16 Ekim 2011 Pazar

Lilith Noir - Yanlış Bir Öykü


Yanlış Bir Öykü
4 Aralık 2005

İnsanın doğadan kopuş süreci bir merdivenin basamakları gibi her çağda yeni bir destek ile güçlendirilmiştir. Ve ulaştığı nokta, sadece kendini ondan ayrı tutmak değil, ona hükmetmek halini almıştır. Yani olan şey bir bakış açısının “yitimi” ile durdurulamaz hale gelen bir “insan türü” iktidarının büyümesidir. Bu kaybedilen perspektif, insanın doğanın bir parçası olduğu, ona hükmetmek yerine onun içinde, onun bütünlüğüyle yaşaması düşüncesidir.

Böylesi bir kibirin ilk olarak tarım ile başladığı kabul edilebilir, yani toprağa hükmetmek ile…Doğanın sundukları ile yetinmek istemeyen insan; ondan istediği zaman, istediği miktarda, istediği çeşidi elde etmek için onu eğitme ve sömürme yoluna gitmiştir. Bu kaçınılmaz olarak, nüfus ve daha çok toprak anlamına gelir ki, sonucu yeryüzünde insanın işlemediği bir hektar kalmayıncaya dek, onun insanın hizmetine mecbur kılınmasıdır. Tarım için ormanlar yok edilir, su akışı değiştirilir, insan dışındaki diğer canlıların yaşam alanları tahrip edilir, kimyasallar ile zehirlenir toprak. Ve tüm bunlar sadece insanın aç kalmaması için değil, istediğinde istediği besine ulaşması lüksü için yapılmıştır. Sonuç olara tarım insan türünün ihtiyacı değil, doğaya hükmetme fantezisi ve üstünlük hissinin verdiği şımarıklığın bir sonucudur.

Tarım bir yandan –ve hala- süredursun; insan türünün çarpıcı üstünlük duygusunu körükleyen ve etkisi özellikle ortaçağda hissedilmiş diğer bir kavram çıkar karşımıza: Din. Bu kavram tek tanrılı inanışların yani yüce olana inanmanın çok ötesinde bir anlam ifade eder. Çünkü daha öylesi tek tanrılı inanışlar vardır ki, kendilerini ve diğer her şeyi oluşturan yüce “tekliğe” saygıları nedeniyle, kendi türleri dışındaki şeylere de zarar vermeyi reddederler. Sadece yeteri kadar olanı almayı, kardeşlerinden – hayvan ve bitkilerden- kendilerine sunulmuş bir hediye sayarlar. Yani dünyanın bütünlüğü tek bir yüce ruha atfedilmiş ve denge bu yolla korunmuştur.
Ancak kitapları ve peygamberleri olan dinleri incelediğimizde, doğada ki diğer şeylerin insana hizmet etmesi için yaratıldığı ibaresini görürüz. Dolayısıyla onları dilediğince kullanmak, Tanrı’nın insana verdiği doğal bir “hak”tır. Yani Tanrı’nın ürettiği şeylerin tapusu, insana devredilmiş; insan kendi türü nedeniyle doğuştan bir mirasa sahip olmuştur.

Homo Sapiens başta bu fikri çok beğendi. Çünkü din, kendi ülkesi içinde bir hiç olsa da, bir barınağı ve karnını doyuracak yiyeceği olmasa da, kendi türü tarafından sömürülen bir birey olsa da; bunları görmezden gelmesini sağlayacak bir üstünlük sunuyordu ona. Evet durumu içler acısıydı belki ama en azından bir insandı o, üstün olan türdü, tüm dünya onun için vardı.

Ancak daha sonraları din olgusu insanı sıkmaya başladı, söylemleri onu kısıtlıyor, istediklerini yapmasına engel oluyordu, insan Tanrı’yı tamamen değilse bile terk etti, yaşamında ki anlamını küçülttü.. Böylece Rönesans dönemine gelindiğinde, bu üstünlüğü destekleyen ve bunun yanında ona bir özgürlük alanı yaratan başka bir kavrama sarıldı: Hümanizm.

Kimi yazarlar hümanizm akımını açık bir dille yeni çağın dini olarak adlandırmışlardır. Hümanizmin birçok tanımı olagelse de asıl nokta, insana olan iyicil yaklaşımdır. İnsanı salt iyi olarak kabul eder ve ona gerekli özgürlük alanı tanınırsa ne de güzel şeyler yapabilecektir o. İdealizmden, sosyalizme kadar birçok ideolojinin temelinde hümanizmi görebiliriz. Çünkü insanı merkezine koyan ve onun iyiliği için çözümler arayan bir ideoloji elbette çok az bir çabayla insanlara kabul ettirilebilir. Marksizme baktığımızda dahi –sol insanlar için önemli bir umut ışığıydı- antroposentrik bir düşünce yapısı görürüz. İnsanın salt iyi bir varlık olduğunu idda etmese de; her şey insanların daha iyi ve eşit yaşaması içindir, doğa bir üretim aracıdır, üretim temel alınarak tüm sorunlar çözülebilir vs. vs. Milyonlarca ideoloji üretildi, düşünceler sistemler olup aktı; ancak sabit kalan insanın zapt edilemez ve karşı konulamaz üstünlüğüydü. Kısacası hiçbiri insanda dahil olmak üzere canlılığın yok oluşunu ve yaşamın kötüleşmesini durduramazdı, çünkü kullanılan gözlük aynıydı.

Yakın çağa geldiğimizde, ideolojileri bir kenara bırakıp –çünkü maddi açıdan yeterli derecede tatmin olmuyorduk düşünerek- ve Tanrıyı da çok önceleri terk etmiş olduğumuzdan teknolojiye sarıldık. Teknoloji olağanüstü derecede gözlerimizi kamaştıran bir olguydu. Çünkü bizler tür olarak üstün olmayı bırakın, küçük tanrıcıklar olmuştuk. Onun yarattığı şeyleri kendi ellerimizle yapabildiğimizi gördük. Üstelik “yaratmak” sınır tanımıyordu. Makineler icat edebiliyorken, tükenmek bilmeyen azmimizle bedenler yaratmaya başladık. İşte şimdi gerçek anlamda diğer canlılardan açık ara üstün olduğumuzu kanıtlamıştık. Şimdi tam bu noktadayız. Çılgınlık derecesinde üretiyoruz, üstelik çoğu zaman kullanmak için bile değil, sadece yaratmış olmak için…

Sistem kendisini kapatmaya yeltenecek tüm yönleri –kendisini yaratan bizler de dahil olmak üzere- bloke etmiş bir otomatizma artık.. İnsanlık yüzyıllar boyu süren çabaları sonucu, bu kez gerçekten kendisinden üstün bir şey yarattı. Ancak yine de evrenin bütünlüğü kadar mükemmel değil, çünkü o ölümü kabul etmez, öleni kendi içinde eritip, onu kendi bütünlüğüne dahil edip yeniden oluşturamaz, sadece hazır olanı kullanır. Dolayısıyla kendi sonunu getirmesi kaçınılmazdır. Son’u görmeye başladık bile. Sistemin içine alamadığı tüm ölenler, tüm bitenler, tüm atıklar, onu etrafından ve içinden sıkıştırıp çalışmasına engel oluyor. Bu içine canlıların dahil olduğu bir yıkımdır.

Ve bizleri bu yıkıma taşıyan, baştan beri saydığım olguların –dil, tarım, din, hümanizm, teknoloji- tümüne birden uygarlık diyoruz. Uygarlık yaptıkları bir yana, gördüklerini anlayamadığı ya da yanlış değerlendirdiği için; kısaca bakış açısı yanlış olduğu için kendi sonunu getiriyor. Yanlış bir öykünün son paragrafı yazılıyor…
Lilith Noir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder