16 Ekim 2011 Pazar

Jacques Ranciére - Siyaset, Özdeşleşme, Özneleşme


Siyaset, Özdeşleşme, Özneleşme | Jacques Ranciére

ŞU SORU SORULUYOR BİZE: "Siyasal olan nedir?" Ben en kısa yanıtı vereceğim: Siyasal olan, ayrı türden iki sürecin karşılaşmasıdır. Birincisi hükümet sürecidir. Cemaat halindeki insanların bir araya gelişini ve rızalarını örgütlemekten ibarettir ve temelinde yerler ile görevlerin hiyerarşik dağılımı vardır. Bu sürece polis adını vereceğim.

İkincisi eşitlik sürecidir. Herhangi birisinin herhangi bir başkasıyla eşit olduğunun varsayılması ve bu eşitliğin doğrulanması kaygısının kılavuzluk ettiği pratiklerin oyunundan ibarettir. Bu oyunu anlatacak en uygun ad, özgürleşmedir. Lyotard'ın çözümlemelerine rağmen, ben özgürleşme fikri ile evrensel bir haksızlık ve evrensel bir mağdur büyük anlatısı arasında zorunlu bir ilişki görmüyorum. Bir haksızlığın ele alınmasının polis süreci ile eşitlik süreci arasındaki karşılaşmanın evrensel biçimi olduğu doğrudur. Ama bu karşılaşmanın kendisi sorgulanabilir. Zira hangisi olursa olsun her tür polisin eşitliği inkâr ettiğini ve bu iki sürecin birbirleriyle ortak ölçüleri bulunmadığını öne sürmek mümkündür. Bu Le Maitre ignorant'da işlediğim, entelektüel özgürleşmenin büyük düşünürü Joseph Jacotot'nun tezidir. Ona göre yalnızca bireylerin entelektüel özgürleşmesi mümkündür. Yani siyasal sahne diye bir şey yoktur. Yalnızca polis yasası ve eşitlik yasası vardır. Sahnenin var olabilmesi için formülü değiştirmemiz gerekir. Her tür polisin eşitliği inkâr ettiğini söylemek yerine, her tür polisin eşitliğe zarar verdiğini söylemeliyiz. O zaman şunu diyebileceğiz: Siyasal olan, eşitliğin doğrulanmasının verilmiş bir zararın, bir haksızlığın incelenmesi biçimine bürüneceği sahnedir.

O halde elimizde üç terim var: polis, özgürleşme, siyasal olan. Eğer bunların birbirleriyle iç içeliği üzerinde ısrarlıysak, özgürleşme sürecine siyaset adını verebiliriz. O zaman üç şeyi ayırt etmiş oluruz: polis, siyaset, siyasal olan. Siyasal olan, siyaset ile polisin bir haksızlığın, bir zararın ele alınışında karşılaşmalarıdır.

Buradan önemli bir sonuç çıkar: siyaset, bir cemaatin ilkesinin, yasasının ya da "has özelliğinin" edimselleşmesi değildir. Siyasetin arkhe (ilke)'si yoktur. Siyaset, kelimenin gerçek anlamıyla anarşiktir. Bizzat demokrasi adı buna işaret eder. Platon'un değinmiş olduğu gibi, demokrasinin arkhe'si yoktur, ölçüsü yoktur. Demos (halk)'un ediminin benzersizliği, yani arkhein (yönetmek)'den ziyade kratein (hükmetmek), kökensel bir düzensizlik ya da bir hesap yanlışlığına tanıklık eder. Demos hem cemaatin adıdır, hem de cemaatin bölünüşünün, yani bir haksızlığın ele alınışının adıdır. "Halkın siyaseti", her tür tikel ihtilafın ötesinde, polise uygun yer ve görev bölüşümüne zarar verir, çünkü halk daima kendinden fazla ve kendinden azdır. Halk, polisin düzenini bulandıran fazladan-bir'in kudretidir.

Bana göre, siyasal düşünüm ve eylemin güncel çıkmazı, siyasetin bir cemaate has olanın dışavurumuyla özdeşleştirilmesinden ileri geliyor. Söz konusu olan büyük cemaat de olabilir, küçük cemaatler de. Zira kendini cemaate has olanın edimselleşmesi olarak sunmak, hükümet etmenin kurallarını toplumun doğal yasaları biçimine sokmak, polisin ilkesidir. Ama siyaset polisten farklıysa, böyle bir özdeşleşmeye dayanamaz. Bizzat özgürleşme fikrinin tarihte emekçilerin kendilerini özgürleştirmesi olarak ortaya çıktığı söylenerek karşı çıkılacaktır belki. Ama bu "kendini özgürleştirme"nin büyük sloganının "egoizm"e karşı mücadele olduğu da bilinmektedir. Bu yalnızca bir ahlak meselesi -bireyin kendini cemaate adaması- değil, aynı zamanda bir mantık meselesidir de: özgürleşme siyaseti, has-olmayan bir has'ın siyasetidir. Özgürleşmenin mantığı bir heterolojidir.

Bunu başka türlü ifade edelim: Özgürleşme süreci, herhangi bir konuşan varlığın herhangi bir başkasıyla eşitliğinin doğrulanmasıdır. Bu süreç, daima kendilerine bu eşitliğin ilke olarak ya da sonuçları bakımından tanınmadığı bir kategori -emekçiler, kadınlar, siyahlar ya da başkaları- adına işleme konur. Ama eşitliğin işleme konması, bu yüzden söz konusu kategoriye has olanın ya da bu kategorinin vasıflarının dışavurumu değildir. Bir haksızlığın mağduru olan ve haklarını gündeme getiren bir kategorinin adı daima adsızın adıdır, kim-olduğunun-önemi-yok'un adıdır.

Evrensellik ile kimlik arasındaki çıkışsız tartışmadan böyle çıkılabilir. Tek siyasal tümel/evrensel eşitliktir. Ama bu insanlığın ya da aklın özünde yazılı bir değer değildir. Eşitlik eyleme konulduğu ölçüde vardır ve eyleme konduğu ölçüde evrensellik etkisi yapar. Hatırlatılan bir değer değil, her durumda varsayılması, doğrulanması ve kanıtlanması gereken bir tümeldir. Tümellik, evrensellik, karşısına tikel durumlar çıkarılacak bir cemaat ilkesi değildir. Bir kanıtlama işlemcisidir. Evrenselliğin siyasette etkili olma biçimi, polemik bir doğrulamanın söylemsel ve pratik olarak inşa edilmesi, yani bir vaka ve bir ispattır. Hakikatin buradaki yeri temelin ya da idealin yeri değildir. Hakikat daima bir topos (yer)'tur, bir ispat prosedürü içindeki bir özneleşmenin yeridir. Dili daima ayrı bir ağız niteliğindedir. Ama ağız demek kabilesel demek değildir. Onun tam tersidir. Bir haksızlığın mağduru olan gruplar, kendilerine verilen zararı ele almaya giriştiklerinde, genellikle insanlığa ve insan haklarına gönderme yaparlar. Ama evrensellik bu biçimde başvurulan kavramlarda değildir. Evrensellik bu kavramların sonuçlarını -işçinin bir yurttaş olmasından, siyahların insan olmasından vs. çıkan sonucu- kanıtlayan ispat sürecindedir. Genelde toplumsal protestonun mantıksal şeması şöyle özetlenebilir: Şu ya da şu kategoriye -yurttaşlar, insanlar, vs.- ait miyiz ve buradan çıkan sonuç nedir? Siyasal evrensellik insan'da ya da yurttaşta değildir. "Bundan çıkan sonuç nedir?"dedir, bunun söylemsel ve pratik uygulamaya konuş biçimindedir.

Bu evrensellik (tümellik) tikel kategorilerin dolayımıyla gelişebilir. Örneğin, 19. yüzyıl Fransası'nda, işçiler grevlerini soru biçiminde yapabiliyorlardı: Fransız işçileri, anayasanın yasa önünde eşit ilan ettiği Fransızlar kümesine ait midir? Soru daha da paradoksallaşabilir. Örneğin ilk Fransız feminist kadın militanları soruyu şöyle ifade edebilmişlerdir: bir Fransız kadını (une Française) bir Fransız (un Français) mıdır? Bu formülasyon saçma ya da kışırtıcı görünebilir. Ama bu türden "saçma" cümleler, eşitlik sürecinde, başka basit cümlelerden -örneğin işçilerin işçi, kadınların da kadın olduğunun basitçe olumlanmasından- çok daha üretken olabilirler. Toplumsal eşitsizliğin kıvrımlarını açığa çıkaran mantıksal bir çatlağı dışavurmayı olanaklı kılmakla kalmazlar; aynı zamanda bu çatlağı bir ilişki olarak eklemlemeye, mantıksal açıdan var olmayan yeri polemik bir kanıtlamanın yerine dönüştürmeye izin verirler. Bu eşitlik vakalarının inşası, eylem halindeki bir kimliğin eseri ya da bir grubun özgül değerlerinin kanıtlanması değildir. Bu bir özneleşme sürecidir.

Nedir bir özneleşme süreci? Bu, bir kendi değil, bir kendi'nin bir başkasıyla ilişkisi olan bir'in şekillendirilmesidir. Görünüşte kimlik belirtici bir ad olan "proleter" sözcüğünde bu durum örneklenebilir. Bu sözcüğün modern Fransa'daki ilk ortaya çıkışlarından biri, 1832'de Auguste Blanqui'ye karşı açılan davada olmuştur. Savcının "mesleğiniz nedir?" sorusuna Blanqui "proleter" yanıtını verir. Savcı itiraz eder: "Bu bir meslek değil." Blanqui yanıtlar: "Bu, siyasal haklardan yoksun olan halkımızın çoğunluğunun mesleği." Polise uygun bakış açısından, savcı haklıydı: Proleterlik bir meslek değildir ve Blanqui alışıldık olarak emekçi denen türden bir kişi değildi. Ama siyasal bakış açısından haklı olan Blanqui'ydi: Proleter, sosyolojik olarak kimliği belirlenebilir bir toplumsal grubun adı değildir. Bir hesap-dışı'nın, bir outcast (dışlanmış)'in adıdır. Latincede proletarii yalnızca şu anlama gelir: üreyenler, yani bir ada sahip olmadan ve onu aktarmadan, kentin simgesel oluşumunda bir taraf olarak sayılmadan sadece yaşayan ve üreyenler. Dolayısıyla proleter, kim olduğunun önemi olmayan kimsenin, outcast'ların adı olarak emekçilere uyabilecek bir addı - ama bundan paryaları değil, sınıflar düzenine ait olmayan ve tam da bu yüzden bu düzenin gücül çözülüşünü teşkil edenleri anlamak kaydıyla (tüm sınıfların çözülüşü olan sınıf, diyordu Marx).

Başka deyişle, özne bir in-beetween'dir, ikisinin-arası'dır. Proleterler, arada oldukları ölçüde birlikte olan insanlara "has" bir addı: birçok ad, statü ya da kimlik arasında; insanlık ile insanlık-dışılık arasında, yurttaşlık ile yurttaşlığın inkârı arasında; alet kullanan insan statüsü ile konuşan ve düşünen varlık statüsü arasında. Siyasal özneleşme, arada oldukları ölçüde birlikte olan insanlar tarafından eşitliğin -ya da bir haksızlığın ele alınmasının- eyleme geçirilmesidir. Bir adlar kesişmesine dayanan bir kimlikler kesişmesidir: bir sınıf ya da grubun adını hesap-dışı olanın adına bağlayan, bir varlığı bir olmayan-varlığa ya da bir gelecek-varlığa bağlayan adlar.

Bu ağın dikkate değer bir özelliği var: Daima olanaksız bir özdeşleşme, onu dile getirenlerde cisimleşemeyecek bir özdeşleşme taşır. "Biz esirler dünyasıyız" türü bir cümle, yeryüzündeki hiçbir lanetlenmişin dile getirmeyeceği bir cümledir. Bizim daha yakınımızdaki benim kuşağım için siyaset olanaksız bir özdeşleşmeye dayanıyordu: 1961 Ekiminde Fransız polisi tarafından Fransız halkı adına öldüresiye dövülen ve Seine Nehri'ne atılan Cezayirlilerin cesetleriyle özdeşleşme. Biz kendimizi bu Cezayirlilerle özdeşleştiremezdik, ama "Fransız halkı"yla -ki onun adına öldürülmüşlerdi- özdeşleşmemizi sorgulayabilirdik. Yani ikisini de üstlenemediğimiz iki kimlik arasındaki çatlakta ya da aralıkta siyasal özneler olarak eylemde bulunabilirdik. Bu özneleşme sürecinin kendine has bir adı yoktu, ama belki de 1968'in "Hepimiz birer Alman Yahudisiyiz" sloganında "hakiki" adını bulmuştur - yanılgılı bir özdeşleşme, hem adlandırdıkları bakımından hem de kendilerini böyle adlandıranlar bakımından olanaksız bir özdeşleşme. Hareketin başlangıcı bu cümle idiyse, gerileyişi de birkaç sene sonra hareketin eski sözcülerinden birinin yayınlanmış bir makalesinin başlığında simgeleştirilebilir: "Hepimiz proleter doğmadık." Elbette doğmadık. Ama bundan çıkan sonuç nedir? Bu makalede çıkartılan sonuç, bir-olmayan-varlık olan bir "varlık"tan, kim olduğunun önemi olmayan bir bedensiz bir kimseyle özdeşleşmeden sonuçlar çıkarmanın olanaksızlığıydı. Oysa eşitliğin kanıtlanması, ya / ya da'nın tasımsal mantığını (yurttaş mıyız, yoksa değil miyiz?, insan mıyız, yoksa değil miyiz?..) "hem öyleyiz hem de değiliz"in yarı-taktiksel mantığına düğümler.

Siyasal özneleşmenin mantığı böyle bir heterolojidir, ötekiliğin üç belirlenimi uyarınca bir öteki mantığıdır. İlk olarak, heteroloji asla bir kimliğin basit olumlanması değildir; aynı zamanda daima bir başkası tarafından dayatılmış ve polis mantığı tarafından tespit edilmiş bir kimliğin inkârıdır. Nitekim polis, insanların yerlerine ve işlerine tayin edilişine damga vuran "tam" adlar ister. Ama siyaset "has-olmayan" adlarla, bir çatlağı eklemleyen ve bir haksızlığı dışa vuran misnomer (yanlış adlandırma)'larla ilgilidir. İkinci olarak, heteroloji bir kanıtlamadır ve bir kanıtlama daima hitap ettiği bir ötekini varsayar, bu öteki sonucu reddetse bile. Habermas tarzı bir mutabakat arayışı ya da diyaloğun yeri olmasa da bir ortak yerin kurulmasıdır. Mutabakat yoktur, hasarsız iletişim yoktur, haksızlığın telafi edilmesi yoktur. Ama haksızlığın ele alındığı ve eşitliğin kanıtlandığı bir polemik ortak yer vardır. Üçüncü olarak, özneleşme mantığı daima olanaksız bir özdeşleşmeyi kapsar.

Büyük anlatıların, ve evrensel mağdurun geçmişi ile küçük anlatıların şimdisini karşı karşıya koymak, bu mantığın karmaşıklığını göz ardı etmiş olmayı gerektirir. Halkın ve proletaryanın sözümona büyük anlatısı da, bir sürü dil oyunu ve kanıtlamadan oluşmuştu. Ve anlatı kavramının kendisi de kültür kavramı kadar tartışma götürür. Her ikisi de bir ispat örgüsünü bir sese ve bu sesi de bir bedenin dışavurumuna indirger. Ama siyasal özneleşmenin yaşamı, sesin bedene mesafesidir, kimlikler arasındaki aralıktır. Eşitlik süreci farklılık sürecidir. Ama farklılık, farklı bir kimliğin dışavurumu ya da iki kimlik arasındaki çatışma değildir. Farklılığın dışavurumunun yeni bir gruba "has" olan şey ya da onun kültürü değildir. Bir argümanın topos'udur. Ve bu topos'un sergilenme yeri bir aralıktır. Siyasal öznenin yeri bir aralık ya da bir çatlaktır: bir arada-varlık olarak -adlar, kimlikler ya da kültürler arasında- birlikte-varlık.

Bunun rahatsız bir konum olduğu kesin. Ve rahatsızlık veren şey, meta-politik söylemin gelişmesine meydan verir. Meta-politika, siyasetin polisin bakış açısından yorumlanmasıdır. Heterolojiyi bir yanılsama olarak, aralıkları ve çatlakları hakikat olmama işaretleri olarak yorumlamaka meyleder. İnsan ile yurttaş arasındaki farkı sahtekârlığın işareti olarak alan, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nin Marksist yorumu, meta-politik yorumun paradigmasıdır. Yurttaşın göksel kimliğinin arkasında insanın yani mülk sahibinin yersel kimliği vardır. Günümüzde meta-politika daha ziyade tersten akıl yürütüyor. Bize diyor ki, insan ile yurttaş liberal birey figüründe kaynaşır, demokrasimizin, kurumlarında cisimleşmiş olan insan haklarının evrenselci değerlerinin doğal olarak keyfini sürer. Özgürleşme siyaseti bu iki kaynaştırmanın ikisini de reddeder. Hak ilanlarının evrenselliği, izin verdikleri argümantasyonların, evrenselliğidir, der. Bunlar, Fransa'da, tam da insan ile yurttaş terimlerini ayıran ve böylece birinin diğerine başvurabilmesine ve ne insan/erkek ne de yurttaş sayılanların hakları da dahil olmak üzere sayısız hak kanıtlamasının sahnelenmesine izin veren aralıktır.

Buradan şimdiye ilişkin tezatlar içeren sonuçlar çıkarılabilir. Bir yandan, ya evrenselcilik ya da kimlikçilik ikileminde hapsolmuş değiliz. İkilem daha ziyade özneleşme ile özdeşleşme arasındadır. Evrenselcilik/tümelcilik ile tikelcilik değil, iki çokluk fikridir karşı karşıya konulan. Dolayısıyla, "evrenselci" söylem de cemaatçi söylem kadar "kabileci" biçimde tezahür edebilir. Körfez Savaşı sırasında evrenselcilik savunucularından birçoğunun, militarizmin, "temiz" silahların ve teferruatsız ölümün savunucularına, dönüşmeleri böyle olmuştu. Hakiki karşıtlık daha ziyade kabilesel olan ile bir ağıza (idiome) özgü olanı ayırır. "Ağıza özgü" siyaset bir evrensel için, eşitliğin kanıtlanması için bir yer inşa eder. Bir aralıklar cemaati lehinde, büyük cemaat ile küçük cemaatleri karşıtlaştıran umutsuz ikilemi bir kenara atar.

Ama bu ikilemden çıkmak, aynı zamanda ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının yeni biçimlerini doğru tartmakla olur. Fransa örneğinde bunlar yalnızca göçle gelmiş nüfusun çoğalmasından doğmuş nesnel toplumsal sorunlar hanesine yazılamazlar. Daha ziyade, siyasal heterolojinin çöküşünün sonucudurlar. Otuz yıl önce hepimiz "Alman Yahudileri"ydik, yani siyasal çatışma kültüründe "yanlış" adlar taşıyorduk. Bugün sadece "doğru" adlarımız var: Avrupalıyız ve yabancı düşmanıyız. Bu, çoğul yapılı (polimorfik) siyasal ötekilik biçiminin iflası ve yerini siyaset-altı bir öteki figürüne bırakmasıdır. Nesnel olarak, bugün göçmenlerin sayısı otuz yıl öncesine göre pek fazla değil. Öznel olarak ise çok daha fazla. Bunun nedeni şu ki, o gün göçmenlerin bir başka adı, siyasal bir adı vardı: Onlar proleterdi. O günden beri, siyasal özneleşmeden ileri gelen bu adı kaybettiler; artık yalnızca "nesnel", yani kimliksel bir ada sahipler. Başka adı olmayan öteki, artık salt bir nefret ve ret nesnesi haline gelir.

"Yeni" ırkçılık, siyasal polemik silindiği zaman sahayı işgal eden öteki nefretidir. Siyasal çatışma kültürü beraberinde düş kırıklığına yol açan sonuçlar getirdi belki. Ama aynı zamanda kendini siyasetin berisinde tutan şeyi, yani öteki figürünün nefret nesnesiyle özdeşleştirilmesini kurala tabi tutmanın bir vasıtasıydı. Kimlik ihtirası, korkuyla ilgili bir meseledir: ötekinin bedeninde nesnesini bulan belirsiz korku. Ötekinin siyasal ve heterolojik sahneye konuluşu da bu korkuyu uygarlaştırmanın bir yoluydu. O halde ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının güncel olarak yeniden ortaya çıkmaları, siyasetin çöktüğüne, haksızlığın siyasal ele alınışından ilksel nefrete geri dönüldüğüne işaret etmektedir. O zaman sorun sadece "siyasal bir sorun"la yüzleşmek değildir. Sorun siyaseti yeniden icat etmektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder