Et Yemek Adına Bahane,
Mazeret ve Gerekçeler
Kitapta hayvan
yemeye yönelik her türden mazereti duydum da bir tane bile ikna edici sebebe rastlamadım. Aslında basit bir
denklem: insanların hayatta kalmak için hayvanları tüketmesi gerekmediği için
damak tadımızı doyurmak adına onları öldürmek anlamsız bir kıyımdan başka bir
şey değil. Yeme alışkanlıklarımız ve iştahımızın çok derin kökleri var ve biz
vicdanımız yerine alışageldiğimiz
şeyleri tercih ediyoruz. Hayvan eti ve sıvılarına yönelik akıl dışı
bağımlılığımızı yalanlayan bir kararlılıkla diğer aklı başında ve duyarlı
insanlar bu gereksiz alışkanlığı haklı
çıkaracak türden bahaneler tezgâhlamakla zaman ve enerjilerini harcıyorlar.
Şiirsel ve yüceltici cümlelerle geleneğin erdemini yüceltiyor, miras kalmış
soyları muhafaza etme ihtiyacını göklere çıkarıyor, “evrimsel mirasımız”la
ilgili şiirsel bir dil kullanıyorlar. “İnsancıl et” popülerlik kazanmaya devam
ede dursun vejetaryen olmayan etik argümanı kendilerine uydurmayı başardılar.
Kazanıyorlar; ama kaybedenler vejetaryenler değil. Hayvanlar kaybediyor.
ZULMÜ KUTSAMAK
Ben
“sürdürülebilir yiyecek” başkentinde yaşıyorum, Alica Waters ve Micahel Pollan’ın kutsandığı, “etik
çiftçilerin” idolize edildiği bir yerde yaşıyorum. Yerel çiftçileri ve halkı
gıda arzımızı şirketlerin ele geçirmesi konusunda eğitmek gerektiği konusunda
hemfikir olsam da “sürdürülebilir/insancıl et” felsefesini savunanların
birbirlerinin sırtını sıvazlaya sıvazlaya kendi canlarını yakacaklarını
düşünüyorum. Kendilerine şans verilse yaşamayı seçecek hayvanların gereksiz
yere öldürülmesi konusunda onlar sorumlu olsa da “etik yiyiş”leri sebebiyle
alkışlanıyorlar. Merak ediyorum: eğer
boğazları kesilmeden önce hiç kimseye zarar vermemiş olan hayvanların
vücutlarını yemek etik ise, onların hayatlarına son vermemek daha etik olmaz
mı?
Sanki hayvanlar
kendini insanlar zevk alsın diye özellikle kurban etmişler gibi bir hava
yaratan anlamsız etiketlerle damgalanan et, süt ve yumurta üçlüsü insanın
beslenme biçimindeki kutsal temel olarak kalmaya devam ediyor ve bir ayrıcalıktan çok bir hak olarak
görülüyor. Popüler bir çevre dergisi veganların Şükran gününde oruç tutmasını
önerdi; et yiyen insanların arzularının, geleneklerinin, kültürünün veya damak
tadının herşeyden –ya da herkesten- daha üstün olduğu gerekçesiyle hayvan eti
yememiz gerektiğini söylüyorlar. Birşeyi yapmış olmamız onun yapılması doğru
olan şey olduğunu göstermez. Kültür ve gelenek zulüm yapmanın bahanesi olamaz.
Onları Kurtarmak
için Onları Yemek
“insancıl et”i
savunanların yeme etiğini son derece yetkin bir şekilde nerelere dek
sömürebildiğinin en etkileyici örneği “miras-soy” hayvanlarıdır. Slow Food ABD
ve Heritage Foods ABD’nin hem kurucuları hem de takipçileri bu “lezzetli
Amerikan hazinelerini” “yokoluşun eşiğinden” kurtardıkları için kendilerini
tebrik ediyor ve “onları kurtarmak için yememiz gerektiğini” ilan ediyorlar
Buradaki ana fikir bu “ölü” hayvanlar için bir pazar yaratmaktan başka birşey
değil, aslında böyle yaparak onların hayatlarını kurtardıklarını söylüyorlar.
Herhalde bu tür
bir kelime oyunu George Orwell’i çok gururlandırırdı. Michael Pollan kendisi ve
Şükran Günü konuklarının “atalarının tarzıyla” yetiştirilmiş bir hindiyi yemesi
ileövünürken, bir yandan da “küçük bir şekilde de olsa hayvanın hayatta
kalmasına yardımcı olduklarını “ söylüyordu, böylesine zeki bir adamın nasıl
olup da söylediği şeyin saçmalığını anlamadığını kafam almıyor. Eğer o hayvan
türünü gerçekten önemsemiş olsalardı, hayvanları öldürüp yemeden o türü
korumanın başka yolları olduğunu bilirlerdi. Umursamadıklarını söylemiyorum.
Umursuyorlar. Ama umursadıkları şey, hayvanın tadı, ve bu tadı anlatmak için
duygusal ve şiirsel bir dil
kullanıyorlar: “kompleks, lezzetli, kaybolup gitmiş bir dönemi yankılayan
tatlar”; ya da “bir hayvanın memleketinden gelen yenebilir bir kartpostala
benzeyen o etin narin otsulluğu” gibi cümleler kuruyorlar.
“İnsancıl et”
tüketicilerinin çiftçiler hayvanı öldürmeden önce dua ettiği için bifteklerin
tadının arttığını söylediğine de şahit oldum! Böylesine çirkin bir şeyin
böylesine romantize edilmesi aslında gerçek olan bir şeyin çaresizce inkâr
edilmesi çabasından başka bir şey değil.
Sorumluluktan
Kaçmak
Duyduğum en
gülünç meşrulaştırma örneklerinden birisi de hayvanları evcilleştirerek aslında
onlara iyilik yaptığımız ve hayvanları doğal avcılarından koruyarak onlara ve
hayvanlar da insanlara etlerini ve sıvılarını bağışlayarak bize bir takım
hediyeler verdiği türden “karşılıklı bir anlaşma” yapılmış olduğuydu- bu
öylesine kibirli bir insanmerkezci perspektif ki aynen köle sahiplerinin
duygularına benziyor. Bizler kafesleri, duvarları, zincirleri ve telleri
kaldırana dek, hayvanların bu”karşılıklı anlaşma” yaratılana dek bu anlaşmadan
haberdar edilmediğine inanmaya devam edeceğim.
Kendilerini doğanın
zulümleri karşısında evcilleştirilmiş hayvanları korudukları için tebrik eden aynı insanlar ilk insanların
hayvan yediğini öne sürerek diğer hayvanların modern dönemde tüketilmesini de
savunuyorlar. Michael Pollan hatta vejetaryenleri “evrimsel miras”larına
“hayvan eti yemek bizi biz yapan şeydir” diyerek sırtını dönmekle suçluyor,
tabii bu arada son zamanlara dek hayvan etinin genellikle bir çeşni ve lüks
olarak görüldüğü gerçeğini de göz ardı ediyor. Hayvan eti çiğneyerek Pollan’a
göre “kimliğimizin bir parçasını kurban ediyoruz” . Pollan Darwinci evrime
eylemlerimizi meşrulaştıran bir ahlâk sistemi olarak bakmamızı mı öneriyor?
Hayatımızın başka
hiç bir yönünde evrimi davranışımızı haklı göstermek için kullanmıyoruz, söz
konusu hayvan eti yemek olunca neden bir istisna söz konusu olsun? Ahlâki ve
akılcı kararlar verme yeteneğimiz ve sorumluluğumuz var, etik tavrımızı
ahlâksız ve keyfî bir sürece terkedemeyiz. Bu tür argümanlar bizleri akılcı,
merhametli ve ahlâkî canlılar yapan herşeyi reddeder. Evrimin emirlerine boyun
eğmeye zorlanmıyoruz, roman yazarken, uçan makineler inşa ederken ve genleri
ayırırken de bu emirlere uymuyoruz.
Darwin teorisi hayvan yemeyi meşrulaştırmak istediğimizde kullandığımız türden
bir ahlâk bahanesi değildir.
Belki savunarak
böylesine zaman harcadığımız başka bir hayat tarzı alışkanlığı yoktur. Öne
sürdüğümüz her bahane insan türünden olmayan hayvanların gereksiz sömürüsü,
vücutlarının parçanlanması ve
ölümlerindeki katkılarımızdan kendimizi temize çıkarma yönünde bir çabadır. Eğer hayvan
yemeyi artık hakikat ya da gerçeklik içerisinde yaşamadığımız bir noktaya
gelene dek gizleyecek, rasyonalize ve ritüelize edeceksek, o zaman bu konuda
içimiz hiç rahat değil demektir. Vegan bir beslenme tarzına geçmek yaptığım en
iyi seçimdi, ve bu seçimim adına hiç bir bahane üretmem gerekmedi.
Colleen
Patrick-Goudreau
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder