Yanlış Bir Öykü
4 Aralık 2005
İnsanın doğadan
kopuş süreci bir merdivenin basamakları gibi her çağda yeni bir destek ile
güçlendirilmiştir. Ve ulaştığı nokta, sadece kendini ondan ayrı tutmak değil,
ona hükmetmek halini almıştır. Yani olan şey bir bakış açısının “yitimi” ile
durdurulamaz hale gelen bir “insan türü” iktidarının büyümesidir. Bu kaybedilen
perspektif, insanın doğanın bir parçası olduğu, ona hükmetmek yerine onun
içinde, onun bütünlüğüyle yaşaması düşüncesidir.
Böylesi bir
kibirin ilk olarak tarım ile başladığı kabul edilebilir, yani toprağa hükmetmek
ile…Doğanın sundukları ile yetinmek istemeyen insan; ondan istediği zaman,
istediği miktarda, istediği çeşidi elde etmek için onu eğitme ve sömürme yoluna
gitmiştir. Bu kaçınılmaz olarak, nüfus ve daha çok toprak anlamına gelir ki,
sonucu yeryüzünde insanın işlemediği bir hektar kalmayıncaya dek, onun insanın
hizmetine mecbur kılınmasıdır. Tarım için ormanlar yok edilir, su akışı
değiştirilir, insan dışındaki diğer canlıların yaşam alanları tahrip edilir,
kimyasallar ile zehirlenir toprak. Ve tüm bunlar sadece insanın aç kalmaması
için değil, istediğinde istediği besine ulaşması lüksü için yapılmıştır. Sonuç
olara tarım insan türünün ihtiyacı değil, doğaya hükmetme fantezisi ve üstünlük
hissinin verdiği şımarıklığın bir sonucudur.
Tarım bir yandan
–ve hala- süredursun; insan türünün çarpıcı üstünlük duygusunu körükleyen ve
etkisi özellikle ortaçağda hissedilmiş diğer bir kavram çıkar karşımıza: Din.
Bu kavram tek tanrılı inanışların yani yüce olana inanmanın çok ötesinde bir
anlam ifade eder. Çünkü daha öylesi tek tanrılı inanışlar vardır ki,
kendilerini ve diğer her şeyi oluşturan yüce “tekliğe” saygıları nedeniyle,
kendi türleri dışındaki şeylere de zarar vermeyi reddederler. Sadece yeteri
kadar olanı almayı, kardeşlerinden – hayvan ve bitkilerden- kendilerine
sunulmuş bir hediye sayarlar. Yani dünyanın bütünlüğü tek bir yüce ruha
atfedilmiş ve denge bu yolla korunmuştur.
Ancak kitapları
ve peygamberleri olan dinleri incelediğimizde, doğada ki diğer şeylerin insana
hizmet etmesi için yaratıldığı ibaresini görürüz. Dolayısıyla onları
dilediğince kullanmak, Tanrı’nın insana verdiği doğal bir “hak”tır. Yani
Tanrı’nın ürettiği şeylerin tapusu, insana devredilmiş; insan kendi türü
nedeniyle doğuştan bir mirasa sahip olmuştur.
Homo Sapiens
başta bu fikri çok beğendi. Çünkü din, kendi ülkesi içinde bir hiç olsa da, bir
barınağı ve karnını doyuracak yiyeceği olmasa da, kendi türü tarafından
sömürülen bir birey olsa da; bunları görmezden gelmesini sağlayacak bir
üstünlük sunuyordu ona. Evet durumu içler acısıydı belki ama en azından bir
insandı o, üstün olan türdü, tüm dünya onun için vardı.
Ancak daha
sonraları din olgusu insanı sıkmaya başladı, söylemleri onu kısıtlıyor,
istediklerini yapmasına engel oluyordu, insan Tanrı’yı tamamen değilse bile
terk etti, yaşamında ki anlamını küçülttü.. Böylece Rönesans dönemine
gelindiğinde, bu üstünlüğü destekleyen ve bunun yanında ona bir özgürlük alanı
yaratan başka bir kavrama sarıldı: Hümanizm.
Kimi yazarlar
hümanizm akımını açık bir dille yeni çağın dini olarak adlandırmışlardır.
Hümanizmin birçok tanımı olagelse de asıl nokta, insana olan iyicil
yaklaşımdır. İnsanı salt iyi olarak kabul eder ve ona gerekli özgürlük alanı
tanınırsa ne de güzel şeyler yapabilecektir o. İdealizmden, sosyalizme kadar
birçok ideolojinin temelinde hümanizmi görebiliriz. Çünkü insanı merkezine
koyan ve onun iyiliği için çözümler arayan bir ideoloji elbette çok az bir
çabayla insanlara kabul ettirilebilir. Marksizme baktığımızda dahi –sol insanlar
için önemli bir umut ışığıydı- antroposentrik bir düşünce yapısı görürüz.
İnsanın salt iyi bir varlık olduğunu idda etmese de; her şey insanların daha
iyi ve eşit yaşaması içindir, doğa bir üretim aracıdır, üretim temel alınarak
tüm sorunlar çözülebilir vs. vs. Milyonlarca ideoloji üretildi, düşünceler
sistemler olup aktı; ancak sabit kalan insanın zapt edilemez ve karşı konulamaz
üstünlüğüydü. Kısacası hiçbiri insanda dahil olmak üzere canlılığın yok oluşunu
ve yaşamın kötüleşmesini durduramazdı, çünkü kullanılan gözlük aynıydı.
Yakın çağa
geldiğimizde, ideolojileri bir kenara bırakıp –çünkü maddi açıdan yeterli
derecede tatmin olmuyorduk düşünerek- ve Tanrıyı da çok önceleri terk etmiş
olduğumuzdan teknolojiye sarıldık. Teknoloji olağanüstü derecede gözlerimizi
kamaştıran bir olguydu. Çünkü bizler tür olarak üstün olmayı bırakın, küçük
tanrıcıklar olmuştuk. Onun yarattığı şeyleri kendi ellerimizle yapabildiğimizi
gördük. Üstelik “yaratmak” sınır tanımıyordu. Makineler icat edebiliyorken,
tükenmek bilmeyen azmimizle bedenler yaratmaya başladık. İşte şimdi gerçek
anlamda diğer canlılardan açık ara üstün olduğumuzu kanıtlamıştık. Şimdi tam bu
noktadayız. Çılgınlık derecesinde üretiyoruz, üstelik çoğu zaman kullanmak için
bile değil, sadece yaratmış olmak için…
Sistem kendisini
kapatmaya yeltenecek tüm yönleri –kendisini yaratan bizler de dahil olmak
üzere- bloke etmiş bir otomatizma artık.. İnsanlık yüzyıllar boyu süren
çabaları sonucu, bu kez gerçekten kendisinden üstün bir şey yarattı. Ancak yine
de evrenin bütünlüğü kadar mükemmel değil, çünkü o ölümü kabul etmez, öleni
kendi içinde eritip, onu kendi bütünlüğüne dahil edip yeniden oluşturamaz,
sadece hazır olanı kullanır. Dolayısıyla kendi sonunu getirmesi kaçınılmazdır.
Son’u görmeye başladık bile. Sistemin içine alamadığı tüm ölenler, tüm
bitenler, tüm atıklar, onu etrafından ve içinden sıkıştırıp çalışmasına engel
oluyor. Bu içine canlıların dahil olduğu bir yıkımdır.
Ve bizleri bu
yıkıma taşıyan, baştan beri saydığım olguların –dil, tarım, din, hümanizm,
teknoloji- tümüne birden uygarlık diyoruz. Uygarlık yaptıkları bir yana,
gördüklerini anlayamadığı ya da yanlış değerlendirdiği için; kısaca bakış açısı
yanlış olduğu için kendi sonunu getiriyor. Yanlış bir öykünün son paragrafı
yazılıyor…
Lilith Noir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder