Siyaset, Özdeşleşme,
Özneleşme | Jacques Ranciére
ŞU SORU SORULUYOR BİZE: "Siyasal olan nedir?" Ben en kısa yanıtı
vereceğim: Siyasal olan, ayrı türden iki sürecin karşılaşmasıdır. Birincisi
hükümet sürecidir. Cemaat halindeki insanların bir araya gelişini ve rızalarını
örgütlemekten ibarettir ve temelinde yerler ile görevlerin hiyerarşik dağılımı
vardır. Bu sürece polis adını vereceğim.
İkincisi eşitlik sürecidir. Herhangi birisinin herhangi bir başkasıyla
eşit olduğunun varsayılması ve bu eşitliğin doğrulanması kaygısının kılavuzluk
ettiği pratiklerin oyunundan ibarettir. Bu oyunu anlatacak en uygun ad,
özgürleşmedir. Lyotard'ın çözümlemelerine rağmen, ben özgürleşme fikri ile
evrensel bir haksızlık ve evrensel bir mağdur büyük anlatısı arasında zorunlu
bir ilişki görmüyorum. Bir haksızlığın ele alınmasının polis süreci ile eşitlik
süreci arasındaki karşılaşmanın evrensel biçimi olduğu doğrudur. Ama bu karşılaşmanın
kendisi sorgulanabilir. Zira hangisi olursa olsun her tür polisin eşitliği
inkâr ettiğini ve bu iki sürecin birbirleriyle ortak ölçüleri bulunmadığını öne
sürmek mümkündür. Bu Le Maitre ignorant'da işlediğim, entelektüel özgürleşmenin
büyük düşünürü Joseph Jacotot'nun tezidir. Ona göre yalnızca bireylerin
entelektüel özgürleşmesi mümkündür. Yani siyasal sahne diye bir şey yoktur.
Yalnızca polis yasası ve eşitlik yasası vardır. Sahnenin var olabilmesi için
formülü değiştirmemiz gerekir. Her tür polisin eşitliği inkâr ettiğini söylemek
yerine, her tür polisin eşitliğe zarar verdiğini söylemeliyiz. O zaman şunu
diyebileceğiz: Siyasal olan, eşitliğin doğrulanmasının verilmiş bir zararın,
bir haksızlığın incelenmesi biçimine bürüneceği sahnedir.
O halde elimizde üç terim var: polis, özgürleşme, siyasal olan. Eğer
bunların birbirleriyle iç içeliği üzerinde ısrarlıysak, özgürleşme sürecine
siyaset adını verebiliriz. O zaman üç şeyi ayırt etmiş oluruz: polis, siyaset,
siyasal olan. Siyasal olan, siyaset ile polisin bir haksızlığın, bir zararın
ele alınışında karşılaşmalarıdır.
Buradan önemli bir sonuç çıkar: siyaset, bir cemaatin ilkesinin, yasasının
ya da "has özelliğinin" edimselleşmesi değildir. Siyasetin arkhe
(ilke)'si yoktur. Siyaset, kelimenin gerçek anlamıyla anarşiktir. Bizzat
demokrasi adı buna işaret eder. Platon'un değinmiş olduğu gibi, demokrasinin
arkhe'si yoktur, ölçüsü yoktur. Demos (halk)'un ediminin benzersizliği, yani
arkhein (yönetmek)'den ziyade kratein (hükmetmek), kökensel bir düzensizlik ya
da bir hesap yanlışlığına tanıklık eder. Demos hem cemaatin adıdır, hem de
cemaatin bölünüşünün, yani bir haksızlığın ele alınışının adıdır. "Halkın
siyaseti", her tür tikel ihtilafın ötesinde, polise uygun yer ve görev
bölüşümüne zarar verir, çünkü halk daima kendinden fazla ve kendinden azdır.
Halk, polisin düzenini bulandıran fazladan-bir'in kudretidir.
Bana göre, siyasal düşünüm ve eylemin güncel çıkmazı, siyasetin bir
cemaate has olanın dışavurumuyla özdeşleştirilmesinden ileri geliyor. Söz
konusu olan büyük cemaat de olabilir, küçük cemaatler de. Zira kendini cemaate
has olanın edimselleşmesi olarak sunmak, hükümet etmenin kurallarını toplumun
doğal yasaları biçimine sokmak, polisin ilkesidir. Ama siyaset polisten farklıysa,
böyle bir özdeşleşmeye dayanamaz. Bizzat özgürleşme fikrinin tarihte
emekçilerin kendilerini özgürleştirmesi olarak ortaya çıktığı söylenerek karşı
çıkılacaktır belki. Ama bu "kendini özgürleştirme"nin büyük sloganının
"egoizm"e karşı mücadele olduğu da bilinmektedir. Bu yalnızca bir
ahlak meselesi -bireyin kendini cemaate adaması- değil, aynı zamanda bir mantık
meselesidir de: özgürleşme siyaseti, has-olmayan bir has'ın siyasetidir.
Özgürleşmenin mantığı bir heterolojidir.
Bunu başka türlü ifade edelim: Özgürleşme süreci, herhangi bir konuşan
varlığın herhangi bir başkasıyla eşitliğinin doğrulanmasıdır. Bu süreç, daima
kendilerine bu eşitliğin ilke olarak ya da sonuçları bakımından tanınmadığı bir
kategori -emekçiler, kadınlar, siyahlar ya da başkaları- adına işleme konur.
Ama eşitliğin işleme konması, bu yüzden söz konusu kategoriye has olanın ya da
bu kategorinin vasıflarının dışavurumu değildir. Bir haksızlığın mağduru olan
ve haklarını gündeme getiren bir kategorinin adı daima adsızın adıdır, kim-olduğunun-önemi-yok'un
adıdır.
Evrensellik ile kimlik arasındaki çıkışsız tartışmadan böyle çıkılabilir.
Tek siyasal tümel/evrensel eşitliktir. Ama bu insanlığın ya da aklın özünde yazılı
bir değer değildir. Eşitlik eyleme konulduğu ölçüde vardır ve eyleme konduğu
ölçüde evrensellik etkisi yapar. Hatırlatılan bir değer değil, her durumda
varsayılması, doğrulanması ve kanıtlanması gereken bir tümeldir. Tümellik,
evrensellik, karşısına tikel durumlar çıkarılacak bir cemaat ilkesi değildir.
Bir kanıtlama işlemcisidir. Evrenselliğin siyasette etkili olma biçimi, polemik
bir doğrulamanın söylemsel ve pratik olarak inşa edilmesi, yani bir vaka ve bir
ispattır. Hakikatin buradaki yeri temelin ya da idealin yeri değildir. Hakikat
daima bir topos (yer)'tur, bir ispat prosedürü içindeki bir özneleşmenin
yeridir. Dili daima ayrı bir ağız niteliğindedir. Ama ağız demek kabilesel
demek değildir. Onun tam tersidir. Bir haksızlığın mağduru olan gruplar,
kendilerine verilen zararı ele almaya giriştiklerinde, genellikle insanlığa ve
insan haklarına gönderme yaparlar. Ama evrensellik bu biçimde başvurulan
kavramlarda değildir. Evrensellik bu kavramların sonuçlarını -işçinin bir
yurttaş olmasından, siyahların insan olmasından vs. çıkan sonucu- kanıtlayan
ispat sürecindedir. Genelde toplumsal protestonun mantıksal şeması şöyle
özetlenebilir: Şu ya da şu kategoriye -yurttaşlar, insanlar, vs.- ait miyiz ve
buradan çıkan sonuç nedir? Siyasal evrensellik insan'da ya da yurttaşta değildir.
"Bundan çıkan sonuç nedir?"dedir, bunun söylemsel ve pratik
uygulamaya konuş biçimindedir.
Bu evrensellik (tümellik) tikel kategorilerin dolayımıyla gelişebilir.
Örneğin, 19. yüzyıl Fransası'nda, işçiler grevlerini soru biçiminde
yapabiliyorlardı: Fransız işçileri, anayasanın yasa önünde eşit ilan ettiği
Fransızlar kümesine ait midir? Soru daha da paradoksallaşabilir. Örneğin ilk
Fransız feminist kadın militanları soruyu şöyle ifade edebilmişlerdir: bir
Fransız kadını (une Française) bir Fransız (un Français) mıdır? Bu formülasyon
saçma ya da kışırtıcı görünebilir. Ama bu türden "saçma" cümleler,
eşitlik sürecinde, başka basit cümlelerden -örneğin işçilerin işçi, kadınların
da kadın olduğunun basitçe olumlanmasından- çok daha üretken olabilirler.
Toplumsal eşitsizliğin kıvrımlarını açığa çıkaran mantıksal bir çatlağı dışavurmayı
olanaklı kılmakla kalmazlar; aynı zamanda bu çatlağı bir ilişki olarak
eklemlemeye, mantıksal açıdan var olmayan yeri polemik bir kanıtlamanın yerine
dönüştürmeye izin verirler. Bu eşitlik vakalarının inşası, eylem halindeki bir
kimliğin eseri ya da bir grubun özgül değerlerinin kanıtlanması değildir. Bu
bir özneleşme sürecidir.
Nedir bir özneleşme süreci? Bu, bir kendi değil, bir kendi'nin bir
başkasıyla ilişkisi olan bir'in şekillendirilmesidir. Görünüşte kimlik
belirtici bir ad olan "proleter" sözcüğünde bu durum örneklenebilir.
Bu sözcüğün modern Fransa'daki ilk ortaya çıkışlarından biri, 1832'de Auguste
Blanqui'ye karşı açılan davada olmuştur. Savcının "mesleğiniz nedir?"
sorusuna Blanqui "proleter" yanıtını verir. Savcı itiraz eder:
"Bu bir meslek değil." Blanqui yanıtlar: "Bu, siyasal haklardan
yoksun olan halkımızın çoğunluğunun mesleği." Polise uygun bakış açısından,
savcı haklıydı: Proleterlik bir meslek değildir ve Blanqui alışıldık olarak
emekçi denen türden bir kişi değildi. Ama siyasal bakış açısından haklı olan
Blanqui'ydi: Proleter, sosyolojik olarak kimliği belirlenebilir bir toplumsal
grubun adı değildir. Bir hesap-dışı'nın, bir outcast (dışlanmış)'in adıdır.
Latincede proletarii yalnızca şu anlama gelir: üreyenler, yani bir ada sahip
olmadan ve onu aktarmadan, kentin simgesel oluşumunda bir taraf olarak sayılmadan
sadece yaşayan ve üreyenler. Dolayısıyla proleter, kim olduğunun önemi olmayan
kimsenin, outcast'ların adı olarak emekçilere uyabilecek bir addı - ama bundan
paryaları değil, sınıflar düzenine ait olmayan ve tam da bu yüzden bu düzenin
gücül çözülüşünü teşkil edenleri anlamak kaydıyla (tüm sınıfların çözülüşü olan
sınıf, diyordu Marx).
Başka deyişle, özne bir in-beetween'dir, ikisinin-arası'dır.
Proleterler, arada oldukları ölçüde birlikte olan insanlara "has" bir
addı: birçok ad, statü ya da kimlik arasında; insanlık ile insanlık-dışılık
arasında, yurttaşlık ile yurttaşlığın inkârı arasında; alet kullanan insan
statüsü ile konuşan ve düşünen varlık statüsü arasında. Siyasal özneleşme,
arada oldukları ölçüde birlikte olan insanlar tarafından eşitliğin -ya da bir
haksızlığın ele alınmasının- eyleme geçirilmesidir. Bir adlar kesişmesine
dayanan bir kimlikler kesişmesidir: bir sınıf ya da grubun adını hesap-dışı
olanın adına bağlayan, bir varlığı bir olmayan-varlığa ya da bir gelecek-varlığa
bağlayan adlar.
Bu ağın dikkate değer bir özelliği var: Daima olanaksız bir özdeşleşme,
onu dile getirenlerde cisimleşemeyecek bir özdeşleşme taşır. "Biz esirler
dünyasıyız" türü bir cümle, yeryüzündeki hiçbir lanetlenmişin dile
getirmeyeceği bir cümledir. Bizim daha yakınımızdaki benim kuşağım için siyaset
olanaksız bir özdeşleşmeye dayanıyordu: 1961 Ekiminde Fransız polisi tarafından
Fransız halkı adına öldüresiye dövülen ve Seine Nehri'ne atılan Cezayirlilerin
cesetleriyle özdeşleşme. Biz kendimizi bu Cezayirlilerle özdeşleştiremezdik, ama
"Fransız halkı"yla -ki onun adına öldürülmüşlerdi- özdeşleşmemizi
sorgulayabilirdik. Yani ikisini de üstlenemediğimiz iki kimlik arasındaki
çatlakta ya da aralıkta siyasal özneler olarak eylemde bulunabilirdik. Bu
özneleşme sürecinin kendine has bir adı yoktu, ama belki de 1968'in
"Hepimiz birer Alman Yahudisiyiz" sloganında "hakiki" adını
bulmuştur - yanılgılı bir özdeşleşme, hem adlandırdıkları bakımından hem de
kendilerini böyle adlandıranlar bakımından olanaksız bir özdeşleşme. Hareketin
başlangıcı bu cümle idiyse, gerileyişi de birkaç sene sonra hareketin eski
sözcülerinden birinin yayınlanmış bir makalesinin başlığında
simgeleştirilebilir: "Hepimiz proleter doğmadık." Elbette doğmadık.
Ama bundan çıkan sonuç nedir? Bu makalede çıkartılan sonuç, bir-olmayan-varlık
olan bir "varlık"tan, kim olduğunun önemi olmayan bir bedensiz bir
kimseyle özdeşleşmeden sonuçlar çıkarmanın olanaksızlığıydı. Oysa eşitliğin kanıtlanması,
ya / ya da'nın tasımsal mantığını (yurttaş mıyız, yoksa değil miyiz?, insan mıyız,
yoksa değil miyiz?..) "hem öyleyiz hem de değiliz"in yarı-taktiksel
mantığına düğümler.
Siyasal özneleşmenin mantığı böyle bir heterolojidir, ötekiliğin üç
belirlenimi uyarınca bir öteki mantığıdır. İlk olarak, heteroloji asla bir
kimliğin basit olumlanması değildir; aynı zamanda daima bir başkası tarafından
dayatılmış ve polis mantığı tarafından tespit edilmiş bir kimliğin inkârıdır.
Nitekim polis, insanların yerlerine ve işlerine tayin edilişine damga vuran
"tam" adlar ister. Ama siyaset "has-olmayan" adlarla, bir
çatlağı eklemleyen ve bir haksızlığı dışa vuran misnomer (yanlış adlandırma)'larla
ilgilidir. İkinci olarak, heteroloji bir kanıtlamadır ve bir kanıtlama daima
hitap ettiği bir ötekini varsayar, bu öteki sonucu reddetse bile. Habermas tarzı
bir mutabakat arayışı ya da diyaloğun yeri olmasa da bir ortak yerin kurulmasıdır.
Mutabakat yoktur, hasarsız iletişim yoktur, haksızlığın telafi edilmesi yoktur.
Ama haksızlığın ele alındığı ve eşitliğin kanıtlandığı bir polemik ortak yer
vardır. Üçüncü olarak, özneleşme mantığı daima olanaksız bir özdeşleşmeyi
kapsar.
Büyük anlatıların, ve evrensel mağdurun geçmişi ile küçük anlatıların
şimdisini karşı karşıya koymak, bu mantığın karmaşıklığını göz ardı etmiş olmayı
gerektirir. Halkın ve proletaryanın sözümona büyük anlatısı da, bir sürü dil
oyunu ve kanıtlamadan oluşmuştu. Ve anlatı kavramının kendisi de kültür kavramı
kadar tartışma götürür. Her ikisi de bir ispat örgüsünü bir sese ve bu sesi de
bir bedenin dışavurumuna indirger. Ama siyasal özneleşmenin yaşamı, sesin
bedene mesafesidir, kimlikler arasındaki aralıktır. Eşitlik süreci farklılık
sürecidir. Ama farklılık, farklı bir kimliğin dışavurumu ya da iki kimlik arasındaki
çatışma değildir. Farklılığın dışavurumunun yeni bir gruba "has" olan
şey ya da onun kültürü değildir. Bir argümanın topos'udur. Ve bu topos'un
sergilenme yeri bir aralıktır. Siyasal öznenin yeri bir aralık ya da bir
çatlaktır: bir arada-varlık olarak -adlar, kimlikler ya da kültürler arasında-
birlikte-varlık.
Bunun rahatsız bir konum olduğu kesin. Ve rahatsızlık veren şey,
meta-politik söylemin gelişmesine meydan verir. Meta-politika, siyasetin
polisin bakış açısından yorumlanmasıdır. Heterolojiyi bir yanılsama olarak,
aralıkları ve çatlakları hakikat olmama işaretleri olarak yorumlamaka meyleder.
İnsan ile yurttaş arasındaki farkı sahtekârlığın işareti olarak alan, İnsan ve
Yurttaş Hakları Bildirisi'nin Marksist yorumu, meta-politik yorumun paradigmasıdır.
Yurttaşın göksel kimliğinin arkasında insanın yani mülk sahibinin yersel kimliği
vardır. Günümüzde meta-politika daha ziyade tersten akıl yürütüyor. Bize diyor
ki, insan ile yurttaş liberal birey figüründe kaynaşır, demokrasimizin,
kurumlarında cisimleşmiş olan insan haklarının evrenselci değerlerinin doğal
olarak keyfini sürer. Özgürleşme siyaseti bu iki kaynaştırmanın ikisini de
reddeder. Hak ilanlarının evrenselliği, izin verdikleri argümantasyonların,
evrenselliğidir, der. Bunlar, Fransa'da, tam da insan ile yurttaş terimlerini
ayıran ve böylece birinin diğerine başvurabilmesine ve ne insan/erkek ne de
yurttaş sayılanların hakları da dahil olmak üzere sayısız hak kanıtlamasının
sahnelenmesine izin veren aralıktır.
Buradan şimdiye ilişkin tezatlar içeren sonuçlar çıkarılabilir. Bir
yandan, ya evrenselcilik ya da kimlikçilik ikileminde hapsolmuş değiliz. İkilem
daha ziyade özneleşme ile özdeşleşme arasındadır. Evrenselcilik/tümelcilik ile
tikelcilik değil, iki çokluk fikridir karşı karşıya konulan. Dolayısıyla,
"evrenselci" söylem de cemaatçi söylem kadar "kabileci"
biçimde tezahür edebilir. Körfez Savaşı sırasında evrenselcilik savunucularından
birçoğunun, militarizmin, "temiz" silahların ve teferruatsız ölümün
savunucularına, dönüşmeleri böyle olmuştu. Hakiki karşıtlık daha ziyade
kabilesel olan ile bir ağıza (idiome) özgü olanı ayırır. "Ağıza özgü"
siyaset bir evrensel için, eşitliğin kanıtlanması için bir yer inşa eder. Bir
aralıklar cemaati lehinde, büyük cemaat ile küçük cemaatleri karşıtlaştıran
umutsuz ikilemi bir kenara atar.
Ama bu ikilemden çıkmak, aynı zamanda ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının
yeni biçimlerini doğru tartmakla olur. Fransa örneğinde bunlar yalnızca göçle
gelmiş nüfusun çoğalmasından doğmuş nesnel toplumsal sorunlar hanesine yazılamazlar.
Daha ziyade, siyasal heterolojinin çöküşünün sonucudurlar. Otuz yıl önce
hepimiz "Alman Yahudileri"ydik, yani siyasal çatışma kültüründe
"yanlış" adlar taşıyorduk. Bugün sadece "doğru" adlarımız
var: Avrupalıyız ve yabancı düşmanıyız. Bu, çoğul yapılı (polimorfik) siyasal
ötekilik biçiminin iflası ve yerini siyaset-altı bir öteki figürüne bırakmasıdır.
Nesnel olarak, bugün göçmenlerin sayısı otuz yıl öncesine göre pek fazla değil.
Öznel olarak ise çok daha fazla. Bunun nedeni şu ki, o gün göçmenlerin bir
başka adı, siyasal bir adı vardı: Onlar proleterdi. O günden beri, siyasal
özneleşmeden ileri gelen bu adı kaybettiler; artık yalnızca "nesnel",
yani kimliksel bir ada sahipler. Başka adı olmayan öteki, artık salt bir nefret
ve ret nesnesi haline gelir.
"Yeni" ırkçılık, siyasal polemik silindiği zaman sahayı işgal
eden öteki nefretidir. Siyasal çatışma kültürü beraberinde düş kırıklığına yol
açan sonuçlar getirdi belki. Ama aynı zamanda kendini siyasetin berisinde tutan
şeyi, yani öteki figürünün nefret nesnesiyle özdeşleştirilmesini kurala tabi
tutmanın bir vasıtasıydı. Kimlik ihtirası, korkuyla ilgili bir meseledir:
ötekinin bedeninde nesnesini bulan belirsiz korku. Ötekinin siyasal ve
heterolojik sahneye konuluşu da bu korkuyu uygarlaştırmanın bir yoluydu. O
halde ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının güncel olarak yeniden ortaya çıkmaları,
siyasetin çöktüğüne, haksızlığın siyasal ele alınışından ilksel nefrete geri
dönüldüğüne işaret etmektedir. O zaman sorun sadece "siyasal bir
sorun"la yüzleşmek değildir. Sorun siyaseti yeniden icat etmektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder