel olarak yanlış ve ahlâken iğrenç yalanlarını da-. Böyle bir hareket devletin, medyanın ve küresel şirketlerin büyüyen iktidarını merkezîlikten uzaklaşma ve toplumun her katmanında demokratikleşmeyi savunmak  için ters yüz etmeli. Ancak bu şekilde toplum doğal dünyayla ve diğer türlerle uyum içerisinde yeniden oluşturulabilir.
Toplumsal bir hareket olarak olgunlaşırken, hayvan haklarını savunanlar “ toplumsal adalet”in sınırlı bir politik kavram olduğunu ve bütün türler özgür kalana dek hiç bir türün özgür olmadığını hatırlamamızı sağlıyor. Geleceğin sloganı “ biz tek bir ırkız, insan ırkıyız “ olmamalı;  “bizler tek bir toplumuz, biyotoplumuz… Gaia toplumu” olmalı.
Çeviri: CemC

Uluslararası İşgal Günü’nde Hayvan Aktivistleri ve Veganlar


Uluslararası İşgal Günü’nde Hayvan Aktivistleri ve Veganlar


Resim
Uluslararası İşgal Günü’nde Hayvan Aktivistleri ve Veganlar Dünya’daki Gerçek Çoğunluğu Temsil Ediyorlar

Dr. Steve Best, Camille Marino

Artık adı kötüye çıkmış, tek konu odaklı, elitist, liberal veya tamamen apolitik (istisnalar var ama kaide bozulmuyor) vegan ve hayvan aktivistleri kapitalizm ve neoliberalizmden kaynaklanan daha geniş çaplı sosyal ve küresel tahakküm yapılarını kavrama beceriksizlikleri ve dar vizyonları sebebiyle küçük çaplı, zayıf, marjinalize kalmış güçlerdir. ABD’de nüfusun %1’inden azını oluşturan veganlar ise her gün zaferler kazanıp, kök saldıklarını ve kendi başlarına toplumsal bir devrim yürüttüklerini sanacak kadar gerçekten kopuklar.

En dramatik sosyal protesto patlamaları 2010 yılında önce Arap dünyasında başladı, İspanya’ya yayıldı ve oradan da Eylül 2011’de ABD Wall Street’i İşgal Et hareketiyle sürdü, ve şu anda yüzlerce ABD şehrinde ve dünya çapında 1500 şehirde devam ediyor. Bugüne dek tarihin zindanlarından kurtulmak adına böyle fırsat yakalanmadı asla; küresel direniş dalgasını, akla hayal gelmeyecek, benzeri önceden görüşmemiş bir ölçekte eğitmek ve insanlara ulaşma fırsatı, beyaz ve orta sınıf popülasyonlarına gereken çeşitli ve farklılıkları ekleyecek, vegan ve hayvan aktivistleri grupları olmaksızın gerçek anlamda hedeflerimize asla ulaşamayacağımız, diğer toplumsal hareketlerle ittifaklar oluşturacağımız türden bir fırsat asla olmadı.

Vegan ve hayvan aktivistlerinin yüzyılın olaylarını ciddi şekilde görmezden gelmesi, kenardan izlemesi “ama o insanlar tür ayrımcısılar ve vegan da değiller” diyerek burjuva direniş hareketlerine katılmayı düşünmeye bile tenezzül etmemesi hiç şaşırtıcı değil … Tarih, kapılarını çalıyor, lifestyle veganlar sadece “uzak dur, sen bizden değilsin!” diyebiliyor. 15 Ekim Dünya İşgal Günü’nde çoğu vegan ve hayvan aktivisti evcil hapisanelerinde kek pişirip Facebook’ta ne türden şekerlerin vegan olduğunu ve hangi doğumgünü pastasında ne tür vegan tarifler kullanmak gerektiği konusunda ortalığı velveleye verircesine chat yapıyordu. Dün okuduğumuz online tartışmaların çoğunda- ki bu da küresel vegan toplumun aydınlatıcı bir örneği olsa gerek- dünyada, tarihte, gün boyunca, mutfak pencelerinin dışında ve bilgisayar monitörlerinin ötesinde ne olduğuna dair tek bir kelime yoktu.

Tarih treni yakınınızda bir şehirden gümbürdeyerek geçiyor, veganlar ve hayvan aktivistleri ya trenin geçişini izleyebilir, hümanist kondüktörlerinin kendisini yemek vagonuna postalayacağından korkarak trene binebilir, ya da cesurca ön tarafa yürüyecek son derece önemli bu mesajlarını okuyabilirler. Bu mesaj; yaşanabilir bir gelecek adına olmazsa olmaz türden bir katkı; postkapitalist, radikal anlamda demokratik, tür ayrımcısı olmayan, tahakküm barındırmayan ve ekolojik bir toplum kurma yolunda hem eşit bir ses, hem de karar verme yetkisi ve iradesi talebidir.

Dünya çapında sayısı az olsa da önemsiz diyemeyeceğimiz vegan ve hayvan aktivistleri yeni direniş hareketinin önemini kavrayarak solcuların ve “ilericilerin” oluşturduğu kalabalığa katılmakta tereddüt etmediler. İspanya’dan Los Angeles’a , Avustralya’ya, sokaklarda hayvanları (tarihte en çok sömürülen canlılar ve bütün canlıların %99’u olan hayvanlar) temsil etmek için; bayraklarını yükseklere kaldırmak; kalabalıklara broşürler dağıtmak; noktaları birleştirmek; bütün baskı biçimlerinin benzerliğini ortaya koyan total bir özgürlük vizyonu geliştirmek; insan, hayvan ve dünya özgürlüğü mücadelelerinin birbirinden kopmayacağını söylemek ve kapitalist tahakkümdeki ortak düşmana karşı mücadele etmek adına yürüdüler.

Kalabalıklarda göze çarpıyorduk, var olduğumuzu gösterdik ama esas görev şimdi başlıyor. Sayılarımızı ciddi ciddi çoğaltmalı, tertemiz bir plan formüle etmeli, kesin ve ince bir şekilde %99’un geri kalanını eğitmek için mesajımızla araya girmeli ve gündemimizi bu hareketin insancı sınırlarını aşacak şekilde belirlemeliyiz. Veganizm kesin hedefimiz olsa da insanlara ahkâm kesmek kesinlikle yanlış olur. Bu insanlar bizi dinlemeyerek Big Mac almaya giden insanların ta kendisi. Çıkarları onlar için önemli, sömürülmekten dolayı öfkeliler, kenara itildikleri için kızgınlar. Kendilerine rağmen hareketimize kazandırılmalılar.

Şirket küreselleşmesi, kapitalist sömürü, çevrenin yok edilmesi, iklim değişikliği, türlerin yok olması, tarım ticaretinin yayılması ve dünyada et tüketiminin artması, gıda tüketimi adına yüz milyarlarca kara ve deniz hayvanının dehşet verici şekillerde katledilmesi, geleneksel gıda üretimi yoluyla bulaşan epidemik hastalıklar ve sağlık yerine hastalıkların sürdürülmesinden yana çıkarları olan Büyük Pharma (hem tarım hem de ilaç şirketleri anlamına gelen bir kelime oyunu) konularını birbirine bağlamalıyız. Bütün grupların ortak ilgi noktasında ise- sosyal adalet aktivistleri, çevreciler, çiftçiler, yerliler, sağlık hizmetleri aktivistleri, hayvan özgürlükçüleri ve diğerleri- et üretimi ve tarım ticaretinin büyümesinin sistemik sonuçları yer alıyor. Aklı başında, evrim geçirmiş ve sürdürülebilir hiçbir dünya bu yıkım gücünü, çokuluslu güçlerin ve devlet – militer kompleksinin hegemonyasına gösterdiği tepki gibi, kabul edemez.

Çeviri:CemCB

http://hayvanozgurluguhareketi.wordpress.com/2011/10/17/cepheden-haberler-uluslararasi-isgal-gununde-hayvan-aktivistleri-ve-veganlar-dunyadaki-gercek-cogunlugu-temsil-ediyorlar/

Lezbiyen ve Biseksüel Kadınların Sağlığı


Lezbiyen ve Biseksüel Kadınların Sağlığı

Lezbiyen ve Biseksüel Kadınların Sağlığı: Heteroseksüellerle farkları ne?

Paris LGBT Merkezi ILGA (International Lesbian and Gay Association) tarafından lezbiyen ve biseksüel kadınların sağlığı konusunda hazırlanan raporun bir çevirisini sunar.

Kadın ve LGBT kişilerin sağlığı üzerine birçok araştırmada lezbiyen ve biseksüel kadınlara özgü sorular ve sorunların yeterince hesaba katılmıyor. Bu nedenle ILGA, tüm dünyadaki LGBT örgütlerinin edindiği bilgileri toparladı.

Kadın ve LGBT bireylerin sağlığı üzerine yapılmış birçok araştırma lezbiyen ve biseksüel kadınlara özgü soru ve sorunları hesaba katmıyor. ILGA, lezbiyen ve biseksüel kadınların ruhsal ve fiziksel varoluşlarını güvence altına almak için bir eylem bilançosunu hazırlamak amacıyla dünyanın her yerindeki farklı insanlar ve örgütlerden belgeleri derledi.

Lezbiyen ve Biseksüel Kadınların Sağlığı: Özgül Sorular, Ortak Kaygılar

Giriş:

Birçok kadın lezbiyen ve biseksüel kadın sağlığı konusuyla ilgili fakat bilgiler yayınlanmaktan düşünebileceğimizden çok daha uzak. 2005 Haziran’ında ILGA’nın web sitesinde belgeleme çağrımı yayınladım. LGBT örgütlerine olduğu kadar kadın örgütlerine de ulaştım. Ve açıkçası, böylesine bol bir karşılıkla karşılaşacağımı hayal bile edemiyordum…

Patricia Curzi, ILGA Kadın Projeleri Kordinatrisi

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Mekanizmaları: Kadın Sağlığı Programda

1973’te, Amerikan Psikiyatri Derneği eşcinselliği ruhsal bozukluk istatistiklerinden çıkardı. Bununla birlikte, Dünya Sağlık Örgütü’nün eşcinseller bağlamında sağlığın geldiği anlama dair daha iyi bir kavrayışın sesine açık olarak eşcinselliği kendi hastalık listelerinden çıkarması için 17 Mayıs 1990’a dek beklememiz gerekecekti.

Kadın Bedeninin Kontrolü

Kimi sağlık sorunlarını tüm kadınlar ortak olarak yaşayabilirken, kimileri cinsel yönelimlere göre değişir. Ne yazık ki tüm dünyada kadınların durumu, özellikle cinsellikleri fazlasıyla kontrol altına alınmaya çalışıldı.

Kadın bedeninin kontrolü için uygulanan önemli birkaç örnek:

Cinsel şiddet.

Kadınlar kendi cinsel yaşamlarını kontrol altına kendileri alıyorlar (öz-kontrol).

Zorla evlilik.

Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklar ve HIV/AIDS

… Erkeklerin cinsel sağlığı AIDS’in dünyada yarattığı artan dikkatle kaygının bir nesnesi haline gelmiş olsa da, lezbiyen ve biseksüel kadınların sağlık ihtiyaçları kamunun dikkatini çekmiyor ve LB kadınlar bu konuda çok az destekle karşılaşıyorlar…

Meme Kanseri ve Jinokelojik Tümörler

Araştırmalar ortaya koyuyor ki lezbiyenler ve biseksüeller düzenli olarak jinekolog kontrolüne gitmiyorlar. Birçoğu cinsel danışmaya gebelikten korunma ve şişmanlık kadar sağduyulu yaklaşmıyor ve değer vermiyor.

Kendinize hak ettiğiniz özeni gösteriniz.

Yerel Örgütlete Tavsiye: Kadınlara karşı hüküm süren savaşı ciddiye alınız.

Kadına Yönelik Şiddet

Herşeye rağmen, bir çiftin yaşadığı ev içi şiddet halen tabu olmaya devam ediyor. Kadınlar bu şiddeti farklı şekillerde yaşıyor: fiziksel şiddet, zorla cinsel ilişki, psikolojik şiddet, sosyal ya da maddi kölelik, heteroseksüel bir dünyada damgalanmaya yönelik korku.

Yerel Örgütlere Tavsiye: Eşcinsel çiftler arasındaki ev içi şiddeti ciddiye alınız.

Ruh Sağlığı

Birçok insan halen lezbiyenlerin, geylerin ve biseksüellerin “ruhsal hastalıkları” olduğunu düşünüyor. Aramızdan birçokları içsel bir lezbofobi ve bifobiye maruz kalıyor.

Sağlığa Özen Önerileri

Birçok farklı yerde yapılmış araştırmalar gösteriyor ki, lezbiyenler, geyler, biseksüeller ve translar cinselliklerini sağlık konusunda bir tartışma bağlamında dahi sağlığa özen gösteren duyarlılıklarla hatırlamaktan dolayı memnun değiller.

Cinsel Haz

Kadın cinselliği “yeni” bir keşiftir. 1960ların kadın hakları mücadelesiyle beraber gündeme geldi. Kadınların halen “tüm bunlarla ilgilenmek zorunda olmadıklarına” inanıp inanmadıklarını görmek için zamana ihtiyacımız var.

Cinsel eğitim bu noktada çok önemli.

Sonuçlar ve Tavsiyeler

LB kadınların baş etmeye çalıştıkları en önemli sorunlardan ikisi; görünmezlik ve lezbiyen çiftlerde şiddet.

LB Kadınlara; Kendinize güvenin.

Örgütlere tavsiye: Enternasyonal dayanışmayı ve sağlık profesyonelleriyle çalışmayı önemseyin.

Ç.N.: İngilizceden fransızcaya çevrilmiş versiyonundan çevrilmiş, bazı noktaları çıkartılmış ve anlam kayıplarına karşılık düzenlenmiştir.

Kaynak: Çeviri Eylem
http://cevirieylem.tumblr.com/post/11596569115/lezbiyen-ve-biseksuel-kad-nlar-n-sagl-g

17 Ekim 2011 Pazartesi

Fazıl Tar - Hata

Son rakamlardan haberim yok ama sadece İstanbul için her gün otuz bin sığır mezbahalarda öldürülüyor ve mutfakların yolunu tutuyor. Bir bu kadar koyunu da ilave edersek ülke genelinde on binlerce hayvan her gün beslenme amaçlı olarak canlarından oluyor demektir. Kanatlı kuşlarda durum daha da kötüleşiyor. Bu sayı yüz binleri buluyor. Bu canlıların derilerini giyiyor, tüyleri ile ısınıyor onları ayağımıza giyip yürüyoruz. Vücut sıvıları çalınan binlerce canlı normal ömürlerinden çok daha kısa süreler içinde hayatını kaybediyor. İnsanların sağlığı için denek oluyor, güzelliği için makyaj malzemesi oluyor, eğlenmeleri için bahçeleri kuruluyor, sirklerde dalga geçiliyor hiç olmadı küfürlere konu oluyorlar... Binlerce kedi ve köpek sokaklarda kötü muameleye maruz kalıyor, yakılıyor, kuyruğu kesiliyor ve işkence görüyor. Bir o kadarı kazalarda ölüyor. Hayvanları kullanmanın ve sömürmenin akla hayale gelmez yöntemlerini bulmakta çok başarılıyız.

Kısacık ömürleri boyunca durmadan çoğaltılıp semirtilen bu canlılar sosyal varlıklar, doğada olması gereken, gökyüzünün sonsuz maviliğinden kopup gelen rüzgarlar ve yağmurların büyüttüğü otlaklarda özgürce dolaşması gereken bizim gibi canlılar. Hayatları boyunca birçoğu fabrika çiftliklerinde ölüm yolculuklarına esaret altında yürüyor ve acı dolu sonlarını kederle bekliyor. Bu acımasız gerçekleri normalleştiren soğuk bir insanmerkezci algı var bu ülkede ve bu algının sempatizanları ve taraftarları büyük bir koalisyonun ve ortaklığın üyeleri aslında farkında olmadan. Hiçbir konuda anlaşamasalar da, iktidar ve otorite için sürekli savaşsa da, birbirlerini sürekli baskı altında tutup yaşamaya çalışsalar da bu insanlar hayvanlar söz konusu olduğunda birlikte hareket ediyorlar, birlikte öldürüyorlar, sömürüyorlar ve bu haklarının (!) ellerinden alınması ihtimali karşısında birlikte hareket edecekleri de çok açık. Onları durduracak ne yasa, ne kanun ne de ahlaki bir durum var. Hiçbir insan hayvanları öldürülmesinin yarattığı sonuçlardan faydalanma zevkinden birbirine düşman da olsa vaz geçmiyor.

Çünkü insan iktidardır. Dünyada, bulunduğu coğrafyada, ülkesinde, kentinde ve yaşadığı evde egemendir. Yerinden, konumundan, zevklerinden, hazlarından memnunken kendinden başka bir tür canlı için fedakarlık yapmalarını beklemek menfaatlerinden, çıkarlarından, damak tatlarından, kibirlerinden ve doymak bilmez iştahlarından vaz geçmek anlamına geliyor. Her biri sosyal bireyler olan ve insanlar gibi bir topluluğa aitken doğadaki her bir tür kadar yaşam hakkı ve seçme hakkı olan bu canlıları kitlesel bir ölüm ve soykırıma uğratırken bunun insanların en doğal hakkı olduğunu iddia etmek büyük bir haksızlık. Artık bir şeyleri değiştirmeliyiz. Amaların ve bahanelerin ardına gizlenerek insanın ve gezegenin yitiriliyor oluşuna hayvan kıyımının neden olduğunu ispatlamalıyız insana rağmen. Geç olmadan. Pasif bir vejetaryen da olabiliriz kararlı bir vegan ya da önümüzdeki örnekleri izleyen doğrudan eylemi göze alan radikal bir aktivist. Ama artık bir şeyler yapalım, bir tartışmadan başlar her şey belki de bir şiirden bilemiyorum, bildiğim tek şey Hayvan Özgürlüğü her şeye rağmen. Her gün ölen canlılar bunu hak etmiyor, evrensel bir şefkat ve vicdani bir sorumluluğun doğadan kaynaklanan etik eşiği farkındalığımızı artırmalı. Çünkü hayvanlar masum, onların ölümleri ve sömürülmeleri kendi hataları değil, hata bizlerde.
...
Kenar bir gecekondu mahallesinde
eski, kirli ve tapusuz evlerin arasındaki
ara bir sokağın yoluna yapışmış
incecik bağırsakları didikliyordu
kösnül ve iğreti gagalarıyla iki karga;
soğuk bir günde
yeni dökülmüş asfaltın sıcaklığına
tüylü kuyruğuyla çöreklenerek
ısınmaya çalışmanın
hata olduğunu anlayamayacak kadar
küçücük bir kedinin.


Hatadan dönmek büyüklük derler sizden başka canlıların hayatlarını umursamanızı ve bunun son kertede kendi doğrularınız haline geleceğini düşünmenizi istiyorum. Çünkü Hayvan Özgürlüğü, İnsan Özgürlüğüdür Gezegenin Özgürlüğüdür. Başka çaremiz yok.

16 Ekim 2011 Pazar

Bonanno - Silahlı Neşe


SİLAHLI NEŞE


ALFREDO M. BONANNO :
 Bu kitap 1977’de, o sırada italya’da süren devrimci mücadelelerin hızıyla yazılmıştı ve bugün okunurken, şimdi son derece farklı olan o durum akılda tutulmalıdır.Devrimci hareket, ki buna anarşist hareket de dahildir, gelişim aşamasındaydı ve herşey, hatta silahlı çatışmanın genelleşmesi bile mümkün görünüyordu.
Ama insanın kendini, küçük bir militan azınlığın baskıya ve Devlet’in sermaye idaresini yeniden organize etme girişimine (itiraf etmek gerekir ki oldukça zayıf bir çabaydı) karşı mücadele eden onbinlerce yoldaşa dayatmaya niyetli olduğu uzmanlaşma ve militerleştirme tehlikesinden koruması gerekiyordu.
italya’da durum buydu, ama Almanya, Fransa, Büyük Britanya ve başka her yerde de benzer şeyler olmaktaydı. Yoldaşların her gün iktidar adamlarına ve yapılarına karşı gerçekleştirdikleri eylemlerden, italya’daki Kızıl Tugaylar gibi silahlı bir partinin planlı mantığının çıkarılmasını önlemek esas gibi görünüyordu.
Kitabın ruhu budur. Bir özgürleşme ve yıkım uygulamasının nasıl bir idare grubunun önceden belirlenmiş kuralları çerçevesindeki ölümcül, şematik katılıktan değil ama neşeli mücadele mantığından çıkabileceğini göstermek.

Bu sorunların bazıları artık yaşanmıyor. Tarihin sert dersleri tarafından çözüldü. Reel sosyalizmin yıkılması aniden, her eğilimden marksistlerin idare hırslarını sonsuza dek yeniden boyutlandırdı. Diğer yandan her yerde, özellikle de genç nesiller arasında yayılan özgürlük ve anarşist komünizm arzusunu söndürmedi, muhtemelen   alevlendirdi. Pek çok durumda anarşizmin ideolojisinden etkilenmemek için geleneksel simgelerine, sloganlarına ve teorilerine başvurulmaması anlaşılabilir, fakat bu paylaşılamaz bir durumdur.
Bu kitap yine güncel oldu, ama farklı bir açıdan. Artık var olmayan ağır, tekelleştirici yapısının eleştirisi olarak değil, onları baskı ve denetim altında tutan her şeyin neşeyle yıkımı yolunda bireyin potansiyel becerile-rine işaret edebildiği için.
Bitirmeden önce, kitabın italya’da imha edilmesinin emredildiğini belirtmeliyim. italya Yüksek Mahkemesi yakılmasını emretti. Kitabın kopyasını bulunduran tüm kütüphaneler içişleri Bakanlığı’ndan, yakılmasını emreden birer genelge aldılar. Birden fazla kütüphane, böyle bir uygulamanın Nazilere ya da Engizisyona yakışacağını düşünerek kitabı yakmayı reddetti, ama yasalara göre kitaba başvurulamaz. Aynı sebepten, kitap italya’da yasal olarak dağıtılamaz ve pek çok yoldaşın kop-yasına bu amaç için gerçekleştirilen büyük baskın dalgası sırasında el konuldu.Bu kitabı yazdığım için onsekiz ay hapis cezasına çarptırıldım.
Alfredo M. Bonanno Catania, 14 Temmuz 1993 



Pariste devrim başı sonu olmayan bir şenlikti.
                                                                Bakunin.( Paris, 1848, devrim)

I
Bu seytanı çocuklar Montanelli’yi[1] neden bacaklarından vurdular ki? Ağzından vursalar daha iyi değil miydi? Elbette iyiydi. Ama daha ağır, daha kinci ve ciddi olurdu. Bunun gibi bir hayvanı bu şekilde sakatlamanın, intikamın ötesinde, bu faşist gazeteci ve patronların uşağı olan adamı sorumlulukları için cezalandırmanın ötesinde daha derin, daha anlamlı tarafları olabilir.
Sakatlamak onun aksamasına ve hatırlamasına sebep olur. Dahası, sakatlamak, ağızdan vurmaktan, beyin parçalarının gözlerden fışkırmasından daha kabul edilebilir bir eğlencedir.
Her sabah sisin içinde yola çıkan ve fabrikanın boğucu havasına yürüyen yoldaş; ya da ofise gidiyor hep aynı yüzleri görmek için: ustabaşı, saat denetçisi; o anın casusu, besleyecek-yedi-çocuğuyla-Stakhanovite, devrim, mücadele, ve ölümcül olacak olsa bile fiziksel çatışma ihtiyacını hisseder. Ama aynı zamanda hemen, şu anda neşe yaşamak ister. Ve sisin içinde yürürken, trenlerde ve tramvaylarda saatler geçirirken, ofise gitmenin ya da kapitalizmin faydasız mekanizmalarını bir arada tutan faydasız civatalar arasında bulunmanın boğuculuğunu yaşarken bu neşeyi fantazilerinde besler.
Bedeli ödenmiş neşe; patronun parasını ödediği ücretli haftasonları ve senelik tatiller, aşk yapmak için para ödemek gibidir. Aynı görünür, ama eksik birşey vardır.
Kitaplarda, bildirilerde ve devrimci gazetelerde yüzlerce teori birikti. Bunu yapmalıyız, şunu yapmalıyız, olayları bunun dediği gibi, şunun dediği gibi görmeliyiz, çünkü geçmişteki, cilt cilt boğucu klasikleri dolduran, isimleri büyük harşerle yazılan şunun ya da bunun gerçek yorumcusu onlardır.
Onları el altında bulundurmak bile ayinin bir parçasıdır. Onlara sahip olmamak kötü işarettir, şüphe çekicidir. Onları her durumda el altında bulundurmak faydalıdır. Ağır olduklarında her zaman, sıkıntı veren birilerinin yüzüne fırltılabilirler. Geçmişin (ve bugünün) devrimci metinlerinin geçerliliğinin yeni olmayan, ama yine de sağlıklı bir doğrulaması.
O ciltlerde asla neşe hakkında birşey bulamazsınız. insanın bu sayfalarda soluduğu atmosferin, ma-nastırın haşin havasından eksik kalır yanı yoktur. Yazarları, intikam ve ceza devriminin rahipleri, zamanlarını suç ve ceza tartarak geçirirler. Dahası, kot pantolonlu rahipler iffet yemini etmişlerdir, bu yüzden aynısını bekler ve dayatırlar. Fedakarlıkları için ödüllendirilmek isterler. ilk önce çıktıkları sınıfın konforlu çevresini terk etmişler, sonra yeteneklerini mirastan yoksun kalanların emrine vermişlerdir. Kendilerine ait olmayan sözcükler kullanmaya, kirli masa örtüleri ve yapılmamış yataklar üzerinde sigara tüttürmeye alışmışlardır. Bu yüzden, insan onları en azından dinleyebilir.
Düzenli devrimler, düzgünce hazırlanmış ilkeler, çalkantısız anarşi hayal ederler. işler farklı yöne giderse provokasyon çığlıkları atmaya başlarlar, öyle çok bağırırlar ki polis onları alır götürür.
Devrimciler dindar insanlardır. Devrimse dindar değildir. 

“Ben kediye kedi derim.”
Boileau

II
Neyi nasıl üreteceğimize dair devrimci sorunla hepimiz ilgiliyiz, ama kimse üretimin devrimci bir sorun olduğuna işaret etmez. Kapitalist sömürünün kökünde üretim varsa, üretim tarzını değiştirmek yalnızca sömürü tarzını değiştirecektir.
Kızıla boyamış olsanız da kedi kedidir.
Üreten kutsaldır. Çekin ellerinizi! Onun fedakarlığını devrim adına kutsayın, ve les jeux sont faits.
Peki ne yiyeceğiz?” diye sorar endişeli insanlar. “Ekmek ve bağcık,” der gerçekçi, tek gözü tencerenin, diğeri silahının üzerinde. “Fikirler,” diye bildirir herşeyi karıştıran idealist, bir gözü hayaller kitabında, diğeri insan türünün üzerinde.
Üretime dokunan herkesin işi bitiktir.
Kapitalizm ve onunla savaşanlar üretenin cesedinin üzerinde yanyana otururlar, ama üretim sürmelidir.
Politik ekonomi eleştirisi (üretimin tüm faydalarının zevkini çıkaranlar tarafından gerçekleştirilen) en az çabayla üretim tarzının rasyona-lizasyonudur. Başka herkes, sömürülenler, hiçbir şeyin eksik olmamasına özen göstermelidirler. Aksi halde nasıl yaşayabiliriz ki?
Işığa çıktığı zaman karanlığın oğlu hiçbir şey göremez, tıpkı karanlıkta el yordamı ile ilerlerken olduğu gibi. Neşe onu kör eder. Onu öldürür. Bu yüzden neşenin bir halüsinasyon olduğunu söyler ve neşeyi kınar.
Gevşek, şişman burjuva bolluk içinde aylaklık eder. Bu yüzden zevk almak günahdır. Bu, burjuva ile aynı duyguları yaşamak ve üreten proloteryaya ihanet etmek demektir.
Hiç değil. Burjuva sömürü sürecini sürdürmek için her çareye başvurur. O da stres altındadır ve asla neşe için zaman bulamaz. Onun gezileri yeni yatırım fırsatlarıdır, aşıkları rakipler hakkında bilgi aldığı casuslardır.
Üretim tanrısı en sadık müritlerini bile öldürür. Kafalarını kopartır ve fışkıran yalnızca bir pislik seli olur.
Lanetli aç kişi, dalkavuk sürüsü eşliğinde gezen zengini gördüğünde intikam duyguları besler. Herşeyden önce düşman yok edilmelidir. Ama ganimeti saklayın. Servet yok edilmemelidir, kullanılmalıdır Ne olduğu, ne biçim aldığı ya da ne tür iş sağladığı önemli değildir. Önemli olan, onu o sırada her kimin elindeyse ondan almak, böylece herkesin ona ulaşabilmesini sağlamaktır.
Herkesin mi? Elbette, herkesin.
Peki bu nasıl olacak?
Devrimci şiddet ile.
iyi yanıt. Ama gerçekten de, canımız sıkılana kadar kelle uçurduktan sonra ne yapacağız? Artık, mumla arasak bile daha fazla toprak sahibi bulamadığımız zaman ne yapacağız?
O zaman devrim hüküm sürüyor olacak. ihtiyaçlarına göre herkese, ve olanaklarına göre herkesten. ilgi göster, yoldaş. Burada muhasebe kokusu var. Üretim ve tüketimden bahsediyoruz. Herşey hâlâ üretim boyutunda. Aritmetik, kendini güvende hissetmeni sağlıyor. iki kere iki dört eder. Bu “gerçeğe” kim karşı çıkabilir? Dünyaya sayılar hükmediyor. fiimdiye dek etmişlerse, neden gelecekte de etmesinler?
Hepimizin somut ve sağlam birşeye ihtiyacımız var. Bizi boğmaya başlayan dürtüleri durdurmak için duvar inşa edecek taşlar. Hepimizin nesnelliğe ihtiyacımız var. Patron cüzdanı üzerine yemin edi-yor, köylü küreği üzerine, devrimci silahı üzerine. Bir gıdım eleştiriye izin ver, tüm iskele yıkılsın.
Ağır nesnelliği içinde, gündelik dünya bizi koşullar ve üretir. Hepimiz gündelik bayağılığın çocuklarıyız. Devrim gibi “ciddi şeyler”den bahsederken bile gözlerimiz hâlâ takvime dikilmiş. Patron devrimden korkar, çünkü devrim onu servetinden yoksun bırakacaktır, köylü bir parça toprak bulacak, devrimci teorisini sınayacaktır.
Eğer sorun bu şartlarda görülüyorsa, cüzdan, toprak ve devrimci teori arasında fark yoktur. Bunların hepsi oldukça hayali nesnelerdir, yalnızca insanın hayal gücünün aynaları.
Yalnızca mücadele gerçektir.
Patronu köylüden ayırır ve köylü ile devrimci arasında bir bağ kurar.
Üretimin aldığı organizasyon biçimleri hayali bireysel kimliği saklayacak ideolojik aygıtlardır. Bu kimlik hayali ekonomik değer kavramına yansıtılır. Kanun kendi yorumunu belirler. Tüketicilikte olduğu gibi, kanunu kısmen patronlar kontrol eder. Psikolojik savaş teknolojisi ve mutlak baskı, insanın ürettiği ölçüde insan olduğu fikrini güçlendirmeye katkıda bulunur.
Kanunun diğer kısımları değiştirilebilir. Devrimci dönüşüme uğrayamazlar, ama zaman zaman düzeltilirler. Örneğin, seneler önceki lüks tüketimin yerini alan kitle tüketimini düşünün.
Sonra, kendi kendini kontrol eden üretim idaresi gibi daha rafine biçimler gelmiştir. Sömürü kanununun bir başka unsuru.

Vesaire, vesaire, vesaire. Benim adıma, benim hayatımı organize etmeye karar veren hiç kimse benim yoldaşım olamaz. insanın üretmesi, aksi halde insan olarak tüm kimliğimizi yitireceğimiz ve “vahşi, yabanıl doğamız” tarafından altedileceğimiz bahanesi ile bunu haklı göstermeye çalışırlarsa, insan-doğa ilişkisinin aydınlanmış marksist burjuvazinin bir ürünü olduğu yanıtını veririz. Neden kılıcı yabaya dönüştürmek istediler? Neden insan hep kendini doğadan ayırmak için çaba harcamalı? 

“insanlar gerekli olana ulaşamayınca,
gereksiz olanla yorarlar kendilerini.”
Goethe

III
insanın pek çok şeye ihtiyacı vardır.
Bu ifade genelde, “insanın karşılaması gereken ihtiyaçları vardır”, biçiminde anlaşılır.
Bu şekilde insanlar tarihsel olarak belirlenmiş bi-rimlerden bir ikiliğe dönüşürler (aynı anda vasıta ve amaç). Kendi ihtiyaçlarını tatmini aracılığı ile (ör. iş aracılığı ile) kendilerini gerçekleştirirler, böylece kendi gerçekleşmelerinin aracı haline gelirler.
Bu gibi ifadelerin içinde ne kadar mitoloji gizli olduğunu herkes görebilir. insan kendini doğadan iş aracılığı ile ayırıyorsa, ihtiyaçlarını karşılayarak nasıl tatmin olabilir? Bunu yapmak için zaten insan olması gereklidir, yani ihtiyaçlarını karşılamıştır, ki bu da çalışması gerekmiyor demektir.
Malların derin simgesel içeriği vardır. Bir referans noktası, bir ölçü birimi, bir değişim değeri halini alırlar. Gösteri başlar. Roller dağıtılır ve sonsuza dek kendilerini yeniden üretir dururlar. Aktörler fazla değişim olmadan rollerini oynar dururlar.
ihtiyaçların karşılanması bir reşeksten, bir marjinal etkiden daha fazlası olmamaya başlar. Önemli olan insanları “şeylere” dönüştürmektir ve onlarla birlikte başka her şeyi de. Doğa bir “şey” olur. Kullanılır, ve insanın yaşamsal içgüdüleri ile birlikte yozlaşır. Doğa ile insan arasında bir uçurum açılır. Uçurum doldurulmalıdır ve mal pazarının genişlemesi bu işi görmektedir. Oyun, kendini çelişkileri ile birlikte yutma noktasına doğru genişlemektedir. Sahne ve seyirci aynı boyuta girer, kendilerini aynı oyunun daha yüksek, daha etkili bir düzeyi için önerirler, ve sonsuza dek böyle sürer.
Mal kanunundan kaçan herkes nesneleşmez ve oyun alanının “dışına” düşer. Parmakla gösterilirler. Dikenli tellerle çevrilirler. Globalleşmeyi ve kanunun alternatif biçimini reddederlerse suçlu ilan edilirler. Deli oldukları açıktır! Gerçekliği yanılsamaya, somutluğu gerçek olmayana dayandıran bir dünyada yanılsamayı reddetmek yasaklanmıştır.
Kapital birikim yasalarına göre oyunu idare eder. Ama hiçbir şey sonsuza dek biriktirilemez. Kapital bile. Mutlak niceliksel bir süreç bir yanılsamadır, kesin söylemek gerekirse, niceliksel bir yanılsamadır. Patronlar bunu çok iyi bilirler. Sömürü farklı biçimler ve ideolojik modeller alarak niteliksel olarak farklı şekillerde bu birikimin sürmesini güvenceye alır, çünlü niceliksel açıdan sonsuza dek sürdüremez.
Tüm sürecin çelişkili ve yanılsama olması kapital için önemli değildir, çünkü dizginleri tutan ve kuralları koyan odur. Gerçeklik diye yanılsama satması gerekiyorsa ve bu para getiriyorsa, o zaman çok fazla soru sormadan devam edelim. Faturayı ödeyen sömürülenlerdir. Bu yüzden hileyi görmek ve gerçekliği tanımak konusunda endişelenmek onlara kalmıştır. Sermaye için herşey olduğu haliyle güzeldir, dünyadaki en büyük illüzyon gösterisine dayalı olsalar bile.
Sömürülenler bu dolandırıcılığı neredeyse nostalji ile anarlar. Onların zincirlerine alışmış, bağlanmışlardır. Arada sırada büyüleyici ayaklanmalar ve  kan banyoları hakkında fantaziler kurarlar, sonra yeni siyasi önderlerin söylevlerine kapılıp giderler. Devrimci parti kapitalin hayali açısını, onun kendi başına ulaşamayacağı ufuklara çeker. Niceliksel yanılsama yayılır.
Sömürülenler birleşip kendilerini sayar, sonuçlar çıkarırlar. fiiddet dolu sloganlar burjuva yürekleri tekletir. Sayı ne kadar büyükse, önderler o kadar kibirle oynaıp sıçrarlar, o kadar talepkar olurlar. iktidarın ele geçirilmesi için büyük planlar hazırlarlar. Bu yeni iktidar eskinin yıkıntıları üzerinde yayılmaya hazırlanır. Bonaparte’ın ruhu tatmin içinde gülümser.
Elbette, yanılsama kanunları içinde derin değişimler programlanmaktadır. Ama herşey niceliksel birikim simgesine teslim edilmelidir. Devrimin talepleri, militan güçler büyüdükçe artar. Aynı şekilde, özel karın yerini alan sosyal kar büyümelidir. Böylece sermaye yeni, hayali, olağanüstü bir aşamaya girer. Eski ihtiyaçlar yeni etiketler altında ısrarla baskı yaparlar. Üretim tanrısı rakipsizce hükmetmeye devam eder.
Kendi kendimizi saymamız ne güzel. Kendimizi güçlü hissetmemizi sağlıyor. Sendikalar kendilerini sayıyorlar. Partiler kendilerini sayıyorlar. Patronlar kendilerini sayıyorlar. Biz de öyle.
Ve saymayı bıraktığımızda herşeyin olduğu gibi kalmasını sağlamaya çalışıyoruz. Değişimden kaçınılamıyorsa, kimseyi rahatsız etmeden getiririz değişimi. Hayaletlerin içinden rahatlıkla geçilebilir.
Zaman zaman politika öne çıkar. Sermaye genellikle dahiyane çözümler icat eder. Sonra sosyal barış darbe gibi iner. Mezar sessizliği. Yanılsama öyle yayılır ki oyun hemen hemen tüm güçleri soğurur. Tek bir ses bile yok. Sonra bu mis-en-scéne’in kusurları ve tekdüzeliği. Perde öngörülememiş durumlara açılır. Kapitalist mekanizma teklemeye başlar. Devrimci müdahale yeniden keşfedilir. ‘68’de oldu. Neredeyse herkesin gözleri yuvalarından uğrayacaktı. Herkes çok fena kızdı. Her yerde bildiriler. Dağlar dolusu bildiri, broşür, tez ve kitap. Eski ideolojik farklılıklar teneke askerler gibi sıraya dizildi. Anarşistler bile kendilerini yeniden keşfettiler. Ve bunu tarihsel olarak, o anın ihtiyaçlarına göre yaptılar. Herkes oldukça kıt zekalıydı. Anarşistler de. Bazı insanlar olağanüstü uykularından uyandılar ve nefes alacak mekan ve hava arayarak ve anarşistleri görerek kendi kendilerine şöyle dediler, sonunda birlikte olmak istediğim biri geldi. Kısa sürede yanıldıklarını anladılar. Olaylar o yönde de olması gerektiği gibi gitmedi. Orada da aptallık ve oyun vardı. Ve bu yüzden kaçtılar. Kendi içlerine kapandılar. Parçalandılar. Kapitalist oyunu kabullendiler. Ve kabullenmediklerinde, anarşistler tarafından bile kovuldular. ‘68’in mekanizması yeni tekno- bürokratik Devlet’in en iyi memurlarını üretti. Ama aynı zamanda kendi antitoksinlerini de üretti. Niceliksel yanılsama süreci açık oldu. Bir yandan yeni bir mal oyunu görüşü inşa etmek için taze lenf aldı, diğer yandan bir kusur vardı.
Üretim düzeyinde meydan okumanın etkisiz olacağı apaçık belli olmuştur. Fabrikaları, tarlaları, okulları, semtleri ele geçirip kendi kendinizi idare edin, diye ilan ediyordu eski devrimci anarşistler. iktidarı, her biçimiyle yok edeceğiz, diye ekliyorlardı. Ama sorunun köklerine inmeden. Ağırlığının ve kapsamının bilincine varmadan, onu görmezden gelmeyi tercih ediyorlar, devrimin yaratıcı kendiliğindenliğine bağladıkları umutları şişiriyorlardı. Ama bu arada üretim üzerindeki kontrolü sürdürmek istiyorlardı. Ne olursa olsun, devrim hangi yaratıcı biçimleri ifade ederse etsin, üretim araçlarını ele geçirmeliyiz, diye ısrar ediyorlardı. Aksi halde düşman bizi o düzeyde alteder. Böylece her tür ödünü kabul etmeye başladılar. Yeni ve daha dehşet verici bir oyun yarattılar sonunda.
Ve oyun yanılsamasının kendi kuralları vardır. Onu yönlendirmek isteyen herkes o kurallara göre oynamalıdır. Onları bilmeli, uygulamalı, onlar üze-rine yemin etmelidirler. ilk kural, üretimin herşeyi etkilediğidir. Üretmiyorsanız insan değilsiniz, devrim size göre değil. Neden parazitlere tahammül edelim ki? Onların yerine mi çalışmamız gerekiyor? Kendi geçimimize ek olarak onların geçimini de mi sağlayalım? Dahası, belirsiz fikirlere sahip, canları ne isterse onu yapacaklarını söyleyen bu insanlar sonunda “nesnel olarak” karşı devrimin amaçlarına hizmet etmez mi? Eh, bu durumda hemen onlara saldıralım. Müttefiklerimizin kim olduğunu, kiminle taraf olmak istediğimizi biliyoruz. Korkutmak istiyorsak, o zaman hep birlikte yapalım; organize olarak, mükemmel düzen içinde, ve kimse ayağını masaya dayamasın ve pantolonunu indirmesin. Belirli organizasyonlarımızı organize edelim. Üretim yerine mücadele teknikleri bilen militanlar eğitelim. Üretenler devrim yapacak, biz yalnızca aptalca birşey yapmasınlar diye orada bulunacağız.
Hayır, bütün bunlar yanlış. Onların hata yapmasını biz nasıl engelleyeceğiz? Organizasyonun oyun düzeyinde, bizden daha fazla gürültü yapabilecekler var. Ve onların harcayacak nefesi de var. işyerinde mücadele edin. işinizi korumak için mücadele edin. Üretim için mücadele edin.

Çemberden ne zaman çıkabileceğiz? Kendi kuyruklarımızı ısırmaktan ne zaman vazgeçeceğiz? 

“Deforme olmuş insan hep kendini
yakışıklı gösteren aynalar bulur.”
de Sade
IV
aşkı ne çılgınlıktır!
Sömürülenlerin sömürüyü, asılan adamın halatı, kölenin zincirlerini sevmesini nasıl da görmeye değer bir beceri ile başardı sermaye.
in idealleştirilmesi şimdiye dek devrimin ölümü oldu. Sömürülenlerin hareketi, ona yalnızca yabancı değil, aynı zamanda karşıt olan burjuva üretim ahlakı ile yozlaştırıldı. ilk yozlaşan sektörün işçi sendikaları olması tesadüf değil, üretim oyunu idaresine çok yakın olmalarının sonucu. iş etiğinin işsizlik estetiğine karşı çıkma zamanı.
Tüketim toplumunun dayattığı oyun içi ihtiyaçların karşılanmasına, insanın o ilkel asıl ihtiyacının ışığında, komünizm ihtiyacının ışığında görülen doğal ihtiyaçlarının karşılanması ile karşı çıkmalıyız.
Bu şekilde ihtiyaçların niceliksel değerlendirilmesi alt üst edilir. Komünizm ihtiyacı tüm diğer ihtiyaçları ve insan üzerindeki baskılarını dönüştürür.
insanın, sömürünün sonucu olan fakirliği gelecekteki kurtuluşun temeli olarak görülmüştür. Hıristiyanlık ve evrimsel hareketler tarih boyunca el ele yürümüştür. Cenneti fethetmek için, ya da bizi devrime götürecek sınıf bilincini edinmek için acı çekmeliyiz. iş etiği olmadan marksist “proloterya” fikri anlamsızdır. Ama iş etiği burjuvazinin iktidarı ele geçirmesini sağlayan aynı burjuva rasyona-lizminin ürünüdür.
Korporatizm proleter enternasyonalizmi süzgecinden yeniden yüzeye çıkıyor. Herkes kendi sektörü içinde mücadele ediyor. En fazla, sendikalar aracılığı ile başka ülkelerdeki benzerleri ile iletişim kuruyorlar. Anıtsal çok uluslu şirketlerin karşısına anıtsal uluslararası sendikalar çıkıyor. Devrim yapalım, ama mekanizmayı, işleyen aleti, burjuvazinin tarihi erdemini yeniden üreten ve şimdi proloteryanın ellerinde olan o efsanevi nesneyi koruyalım.
Devrimin varisi yarın tüketici ve kapitalist oyunun ana aktörü olmaya yazgılı. Çatışma düzeyinde sonucunun varisi olarak idealize edilen devrimci sınıf, üretimin idealleştirilmesinde kayboluyor. Sömürülenler bir sınıf ile sınırlandıkları zaman, oyunun tüm unsurları zaten var oluyor, tıpkı sömürenler sınıfı için olduğu gibi.
Sömürülenlerin sermayeyi globalleştirme projesinden kurtulmalarının tek yolu, işin, üretimin ve politik ekonominin reddedilmesinden geçiyor.
Ama işin reddedilmesi, iş eksikliğine dayalı bir toplumda “iş eksikliği” ile karıştırılmamalı. Marjinalleştirilmiş olanlar iş ararlar. Bulamazlar. Gettolara itilirler. Suçlulara dönüşüler. Sonra bunların hepsi bir bütün olarak üretim oyunu idaresinin bir parçası olur. Üretenler ve işsizler kapital için aynı ölçüde vazgeçilmezdir. Ama hassas bir dengeleri vardır. Zıtlıklar patlar ve değişik kriz türleri üretirler, ve işte bu bağlam için devrimci müdahale gerçekleşir.
Bu  yüzden, işin reddedilmesi, işin yıkımı çalışmama ihtiyacının tasdik edilmesidir. Tasdik şudur: insan, çalışmamanın kendi içinde uyardığı muhtelif istekler aracılığı ile çalışmama yoluyla kendini yeniden üretebilir ve nesnelleştirebilir. işi yok etme fikri, iş etiği açısından bakıldığı zaman, saçma görünür. Ama nasıl? Bunca insan iş arıyor, bunca çok işsiz var, ve sen işi yok etmekten bahsediyorsun, öyle mi? Luddite hayalet belirir ve tüm-klasikleri-okumuş-devrimcilerin tamamını dehşete garkeder. Katı, kapitalist güçlere cepheden saldırma modeline dokunulmamalıdır. Geçmişin tüm başarısızlıkları ve acıları anlamsızdır; utanç ve ihanet de öyle. ileri yoldaşlar, daha güzel günler gelecek, yine ileri!
Boş zaman”, yani işin geçici olarak askıya alınması kavramının, proleterleri durgun sınıf organizasyonu (partiler, sendikalar ve beleşçiler) atmosferine geri itmek amacıyla neye dönüştürüldüğünü göstermek yeterlidir. Bürokratik boş zaman organizasyonlarının önerdiği oyun, en verimli hayal güçlerini bile depresyona sokmak için bilinçli olarak tasarlanmıştır. Ama bu ideolojik birörtmeceden başka birşey değildir; bir bütün olarak oyunu oluşturan toptan savaşın pek çok aracından biri.
Komünizm ihtiyacı herşeyi dönüştürür. Komünizm ihtiyacı aracılığı ile çalışmama ihtiyacı olumsuz açıdan (işe karşı olmak) olumlu açıya geçer, yani bireyin tamamen kendisi için boş olması, kendini mutlak özgürlük içinde ifade etme olasılığı, her tür modelden uzaklaşması, hatta üretim modeli gibi temel ve vazgeçilmez sayılanlardan bile.
Ama devrimciler işbilir insanlardır ve her tür mo-delden uzaklaşmaya korkarlar, özellikle de kavramın anlamının tam anlamıyla gerçekleştirilmesi yolunda bir engel oluşturan devrim modelinden. Kendilerini hayatta bir rolden yoksun bulmaya korkarlar. Siz hiç devrim projesi olmayan bir devrimci ile karşılaştınız mı? Enine boyunca tanımlanmış ve kitlelere tüm açıklığı ile sunulmuş bir projesi? Modeli, ambalajı, devrimin temellerini yok ettiğini iddia eden devrimci nasıl bir devrimci olur? Niceliksellik, sınıf, proje, model, tarihi görev ve bu tür eski kavramlara saldıran biri, yapacak hiçbir şey bulamamak, başka herkes gibi gerçekten, alçakgönüllülükle eyleme geçmek zorunda kalmak riski ile karşı karşıya kalır. Ölümcül bir tarih işareti beklemeden gün be gün devrimi inşa eden milyonlarca başkası gibi. Ve bunu yapmak için cesarete ihtiyacınız vardır.
Katı modeler ve küçük niceliksel oyunlarla, gerçek olmayan, hayali devrim projesinin, sermaye oyununun güçlendirilmesi aleminde kalırsınız.
Üretim etiğini lağvederek doğrudan devrimci gerçekliğe girersiniz.
Bu tür şeylerden bahsetmek bile zordur, çünkü bunları bir tezin sayfalarında anlatmak mantıklı gelmez. Bu sorunları azaltarak nihai ve eksiksiz bir analize varmak, asıl konuyu ıskalamak olacaktır. Yapılacak en iyi şey, sözcük oyunlarının incelikli büyüsünü getirebilecek resmi olmayan bir tartışma olabilir.

“Ciddi ciddi neşeden bahsetmek gerçek bir çelişkidir. 
Yaz geceleri ağır.
insan minik odalarda iyi uyuyamıyor.
Giyotin Arifesi’ndeyiz.”
Zo d'Axa 

V
Sömürülenler de oyun zamanı bulur. Ama onların oyunu neşe değildir. Dehşet verici bir ayindir. Ölüm bekleyişi. Üretim eylemi sırasında biriken şiddetin baskısını hafişetmek için işin askıya alınması. Tüketim mallarının hayali dünyasında, oyun da bir yanılsamadır. Oyun oynadığımızı hayal ederiz, ama aslında tek yaptığımız tekdüze bir biçimde sermayenin bize verdiği rolleri tekrarlamak.
Sömürü sürecinin bilincine vardığımızda hissettiğimiz ilk şey bir intikam duygusu olur, sonuncusu ise neşe. Özgürleşme kapitalizmin kötülüğü tarafından bozulmuş bir dengenin düzeltilmesi olarak görülür, iş dünyasının yerini alacak bir oyun dünyasının gelişi olarak değil.
Patronlara saldırının ilk aşaması budur. Hemen farkındalık aşaması. Bize vuran zincirlerdir, kırbaçtır, hapishane duvarlarıdır, cinsel ve ırksal engellerdir. Herşey yıkılmalıdır. Bu yüzden biz kendimize ve sorumluluklarını hesabını ödetmek için düşmanımıza vururuz.
Giyotinin gecesinde yeni bir oyunun temelleri atılır. Sermaye gücünü yeniden kazanır: ilk önce patronların, sonra devrimcilerin kafaları vurulur.
Yalnızca giyotin ile devrim yapmak imkansızdır. intikam iktidarın bekleme odasıdır. intikam almak isteyen herkesin bir öndere ihtiyacı vardır. Bir önder onları zafere götürür ve bozulmuş adaleti geri getirir. Ve her kim intikam çığlıkları atıyorsa, ondan alınanları geri almak ister. Doğrudan en yüksek soyutlamaya, artı değere el konmasına. Geleceğin dünyası herkesin çalıştığı bir yer olmalıdır. Güzel! O zaman, onun işlemesini sağlayanlar ve aynı sebepten, yeni patron olanlar dışında herkese kölelik dayatıldığı bir sistem geçer elimize.
Ne olursa olsun patronlar yanlışlarının karşılığını “ödemelidirler.” Pekala! Hıristiyan günah, yargı ve tazminat etiğini devrime taşırız biz de. Ve ticari kökenen geldiği açık olan “borç” ve “ödeme” kavramlarını da.
Bütün bunlar oyunun parçasıdır. Doğrudan iktidar tarafından idare edilmediği zaman bile kolaylıkla ele geçirilebilir. Rol değişimi drama tekniklerinden biridir.
intikam ve ceza silahlarını kullanarak saldırmak, sınıf mücadelesinin belirli bir anında gerekli olabilir. Hareket başka silahlara sahip olmayabilir. Bu yüzden giyotin anı olacaktır. Ama devrimciler böyle bir silahın sınırlarının farkında olmalıdır. Kendilerini ya da diğerlerini aldatmamalıdırlar.
Kapitalizm gibi rasyonalize eden bir mekanizmanın paranoyak çerçevesi içinde, intikam devrimi kavramı, devamlı kendini adapte eden oyunun bir parçası haline bile gelebilir. Üretim hareketi, ekonomi bilimi sayesinde meydana gelir görünür, ama aslında görevlerin ayrımı denen hayali antropolojiye dayalıdır.
Özyönetimli bile olsa işte neşe yoktur. Devrim basit bir işin yeniden organize edilmesine indirgenemez. Yalnızca buna değil. Fedakarlıkta, ölümde ve intikamda neşe yoktur. Tıpkı insanın kendi kendini saymasında neşe olmadığı gibi. Aritmetik neşenin olumsuzlanmasıdır.
Yaşamayı arzu eden herkes ölüm üretmekten kaçınır. Giyotinin geçici olarak kabul edilmesi, onun kurumsallaşmasına gider. Ama aynı zamanda, yaşama aşık olan herkes sömürenlerine kucak açmaktan da kaçınır. Bunu yapmak, yaşama karşı olup fedakarlık, kendi kendini cezalandırma, iş ve ölümü savunmak demektir.
mezarlığında sömürü ile geçen yüzyıllar dev bir intikam dağı biriktirmiştir. Devrimin önderleri duygusuzca bu dağın üzerinde oturmaktadır. Ondan kar etmek için en iyi yolu çizmeye çalışmaktadırlar. Bu yüzden intikam mahmuzu gücü ele geçiren yeni kastın çıkarları aleyhine yöneltilmelidir. Simgeler ve bayraklar. Sloganlar ve karmaşık analizler. ideolojik aygıt gerekli olan herşeyi yapar.
Bunu mümkün kılan iş etiğidir. işten zevk alan ve üretim araçlarını ele geçirmek isteyen herkes işlerin körlemesine ilerlemesine karşıdır. Deneyimlerine dayanarak bilirler ki, sömürünün işlemesini sağlamak için patronların yanlarında güçlü organizasyonları vardı. Aynı ölçüde güçlü ve mükemmel bir organizasyonun özgürleşmeyi mümkün kılacağını düşünürler. Gücün yeten herşeyi yap; ne pahasına olursa olsun üretim kurtarılmalı.
Aldatmaca budur. iş etiği, Hristiyan fedakarlık etiğidir, patronların etiğidir ve tarihteki kitle katliamları sayesinde endişe verici bir düzenlilik içinde birbirini takip etmişlerdir.
Bu insanlar artı değer üretmemenin mümkün olduğunu, insanın bunu yapmayı reddedebileceğini, insanın üretmeme iradesini ortaya koymasının, böylece hem patronların ekonomik yapısına, hem de tüm Batı düşüncesine işleyen ideolojik yapılara karşı mücadele etmenin mümkün olduğunu kavrayamazlar.
Niceliksel devrim projesinin temelinin iş etiği olduğunu anlamak önemlidir. işe karşı savlar, eğer niceliksel büyüme mantığına sahip devrimci organizasyonlar tarafından öne sürülüyorlarsa anlamsızdır.
etiğininin yerine neşe estetiği koymak, pek çok endişeli yoldaşın tercih edeceği gibi hayatın sonu demek değildir. “Ne yiyeceğiz?” sorusuna insan basitçe şu yanıtı verebilir: “Ne üretiyorsak.” Yalnız, artık üretim insanın kendini belirlediği boyut olmayacaktır, çünkü o boyut oyun ve neşe çerçevesinde meydana gelecektir. insan doğadan ayrı birşey olarak üretebilir, ve sonra doğanın kendisiymiş gibi onunla birleşebilir. Böylece her an, yeterince olduğu zaman üretimi durdurmak mümkün olur. Yalnızca neşe kontrol edilemez olur. Çağımızı nüfuslandıran medeni larvaların tanımadığı bir güç. Devrimin yaratıcı dürtüsünü on katına çıkarabilecek bir güç.
Komünist dünyanın sosyal serveti, kendine parti proloteryası adını veren bir azınlık tarafından idare edilse bile, artı değer birikimi ile ölçülmez. Bu durum iktidar üretir ve anarşinin özünü reddeder. Komünist sosyal servet, devrimden sonra gelen yaşam potansiyelinden doğar.
Niceliksel değil, niteliksel birikim kapitalist birikimin yerini almalıdır. Basit ekonomik devrimin yerini yaşam devrimi alır, kristalize edilmiş üretimin yerini üretici potansiyel alır, oyunun yerini neşe alır.
Kapitalist yanılsamaların gösteri pazarının reddedilmesi yeni bir değişim türü yaratacaktır. Kurgusal niceliksel değişim yerine gerçek niteliksel değişim. Malların dolaşımı kendini nesnelere ve nesnelerin hayali materyalize edilişine değil nesnelerin yaşamdaki anlamına dayandıracaktır. Ve bu bir yaşam anlamı olmalıdır, ölüm değil. Bu yüzden bu nesneler değiştokuş edildikleri kesin anla sınırlı olacaklardır, ve önemleri bu değişimin yer aldığı durumlara göre değişecektir.
Aynı nesnenin derinlemesine farklı “değerleri” olabilir. Kişiselleştirilmiş olacaktır. fiimdi, kapital boyuyunca bildiğimiz şekliyle üretim ile hiç ilgisi olmayacaktır. Değişimin kendisi, sınırsız üretimin reddedilmesi aracılığı ile görüldüğünde, farklı bir anlam taşıyacaktır.
Özgürleşmiş işgücü diye birşey yoktur. Bütünleşmiş (el emeği-zihin emeği) işgücü diye birşey yoktur. Var olan, iş bölümü ve işgücünün satışıdır, yani kapitalist üretim dünyası. Devrim işgücünün olumsuzlanması, neşenin onaylanmasıdır. iş, “adil iş”, sömürüsüz iş, sömürülenlerin kendilerini sömürü olmadan tüm üretim sürecine dahil edecekleri “kendi kendini idare eden” iş fikirlerinin dayatılması, gerçeklerin çarpıtılmasıdır.
Üretimin kendi kendini idare etmesi kavramı ancak kapitalizme karşı bir mücadele biçimi olarak geçerlidir, aslında mücadelenin kendi kendini idare etmesi fikrinden ayrılamaz. Mücadele söndürüldüğü zaman kendi kendini idare, insanın sömürülmesini kendi kendine idare etmesinden başka birşey olmaz. Eğer mücadele muzaffer çıkarsa, üretimin kendi kendini idaresi gereksiz olur, çünkü devrimden sonra üretim organizasyonu da gereksiz ve devrim karşıtıdır. 

“Atışı kendin yaptığın sürece
herşey beceridir ve kolay kazanmaktır; ancak
sen aniden ebedi oyun arkadaşının sana,
senin merkezine, tüm gücüyle, o ilahi
köprü yapımcılarının muhteşem yaylarından biri ile
fırlattığı topu yakalaması gereken olduğunda: ancak
o zaman yakalamayı başarmak senin değil,
bir dünyanın gücüdür. “
Rilke

VI
Hepimiz neşeyi tecrübe ettiğimize inanırız. Her birimiz yaşamlarımız boyunca en az bir kere mutlu olduğumuza inanırız. Yalnız bu neşe deneyimi hep edilgendir. Keyif alırız. Nasıl neşenin biz istediğimizde kendini göstermesini talep edemezsek, neşeyi "arzulayamayız" da.
Bizler ile neşe arasındaki bunca ayrım bizim kendimizden "ayrı" olmamıza, sömürü süreci tarafından ikiye bölünmüş olmamıza dayanır.
Tatil "neşesini" yaşayabilmek için sene boyunca çalışırız. Tatil geldiğinde, tatilde olduğumuz gerçeğinin "zevkini" çıkarmaya "zorunlu" hissederiz. Tüm diğer işkence türleri gibi bir işkence. Aynısı Pazar günleri için de geçerlidir. Korkunç bir gün. Boş zaman yanılsamasının zayıflatılması bize içinde yaşadığımız ticaret oyu¬nunun boşluğunu gösterir. Aynı boş bakışlar yarı boş cama, televizyon ekranına, futbol maçına, kadın kahraman dozuna; sinema ekranına, trafik keşmekeşine, neon ışıklarına, manzarayı öldürme işini tamamlamış olan prefabrike evlere konar.
Kapitalist oyunun muhtelif resitallerinin derinlik¬lerinde "neşe" aramak saf deliliktir. Ama kapitalin istediği de tam olarak budur. Bizi sömürenler tarafından programlanmış boş zaman deneyimi ölümcüldür. Çalışmak istemenize sebep olur. İnsan görünürdeki yaşama karşı kesin ölümü tercih etmeye başlar.
Kapitalist sömürünün rasyonel mekanizmasından hiçbir neşe ulaşamaz bize. Neşenin onu düzenleye¬cek belirli kuralları yoktur. Öyle olsa bile, neşeyi arzu edebiliyor olmalıyız. Aksi halde yolumuzu şaşırırız.
Bu yüzden neşe arayışı bir irade eylemidir, ser¬mayenin ve onun değerlerinin sabit koşullarını kararlılıkla reddetmektir. Bu reddedişlerin ilki, bir değer olarak işi reddetmektir. Neşe arayışı ancak oyun arayışı ile mümkündür.
Bu yüzden oyun demek, sermaye boyutunda düşünmeye alışık olduğumuz şeyden farklı bir şey demektir. Dingin aylaklık gibi, kendine hayatın sorumluluklarını inkar eden oyun, gerçekte var olanın yapay, çarpık imgesidir. Çatışmanın mevcut aşamasında ve sermayeye karşı mücadelenin göre¬celi kısıtlamalarında, oyun bir "boş zaman faaliyeti" değil bir silahtır.
Kaderin tuhaf cilvesi sonucunda roller değişmiştir. Eğer yaşam ciddi bir şeyse, ölüm bir yanılsamadır, çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur. Simdi, ölümün hükümranlık alanı, yani insan olarak varlığımızı inkar eden ve bizi "şeylere" indirgeyen sermayenin hükümranlık alanı çok ciddi, yöntemli ve disiplinli görünür. Ama onun sahiplenme hezeyanı, etik şiddeti, "yapma" takıntısı büyük bir yanılsamayı saklar: mal oyununun mutlak boşluğunu, sonsuz birikimin faydasızlığını ve sömürünün saçmalığını. Bu yüzden iş ve üretkenlik dünyasının büyük ciddiliği mutlak bir ciddiyet yoksunluğunu saklar.
Tam tersine, bu aptal dünyanın reddi, sözde "ciddiyet eksikliği" içinde neşe, düş, ütopya arayışı yaşamdaki en ciddi şeyi saklar; ölümün reddini. Sermaye ile fiziksel karşılaşma esnasında oyun, duvarın bu yanında bile farklı biçimler alabilir. Pek çok şey "oyuncu bir şekilde" yapılabilir, ama yaptığımız şeylerin çoğunu, kapitalden ödünç aldığımız ölüm maskesini takarak çok "ciddi bir şekilde" yaparız. Oyun daima yeni olan, daima hareket halinde olan yaşamsal bir dürtü olarak nite¬lendirilir. Kendimizi ölümden kurtarırız. Oyun canlı hissetmemizi sağlar. Bize yaşam heyecanı verir. Diğer rol modelinde herşeyi sanki bir görevmiş gibi, onu yapmak "zorundaymış" gibi yaparız.
Ancak oyunun, kapitalizm deliliğinin ve yabancılaşmasının tam tersi olan, her daim yeni heyecanı içinde neşeyi tanıyabiliriz. Eski dünya ile bağlarımızı koparma ve yeni amaçlar, başka değerler ve ihtiyaçlar ile özdeşleşme olasılığı işte buradadır. Neşe bir inanın amacı olarak düşünülmese bile, kuşkusuz bilinçli olarak arandığı zaman sermaye ile çatışmayı farklı kılan ayrıcalıklı bir boyuttur.

Hayat o kadar sıkıcı ki yapacak hiçbir şey yok maaşın tamamını en yeni etek ya da gömlek üzerine harcamaktan başka. Kardeşlerim, gerçek arzularınız nedir? Eczanede oturmak, uzak, boş, sıkkın görünmek, tatsız kahve içmek mi? Yoksa, belki.
ONU HAVAYA UÇURMAK
YA DA YAKIP KÜL ETMEK Mİ?
The Angry Brigade
VII
Hepimiz gırtlağımıza kadar kapitalizmin büyük oyu¬nuna gömüldük. Sırayla bir aktör, bir seyirci olu¬yoruz. Rol değiştiriyoruz, ya ağzımız bir karış açık başkalarına bakıyoruz ya da başkalarını kendimize baktırıyoruz. Yalnızca bir balkabağı olduğunu bilmemize rağmen billur arabaya bindik. Peri annenin büyüsü eleştirel farkındalığımızı ayarttı. Simdi oyunu oynamalıyız. En azından geceyarısına kadar.
Fakirlik ve açlık hâlâ devrimin itici güçleri. Ama ser¬maye oyunu genişletiyor. Sahnede yeni aktörler istiy¬or. Dünyadaki en büyük gösteri bizi şaşırtmaya devam edecek. Her zaman daha karmaşık, her zaman daha iyi organize edilmiş olacak. Yeni palyaçolar kürsüye çıkmaya hazırlanıyor. Yeni vahşi hayvan türleri ehlileştirilecek.
İlk çıkacak olanlar nicelik destekçileri, aritmetik aşıkları olacak ve sahne ışıkları ile körleşerek gereklilik kitlelerini ve kurtuluş ideolojilerini peşlerinden sürükleyecekler. Ama kurtulamayacakları bir şey ciddilikleri olacak. Yüzleşecekleri en büyük tehlike bir kahkaha olacak. Sermayenin gösterisinde neşe ölümcüldür. Herşey loş ve kasvetlidir, herşey ciddi ve düzenlidir, herşey rasyonel ve programlanmıştır, hem de sahte ve yanıltıcı olduklarından.
Krizlerin ötesinde, gelişmemişliğin başka sorunlarının ötesinde, fakirlik ve açlığın ötesinde, sermayenin çıkartacağı son savaş, sonucu belirleye¬cek olan, can sıkıntısına karşı olandır.
Devrimci hareket de onun savaşlarında mücadele etmek zorunda kalacaktır. Yalnızca sermayeye karşı olan eski savaşlarda değil, kendine karşı olan yeni savaşlarda. Can sıkıntısı ona içeriden saldırmakta, onun çürümesine sebep olmakta, onu boğucu, yaşanmaz kılmaktadır.
Bunları, kapitalizm oyunundan hoşlananlara bırakalım. Sonuna dek rollerini oynamaktan memnun olanlara. Bu insanlar reformların herşeyi gerçekten değiştirebileceğini düşünür. Ama bu başka herşeyden daha büyük bir ideolojik örtmecedir. Parçaları değiştirmenin sistemin kurallarından biri olduğunu çok iyi bilirler. Her seferinde işleri birazcık düzeltmek sermaye için faydalıdır.
Bir de. sermayeye sözel olarak saldıranların hiç eksik olmadığı devrimci hareket vardır. Bu insanlar epey kargaşa yaratır. Büyük bildirilerle ortaya çıkar¬lar, ama artık kimseyi etkileyememektedirler, özel¬likle de onları sinsice gösterinin en hassas kısmında kullanan sermayeyi hiç. Soliste ihtiyacı olduğunda bu oyunculardan birini sahneye çıkarır. Sonuç açmasıdır. Gerçek şudur ki, tüketim mallarının gösteri mekanizması sermayenin hükümranlık alanına, koordinasyon merkezlerine, üretimin ta çekirdeğine girilerek kırılmalıdır. Nasıl olağanüstü bir neşe patlaması, ne kadar yaratıcı bir ileri sıçrayış, ne kadar sıradışı bir amaçsız amaç olacağını bir düşünün.
Yalnız, kapital mekanizmalarına neşeyle, yaşam simgeleri ile girmek güçtür. Silahlı mücadele genellikle bir ölüm simgesidir. Patronlara ve onların hizmetkarlarına ölüm verdiği için değil, ölüm hakimiyetinin yapılarını kendine istediği için. Farklı algılansa gerçekten de eylem halindeki neşe olurdu, mal gösterisinin dayattığı, militer parti, gücün fethi yapısal koşulları yıkabilirdi; öncü ola¬bilirdi.
Devrimci hareketin diğer düşmanı budur. Anlayamamak. Çelişkinin yeni koşullarını görmeyi reddetmek. Artık mal gösterisinin bir parçası halini almış geçmişin modellerini dayatmakta ısrar etmek.
Yeni devrimci gerçeklik konusundaki cehalet hareketin devrimci kapasitesinin teorik ve stratejik olarak farkına varılmamasma yol açıyor. Ve teorik niteliğe sahip sorulara bakmadan hemen müda¬hale etmeyi kaçınılmaz kılmak için çok yakında düşmanlar olduğunu söylemek yeterli değil. Bütün bunlar hareketin yeni gerçekliğiyle yüzleşme ve şu anda ciddi sonuçları yaşanan, geçmişte yapılmış hatalardan kaçınma yeteneksizliğini gizliyor. Ve bu inkar her tür ussalcı siyasi yanılsamayı besliyor. İntikam, önderler, partiler, öncü, niceliksel büyüme gibi kategoriler yalnızca bu toplum boyutunda bir anlam ifade ediyor ve böyle bir anlam gücün sürekliliğini destekliyor. Olaylara devrimci bakış açısından, yani her tür gücün tamamen ve kararlılıkla yok edilmesi açısından bakarsanız, bu kategoriler anlamsızlasın Ütopyanın yersizliğine girerek, iş etiğini altüst ederek, onu hemen, buranın neşe gerçekleşmesine dönüştürerek, kendimizi tarihsel örgüt biçimlerinden çok uzak bir yapının içinde buluruz.
Bu yapı durmaksızın değişir ve bu yüzden kristalleşmeden kaçınır. İşyerindeki üreticilerin öz-örgütlenmesi ve işe karşı verilen mücadelenin öz-örgütlenmesi ile nitelenir. Üretim araçlarını ele geçirmez, ama durmaksızın değişen örgütsel biçimler aracılığı ile üretimi reddeder.
İşsiz ve geçici işçiler konusunda da aynı şey olmaktadır. Can sıkıntısı ve yabancılaşmanın teşvik ettiği yapılar öz-örgütlenme temelinde ortaya çıkmaktadır. Dışsal bir örgütün dayattığı ve programladığı amaçların sunulması hareketi öldürür ve onu mal gösterisine teslim eder.
Çoğumuz bu devrimci örgüt fikrine bağlıyız. Otoriter örgütü reddeden anarşistler bile onu hor görmüyorlar. Bu temelde hepimiz kapitalin çelişkili gerçeğine benzer araçlarla saldırılabileceğini kabul ediyoruz. Bunu yapıyoruz, çünkü bu araçların yasal olduğuna, kapital ile aynı mücadele alanından çıktığına ikna olmuşuz. Herkesin olayları bizim gibi görmeyebileceğim kabul etmeyi reddediyoruz. Teorimiz örgütlerimizin uygulaması ve stratejisi ile aynı.
Otoriterler ile bizim aramızda çok fark var; ama ortak tarihsel örgüt inancı önünde hepsi yıkılıyor. Anarşiye bu örgütlerin çalışmaları aracılığı ile ulaşılacak (yalnızca yaklaşım yöntemlerinde önem¬li farklar beliriyor). Ama bu inanç çok önemli bir şeyi gösteriyor: tüm ussalcı kültürümüzün gerçek¬liğini ilerici terimlerle açıklama iddiası. Bu kültür kendini tarihin geri çevrilemez olduğu fikrine ve bilimin analitik kapasitesine dayandırıyor. Bütün bunlar bizim şu anı, geçmişin tüm çabalarının karanlığın güçlerine (kapitalist sömürüye! karşı mücadelenin doruk noktası ile buluştuğu nokta olarak görmemize sebep oluyor. Sonuç olarak, öncellerimizden daha ileride olduğumuza, geçmişin tüm deneyimlerinin toplamı olan teorileri ve örgütsel stratejileri detaylandırıp uygulamaya koyabileceğimize ikna oluyoruz. Bu yorumu redde¬den herkes kendilerini otomatik olarak gerçekliğin ötesinde buluyorlar, ki tanımı gereği bu da tarih, ilerleme ve bilim demek. Böyle bir gerçekliği red¬deden herkes tarih- karşıtı, ilerleme-karşıtı ve bilim karşıtı oluyor. Temyiz hakkından mahrum mahkumiyet.
Bu ideolojik zırhla donanmış olarak sokaklara çıkıyoruz. Burada, analizlerimizin çerçevesine girmeyen uyarıcılardan oldukça farklı yapılanmış bir mücadele gerçekliğine tosluyoruz. Güzel bir sabah, barışçıl bir gösteri sırasında polis ateş et¬meye başlıyor. Yapı tepki veriyor, yoldaşlar da ateş ediyor ve polis memurları düşüyor. Aforoz! Barışçıl bir gösteriydi bu. Yozlaşarak bireysel gerilla eylemlerine dönüştüğüne göre provokasyon olmalı. Gerçekliğin "parçası" değil, gerçekliğin "kendisi" olduğuna göre hiçbir şey ideolojik organizasyonu¬muzun mükemmel çerçevesinin ötesine geçemez. Ötedeki herşey deliliktir ve provokasyondur. Süpermarketler harap edilir, dükkanlar, yiyecek ve silah depoları yağmalanır, lüks arabalar yakılır. Bu, çarpıcı şekliyle mal oyununa saldırıdır. Yeni yapılar o yönde ilerlemektedir. Aniden, gereken minimum stratejik yönlendirme ile biçimlenirler. Gösteriş yok, uzun analitik önermeler yok, karmaşık destekleyici teoriler yok. Saldırırlar. Yoldaşlar bu yapılar ile özdeşleşir. iktidar veren örgütleri red¬dederler; denge, bekleme, ölüm. Eylemleri bu örgütlerin intihara eğilimli bekle ve gör pozisyonlarının eleştirisidir. Aforoz! Provokasyon olmalı.
Geleneksel siyasi hareketlerden bir kırılma vardır ve bu hareketin kendisinin eleştirisi halini alır. İstihza bir silah olur. Yazarın çalışma odasına kapanmış olarak değil, kitle halinde, sokaklarda. Sonuç olarak yalnızca patronların uşakları değil, çok uzak ve yakın geçmişin devrimci önderleri de kendilerini güçlük içinde bulurlar. Ufak çaplı patronlar ile önder grubun zihniyeti de krize girer. Aforoz! Tek geçerli eleştiri patronlara karşı olandır ve tarihi sınıf mücadelesi geleneğinin koyduğu kurallara uymalıdır. Bu ilahi kurallardan sapan herkes provokatördür.
insanlar toplantılardan, klasiklerden, anlamsız yürüyüşlerden, kılı kırk yaran teorik tartışmalar¬dan, sonsuz ayrımlardan, bazı siyasi analizlerin tekdüzeliğinden ve fakirliğinden bıktı. Onlar aşk yapmayı, sigara içmeyi, müzik dinlemeyi, yürüyüşe çıkmayı, uyumayı, gülmeyi, oynamayı, polis öldürmeyi, gazeteci sakatlamayı, yargıç öldürmeyi, kışla bombalamayı tercih ediyorlar. Aforoz! Mücadele ancak devrimin önderleri için anlaşılabil-diği ölçüde yasaldır. Aksi halde, durumun kontrol¬den çıkması riski olduğundan, mutlaka provokasy¬on vardır.
Acele et yoldaş, polis, yargıç, patron vur. Simdi; yeni bir polis seni durduramadan.
Hayır demekte acele et, yeni bir baskılama seni hayır demenin anlamsız, delice olduğuna, bir tımarhanenin konukseverliğini kabul etmen gerek¬tiğine ikna edemeden.
Yeni bir ideoloji onu senin için kutsallaştırmadan kapitale saldırmakta acele et.
Yeni bir sofist sana bir kez daha "iş seni özgür kılar" diyemeden işi reddetmekte acele et.
Oynamakta acele et. Silahlanmakta acele et.


Toplum polisleri inene kadar devrim olmayacak. Coeurderoy
VIII
Oyun aynı zamanda, onu mal gösterisinin bir parçası olarak kullanan sermaye mantığı içinde bir bilmece ve çelişkidir. Kendi içinde sahip olmadığı bir belirsizlik edinir. Bu belirsizlik kapitalist üre¬timin hayali yapısından kaynaklanır. Bu şekilde, oyun yalnızca üretimin askıya alınması, gündelik yaşamda bir "barış" parantezi olur. Böylece oyun programlanabilir ve dekor olarak kullanılabilir.
Kapitalin hükümranlık alanının dışındayken oyun kendi yaratıcı dürtüsü tarafından ahenkle yapılandırılır. Üretim dünyasının güçleri tarafından talep edilen şu ya da bu performansa bağlı değildir, kendiliğinden gelişir. Oyun ancak bu gerçeklik içinde neşelidir, neşe verir. Sömürünün sebep olduğu incinmeden kaynaklanan mutsuzluğu askıya almaz, onu tam anlamıyla gerçekleştirir, yaşamın gerçekliği içinde bir katılımcı kılar. Bu şekilde, ölümün gerçekliği loyun aracılığı ile olsa bile) tarafından eyleme konulan numaralara karşı kendini koyarak kasveti daha az kasvetli kılar.
Ölüm gerçekliğini yok edenler kapitalist yanılsamanın efsanevi hükümranlığına karşı, son¬suzluğu hedeflese bile olasılık tozları içinde yuvar¬lanan bir hükümranlığa karşı mücadele etmekte¬dirler. Yıkıcı eylem oyunundan, bunun ima ettiği derin trajedinin tanınmasından, ölümün örümcek ağlarını yok etme yeteneğine sahip hevesin gücünün farkına varmaktan neşe doğar. Bu dehşete dehşetle, trajediye trajediyle, ölüme ölüm¬le karşılık verme meselesi değildir. Neşe ile dehşet, neşe ile trajedi, neşe ile ölüm arasında bir yüzleşmedir.
Bir polis memurunu öldürmek için, önceki hükümlerin kanının aceleyle temizlendiği bir yargıç cübbesi giymek gerekli değildir. Mahkemeler ve hükümler daima kapital gösterisinin bir parçasıdır, onları eyleme geçiren devrimciler olsa bile. Bir polis memuru öldürüldüğünde onun sorumluluğu tartıya vurulmaz, çatışma bir aritmetik meselesi yapılmaz. İnsan devrimci hareket ile sömürenler arasında bir ilişki vizyonu programlıyor olmaz. İnsan devrimci hareketin içinde yapılanmış bir ihtiyaca, bu dünyanın tüm analizleri ve haklı çıkarmalarının asla kendi başına dayatmakta başarılı olamayacağı bir ihtiyaca yakın seviyede tepki veriyor olmaz. Bu ihtiyaç düşmana, sömürenlere ve uşaklarına saldırma ihtiyacıdır. Hareketin yapıları içinde ağır ağır olgunlaşır. Ancak açığa çıktığında hareket savunma aşamasından saldırı aşamasına geçer. Analiz ve ahlaki olarak haklı gösterme akıntıyukarı kaynağa gider, akıntıaşağı sokaklara çıkanların, onların ayağına dolaşmaya hazırlananların ayaklarının dibine değil. Sermayenin sömürülenler üzerinde uyguladığı sistematik şiddetle geçen yüzyıllarda var olurlar. Ama eksiksiz ve kullanıma hazır bir biçimde ışığa çıkmaları gerekmez. Bu niyetlerin daha fazla ussallastırılması, gerçekliğe ona ait olmayan bir model dayatma düşümüz olur.
Toplum polislerini indirelim. Tepki rolünü destek¬lemiyoruz, bu bize göre değil. Kapitalin bulanık davetini reddediyoruz. Yoldaşlarımızı ya da birbi¬rimizi vurmak yerine, polis memuru vurmak her zaman daha iyidir. Tarihte, bilimin mücadele eden¬lerin bilincinde var olduğu zamanlar vardır. 0 tür zamanlarda gerçeği yorumlayanlara ihtiyaç yoktur. Gerçek olayların olduğu halinden çıkar. Teoriyi üreten mücadelenin gerçekliğidir. Tüketim malı pazarının doğumu kapitalin oluşmasını, feodal üre¬tim biçimlerinden kapitalist üretim biçimlerine geçişi belirlemiştir. Üretimin gösteri aşamasına girişi ile, tüketim malı biçimi var olan herşeye yayılmıştır: aşk, bilim, duygular, bilinç, vs.
Gösteri genişlemiştir. Marksistin iddia edeceği gibi, ikinci aşama ilkinin yozlaşmasını içermez. Tamamen farklı bir aşamadır. Kapitalist herşeyi tüketir, devrimi bile. Devrim üretim modelinden kopmazsa, yalnızca alternatif biçimler dayatacağını iddia ederse, kapitalizm onu mat gösterisinin içinde yutar.
Yalnızca mücadele yutulamaz. Biçimlerinin bazıları, belirli örgütsel varlıklar halinde kristalize olarak, gösteriye çekilebilir. Ama sermayenin üretime verdiği derin önemden koptukları zaman, bu oldukça güçleşir.
İkinci aşamada aritmetik ve intikam meseleleri mantıklı değildir. Bahsedilse bile, mecazi önem taşırlar.
Sermayenin hayali oyununun imal gösterisi) yerine, gerçek olmayanın ve gösterinin yok edilmesi amacıyla ona karşı yürütülen gerçek silahlı saldırı oyunu konulmalıdır.


Kendin yap. "Brlcolceur" Elkilabı
IX
Çok kolay. Kendiniz yapabilirsiniz. Yalnız başınıza ya da birkaç güvenilir yoldaş ile. Karmaşık araçlara gerek yoktur. Fazla teknik bilgiye bile gerek yoktur.
Sermaye saldırıya açıktır. Tek ihtiyacınız olan kararlı olmaktır.
Bir sürü konuşma bizi kalınkafalı kılmıştır. Bu korku meselesi değildir. Korkmuyoruz, yalnızca bir türlü kopamadığımız önceden imal edilmiş fikirler¬le aptallık ölçüsünde doluyuz.
Kendi eylemini gerçekleştirmeye kararlı herhangi biri cesur biri değildir. Yalnızca fikirlerini berrak-[astırmış, sermayenin gösteride onlara verdiği rolü oynama çabasının anlamsız olduğunu farketmiş kişilerdir. Eksiksiz farkındalık içinde, serinkanlı kararlılık ile saldırırlar. Ve bunu yaparken insan olarak kendilerini gerçekleştirirler. Neşe içinde kendilerini gerçekleştirirler. Ölümün hükümranlığı gözlerinin önünde kaybolur. Patronlar için yıkım ve dehşet yaratsalar da, kendi yüreklerinde ve sömürülenlerin yüreklerinde neşe ve sükunet vardır.
Devrimci örgütler bunu anlamakta güçlük çekerler. Onlar üretim gerçekliğini yeniden üreten bir model dayatırlar. Üretim gerçekliğinin niceliksel yazgısı onların niceliksel olarak neşenin estetik boyutu düzeyine geçmelerine engel olur. Bu örgütler aynı zamanda silahlı saldırıyı tamamen niceliksel ışık altında görürler. Amaçlar cephe çarpışması terim¬leri ile belirlenir.
Bu şekilde sermaye herhangi bir acil durumu kon¬trol altında tutabilir. Hatta kendine çelişkileri kabullenme lüksünü tanıyabilir, gösteri amaçlarına işaret eder, gösteriyi genişletmek için üreticiler üzerindeki olumsuz etkileri istismar eder. Sermaye çatışmayı niceliksel alanda kabul eder, çünkü orada tüm yanıtları bilmektedir. Kurallar üzerinde tekel sahibidir ve çözümleri kendisi üretir. Tam tersine, devrimci eylemin neşesu bulaşıcıdır. Yağ damlası gibi yayılır. Oyun, gerçeklik üzerinde etkili olduğunda anlamlı olur. Ama bu anlam, onu yukarıdan idare eden bir model halinde kristalize olmaz. Bin farklı anlama bölünür ve hepsi üretken, hepsi istikrarsızdır. Oyunun içsel bağlantıları saldırı eyleminde kendilerini ortaya koyarlar. Ama genel anlam hayatta kalır, oyunun dışlananlar ve kendi¬lerini ondan ayırmak isteyenler için taşıdığı anlam hayatta kalır, ilk önce oynamaya karar verenler ve oyunun özgürleştirici sonuçlarını "gözleyenler" oyunun kendisi için zaruridir.
Neşe cemaati bu şekilde yapılanır, iletişime geçmenin kendiliğinden yoludur, oyunun en derin anlamının gerçekleşmesi için temeldir. Oyun toplumsal bir eylemdir. Nadiren yalıtılmış bir gerçek olarak ortaya çıkar. Eğer çıkarsa, genellikle psikolojik baskılamanın olumsuz unsurlarını içerir, olumlu bir yaratıcı mücadele anı olarak oyunun kabullenilmesi değildir.
Oyunun kendisine verilen anlamın seçiminde gelişigüzelliği önleyen oyunun toplumsal anlamıdır. Toplumsal anlam yokluğunda birey başka herkes için anlaşılmaz olacak kendi kurallarını ve anlam-                larını dayatabilir. Oyun onların bireysel sorunlarının (iş, yabancılaşma, sömürü sorunları) olumsuz etkilerinin geçici olarak askıya alınması halini alır.
Toplumsal anlaşma içinde, oyun karşılıklı eylemler akışı ile zenginleşir. Karşılıklı olarak doğrulanan özgürleşmiş hayal güçlerinden geldiği zaman yaratıcılık daha büyüktür. Her yeni icat, her yeni olasılık kolektif olarak, önceden belirlenmiş mo¬deller olmadan yaşanabilir ve sırf yaratıcı bir an olarak bile, gerçekleşme sırasında bin farklı güçlükle karşı karşıya gelse de yaşamsal etkisi vardır. Geleneksel devrimci örgüt sonunda teknisyenlerini dayatmaya başlar. Kaçınılmaz bir şekilde teknokrasiye doğru gider. Eylemin mekanik tarafına verilen büyük önem bu yolda onu kınar.
iktidarı yok etmeye yönelik eylemde neşe anı arayan devrimci bir yapı bu yıkımı gerçekleştirmek için kullanılan araçları işte böyle düşünür, araçlar olarak. Bu araçları kullananlar onların kölesi olmamalıdır. Tıpkı onları kullanamayanların kul¬lananların kölesi olmaması gerektiği gibi.
En kötü diktatörlük türü, aracın diktatörlüğüdür.
Devrimcilerin en önemli silahları kararlılıkları, vic¬danları, eylem kararlılıkları, bireysellikleridir. Silahların kendileri yalnızca araçtır, ve bu yüzden daima eleştirel değerlendirmeye maruz bırakılmalıdırlar. Silah eleştirisi geliştirmek gerek¬lidir. Yarı otomatik makineli tüfek ve onun askeri etkililiğinin kutsandığını sık sık görmüşüzdür.
Silahlı mücadele yalnızca silahlarla ilgili değildir. Bunlar tek başına devrimci boyutu temsil edemez. Karmaşık bir gerçekliği tek bir şeye indirgemek tehlikelidir. Aslında, oyun bu riski içerir. Yaşayan deneyimin yalnızca bir oyuncağa dönüşmesine sebep olabilir, onu büyülü ve mutlak bir şeye dönüştürebilir. Pek çok devrimci savaşçı örgütün sembolizminde makineli tüfeğin belirmesi tesadüf değildir.
Devrimci mücadelenin derin anlamı olarak neşeyi anlamak için bunun ötesine geçmeliyiz, efsanevi ve efsaneleşmiş nesneler aracılığı ile mal gösterisinin yanılsamalarından ve tuzaklarından kaçmalıyız.
Silahlı mücadele ile yüzyüze kaldığında sermaye nihai çabasını gösterir. Son sınırda dahil olur. Kendinden çok emin olmadığı bir alanda eyleme geçmek için kamuoyunun desteğine ihtiyaç duyar. BU yüzden modern propagandanın en rafine silahlarını kullanarak bir psikolojik savaş başlatır.
Temel olarak, bu zamanda kapitalin fiziksel olarak organiza olma yolu onu, kendi zamanlamasına ve saldırı yöntemine karar verebilen devrimci yapı karşısında saldırıya açık kılar. 0 bu zayıflığın pek farkında değildir ve telafi etmek için önlemler almaktadır. Polis yeterli değildir. Ordu bile değildir. Halkın kendisinin daimi uyanıklığına ihtiyaç duyar. Hatta proleteryanın en mütevazi kısmının. Bu yüzden, bunu yapmak için sınıf ceph¬esini bölmelidir. Fakirler arasında silahlı organiza¬syonlar tehlikesi mitini tatmalıdır; Devletin kut¬sallığı, ahlakı, kanunu, vesaire miti ile birlikte. Dolaylı yoldan bu örgütleri ve onların militanlarını bu rolleri üstlenmeye iter. Bu "role" bürününce, oyunun artık bir anlamı kalmaz. Herşey "ciddi" olur, yanılsama olur; gösterinin hükümranlık alanına girer ve bir mala dönüşür. NEŞE bir "maske" olur. Birey anonim olur, rolünü yaşar, artık görünüş ile gerçekliği birbirinden ayıramaz.
Mal tiyatrosunun büyülü çemberini kırmak için her tür rolü reddetmeliyiz ve buna "profesyonel" devrimci rolü de dahildir.
Silahlı mücadele profesyonel birşey olma izni ver¬memelidir kendine, kapitalist üretimin dışsal tarafları ona tam da bu görev dağılımını dayatmak istemektedir.
"Kendin yap." Oyunun global tarafını, onu rollere indirgeyerek parçalama. Yaşamdan zevk alma hakkını savun. Sermayenin ölüm projesini engelle. 0 yaratıcılık ve oyun dünyasına ancak oynayanı "oyuncu'ya, canlı yaratıcıyı ölü bir kişiye, canlı olduklarını söyleyerek kendi kendilerini aldatan¬lara dönüştürerek girebilir.
"Oyun dünyası" merkezileşse artık oyundan bah¬setmenin anlamı kalmaz. Sermayenin, "silahlı neşe" savımızı ortaya koyduğumuzda devrimci öneriyi yine ele alması olasılığını öngörmemiz gerekir. Ve bunun gerçekleşmesinin bir yolu, oyun dünyasının dışarıdan idare edilmesidir. Oyuncuların rollerini ve oyuncak mitolojisini belirleyerek.
Merkezileşme bağlarını (militer parti) kırarak, insan sermayenin, niceliksel pazarın gösteri üreti¬mi kanununa uyumlu fikirlerini karıştırma sonu¬cunu elde eder. Neşe tarafından koordine edilen eylem neşe için bir bilmecedir. Bu hiçbir şeydir. Belirli bir hedefi olmayan, gerçeklikten yoksun birşey. Ve bu böyledir, çünkü sermayenin özü, amaçları ve gerçekliği hayalidir, ama devrimin özü, amaçları ve gerçekliği somuttur.
Komünizm ihtiyacı kuralı, üretme ihtiyacı kuralının yerini alır. Toplumsal oyunda, bu ihtiyacın ışığında, bireyin kararları anlamlılaşır. Geçmişin ölüm modellerinin gerçek olmayan, hayali karakteri                               keşfedilir. Patronların yok edilmesi tüketim mal¬larının yok edilmesi demektir, ve tüketim mallarının yok edilmesi patronların yok edilmesi demektir.

Baykuş kanat açıyor. Atina atasözü
X
"Baykuş kanat açıyor." Kötü başlayan eylemler iyi sonuçlansın. Bunca zamandır devrimciler tarafından ertelenen devrim, devrimcilerin sosyal barış arzularına karşın gerçekleşsin.
Sermaye son sözü beyaz ceketlilere verecektir. Hapishaneler fazla uzun dayanmayacaktır. Yalnızca yüceltilmiş eski bir gericinin anılarında yaşayan bir geçmişin kaleleri olarak, sosyal ortopediye dayalı ideoloji ile birlikte kaybolacaktır. Artık mahkum olmayacaktır. Sermayenin yarattığı suçlulaştırma süreci rasyonalize edilecek, tımarhaneler aracılığı ile işlenecektir.
Gerçekliğin tamamı gösteri olduğunda, gösteriyi reddetmek gerçekliğin dışında olmak demektir. Mal kanununu reddeden herkes delidir. Mal tanrısının önünde eğilmeyi reddetmek insanın akıl hastane¬sine yatırılması ile sonuçlanacaktır. Orada tedavi radikal olacaktır. Artık engizisyon tarzı işkence ya da duvarlara sıçrayan kanlar olmayacaktır; bu tür şeyler kamuoyunu altüst eder. Kendini üstün görenlerin müdahale etmesine, gerekçelere ve telafilere sebep olur, ve gösterinin ahengini bozar. Hasta zihinler için tek radikal tedavi olarak görülen, kişiliğin tamamen yok edilmesi, kimseyi altüst etmez. Sokaktaki adam kapitalist gösterinin ağırbaşlı atmosferi ile sarıldığını hissettiği sürece, üzerine kapanacak tımarhane kapılarına karşı güvende hisseder. Ona delilik dünyası başka bir yerdeymiş gibi gelir, hem de her fabrikanın yanında, her okulun karşısında, her arazi parçasının arkasında, her sitenin ortasında birer tımarhane bulunduğu halde.
Eleştirel kalın kafalılığımız içinde, beyaz ceketli devlet memurlarının yolunu hazırlamamaya özen göstermemeliyiz.
Sermaye, kitlesel düzeyde dolaşıma çıkacak bir yorum kanununu programlamaktadır. Bu kanun temelinde, kamuoyu patronların düzenine saldıran¬ları, yani devrimcileri, deli olarak görmeye alışacaktır. Böylece onların akıl hastanelerine kapatılması gerekli olacaktır. Hapishaneler de Alman modeli uyarınca rasyonalize edilmektedir. İlk önce kendilerini devrimciler için özel hapis¬hanelere dönüştürecek, sonra model hapis¬hanelere, sonra beyin manipülasyonu için gerçek toplama kamplarına, ve sonunda akıl hastanelerine dönüşeceklerdir.
Sermayenin davranışı yalnızca sömürülenlerin mücadelelerine karşı kendini savunma ihtiyacından doğmaz. Mal üretimi kanununun mantığından doğar.
Sermaye için akıl hastanesi global gösterinin işleyişinin kesintiye uğratıldığı yerdir. Hapishane bunu yapmak için çılgınca çaba gösterir, ama başarılı olamaz, temel sosyal ortopedi ideolojisi tarafından engellenmektedir.
Tam tersine, tımarhane "yeri'nin bir başlangıcı ya da sonu yoktur, tarihi yoktur, gösterinin değişkenliğine sahip değildir. Orası, bir sessizlik yeridir.
Diğer "sessizlik" yeri, mezarlık, yüksek sesle konuşma yeteneğine sahiptir. Ölü insanlar konuşur. Ve bizim ölülerimiz yüksek sesle konuşur. Bu ağır olabilir, çok ağır. İşte bu yüzden kapital gittikçe daha az mezarlık olması için çaba gösterecektir. Ve tımarhanelerdeki "konukların" sayısı buna uygun şekilde artacaktır. Bu alanda, "sosyalizmin anayur¬dunun" anlatacak çok şeyi vardır.
Tımarhane, boş zamanın mükemmel sağaltıcı ras-yonalizasyonudur, mal yapısını sarsmadan işin askıya alınması. Üretkenlik yoksunluğunu inkar etmeden üretkenlik yoksunluğu. Deli adam çalışmak zorunda değildir ve çalışmayarak işin deliliğin karşılığı olan bilgelik olduğunu doğrular.
Devlefe karşı silahlı saldırı zamanının gelmediğini söylerken, bu tür saldırılar gerçekleştiren yoldaşlar için akıl hastanelerinin kapılarını açıyoruz; devrim zamanının gelmediğini söylerken deli ceketinin iplerini sıkıyoruz; bu eylemlerin nesnel olarak provokasyon olduğunu söylerken işkencecilerin beyaz ceketlerini giyiyoruz.
Rakiplerin sayısı önemsizken şarapnel etkiliydi. Bir düzine ölüye hoşgörü gösterilebilir. Otuzbin, yüzbin, ikiyüzbin ölü tarihte bir dönüm noktasını belirler, mal gösterisinin barış dolu ahengini bozacak öyle¬sine kör edici aydınlığa sahip devrimci bir referans noktası. Dahası, sermaye daha sinsidir. Uyuşturu¬cuların, mermilerin sahip olmadığı bir tarafsızlığı vardır. Sağaltıcı olma gerekçesine sahiptirler.
Kapitalin delilik kanunu kendi yüzüne fırlatılsın. Toplum tek bir büyük akıl hastanesidir. Karşıt-duruşların koşulları altüst edilsin.
Bireyin tarafsızlaştırılması kapitalin maddeleşmiş bütünlüğü içinde daimi bir uygulamadır. Fikirleri                                                   dümdüz etmek sağaltıcı bir süreçtir, bir ölüm makinesidir. Kapitalizmin gösteri biçimi içinde, bu dümdüz etme olmadan üretim gerçekleşemez. Ve bütün bunların reddi, ölüm karşısında neşenin seçimi bir delilik işareti ise, bütün bunların arkasında gizlenen tuzağı herkesin anlamasının zamanı gelmiştir.
Batının kültürel geleneğinin tüm aygıtı bir ölüm makinesidir, gerçekliğin inkarıdır, her tür rezalet ve haksızlığı, sömürü ve soykırımı biriktirmiş, kur¬gusal olanın hükümdarlığıdır. Bu mantığın reddi delilik olarak kınanıyorsa, o zaman delilik ile delilik arasında ayrımı belirlemeliyiz. Neşe silahlanmaktadır. Saldırısı mal, halüsinasyon, mekanizma, intikam, önder ve parti niceliğini altet-mektedir. Mücadelesi kar mantığını, pazar mimarisini, yaşam programlamayı, son arşivdeki son belgeyi parçalamaktadır. Onun şiddetli patla¬ması bağımlı olanın düzenini, olumlu ve olumsuz terminolojisini, mal yanılsaması kanununu altüst etmektedir.
Ama bütün bunlar kendini ilan edebilmelidir. Neşe dünyasından ölüm dünyasına geçmek kolay değildir. Kurallar geçerliliğini yitirmiştir ve sonun¬da birbirlerini silerler. Neşe dünyasında yanılsama sayılan şey ölüm dünyasında gerçekliktir ve tersi de doğrudur. Fiziksel ölüm, ölüm dünyasında bir takıntı olan şey, yaşam olarak satılan şeyden daha az ölümcüldür.
Böylece kapitalin neşe mesajlarını bilmeceleştirme kapasitesi doğar. Niceliksel mantığın devrimcileri bile neşe deneyimlerini derinlemesine anlama kapasitesinden yoksundurlar. Bazen tereddütle önemsiz yaklaşımlarda bulunurlar. Başka zaman¬larda sermayeninkinden pek de farklı olmayan bir kınamaya koyulurlar.
Ticari mal gösterisinde önemli olan mallardır. Bu birikmiş yığındaki aktif unsur iştir. Üretim çerçevesinin içinde hiçbir şey aynı anda hem olum¬lu, hem olumsuz olamaz. Çalışmamayı öne sürmek mümkündür, çalışmanın inkarı değil geçici olarak askıya alınmasını. Aynı şekilde, malsızlığı, kişiselleştirilmiş nesneyi öne sürmek de mümkündür, ama ancak "boş zaman" bağlamı içinde, yani hobi olarak, üretim döngüsünün kabul ettiği zaman süreleri içinde üretilen bir şey olarak. Bu anlamda, bu kavramların, çalışmama ve malsızlık kavramlarının genel üretim modelinin fonksiyonu olduğu açıktır. Ancak neşenin anlamını ve onunla bağlantılı olarak ölümün anlamını, bir¬birine karşı mücadele eden iki zıt dünyanın unsurları olarak açıklığa kavuşturursak neşe eylemlerinin unsurlarını anlatabiliriz. Hepsini
anlatabileceğimizi söyleyerek kendimizi yanıltmadan. Doğrudan sermayeye saldırmak ile bağlantılı olmayan açılardan olsa bile, neşe tecrübesi yaşamaya başlayan herhangi biri saldırının önemini kavramaya daha gönüllüdür, en azından nicelik yanılsamasına dayalı, modası geçmiş çatışma vizyonuna bağlı kalmış birinden daha fazla.
Böylece baykuş yine de kanat açıp uçabilir.

Herkes ileri! Ve silahlarla ve yürekler, sözlerle ve kalemle, hançerle ve silahla, istihza ve küfürle, hırsızlıkla, zehir ve kundakçılıkla.
Haydi toplumla... savaşalım!...
Dejaque

XI
Bekleme, kuşkular, sosyal barış düşleri, küçük ödünler ve naiflikle işimiz bitsin artık. Kapitalizm dükkanlarında bize satılan her tür mecazi süprüntü ile. Herşeyi, en ince detayına kadar açıklayan büyük analizleri bir kenara bırakalım. Sağduyu ve korku dolu dev ciltleri. Demokratik ve burjuvaca tartışma ve diyalog, münazara ve kongre, mafyöz patronların aydınlanmış yetenekleri yanılsamalarını bir kenara bırakalım. Burjuva iş etiğinin yüreklerimize kazıdığı bilgeliği bir kenara bırakalım. Bize fedakarlık ve itaat öğretmiş yüzyılların Hıristiyanlığını bir kenara bırakalım. Rahipleri, patronları, devrimci önderleri, daha az devrimci önderleri, hiç devrimci olmayan önderleri bir kenara bırakalım. Sayıları, nicelik yanılsamalarını, pazar yasalarını bir kenara bırakalım. Bir an zulmedilenlerin tarihinin yıkıntıları üzerinde oturalım ve düşünelim.
Dünya bize ait değil. Onu bu haliyle sahiplenmek isteyecek kadar aptal bir efendisi varsa, bırakın onun olsun. Binaların olması gereken yerdeki yıkıntıları, şehirlerin olması gereken yerdeki mezarlıkları, ırmakların olması gereken yerdeki çamuru, denizlerin olması gereken yerdeki pis kokulu tortuyu o saysın. Dünyadaki en büyük sihirbaz gösterisi artık bizi büyülemiyor.
Burada, şu andaki mücadelemizden neşe toplumları doğacağından eminiz.
Ve ilk defa, yaşam ölümü altedecek.

1977
Çeviri: Nelin Çiper
    2 haziran 1977 de, Il Giornale Nuovo gazetesinin direktörü bir Kızıl Tugay elemanı tarafından ayağından yaralandı. Bir önceki gün, Vittorio Bruno, Il Secolo XIX gazetesinin direktör yardımcısı Genova da bacağından vurulmuştu. Ertesigün, devlet televizyonunun politik haberler yöneticisi Emilio Rossi ya piyango çıkmıştı.Bu saldırılar kızıl tugayların « psikolojik savaşın aletleri »ne yürüttükleri kampanyanın dile gelmesiydi.