18 Ekim 2011 Salı

Steve Best - 21.Yüzyıl Devrimi

Dr. Steve Best


Soruna Giriş
Özgürlük, haklar, demokrasi, şefkat etiği, barış, türler arası adalet ve ekoloji savaşında bir çok kaleyi kazanıyoruz.
Ama savaşı kaybediyoruz.
Hırs, şiddet, yağmalama, çıkar ve tahakküm savaşını. Uluslarlarası şirketlere, dünya bankalarına ABD imparatorluğuna, Batı askeri makinelerine karşı olan savaşı. Ekonomik büyümeyi, teknolojik gelişmeyi, aşırı üretimi, aşırı tüketimi ve aşırı nüfus artışını her yere yayan sistemlere karşı olan savaşı.
Son on yıllarda yaşanan yoğun sosyal ve çevresel mücadelelere rağmen, demokrası ve ekoloji mücadelesinde toprak kaybediyoruz.


Son 20 yılda neoliberalizm ve küreselleşme, sosyal demokrasileri mahvetti, zengin ve yoksul arasındaki uçurumları genişletti, çiftçileri işsiz bıraktı, bütün dünyayı bir pazar haline getirdi. O eski tarz emperyalizm ve kaynak tüketiminin yanında artık insanlar genetik mühendislikle, biyokorsanlıkla, genlerin patentinin alınması, ve tohum kontrolüyle karşı karşıyalar. McDonaldlaştırma ve  tarım işi dünya çiftçilerini  bir yandan yutarken bir yandan da bütün çeşitliliği yok ediyor. İnsan gücü azalırken şirketlerin gücü büyümeye devam ediyor.
Ekolojik bozulma  işaretleri her yerde; azalan yağmur ormanlarından yok olmuş balıkçılığa, gözden kaybolan yabana ve yükselen deniz seviyelerine dek. Tarih boyunca toplumlar yerel çevrelerini yok ettiler; ama son 20 sene içerisinde insanlık küresel bir iklim değişikliğine sebep olunca gezegendeki ekolojiyi bozdu. Dahası, artık gezegen tarihinde yaşanan altıncı yok oluş krizinin içindeyiz, son yok oluş krizi dinozorlar çağında, 65 milyon yıl önce yaşanmıştı. Son beş tanesinden farklı olarak, bu seferki kriz insan eylemlerinden kaynaklı: dünyaya çarpan meteor biziz. Korumacı biyologlar, önümüzdeki on yıllarda dünyadaki bitki ve hayvan türlerinin üçte birinin yok olabileceğini öngörüyorlar. 2050 yılına kadar dünya nüfusu 9 milyar olacak, ve Çin’deki et tüketimi iki kat artacak; küresel et tüketimindeki artış BM’i sürdürülebilir bir geleceğe sahip olmak için tek geçerli yolun vegan beslenme tarzına doğru küresel bir kayma olduğunu söylemeye itti.
Küresel kapitalist sistem insanları, hayvanları ve doğayı yok ediyor. Sürdürülmesi imkansız son 300 yıllık endüstrileşmenin ve pazar ekonomisinin faturasını ödeme zamanı geldi. Bu sistemin insanîleştirilmesi, medenîleştirilmesi, yeşil dostu yapılması imkânsız; bu sistemin, akla gelebilecek bütün seviyelerde- politik, ekonomik, yasal, kültürel, teknolojik, ahlaki ve kavramsal boyutlarda bir devrimle aşılması gerekiyor.
Son otuz yılda çevreciliğin sosyal adalet olmadan ve sosyal adaletin de çevrecilik olmadan gerçekleştirilemeyeceğine dair artan bir farkındalık söz konusu. Bu bilgi bize ABD çevre hareketini, EarthFirst!’ün kereste işçileriyle ittifak kurmasını, Zapatistaların koalisyon oluşturmasını ve işçileri ve çevrecileri bir araya getiren 1999 Seattle Savaşı’nı hatırlatıyor.
Ama gene de bir şeyler eksik, denklem çözülmedi, strateji işe yaramıyor. Sadece bir türün çıkarları temsil ediliyor ama,  milyonlarca diğer türün çıkarları, sadece insan kullanımı için gerekli kaynaklar olarak görülenler hariç, dikkate alınmıyor bile. Ama son otuz sene içerisinde yeni bir toplumsal hareket doğdu- hayvan özgürlüğü. Hayvanları savunma hareketinin gücü ve potansiyeli henüz anlaşılmadı ama 21.yy politikasında eşit bir temsili de hakediyor. Bir çok sınırlarına rağmen kavranması ve toplumsal değişim projesine dahil  edilmesi gereken devrimci bir potansiyele sahip.
Barış, adalet, demokrasi, otonomi ve ekoloji adına mücadele eden ilerici insanların hayvan özgürlüğü hareketine duyulan ihtiyacı ve bunun geçerliliğini iki sebeple kabul etmesi gerekiyor. Birincisi, ahlâki bir açıdan hayvanların maruz bırakıldığı sömürü, acı ve gaddarlık öylesine büyük, derece ve tür olarak öylesine devasa ki merhamet, adalet, hak ve şiddete başvurmama gibi değerleri olduğunu söyleyen herkesten derin ahlâki ve politik tepkiler görmeyi hak ediyor. Her yıl insanlar 70 milyon deniz ve kara hayvanını onlardan gıda oluşturmak için katlediyor; milyonlarcası deney laboratuarlarında, kürk çiftliklerinde ve av alanlarında ve akla gelmeyen nice öldürme alanlarında öldürülüyor. İkinci olarak, stratejik anlamda hayvan özgürlüğü hareketi insan ve hayvan özgürlüğü için de temel bir öneme sahip. Bir çok açıdan insanların hayvanları tahakküm altına alması, insanın insanı da hakimiyet altına almasının temelini hazırlıyor, ayrıca küresel ekolojik krizi de tetikliyor. Hayvan özgürlüğüne dahil olmadan etikte, psikolojide, toplumda ve ekolojide devrimci değişiklikler meydana gelemez.
İnsan, hayvan ve dünya özgürlük hareketlerinin ayrılmaz bir biçimde birbiriyle bağlı olduğunu daha iyi anlıyoruz, hepsi özgür olana dek hiç biri özgür olamaz. Bu yeni bir görüş değil, aslında yitirilmiş  bir hakikat ve bir bilgelik. 2500 önce şu sözleri söylemiş olan Pisagor’u hatırlayın: “insanlar hayvanları katlettikçe birbirlerini öldürecekler. Gerçekten de cinayet ve acının tohumlarını ekenler neşe ve sevgi biçemezler.” Günümüzün acil konularından birisi de bu içgörünün manasını tamamen anlamaktır.
Sembiyotik, holistik ve birbirine  kitli ilişkilerini düşününce artık insan, hayvan ve dünya özgürlüğünden birbirinden bağımsız mücadelelermiş gibi söz etmememiz lazım; tersine topyekûn  bir özgürlükten söz etmemiz gerek. Topyekûn özgürlük derken, bütün canlıların mükemmel bir özgürlük ve mutluluk  durumuna ulaştığı türden metafizik bir ütopyadan söz etmiyorum. Tersine, holistik olarak hareketlerin birbiriyle ilişkisini, kapitalizmle diğer baskı modlarıyla ilişkisini ve  ortak zalimlere karşı sınıf, cinsiyet, ırk ve ulusal sınırların ötesinde sentetik ittifaklar kurduğumuz politik süreçlerden, demokrasiyi ekolojiye ve toplumsal adaleti hayvan haklarına bağlayacağımız teorik bir süreçten söz ediyorum.
Dünyanın “özgürlüğü”nden metaforik olarak söz ederken, bunu hayvanlar için gerçek anlamıyla kullanıyorum; çünkü onlar bütün sömürülen sınıflar ve  köle sınıfları arasında en eski, en büyük, en ihmal edilmiş ve en çok sömürülmüş grubu oluşturuyorlar. İnsanlar gibi hayvanlar da duyguları olan, bilinçli, hisseden ve düşünen canlılar olup istekleri, arzuları, çıkarları olan ve daha fazlasına sahip canlılar. Doyurulmak isteyen potansiyelleri ve becerileri, ancak doğal ortamlarında insan müdahalesi olmadan gerçekleştirilebilecek kompleks fiziksel, psikolojik ve sosyal gereksinmeleri olan canlılar. Hayvanlar insan tahakkümü ve sömürüsü sistemlerinden özgür olabilirler, olmalılar-sonuçta bunların yıkıcı sonuçları var- doğal evrimleri sonucunda dönüştükleri kompleks canlılar olarak hayatlarını yaşamak için özgür kalmaları gerekiyor.
İnsan/hayvan özgürlüğü denkleminin her iki yanında daha geniş vizyonlar ve politikalara gerek duyulduğunun altını çiziyor ve  sayıca çok az bulunan stratejik ittifaklar kurulması, yeni diyaloglar ve öğrenmeler geliştirilmesi gerektiğini söylüyorum. Bu tür bir ittifak politikası veganizm ve hayvan özgürlüğü dışlandıkça hem zayıf hem de soyut kalıyor. Bu konular artık  dogmatik , cahil ve türcü Solcular tarafından  görmezden gelinemez, marjinalize edilemez, dalga geçilemez ve sıradanlaştırılamaz. Aynı şekilde, veganlar ve hayvan hakları savunucuları tek konu odaklı ve  tecritçi bir bakış açısıyla yollarına devam edemezler, kapitalist sistemi değiştirmenin gereğini kavramak  ve elitizm, cinsiyet ayrımcılığı ve ırkçılık gibi kendi önyargılarıyla yüzleşmek zorundalar; ayrıca toplumsal adalet ve çevre hareketleriyle ittifaklar kurarak ekstrem hallerde bulunan yalıtılmışlıklarını aşmak zorundalar. Her hareketin diğer bir hareketten öğreneceği şeyler var, hiç bir hareket bir diğeri olmadan amacında ulaşamaz.
İktidara Çok Perspektifli Bir Yaklaşım
Topyekûn özgürlük politikası için iktidar ve tahakküme yönelik hem çeşitli hem de kapsayıcı bir kuram geliştirilmesi gerekiyor; çünkü farklı iktidar modlarının nasıl oluştuğu, evrim geçirdiği, birbirine karıştığı ve birbirini zorladığı anlaşılmadan ittifaklar oluşturmak kolay değil. İktidar; kompleks, biribirini kitleyen ve ayrıksı birşeydir, tek bir grubun ya da  ilgi alanının bakış açısından bakarak yeterince aydınlatılamaz.
Dünyamızdaki temel sorun sınıf  sorunu değil, çünkü sınıf, iktidarın tek tezahür biçimi değil; ayrıca  ilk biçimi ya da fontu da değil; sınıf, hiyerarşi etrafında organize olmuş daha geniş bir tahakküm sisteminin bir sebebi değil, bir semptomu. Hiyerarşi, farklılıkları üstün ve aşağı şeklinde sıralayan ve aşağı olanın üstün olanın gözünde hiç bir değeri olmadığı türden bir kafa yapısı ve bir kurumdur. Hiyerarşik tahakkümün kafa yapısı ve kurumlar ataerkillik, ırkçılık, devlet ve özel mülk gibi farklı olgulardan ortaya çıkar.
Hiyerarşinin temeli tarih öncesi dönemde saklı, doğal olarak hiyerarşinin toplumda ilk kez ne zaman nerede ve nasıl ortaya çıktığına dair farklı yorumlar ve keskin tartışmalar yapılıyor. Örneğin; Marksistlerin söylediği gibi doğanın tahakküm altına alınması insanların da hakimiyet altına alınmasına mı yol açtı, yoksa anarşist Murray Bookchin’in söylediği gibi insanların tahakküm altına alınması mı doğanın tahakküm altına alınmasına yol açtı?  Bazı kuramcılar bütün baskı modlarını tek bir olguya indirgemeye çalışıyorlar, ırk, cinsiyet veya sınıf gibi, bu tek olgunun diğerlerinin kendisinden meydana geldiği iktidar fontu olduğunu söylüyorlar.
En kötü şöhrete sahip olansa, klasik Marksistlerin bütün mücadeleleri sınıfa indirgemiş olması. Ataerkillik ve ırkçılık gibi toplumsal meseleler “soru” olarak görülüp ihtilaf yaratan konular olarak kenara konuldu, ayrıca varlıklarının tartışmalı bir hal alacağı türden bir devrim sonrası toplumu yaratana dek de ileri bir tarihe ertelendiler. Bürokrasilerin, cinsiyet ayrımcılığının ve ırkçılığın devlet sosyalizminin yaşandığı Çin ve Rusya gibi toplumlarda yeniden ortaya çıkması sonucu bu devletler tarafından bu bakış açısı reddedildi. Aynı şekilde radikal feministler ataerkilliğin tarihteki en temel hiyerarşi biçimi olduğunu söylüyorlar; ama türcülük ve insanın diğer hayvanları tahakküm altına almasının; sınıf, cinsiyet ve ırk gibi tahakküm biçimlerinin yapılanmasında hayati öneme sahip olduğuna dair elimizde güçlü kanıtlar var.
En iyi yaklaşım, çeşitli baskı modları arasında hem aynı olan ve her birisi için spesifik olanın ne olduğunu gören çok perspektifli bir optik geliştirmektir. Tarih boyunca evrim geçirmiş bir çok iktidar mekanizması ve modu bulunuyor, çoğu kez de birbirini zorluyor ve birbirini de kapsıyorlar- kapitalizm emek gücünü sömürmek ve ezilen grupları birbirinden ayırmak için ırkçılıktan ve cinsiyet ayrımcılığından besleniyor. Ancak; hiyerarşi özel mülkiyetin, ekonomik sınıfların ve devletin ortaya çıkmasından , ataerkillik de sınıf düzeni oluşmasan binlerce yıl önce  insan toplumunda oluşturulduğu için, bunlar aynı anda bağımsız iktidar sistemleridir.
İnsanlar; tarihi teolojik perspektiften, hümanist perspektiften, çevreci determinizm perspektifinden yazarken günümüze dek hayvan perspektifinden bu konuda ortaya konmuş çok az bir çaba görüyoruz. Marks bir keresinde “tarihin bilmecesi”nin, yani tahakkümün kökenlerinin teoriyle kavranıp pratikte komünizmle çözüldüğünü söylemişti; oysa aslında hiyerarşi ve tahakkümü sürdüren toplumların kökeni ve evrimi, hayvansal bakış açısı olmadan çözümlenemez; çünkü insanın diğer hayvanlara yönelik 10 bin yılı aşkın hakimiyeti insanın en önemli sorunlarını kavramak için yaşamsal bir öneme sahip; çünkü bu konuda bu sorunları çözmek için temel bir önem arzediyor.
Hayvansal Bakış Açısı Teorisi
Feminist bakış açısı teorisine göre baskı altındaki her grubun toplumun doğası ile ilgili önemli bir perspektifi ya da kavrayışı vardır. Farklı ırklardan insanlar, örneğin, sömürgeciliği ve ırkçılığın patolojisini aydınlatabilirler, öte yandan kadınlar tarih boyunca bu kadar çok farklı toplumsal iktidar moduna destek veren ataerkilliğin mantığını ortaya koyabilir.
Hayvanlar kendi acılarını insan diliyle ifade edemezler; ama ancak hayvansal bakış açısıyla- yani insanların diğer hayvanlarla nasıl bağ kurduğu ve onları nasıl sömürdüğünü analiz ederek- hiyerarşinin ortaya çıkışını ve gelişmesini kavrayabiliriz. Bu bakış açısı olmadan insanların hayvanlar, doğa ve birbiri üzerindeki tahakkümünün temel dinamiklerini; insan şiddetinin, savaşın, militarizmin ve soykırımın; devam eden hayvan kırımının; günümüzde yaşanan küresel ekolojik krizin ana sebeplerini kavrayamayız. Bu bakış açısından bakarak insanın insanı ezmesi ve insanın doğayı sömürmesinin köklerinin insanın hayvanları baskı altına almasında yer aldığını görebiliriz.
Bir çok antropolog on bin yıl önce tarım toplumunda hayvanların evcilleştirilmesine yönelik zalimliklerin aslında hiyerarşi, devletçilik ve diğer insanların sömürülmesi için gerekli kavramsal modelleri insan kültürünün ciğerine şiddet ekmeye başladığı süreç sırasında yarattığına inanıyor. Belki  de insan tarihi içerisindeki en azimli devrim avcı-toplayıcılıktan tarım toplumuna geçişte yaşanmıştır. Nomadik bir hayat tarzı yerine insanlar tek bir bölgede toplanmaya başladılar, doğanın onlara verdiği şeyler yerine hayvanları ve bitkileri beslemeye başladılar ve böylece yaban türleri evcilleştirmeye başladılar. Yaban bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi sürecinde ve tarihlerinde ilk kez gıda fazlası üretirken, çok önemli şeyler oldu: tarım toplumları hızlı bir nüfus artışı yaşadılar, topraklarını genişlettiler, ilk toplumsal hiyerarşi biçimine dönüşen bir işbölümü ortaya koydular, kendilerini doğadan bağımsız ve diğer hayvanlara üstün olarak görmeye başladılar, fiziksel ve canlı süreçleri kendi manipülasyonları ve kontrolleri için kullanmaya başladılar.
Avlanmanın, sürü gütmenin ve hayvanları evcilleştirmenin doğrudan bir sonucu olarak insanlar tahakkümcü bir dünya görüşü geliştirdiler ve hayvanların tahakküm altına alınması diğer insanların, doğanın ve bir çok hiyerarşilerin ve  patolojilerin geliştirilmesi için yolu açmış oldu. Hayvanların kontrol altına alınması, bedenlerinin ve biyolojilerinin manipülasyonu, şiddet uygulamada görünen kronik artışlar, başka bir yaşam öznesi üzerinde uygulanan hiyerarşi, yaşayan süreçlerin zorla manipüle edilmesi, hayvanların bir meta olduğu ve sahibinin bulunduğu ile ilgili kavramların ortaya çıkışı, onların çektiği acılara karşı geliştirilen kayıtsızlık- bütün bu pratikler ve tavırlar, ve hatta daha fazlası insan  kültürünü ve bilincini belirlemeye başladı. İktidar sistemleri, sosyal olarak kabul edilebilir şiddet biçimleri, her insanın diğer bir insanla olan ilişkisini kökten değiştiren, elitlerin farklılığı bir rütbe biçimi haline getirip doğayı, hayvanları , kendi toplum üyelerini, zenginlik ve iktidarlarını genişletmek amacıyla işgal ettikleri toplumları zorla boyun eğdirdikleri hiyerarşi ilkeleri kurdular.
Hayvanların tahakküm altına alınması ve sebep olduğu detaylı, incelikle işlenmiş ve köklü türcü ideoloji, insanların diğerlerini tahakküm altına aldığı sistemlerin kurulmasını kolaylaştırdı. Hiyerarşik düşüncenin prototipini oluşturdu ve böylece bir çok taktik ve teknolojinin kontrol altına alınmasıyla onun ideolojisini sağladı. Hayvanlar  ilk meta biçimiydi, miras alınmış bir zenginlikti, ilk kapitaldi ve ilk kölelerdi.
Hayvanların evcilleştirilmesi kadınların üreme ve emek amacıyla esir haline getirilmeleri amacıyla cinsel anlamda boyun eğdirilmelerine bir model teşkil etti, ayrıca Mezopotamya şehir devletlerinin de büyükbaş hayvanları yönetme biçimleri, kendi kölelerini üremeye zorlama ve emeklerini sömürmeleri için yolu açmış oldu. Tabii doğal olarak kölelik Sümer’de ortaya çıktı, bu bölge Orta Doğu’da merkezî bir bölge olup tarımın ortaya çıktığı yerdi, ayrıca hayvanların evcilleştirilme pratiklerinin bir uzantısı olarak evrim geçirmiştir. Hayvanların sömürülmesi, siyahların insanlıktan dışlanması ve  köleleştirilmesi için bir model, bir metafor oldu, teknoloji ve pratikler sağladı. Hadım etmekten zincire vurmaya, kulak kesmekten damgalamaya, aileleri yok etmekten açık artırmada satışa dek beyazlar hayvanları uzun zamandır boyunduruk altına almış olmanın bilgisine sahiptiler ve bu bilgileri 15-19.yy arasındaki uluslararası köle ticareti sırasında özgürce kullandılar.
Jim Mason’a göre çiftçilik bir çok farklı bölgede göründü; ama Orta Doğu; Mısır, Maya, İnka, Aztek, Çin ve Hindistan’dan gelen koyun, keçi, at ve büyük baş hayvanlar gibi büyük hayvanların evcilleştirilmesine bağlı ve bu durumdan güç alarak ortaya konmuş genişlemeci ve tahakkümcü bir hayat tarzına bağlılığı sebebiyle ayrılıyordu. Sürü sistemi çiftçi kültürlerine zenginlik ve güç bağışladı, çünkü onları savaşlara ve  işgallere yönlendiriyordu, hayvancılığın genişlemeye yatkın olan gereksinimleri sebebiyle böyle oluyordu; bu kültürler dikkat çekecek şekilde kaba ve agresif kültürlerdi. Orta Doğu’nun soyundan gelenler, gezegenin en merhametsiz ve güçlü hakimleri olma geleneğini sürdürmeye devam edenler Avrupalı ve Amerikalılardı.
Hayvanları boyunduruk altına almak,  diğer insanları kontrol etmek için kullanılan teknolojileri sağlamakla kalmadı, buna  kavramsal bir çerçeve de kazandırdı. MÖ 4. Yy’da Aristo açık hiyerarşik felsefeyi formüle etti. Herşeyin bir amaç uğruna var olduğu, bunun da mükemmellik ölçeğindeki daha ulu varlıkların ihtiyaçlarını karşılamak olduğunu söyleyen teleolojik bir dünya görüşünü savundu. Bitkilerin amacı hayvanlara yem olmaktı, hayvanlar bize gıda oluyordu, bizim görevimiz de Tanrı’yı ve evreni düşünmekti. İnsanların beyni en üst seviyedeydi, daha alt ya da aşağı zekaya sahip canlılar tam olarak insan değildi ya da hiç insan sayılamazdı. Böylece Aristo köleliği varlıkların doğal düzeninin bir parçası saymış oldu. Rasyonalizm felsefesi böyle doğdu; bu, insanların rasyonellik kategorisini kullanıp kendilerini hem hayvanlardan hem de diğer insanlardan radikal olarak ayrı tuttuğu düalistik bir mantıktır.
Ama bir zamanlar Batı, ataerkil – rasyonellik normlarını, insanlığın özü ve sosyal normalliğin ölçüsü kabul ediyordu, öncelikle hayvanları öteki olmanın ölçüsü olarak kullanınca, o zaman farklı, egzotik, koyu renkli insanları ve tipleri ya insan değilmiş gibi ya da alt-insan kategorisine dahil ederek görmek kolaylaştı. Böylece hayvanları insan toplumundan dışlamak için kullanılan kriterin aynısı bu sefer siyahları, kadınları, “delileri”, engellileri ve daha bir çok grubu dışlamak için kullanıldı.
İnsanın insanı tahakküm altına alması ve bunun savaş, kölelik ve sorkıyımla gerçekleştirilmesi genellikle kurbanların dil yoluyla aşağılanmasıyla başlar. Ancak insanlıktan çıkarmanın araçları ve metodları türetilmiş şeylerdir, çünkü türcülük Batı’nın diğer halklara olan gaddarlığnı cesaretlendiren, sürdüren ve meşrulaştıran kavramsal paradigmayı sağlamıştır. Tarih boyunca hayvanları kurban haline getirşimiz birbirimizi kurban haline getişirimizin modelini ve temelini oluşturmuştur. Tarih insanların hayvanları sömürüp katletmesi; ardından diğer insanlara hayvanmış gibi davranıp aynısını onlara yaptığını gösteren bir kalıbın varlığını ortaya koyuyor. Fethedenler ister Avrupalı emperyalistler, Amerikali sömürgeciler ya da Alman Naziler olsun Batılı saldırganlar kılıç oyunundan önce kelime oyunu oynadılar, kurbanlarına “fare”, “domuz,” maymun” ve “aşağılık hayvan” gibi isimlerle hitap ettiler.
Bir kez hayvan ya da alt-insan konumunda olup da beyaz Batılılardan daha alttaki bir evrimsel basamakta olduklarına ikna olunduktan sonra, baskı altına alınan insanlara uygun şekilde davranıldı; öncelikle hayvan gibi görüldükleri için hayvan gibi avlandılar. Ahlâki toplumdan dışlanan ilk sürgünler olarak hayvanlar ezilenleri çöp kutusuna atmak için uygun bir bahane oluyordu zalimler için. Sömürgecilik insanın hayvanlar alemine olan üstünlüğünün doğal bir uzantısıydı. Charles Patterson “Bir çok Avrupalı için beyaz ırk diğer aşağı ırklardan daha üstün olduğunu onları etki altına alarak göstermiş oluyordu, aynen insan ırkının bir bütün olarak onları kontrol altına alıp ezerek hayvanlara üstün olduğunu kanıtladığı gibi” diyor. Afrika, Hindistan, ve Avrupa sömürgelerindeki büyük hayvan avları Avrupa’nın toprağa, hayvanlara ve halklara hakim olduğunun bir sembolüydü ve bin yıl boyunca avcılık hem bir hakimiyet ritüeli oldu, hem de erkeğin hayvanlar ve kadınlardan üstün olduğunu ortaya koymanın bir aracı olma rolünü üstlendi.
Bütün Sol’un gözünden kaçansa, insanın hayvanları tahakküm altına almasını meşrulaştırmak için kullandıkları argümanların-yani hayvanların sözde akıl ve dile sahip olmadığı argümanının- emperyalistlerin yerli halkları katlederken ve erkekler kadınları sömürürken  kullandığı argümanla aynı olduğuydu. Tür ayrımcısı görüşe sahip hümanistler bu yüzden ironik olarak kendi hakimiyetlerini güçlendirirken bu tahakkümün kökenlerini anlamak için hayvansal bakış açısına yaklaşamıyorlar, ve böylece geçerli bir özgürlük politikasını geliştirecek bir duruma sahip olamıyorlar. Cinsiyet ayrımcılığı, ırkçılık ve engelli olmamanın üstünlüğü gibi ayrımcılıklara ek olarak tür ayrımcılığı da hem anti-semitizmde hem de Nazizmde doğrudan bulunuyor. Nazilerin Yahudileri ve entelektüel ve fiziksel anlamda “uygunsuz” buldukları diğerlerini böyle görmesi firavunların hayvanlarla aynı görülmesine dayanıyordu, ayrıca ırk ıslahı da “aşağı” hayat formları tarafından “kirletilmemiş” “saf” ve “üstün” bir ırk yaratma arzusuna dayanıyordu. Dahası,  hayvanlara yönelik gaddarlıklarını meşrulaştırmak için insanların başvurduğu “Güçlü olan haklıdır” ideolojisi de Nazi ideolojisinin merkezinde yer alıyordu. Hitler’in temel bakışı, doğanın mücadele yasasına göre işlediğiydi ve dünya görüşünü de  şöyle özetliyordu: “güce sahip olmayan hayatta olma hakkını kaybeder”. Bu bakışın kökleri insanların hayvanların hakimiyet altına almasında bulunuyor.
Son olarak,  Nazi toplama kamplarında kullanılan endüstriyel öldürme biçimlerinin ABD mezbahalarında 19. yüzyılın sonlarında kullanılan tekniklerden model alındığını söylemek  gerek. Yahudi soykırımı kurbanları hayvanların mezbahaya götürüldüğü aynı tren raylarında taşındılar, insanlar tavuk çiftliklerindeki tavuklar gibi bir araya tıkıştırıldılar, ve Auschwitz gibi öldürme alanlarının kendi mezbahaları vardı. Hayvanların topyekûn nesneleştirilmesi ve masum canların mekanize bir biçimde  öldürülmeleri insanlar için  kitlesel öldürmelere yönelik bürokratik yönetimlerin ve teknolojilerin kolayca kendilerine de  uygulanabileceği konusunda yapılmış bir uyarı anlamına gelmeliydi. Bu yüzden Theoro Adorno dokunaklı bir biçimde şu sözleri söylemişti: “Auschwitz bir insan bir mezbahaya bakıp da “ama onlar hayvan” diye düşündüğü zaman başlar.”
Sol Türcülüğünün Eleştirisi

(Marksist/sosyalist/ilerici) Sol, geleneksel olarak ekonomiyle  ilgili olmayan baskı biçimlerini anlama ve onları ele alma anlamında geride kaldı. Solun; ırkçılığı, cinsiyet ayrımcılığını, nasyonalizmi, dini, kültürü, günlük hayatı, ideoloji ve medyayı, ekolojiyi ve diğer konuları anti-kapitalist çerçevesine dahil edebilmek için on yılların geçmesi gerekti, ve bunu yapabilmek için de bir çok özgürlük hareketinin baskısını hissetmek zorunda kaldılar. Bu ekonomik indirgemeci çerçeveye ek olarak Solcuların spektrumu hiç bir eleştiri getirmeden insanmerkezci, tür ayrımcısı ve hümanist Batı kültürü ideolojilerini özümsemiştir. Alternatif, radikal ve özgürleştirici çerçevenin uzağında, Solculuk bir diğer baskı biçimi , kurumsallaşmış şiddet ve tahakküm kültürü olarak ortaya çıktı.
Bu tür miyop Solculuk sadece Karl Maks’tan kaynaklamıyor, onu sarıp sarmalayan geleneklerden de kaynaklanıyor, modern hümanizm ve Aydınlanma’dan yani. Elbette, şiddet dolu, baskı dolu, ataerkil Katolik kilisesi tarafından yönetilen bir dünyadan bilime, aydınlanmaya ve demokrasi, eşitlikçilik ve hakları temel alan modern dünyaya doğru atılan adımlar ilerici adımlardı.
Ancak aydınlanmayı daha derin yönlere doğru taşıyamayan hümanizm, insanları hayvanlardan ayrı ve üstün tutup dünyanın sadece kendi amaçları adına varolduğuna inanan ve vahşi olanı ehlileştirmeyi hedefleyen Greko-Romen ve Hristiyan insan merkezci geleneği sürdürdü. Hümanizmin büyüsüyle Batı insancılığı kendini ilahi bir konuma yükseltti ve doğayı hiç düşünmeden, ona kibirle kendisine boyun eğmeye zorlayarak imparatorluğunu genişletme projesini devam ettirdi. Hümanizm insanların doğadan ve hayvandan kopmasının altını çizdi, ortodoks Hristiyan kavramı olarak, amacımızın doğal dünyayı fethetmek ve ona hakim olmak olduğu inancını bir kere daha tasdik etti. Hümanizm insanın doğadan kopmasına dayalı katastrofik bir ilüzyona dayanan işlevsiz ve şiddet dolu bir dünya görüşüdür. Bu yanlışın hayvanlar ve  insanlar için özellikle de gelişmiş teknolojiler ve bilim artı doymak bilmez bir pazar mantığıyla hareket edildiğinde çok fazla gerçek sonuçları vardır.
Kapitalistlerden ve sanayiden hiç farklı olmayan Sol da birlik halinde büyümeyi, endüstrileşmeyi ve doğanın tahakküm altına alınmasını kutladı. Marks ve Engels ekoloji konularına biraz duyarlılık gösterdilerse de, hayvan refahçıları, vejetaryen ve anti-dirikesimcileri hayırseverler, alkol karşıtları ve naif reformistlerle aynı küçük burjuva kategorisinde değerlendiriyorlardı. İkisinin de bu hareketlerin doğru bilimi, şefkat etiğini, ahlâki ilerlemeyi ve sağlığı savunmadaki öneminden haberleri yoktu.  Darwin’in doğal seçilim teorisini benimserken onun yaşamın devamlılığı ve hayvanların zekâsına gösterdiği önemi görmezden gelerek hayvanları basit içgüdüleri tarafından yönetilen organizmalar şeklinde görülen Kartezyen modelleri tercih etmişlerdi.
Anarşistler  hiyerarşiyi sistemlerin sayıca  çok oluşunu analiz etme  konusunda başarılılar, Markistleri merkezî  sistemleri ve elit organizasyonlarında toplumsal iktidar dinamiklerini yeniden üretmeleri konusunda eleştirirken de oldukça iyiler. Ama söz konusu hayvanlar olunca, anarşistler Sol’dan daha iyi olmadı, hâlâ değil. Murray Bookchin radikal politikayla ekolojiyi harmanlamak için insan merkezci ideolojileri eleştirdi; ama hayvanları vahşi canavarlara indirgeyen aynı tür ayrımcısı  görüşü de sürdürdü. Bir çok türdeki akıl, dil, kültür ve teknolojinin varlığını belgeleyen bilimsel çalışmaları bir kenara bırakarak Bookchin hayvanların akıl ve dilden yoksun  aptal yaratıklar olduğu biçimindeki Kartezyen-Marksist görüşü kullanır. Hayvanlar bu sebeple “ birinci doğa”ya aittir, insan kültürünün dünyası olan yaratıcı “ikinci dünya”ya ait değildir. Bookchin demokrasiyi ekolojiye bağlarken bir öncülük görevini yerine getiriyordu; ama günümüzdeki küresel krizin en önemli sebeplerinden birini, tarım ticaretini görmezden geliyordu.
Bu yüzden Bookchin’in ekolojik kriz kategorisi oldukça ince ve boştur. Eğer hayvanları şu andaki kapitalist toplumların ölçeğinde sömürüyorsa hiç bir toplum ekolojik sürdürülebilirlik düzeyini başaramaz. Fabrika çiftçiliği, su kirliliği, yağmur ormanlarının yok olması, çölleşme, ve küresel ısınma gibi büyük sorunların birincil nedeni. Dahası, ekinlerin, toprağın ve suyun son derece yetersiz kullanması anlamına da geliyor. Küresel et kültürü dünya halkları arasında eşitsizliği ve yoksulluğu da  çoğaltıyor, büyük baş hayvan baronları ve tarım ticareti köylüleri ve çiftçileri topraklarından ve toplumlarından koparıyor, yoksul Güney uluslarının kaynakları zengin Kuzey uluslarına akıyor. Her türden solcu,  fabrika çiftliklerinin, kürk çiftliklerinin ve dirikesimcilerinin  en korkunç şiddet biçimlerini onaylayan ve köleliğin kötülüğünü idrak etmeden sözde insancıl bir şekilde kölelere nekazetle davranmayı öneren aynı refahçı görüşleri  önermeyi sürdürüyorlar.
Çoğu çevrecide görüldüğü gibi, Sol balıkçılıkla ilgileniyor, balıklarla değil; ormanlarla ilgileniyor ormanda yaşayan canlılarla değil; insan kullanımı için “kaynak”larla  ilgileniyor, yoksa hayvanların içsel değerleri olduğu ile değil. Solun çevresel ilgileri doğal dünyaya duyulan bir hürmet duygusundan kaynaklanmıyor, daha çok İnsan varoluşu için sürdürülebilir bir çevrenin önemini anlamış görünen “aydınlanmış bir insan merkezcilik”ten (net bir oksimoron) kaynaklanıyor. Her ne kadar vaatleri varsa da, insanın doğaya yabancılaşması ve doğaya yönelik kibir duygusuna yönelik eleştiriler, toplumun ekolojiyle “yeniden uyumlu hale getirilmesi”ni önerirken (Bookchin) içindeki milyonlarca duygu sahibi türü gözönüne almadan sadece fiziksel çevreye odaklanan bir “yeni etik” kavramının tür ayrımcısı, miyop ve yetersiz olduğunun altını bir kez daha çiziyor.
Hümanizmin sınırları, şovenizmi ve  ikiyüzlülüğü şiddet ve baskının insan kurbanlarının dile getirdiği şikayetlerde görülebilir, bu insanlar kendilerine “hayvan gibi” davranıldığını söylerken sanki sömürü ve işkencenin diğer hayvan türlerine uygulandığı sürece kabul edilebilir bir durum olduğunu da ortaya koyuyorlar. Hümanizmin sorunu –istediği kadar evrensel, geniş ve “ilerici” olursa olsun- bağnazlığın onu özgürleşme projesi olarak yetersiz bir hale sokması, başka araçlar kullanarak bir hiyerarşi ve tahakküm biçimi haline gelmesi. Anarşistlerin Marksist işçilerin devletini yeni bir isim altında devam eden aynı politik tahakküm olarak görmesi gibi, hayvan özgürlükçüleri de her türden insancılığı-ister liberal, Marksist ya da anarşist olsun- bir diğer kötülük dolu tahakküm ve  kontrol sistemi olarak görüyorlar.
Sol türcülüğünün görünümü “ilerici” dergi, gazete ve online sitelerde hayvan sömürüsü konusunun gündeme getirilmemesinde de kendini belli ediyor. 1990’ların başlarında ABD’deki solcu dergi The Nation, bir fabrika çiftliğinde çalışan işçilerin çalışma koşullarını eleştiren bir yazı yazmış ama kafeslerde sıkış tıkış yaşayan tavukların gaddarca sömürülmesi ile ilgili tek kelime etmemişti. Oysa Gale Eisnitz’in kitabı Slaughterhouse hem insanların hem de hayvanların sömürülmesini belgelerken öldürme alanlarında işçilerin hayvanları maruz bıraktığı şiddetin işçilerin ruhsal durumunu nasıl etkilediğini ve bu psikolojik etkinin kendini ev içi şiddete dek taşıdığını da gösteriyor.
Ünlü anarşist yazar Michael Albert’ın 2006 yılında br hayvan hakları dergisine söylediği şu sözleri düşünelim: “ben dünyayı daha iyi bir yer yapmak amacıyla var olan toplumsal hareketlerden söz ederken hayvan hakları aklıma gelmiyor. Gerçekten hayvan haklarını mesela kadın hakları, latin hareketleri vb gibi görmüyorum…hayvan hakları ve onu takip eden eylemlerin geniş ölçekli bir şekilde tartışılması gerekiyor… ama mesela bu durum bana Irak’taki savaşı önlemek ya ada haftada 30 saat çalışma hakkını kazanmak kadar acil görünmüyor.
Görece konforlu hayatlar yaşayan insanların çalışma saatlerinin azaltılmasını esir edilip işkence gören ve her yıl en korkunç şekillerde öldürülen milyarlarca hayvanın ızdırabının önüne koymayı anlamak zor. Sol’un çoğunda olduğu gibi Albert milyonlarca canlının acısına karşı şok edici bir duyarsızlık gösterirken insanları, hayvanları ve çevreyi hasta eden en ciddi problemler arasındaki derin bağları kavrama konusunda holistlik bir vizyon da geliştiremiyor.
1960’lardaki şiddet, ırkçılık, savaş ve toplumsal kargaşa arasında Martin Luther King, Jr. geleceğe dair bir “dünya evi” hayal ediyordu. Bu kozmopolit ütopyada dünyanın her yanından insanlar barış ve uyum içerisinde yaşayacak, din ruhsal gereksinimlerini dindirirken kapitalizm de materyal ihtiyaçlarını karşılayacaktı. Ama bu ütopya; şiddeti, savaşı, yokluğu, yokoluşu ve ekokıyımı besleyen bu ekonomik sistem içerisinde mümkün olabilse bile, insanlar hayvanlarla ilişkisini radikal olarak değiştirene kadar King’in dünyası gene lanet olası bir mezbahadan, zincirin en üstündeki avcılar ve gene onlar için işletilen bir toplama kampından, bir yok etme kampından başka bir şey değil. King’in insan türü için hayal ettiği “rüya” her yıl gıda, giysi, “bilim” ve diğer sömürme sebepleri uğruna katledilen milyarlarca hayvan için “bir kâbus” sonuçta.
İnsancı ve şiddet içermeyen bir  ütopya, toplum diğer hayvanları eşitliğe dahil etmedikçe ve onlara  doğru adil ve eşit bir davranış geliştirmedikçe gene şiddet dolu bir karşı ütopya ve bir ikiyüzlülük olarak kalacak. İnsancı demokrasi türcü bir ikiyüzlülüktür. İnsancılık büyük bir kabileciliktir.
Bu yüzden, hayvansal bakış açısına göre, Solculuk özgürleştirici bir felsefe veya devrimci bir politika değildir; hayvanlara yönelik bir Nazizm veya Stalinizm’dir, tarih boyunca bir çok varyasyon ve permütasyon aracılığıyla kendini yeniden üreten hakim bir kültüre egemen olmuş en eski ve gerici bir düşünme biçiminin parçasıdır.
Ya Topyekûn Özgürlükten Söz et ya da Hiç Konuşma
İnsan ve hayvan özgürlük hareketlerini birbirinden ayıramayız, biri özgür olana dek diğeri de özgür olamaz. İnsanlar barışçıl, insancıl ve sürdürülebilir toplumları hayvanları sömürdüğü (ve böylece çevreye derin bir biçimde hasar vererek) sürece geliştiremeyecek, bu yüzden hayvanlar toplumlarda derin psikolojik ve kurumsal değişimler yaşanmadan özgürleşemezler.
Bu gezegen üzerindeki bütün türlerin kaderleri inceden inceye birbirie bağlı olduğu için hayvanların sömürülmesi insan dünyasında psikolojik, sosyal ve ekolojik anlamda büyük bir iz bırakıyor. İnsanlar hayvanları yok ettiğinde, kendi yaşamları için gereken yaşam alanlarını ve ekosistemleri yok ediyorlar. Milyarlarca çiftlik hayvanını öldürdüklerinde yağmur ormanlarını yağmalıyor, meraları çöle çeviriyor, küresel ısınmayı çoğaltıyor, toksik artıkları çevreye döküyorlar.  Küresel ölçekte bir fabrika çiftçiliği inşa ettikleri zaman çok büyük oranlarda toprak, ürün, su, enerjiyi saçıp savuruyorlar ve dünya açlığı sorunu da daha kötü bir hale getiriyorlar. İnsanlar duyguları olan diğer canlılara şiddet uyguladığı zaman birbirlerine de şiddet uyguluyorlar, bu da hayvanları istismar ederek büyüyen seri katiller ve kadınları, çocukları ve hayvanları döven erkekler tarafından defalarca doğruluğu kanıtlanmış bir durum. Hayvanları kendi tüketimleri için bir kaynak olarak araçlaştırdıklarında kendi kişisel büyüme ve şefkat kapasitelerini de bodur bırakmış oluyorlar. Dirikesimciler bir sene içerisinde yüzmilyonlarca hayvanı işkence edip öldürürken devlet onaylı ilaçlarıyla binlerce insanı yaralayıp öldürmüş oluyorlar, ayrıca  tıbbi ilerlemeleri antika ama çıkar sağlayan araştırma paradigmalarıyla tıkamış oluyorlar. Buradaki bağlantılar daha da fazla, hayvanların evcilleştirilmesi ve ataerkillik, devlet iktidarı, kölelik, hiyerarşi ve her çeşit tahakküm  biçimi arasındaki kavramsal ve teknolojik ilişkiler bunu ortaya koyuyor.
İnsan ve hayvanların ezilmesi arasındaki ilişkiyi anlamak, hayvanları savunan  her insanı azarlamak için kullanılan şu itirazın önünü tıkıyor: “peki ya insanların çektiği acı?”. Bu soru hayvanlara yardım etmenin insanın kuyusunu kazdığı gibi bir durumu varsayıyor, ayrıca Martin Luther King’in (o dar tür ayrımcısı bakışıyla) “karşılıklı bir ilişkinin süsü” diye nitelediği şeyi kavrama konusunda başarısız oluyor . Bunu idrak etseler de etmeseler de veganizmi ve hayvan haklarını savunan eylemciler kendiliğinden insan dünyasındaki bir çok kompleks soruna engaje oluyorlar.
İnsan, hayvan ve çevre sömürüsü birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı, birisine son vermeden diğer sömürü biçimini bitirmek mümkün değil. Meselâ; insan nüfusu oranlarının insanların daha eğitimli ve kadınların daha fazla hak sahibi olduğu yerlerde düşmesi dikkate değer. Ayrıca insanların çaresiz bir yoksulluk yaşamadığı yerlerde ağaçları kesmek ya da hayvanları avlamak için ekonomik bir ihtiyaç olmuyor. Eğer Afrika’da hayvan avcılığı yapmak yoksul köylülerin hayatta kalmak için tek şansıysa  yoksulluğun kök sebeplerine işaret ederek insanları öldürmeye iten ekonomik gerekçeleri elimine etmeye ihtiyacımız var demektir.
Hayvan özgürlüğü için etkili bir mücadele, o halde; yoksulluk, sınıf, politik çürüme ve nihayetinde uluslararası şirketler ve küreselleşme tarafından yaratılan eşitsizlikler gibi konuları ele almayı gerektiriyor. İnsanlar yıkıma yol açan politikaları onları üreten ve yeniden üreten küresel iktidar ilişkileri ve ekonomik, politik ve yasal kurumları değiştirmeden değiştiremezler. Hayvan sömürüsünü bütün dünyayı ve onun bütün yaşam formlarını meta haline getirip nesneleştiren,  biçim değiştirten ve tüketen kapitalizmi ortadan kaldırmadan yok edemeyiz. Değişim için isyan eden sayıca az vegan ve hayvan özgürlükçüsünü düşününce bu insanların tek ümidinin devrimci toplumsal ve çevre hareketleriyle köprüler kurmak olduğunu anlıyoruz.
Hayvanları kurtarmak için geçerli bütün yaklaşımlar, kararların iktidar sahibi çürümüş bir kaç kişi tarafından değil de demokratik karar verme haklarını kullanan topluluklar tarafından verildiği daha büyük bir demokrasiyi de savunmak zorunda. Doğal dünyada yaşanan kriz sosyal dünyada yaşanan krizin bir yansıması, burada şirket elitleri ve onların devletteki uşaklarının iktidarı merkezileştirip zenginliği tekelleştirdiler, demokratik kurumları yıkıp muhalefet edenlere karşı gaddar ve şiddet dolu bir savaş açtılar. Doğanın ve hayvanların şirketler tarafından yıkıma uğratılması, hiyerarşik ve asimetrik toplumsal ilişkilerle, kapitalistlerin politik, yasal ve askeri sistemi toplumu, doğayı ve biyoçeşitliliği sömürgeleştirme amacı taşıdığı bir şekilde yönetmesiyle mümkün bir hâl alıyor. Hayvan  ve dünya sömürüsü, toplumsal sorunlardan kaynaklandığı ya da onlarla ilgisi olduğu için toplumsal çözümler gerektiriyorlar.
Kapitalist toplumların sofistike sosyal, ekonomik, politik ve tarihî bir analizini ortaya koyamadığı ve toplumun bir sektöründe reformlar yaparak hayvanların acısını ortadan kaldırmaya çalıştığı için, hayvanları savunma hareketinin çoğunluğu,  Sol’un kendisine yönelttiği; reformist, tek konu odaklı bir hareket olduğu ve taleplerinin –potansiyel olarak hayvan özgürlüğünün hayvan sömürüsüne dayanan bir toplumu ve  ekonomiyi tehdit ettiği noktada radikal olarak görülse de- bütün yaşamı ve dünyayı çıkar sağlama, büyüme, tahakküm ve artırma amacıyla sömüren küresel bir sistem içerisine dahil olmaktan başka bir derdi olmadığı şeklindeki eleştirisi doğrudur.
Yeni köle ekonomisine saldırarak hayvan özgürlüğü hareketi küresel kapital için bir tehdit oluşturuyor; kendi başına devrimci bir güç değil, ama “küçük burjuva” etiketiyle  işi bağlamak da zor. Dünya çapında büyüme ve yayılmalarına, kapital mantığına ve bir çok köle ticaretine karşı –et, süt, yumurta; üretme ve dirikesim; deri ve kürk; “eğlence sektörü” ve diğerleri- hayvan özgürlükçüleri “eko-terörist” damgasını yemek ve son on yıl içerisinde herkese uygulanan ağır bir devlet baskısı pahasına kapitalizme ciddi bir tehdit oluşturuyorlar.
Genel olarak bakarsak, hayvan özgürlüğü; avcı ve patolojik bir insancılıktan, kökleri hayata hürmet duymaya ve toplumu doğayla ve biyoçeşitlikle harmanlayan yeni bir etiğe, kimliğe ve kültüre doğru yaşanacak kültürel bir paradigma kaymasını etkileme potansiyeline sahiptir. Hayvan özgürlüğü; insanların hiyerarşi, eşitsizlik ve  ayrımcılığı meşrulaştıran her türden argümanın temelsiz, yanlış ve keyfi olduğunu yavaş yavaş öğrendiği geniş tarihî bir öğrenme sürecinin sonucudur. Hayvan özgürlüğü insanlığın son iki yüz yıl içerisinde gerçekleştirdiği en ilerici etik ve ilerici gelişmeler üzerinde yükselir ve onları mantıksal sonuçlarına taşır. Hak, eşitlik ve şiddete başvurmama gibi mücadelelerini bir sonraki adımına, insancılığın ahlaki ve yasal yapay sınırlarının ötesine türcülüğün de dahil olduğu bütün önyargılara ve hiyerarşilere meydan okumak amacıyla taşımaktadır.
Ama sosyal, politik ve ekonomik değişimler, insan kimliğinde insanların dünyaya ait olduğu ama dünyanın insanlara ait olmadığını idrak ettikleri türden bir Kopernik Devrimi yaşadıkları derin etik psikolojik değişimler yaşanmadan hayata geçirilemezler. Veganlar ve hayvan özgürlükçüleri;  hakları, demokratik bilinçliliği, psikolojik büyümeyi ve biyolojik bağımlılığa yönelik bir farkındalığı tarihte önceden örneği görülmemiş bir seviyeye taşıma potansiyeline sahipler. Dahası, hayvan özgürlüğü, şirket tarımına, ilaç devlerine ve tedarikçilerine saldırırarak kapitalist büyüme ekonomisinin büyük sektörlerine meydan okuyor.
Sömürüden, eşitsizlikten ve adaletsizlikten şikayet eden, ekolojik sürdürülebilirliği savunan, sosyal analize yönelik holistik modellerin savunuculuğunu yapan Sol hareketlere hayvan özgürlüğünün meydan okuması, Sol’un insan ve hayvan özgürlüğü arasındaki karşılıklı derin ilişkileri idrak etmesi yönündedir. Bir türün diğer türlerin sırtından kurtuluşa ulaşması bir özgürlük hareketinin bütün etik ilkelerine zarar verir. Hayvan özgürlüğü Sol’un etik bir bakış içerisinde büyük bir adım atmak  için insancılığın konforlu sınırlarını aşması, ve böylece ahlâki çıtayı akıl ve dil sahibi olmaktan öznellik ve duygu sahibi olmaya yükseltmesini talep ediyor. Ekolojiyle yaşanan yüzleşmeler derinleşip Solcu teori ve kuramı zengileştirdiği gibi aynı şeyin hayvan özgürlüğü ile de olması gerek. Hayvan özgürlüğü mücadelesi bütün insanların alışkanlıklarında, eylemlerinde, değerlerinde ve kafa yapılarında radikal değişimler gerektiriyor; çünkü hayvan özgürlüğü sömürü pratikler üzerinde yükselen toplumsal kurumların ve ekonomik sistemlerinde de temelinden yeniden yapılandırılmasını gerektiriyor. Hayvan özgürlüğü demokrasi ve ekoloji için yeterli bir koşul değil, ama bir çok nedenden ötürü ekolojik, sosyal, kültürel ve  psikolojik değişim için gerekli bir koşuldur. Hayvan haklarını savunanlar hayvanlarla merhamet ve şefkate dayanan ilişkiler kurulmasını savunuyor, ama bu insanların dünya ve politik görüşleri kapitalist, sömürüyü savunan, ırkçı, cinsiyet ayrımcısı veya başka psikolojik yanlışları destekler bir tarzda olabilir. Kapitalist devlet ve ekonomiyi eleştirmekten uzak oldukları için derinlere  kök salması ve sağlamlaşması gereken daha geniş bir eleştirel bilinçlilikten de uzak kalıyorlar. Solcuların nadiren kendi türcülüklerini kabul etmesi gibi, bir çok hayvan hakları savunucusu da kapitalist ve devletçi ideolojileri yeniden üretiyor.
İnsan/hayvan özgürlüğü hareketlerinin birbiriden  öğreneceği çok şey var, hiç bir hareket diğeri olmadan amaçlarına ulaşamaz. Bu gerçekten tek bir  mücadele, tek bir kavga. İnsan/hayvan özgürlüğü denkleminin her iki yanında da daha geniş vizyonlara ve politikalara ciddi bir ihtiyaç var, yeni diyalog, öğrenme, ve stratejik birliklere gereksinim duyuluyor.
Gerçek bir devrimci sosyal teori ve hareket sadece tek bir türün üyelerini özgürlüğüne kavuşturmaz, bütün türleri ve dünyayı özgürlüğüne kavuşturur. Adını taşımaya lâyık bir devrimci  hareket ; ilk tarım toplumlarında görülen çiftçilik pratiklerinin özünde görüldüğü gibi hiyerarşi ve tahakkümün kadim kavramsal köklerini kavrayacak ve  araçsalcılığı ve hiyerarşik düşünceyi ve kurumları yenerek yeni bir etik (ekoloji ve hayvan özgürlüğü)ve doğa politikası oluşturabilecektir. Kapitalizmin uyuşmazlığını insanlığın en derin değerleri ve amaçlarıyla kavrayabilecektir. Demokratik, liberter sosyalist ve anarşist gelenekler üzerinde yükselebilecektir. Radikal yeşil, feminist ve yerli mücadelelerini bir araya getirecektir.
Hayvan, insan ve dünya özgürlüklerini küresel kapitalizme ve her türden tahakküme karşı topyekûn özgürlük mücadelesi şeklinde birbirine katacaktır. Bu mücadele, insanların hayvanlar ve dünya üzerindeki tahakkümü dahil, bütün asimetrik iktidar ilişkilerini ve hiyerarşi yapılarını bozmak zorunda. Bütün önyargı ve ayrımcılık biçimlerini yok etmek zorunda.- sadece ırkçılık, cinsiyet ayrımcılığı, homofobi ve engelli olmamak değil, türcülük ve insancılıkla ilgili bilimsel olarak yanlış ve ahlâken iğrenç yalanlarını da-. Böyle bir hareket devletin, medyanın ve küresel şirketlerin büyüyen iktidarını merkezîlikten uzaklaşma ve toplumun her katmanında demokratikleşmeyi savunmak  için ters yüz etmeli. Ancak bu şekilde toplum doğal dünyayla ve diğer türlerle uyum içerisinde yeniden oluşturulabilir.
Toplumsal bir hareket olarak olgunlaşırken, hayvan haklarını savunanlar “ toplumsal adalet”in sınırlı bir politik kavram olduğunu ve bütün türler özgür kalana dek hiç bir türün özgür olmadığını hatırlamamızı sağlıyor. Geleceğin sloganı “ biz tek bir ırkız, insan ırkıyız “ olmamalı;  “bizler tek bir toplumuz, biyotoplumuz… Gaia toplumu” olmalı.
Çeviri: CemC

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder