Evcilleştirme, Nüfus ve Salgın
Hastalıklar
28 Kasım 2005
Kontrol, uygarlığın merkezi bir bileşenidir. Her ne kadar kontrol
üzerine bir yaşam sürüyor olsak da, zaman zaman Tabiat bizlere bunun asla böyle
olmadığını anımsatıyor. Depremler, kasırgalar, salgın hastalıklar…
Yaşam bir ağdır ve tüm canlılar bu ağ içersinde birbirleri ile etkileşim
halindedir. İnsanlar da, mikroorganizmalar da bu ağın bir parçası oldukları
için, sürekli olarak birbirlerine etki içersindeler. Hastalık yapıcı
mikroorganizmalar ile insanların bu etkileşimleri özellikle tarım toplumuna
geçiş ve evcilleştirmeyle birlikte çok daha vahim sonuçları doğuracak şekilde
gelişmeye devam etmektedir. Ancak konuyu buradan başlatmadan önce, bu hastalık
mikroplarının kafalarında olup bitenleri ve mikropların yaşam ağındaki önemini
ve yerini iyice idrak etmemiz gerekir. Bu yüzden isterseniz, bir süre mikrop
gibi düşünelim – Jared Diamond’ın Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabından alıntılarla
devam edelim.
Mikroplar da bizler gibi evrimleşir. Seçilim, her zaman yavrulamakta ve
yavrularının yaşayabilecekleri uygun yerlere dağılmasına yardım etmekte en
başarılı olan tekler lehine işler. Mikrop için dağılma tahmin edebileceğiniz
üzere kişiden kişiye bulaşmadır. Kısacası, bir mikrop ne kadar iyi yayılırsa o
kadar çok ürer ve doğal seçilim onun lehine işler. Bu anlamda bütün mikroplar
kendilerine özel yayılma stratejileri geliştirirler. Kimileri ev sahibinin
ölmesini ve bir başkası tarafından yenmesini bekler; kimileri ev sahibinin
ölümünü beklemez ve ev sahibini ısıran böceklerle yeni bir ev sahibine kadar
yolculuk eder; ve tabiki genellikle kendi işini kendileri gören mikroplar.
Bu mikroplar ev sahiplerinin anatomisini ya da alışkanlıklarını
kendilerinin taşınmasını hızlandıracak şekilde değiştirirler. Yaralar, hapşırık,
öksürük, ishal aslında bu değişimlerdir. Burada mikrop yayılmak için bu yolları
seçer. Yani, bizim için “hastalık belirtisi“ olan bu bedensel değişimler, aslında
mikrop için yayılmayı sağlayan evrimsel stratejilerdir. Bu stratejiler ev
sahibinin ölümüne sebep olabilir. Ancak bir mikrop için bu önemsizdir. Çünkü
bir kişiden yayılarak zaten daha fazla kişiye bulaşmış durumdadır; ve taşıyıcı
ölmüş olsa bile mikrop yeterince yayılmıştır. Bu tarz stratejilerin yalnızca
mikroplarda olduğunu düşünmeyin. Örneğin ateşimizin yükselmesi hastalık yapıcı
mikroorganizmalarla olan milyonlarca yıllık birliktelikte gelişmiş bir
tepkidir.
Diğer bir tepki ise bağışıklık sisteminin harekete geçmesidir. Kanımızdaki
alyuvarlarla öteki hücrelerimiz harıl harıl yabancı mikropları arar bulur ve
öldürürler. Bizi hasta eden bir mikroba karşı yavaş yavaş geliştirdiğimiz belli
antikorlar, biz bir kez iyileştikten sonra yeniden hastalanma olasılığımızı
azaltırlar. Ancak bazı mikroplar ise antikorlarımızın tanıdığı, antijen denen
bazı moleküler parçalarını değiştirme hilesini öğrenmiş bulunuyorlar. Farklı
antijenlerle yeni grip türlerinin sürekli evrimleşmesi ya da yeniden devreye
girmesi, iki yıl önce yakalandığınız gribin bu yıl gelen farklı bir türüne karşı
sizi niçin koruyamadığını açıklar.
En yavaş işleyen tepki ise doğal seçilim yoluyla olanıdır. Hastalıkların
hemen hemen hepsine karşı öteki insanlara göre daha dirençli olan bazı insanlar
vardır. Salgın bir hastalık söz konusu olduğunda o mikroba karşı direnç
göstermeye yarayan geni olan insanların hayatta kalma olasılığı bu geni taşımayanlara
göre daha yüksek olacaktır. Sonuçta, tarihin akışı içinde zamanla belli bir
hastalığa yol açan bir mikropla çeşitli kereler karşı karşıya kalmış olan insan
toplulukları direnç genini taşıyan insanların oranının yüksek olduğu toplumlar
haline gelmişlerdir – sırf bu gene sahip olmayan insanların hayatta kalma ve
genlerini bebeklerine aktarma olasılıklarının düşük olması yüzünden.
Doğal seçilim yoluyla işleyen tepkimize ise mikroplar yine aynı tepki
ile karşı koymaya çalışırlar: İnsan, mikropların yaşamı için gerekli bir konaktır.
Yukarda da bahsedildiği gibi barınmak ve yayılmak için insanı kullanmaktadırlar.
Bunu yaparken de hastalık belirtileri yaratırlar. İnsanın türünü devam ettirebilmesi
için gerekli direnci kazanması, kendisinin çıkarına ancak mikrobun zararınadır.
Bu yüzden mikroplar da kendilerini modifiye ederek yaşamlarını sürdürme yolunda
çabalarlar. Ve bu çabaya karşı insanların da cevap geliştirmeleri gerekir.
Salgın şeklinde gelen bulaşıcı hastalıkların bazı temel özellikleri vardır.
İlkin, hastalığa yakalanmış bir kişiden, onun çevresindeki sağlıklı kişilere
çok çabuk bulaşırlar, sonuçta kısa bir zamanda bütün nüfus hastalığı kapar. İkincisi,
bunlar şiddetli, “akut” hastalıklardır: Kısa bir zaman içinde ya ölür ya tamamıyla
iyileşirsiniz. Üçüncüsü, hastalıktan kurutulacak kadar şanslı olanlarımız
antikor üretirler, bu antikorlar bize uzun süre, belki de ömür boyu bu hastalığa
karşı bağışıklık kazandırırlar. Son olarak, bu hastalıklar daha çok insanlarda
görülür; hastalığa yol açan mikroplar genellikle toprakta ya da başka
hayvanlarda yaşamazlar.
Gelelim bu hastalıkların nüfus ile olan ilişkisine. Hastalıkların
yaşaması için yeterince kalabalık ve yeterince yoğun nüfuslu insan topluluklarına
gerek vardır, ancak böyle bir durumda hastalık tam gerilemeye başlamadan önce
hastalığa yakalanmaya hazır çok sayıda yeni doğmuş bebek bulabilir. Bu yine de
az nüfuslu toplulukların bütün bulaşıcı hastalıklardan azade olduğu anlamına
gelmemektedir. Onlarda da bulaşıcı hastalıklar vardır, ancak belli türde bulaşıcı
hastalıklardır.
Kalabalık hastalıklarının nüfus ile en önemli ilişkisi, bu hastalıkların
– adları üzerinde olduğu gibi – kalabalık ve yoğun nüfuslu insan topluluklarının
ortaya çıkmasına gereksinim duymalarıdır. Bu hastalıklar için tüm koşullar yoğun
nüfuslu topluluklar [yaşam tarzları] tarafından yaratıldığında, geriye yalnızca
topluluğa yayılmak kalır. Nüfustaki bu kırılma noktası canlı yaşamın başlangıcından
bu yana işleyen besinin peşinden gitmenin yerine belli özelliklere sahip
besinlerin belli alanlarda yapay olarak üremesinin sağlanmasıyla gerçekleşti.
Bunun nasıl ve neden gerçekleştiğine burada değinmeyeceğim.
Tarım, insanın evrimleştiği yaşam tarzı olan göçebe toplayıcı-avcılığa
göre nüfus yoğunluğu çok daha fazla toplulukları besleyebilir. Ayrıca tarımın
neden olduğu yerleşik yaşamda, insanlar kendi lağım pisliklerinin içersinde
yaşarlar, böylelikle mikroplar bir kişiden diğerinin içecek suyuna kısa yoldan
karışma olanağı bulur. Özellikle kendi dışkılarını, ve idrarlarını tarlalarda
kullanan topluluklarda bu çok daha kolay yoldan gerçekleşir. Yerleşik insanların
çevreleri kendi pisliklerinden başka, yiyecek depolarına dadanmış hastalık
yayan kemirgenlerle sarılıdır. Ve besin üretimi için kullandıkları araziler
hastalık yayıcı canlıların mükemmel üreme alanlarıdır. Bu hastalıkların artışı
ve şiddeti özellikle şehirlerin ortaya çıkışından sonra çok daha fazla artmaya
başladı. Ve bu artış, dünya ticaret yollarının gelişimiyle tüm dünyada ayrıca
mikrop ticaretinin yapılmasıyla desteklendi. Günümüzde ise bu çok çok daha hızlandı.
Ancak hızlanan yalnızca hastalıkların taşınması değil hastalıkların
evrimleşmesi de olmuştur. Çiçek hastalığı MÖ 1600, kabakulak MÖ 400, cüzam MÖ
200, çocuk felci MS 1840, AIDS 1959… Ve neredeyse bildiğimiz tüm bulaşıcı
hastalıkların belirlenen tarihleri tarımın ortaya çıkışından sonra gerçekleşmiş
ve birbirine çok yakın tarihlerdir. Bu hastalıkların yayılımı için uygun
koşulları tarımın kendi yaşam tarzıyla yaratmış olduğunu biliyoruz. Fakat tarım,
bu hastalıkların ilk kez ortaya çıkmasıyla nasıl bir ilişki içersindedir :
Moleküler biyoloji araştırmaları sonucunda hastalıklarımızın yakın
akrabaları tespit edilmektedir. Bu yakın akrabalar bizlerin evcil hayvanları ya
da ev hayvanlarında bulunuyorlar. Bu hastalıklar da hayvanlar arasında bulaşıcı
kalabalık hastalıklarına yol açıyorlar. Bu yüzden bu hastalıklar temelde
kalabalık ve yoğun nüfus gerektiren toplumsal hayvanlarda bulunuyorlar.
Bizler toplumsal hayvanları evcilleştirmeye başladığımızda – sığır,
domuz, koyun, ördek vs. gibi – zaten bu hayvanlarda mevcut olan mikroplar bize
de bulaşmak üzere beklemeye koyuldular. Tabiki de bu pek zor olmadı, çünkü bu
hayvanların evcilleştirilerek kontrol altına alınması bu mikropların yukarda da
bahsettiğimiz sebeplerden ötürü yeni konağı olabilecek insana geçmesi kaçınılmazdı.
Örneğin, kızamık, tüberkülos, çiçek hastalığı sığır, grip domuz ve
ördek, boğmaca domuz ve köpek vs. gibi insan hastalıkları ile bunların en yakın
akrabalarını taşıyan hayvanlar bu şekildedir.
Son zamanlarda çokça konuşulan grip hastalığı temelde domuz ve ördek
hastalığıdır. Ancak bu hayvanların insanın kullanımı için yapay insan
çevrelerinde yaşamaya adapte edilmesi ve yetiştirilmesi sonucu; grip mikrobu
insana bulaşıp, insanlarda hastalık yapıcı ve bulaşıcı bir evrim geçirmesiyle,
grip bir şekilde insan hastalığına dönüşmüştür.
Aydınlanmacı mantık, teknolojinin ilerleyişinin tıb alanındaki
yeniliklere yol açarak hastalıklardan arınmış bir geleceğin bizleri beklediğini
sanabilir. Ancak gerçek şu ki; yaşam evrimle gelişir ve ilerler. Günümüz dünyasında
bir mikroorganizmanın insanda hastalık yapıcı şekilde evrilmesi kaçınılmazdır. İnsanın
böyle bir şeye karşı tek savunması teknolojisi değil, evrimin kontrol altına alınması
olabilir. İnsan bunu evcilleştirmeyle, yapay seçilim yoluyla değiştirmeye ve
kontrol altına almaya çalışmıştı, ve kendinden büyük işlere parmağını sokmasının
cevabını pek de geç olmadan yeni hastalıklar olarak aldı ve almaya devam
ediyor.
Sanırım insan için en uygun yol, kontrolü ele geçirmekten ziyade,
herşeyi akışına bırakması ve kendi varoluşuna yol açan yolda ve tarzda yaşamaya
devam etmesidir.
Serhat Elfun Demirkol
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder