RASYONEL BİR YAKLAŞIM
Mira Fong
“Hayvanları
birbirinden kopuk türlere ayırmayı seçenler bizleriz. Aslında sadece kuyruksuz
maymunlar değiliz, aynı zamanda Afrikalı kuyruksuz maymunlarız. “
Richard Dawkins
Halkın Tepkisini
Karşılaştırmak
Yakın zamanlarda
PBS’te Şempanzeler- Doğal Olmayan Bir Tarih adında bir program yayınlandı,
program bir zamanlar tıbbî araştırmalarda kullanılan ama artık barınaklarda
emekli olmalarına izin verilmiş şempanzelerle ilgiliydi. Emeklilikten önce bu
şempanzelerin bazıları uzay programlarındaki pilot denemeleri için de
kullanılmıştı. Ancak, kahramanlar diye selamlananlar sadece insan astronotlar
oldu. Tersine, şempanzeler kemik iliği transplantı , ciğer biyopsisi vb.
araştırmaları için tıbbi laboratuarlara transfer edildiler. Bu hayvanların çoğu
insanlar tarafından yaratılmış AIDS ve hepatit gibi hastalıklara
yakalanmışlardı.
Her bir şempanze
Nazi toplama kamplarındaki tutuklular
gibi numaralarla damgalandı; çığlıklarını sağır kulaklardan başka duyan
olmadı. Programın sonunda gözlerimi yaşartan bir olay oldu, laboratuardan
barınağa gitmesine izin verilen bir şempanzen artık açık havada ve yumuşak çimler üzerinde yürüyebiliyordu. Yüreklerimiz
şempanzenin ağacın tepesini çıktığını gördüğümüzde coştu; artık kilometrelerce
uzaklara bakabilecekti gözleri.
PBS’in başka bir
belgeseli var: The Suicide Tourist-İntihar Turisti; bu belgesel bu yıl
gösterildi ve halktan oldukça duygusal tepkiler aldı. Görünen o ki insanla ilgili meseleler insan olmayan canlılarla ilgili konulara baskın çıkıyor. Buradaki
hikâye bir sinir hastalığından acı çeken bir hastayla ilgili, bu hasta İsveç’te
bir klinikte kendisine ötenazi uygulanmasını istiyor. Ailesinin desteğiyle
klinikte huzur içinde ölüyor. Belgesel
oldukça duygusal bir hikâye anlatıyordu, bir çok izleyici yardım görmüş bir
intihar konusunda etik ya da dîni bir açıdan olaya yaklaştı ve tartıştı.
Çoğu insan için
ölmekte olan bir insana bakmak zordur, intihar ise insanları daha da huzursuz
eder; çünkü ölümü reddedişlerine bir tehdit yöneltmiş olur. Ancak konu hayvan
acısı olunca, bir hayvanı bir kafes içinde acılar içinde kıvranırken görünce hayvan için
üzülsek bile olayı meşrulaştırıcı bahaneler buluyoruz hemen; çünkü hayvanların
ahlâkî bir bağlayıcılıkları bulunmuyor. Bu yazı hayvan acısına yönelik
vurdumduymazlığı ve derin etiğin anlamını keşfetme amacı taşıyor- derin etik,
etikle ilgili daha geniş ve daha tutarlı
bir yaklaşım olup gerçek sağlık adına ruhsal bir temel kurmak anlamına da geliyor.
Psikolojik Bir
Kopuş
Ahlâki ilerlemeye
direnme sebeplerimizin – merhamet
çemberimizi genişletmeye çalışmamız- psikoloji, kültürel ayrım, sosyal
faydalar ve yasal sistemde derin kökleri bulunuyor:
Öncelikle, ölümün
reddedilmesi: sanki insanlar ölümlülüğü
aşabiliyor ama hayvanların ölümü hem kaçınılmaz hem de doğalmış gibi
davranılıyor. Ölüme yönelik kolektif nevrozumuz kendini hayvanlar üzerinde
sürdürülen deneylerde belli ediyor.
Tıbbî araştırmalar hayvanlar üzerinde her türden deneyler yürüterek tedaviler bulup ölümle savaşmaya çabalıyor.
Böylesine bir çaresizlik yüzünden, kendi kaderimizden kaçmak adına diğer
hayvanları kurban ediyoruz.
İkinci olarak,
kendi kendimize gelin güvey olduğumuz türden bir sahiplik iddiasıyla insanlar
ve diğer canlılar üzerinde efendi-köle hukuku yaratmış bulunuyoruz. Köleler
olarak insan olmayan canlıların hiç bir hakkı yok ve efendilerinin merhametine
muhtaçlar. Yasal sistemimizde hayvanların bir pozisyonları yok; hayvanların
kişilikleri olduğu (özerk bireyler olduğu) reddediliyor, bir eşya gibi sahiplenilmelerine
izin veriliyor.
Üçüncü olarak,
kültür ve doğa arasında bir ayrım var. İnsan etkinlikleri temelde kültüreldir
(yani daha büyük bir kortekse sahip olmanın bir sonucu olarak böyledir). Doğaya
insan çıkarlarına hizmet edecek kaynaklar gözüyle bakılır. Bu tür psikolojik
kopuşlar çevre yıkımının ana nedenidir.
Ahlâkî
hükümlerimiz birbiriyle çelişen duygusallıklarla kirleniyor. Bu yüzden şempanze
programının gönüllü intihara kıyasla daha az ilgi görmesi şaşırtıcı olmamalı.
Homo sapiens’in köken olarak Afrikalı olduğunu, üç milyon yıl önceki büyük
kuyruklu maymunlardan birisi olarak ortaya çıktığını unutmuş gibiyiz.
Tarihin Bize
Anlattığı Şey
Bütün hayvanlar
hayatta kalmak için avlanmak zorunda. Ama insanlar tahakküm kurmak için
birbirleriyle savaşabiliyor, milyonlarca insanı öldürebiliyor, bu, evrimin
meşru gördüğü biçimlerin çok ötesinde bir durum. Daha da doğal olmayan bir şey
varsa o da hapisane sisteminin(hayvanlar ölene dek esir olarak yaşıyor)
icadıdır, savaş tarihimiz gibi. Peloponez savaşlarında, Roma yayılmacılığında,
Haçlı Seferlerinde, 30 yıl savaşlarında, eyalet ve devletler iindeki sivil
savaşlardan ve son 2 dünya savaşından sonra… bu savaşlar bize ne anlatıyor?
Tukididis Peloponez savaşını gözlemleyip kaydettikten sonra insanın şiddet dolu
ve düşmanca doğasına ilgi duymuştu.
Krişnamurti eski
konuşmalarından birinde şöyle söyler: “insanlar bütün tarih boyunca savaştılar,
milyonlarca, milyarlarca insanı kurban
ettiler. Savaş ve silahlar için kullanılan modern teknoloji daha büyük yıkıma
yol açabilme kapasitesini artırıyor.
Buna ek olarak, doğaya karşı yürüttüğümüz savaşta milyarlarca ,
milyarlarca hayvanı katlettik. 20. yüzyılın başlangıcından bu yana 50 binden
fazla balinayı yok ettik…”
Perikles,
Alexander , Napolyon ve nice diğer savaş kahramanı ,tarih kitapları tarafından
göklere çıkarılsalar bile sonuçta savaşa
düşkün tiplerdi; iktidar için çarpışıyorlardı. Aynı agresyon, sömürgecilik ve
emperyalizmde de bulunabilir. Bir çok fatih erdemiyle değil, askerî gücüyle
fethetmiştir toprakları.
Bugün süper
teknoloji yardımıyla insanlar doğaya karşı tehlikeli savaşlar yürütüyorlar,
toprağı, okyanusu ve gökyüzünü tehdit ediyorlar. Esir edilip katledilen
hayvanların sayısı astronomik bir seviyede. Uzun zaman önce, Paleolitik çağda
hayvanlar ve insanlar Lascaux mağarasındaki resimlerde eşit durumda çizilmişti.
Doğa Ne Söylüyor?
Doğa karşısında
bütün yaşamlar eşit ve içsel bir değere sahip (empoze edilmiş değerlere
karşı). Üstün ya da aşağı olmak diye bir
şey yok. Hayvanlar doğanın ihtişamının ifadeleri. Her biri özgür doğmuş olup
kendini muhafaza etmek için içsel bir bilgiye sahip. Bunun tersi olarak homo
sapiensin davranışı adil olmaktan çok uzak. Unuttuğumuz önemli birşey var: bütün türlerin EŞİT ŞEKİLDE evrim
geçirip çoğalmasını sağlayan şeyin dünya ısısının dengeli ve hoş koşullarına
bağlı olması.
Eğer insanlar
etik, zeki ve spiritüel varlıklar olduklarını düşünerek gurur duyuyorlarsa
uygarlık neden bugüne dek doğanın demokratik pratiğine yardımcı olacak birşey
yapmayıp tam tersine onun aleyhine hareket etti? Diğer hayvanları yasal koruma
sınırlarının dışında tutarak hayvanları çiftlik hayvanlarına, laboratuar
aletlerine , mülke ve iş girişimlerine dönüştürüyor ve onları ekonomik
değerlerle bir tutuyorlar.
Peki vahşi hayata
nasıl davranıyoruz? İnsanlar hayvanların doğal yaşam alanlarını ihlal ederken
bu hayvanlar sık sık tuzağa düşürülüp avlanıyor. Dağ aslanları, ayılar, yaban
atları, çakallar ve çayır köpekleri, bunların hepsi toprağın ruhu, doğanın
işleyiş düzeni ve bu hayvanların çıkarları bizim çıkarlarımıza ters olduğu an,
yapılan tek şey onların ortadan kaldırılması oluyor.
Ahlâki Bir
Zorunluluk
İlk insanlar
gibi, diğer sosyal hayvanların da kendi kabile kültürleri var, özellikle de
büyük kuyruklu maymunlar, balinalar, yunuslar, filler, kurtlar ve diğer
hayvanlar arasında durum böyle. Aile ve sosyal ilişkilerde geçerli rütbeleri de
şaşırtıcı bir şekilde Konfüçyüs’ün etik anlayışına benziyor; aile bağlarını
kurma biçimleri de bizimki gibi. Doğa tarihinde homo sapiens hayvan yaşamını
oluşturan kontinyumun bir parçası. Her bir hayvan hem benzersiz hem de bilinçli
bir birey olup kendi çevresinin farkındadır.
Bugün, insan
nüfusu büyük bir patlama yaşarken hayvanların gıda olmasına dair taleplerde de
büyük bir artış var. Her yıl dünyadaki fabrika çiftliklerinde 58 milyardan
fazla inek, domuz ve tavuk esir ediliyor. Hayvan sömürüsünün metodları sistemli
ve kurumlaşmış bir operasyon
görünümünde. Bir zamanlar uysal ve bilinçli bir yaratık olan hayvanlar dilsel
bir hasır altı etme operasyonuyla biftek, hamburger gibi etiketlerle özünü
değiştiriyor, bu da diğer canlılara yönelik ahlâki duyarlılığımızı ortadan
kaldırmak için etkili bir yol.
Ahlâki zorunluluk
nedir ? Alman Aydınlanma çağı düşünürü Kant’a göre ahlâki zorunluluk kişisel
talepler karşısında aklın üstünlüğünü ilan etmesidir. İnsan diğer canlılara
amaç olarak bakmalıdır, araç olarak değil. Kant’ın ahlâk teorisi genel anlamda
insanlık içindir, ama samimi bir ahlâki görev duygusu fiziksel ve duygusal
anlamda acı çekme kapasitesine sahip olan her canlıya sempati duymayı içerir.
Peki neden bir zorunluluk bu?Çünkü insan başka bir canlının acı çektiğini idrak
ettiği an ona ahlâken tepki vermeye zorunludur, iradesi ve aklının emrindedir.
Postmodern
Nihilizm
İnsanların diğer
hayvanlara yanlış davranışını sona erdirecek bir yol olmadığı gibi kendi ahlâki
ve ruhsal acılarını sona ermesi mümkün değil. Acaba hiç merak ediyor muyuz
bunca maddi gelişmeye ve konfora rağmen insanlar hâlâ daha alkole,
uyuşturuculara, uyku haplarına ve sakinleştiricilere sığınarak anlamsızlık
hissinden kaçmak, hayatlarını yaşamaya çalışıyor?
Bütün
hastalıkları iyileştirecek en gelişmiş
ilaçlara rağmen insanlar neden hâlâ daha zihninin işkencesinden kurtulmaya
gerek duyuyor? Çağlar boyunca düşünürler, dini liderler ve bilgelerin hepsi şu
konuda fikir birliğine varmıştı: çaresizlik hiç bir hayvan deneyinin hiç bir
tedavi sunmayacağı bir ruh hastalığıdır.
Felsefi olarak
nihilizmin sebebi Arthur Schopenhauer tarafından şöyle açıklanıyor:” tarih bize
ulusların yaşamını gösterip anlatamak
için sadece kargaşalar ve savaşlar getiriyor önümüze; barış ve huzur
dolu yıllar sadece savaşlar arasındaki kısa duraklamalar ve beklemelerden
ibaret. Aynı şekilde bir insanın yaşamı da sürekli bir mücadeledir ve sadece arzu
ve sıkıntıya karşı bir metaforik mücadele de değildir, diğer insanlara karşı da
hakiki bir mücadeledir. İnsan her yerde düşmanları olduğunu farkeder, sürüp
giden çatışmalar içinde yaşar”. Yapılabilecek tek şey Epikürcü bakışa yakın olan, o anlık keyfe
kendini bırakmaktır, “yaşamdan alınan keyfi çoğaltmak” için çabalamaktır; ama
acaba ruhun hastalığından kurtarabilir mi kendini?
İronik olarak,
hayvanların yaşam alanları küçülür ve yiyecek kaynaklarını kaybederken insan
nüfusu obezite sorunu ile beraber büyüyor (o da hayvan eti tüketmekten
kaynaklanıyor). Çoğu sağlık dergisi kilo vermekle ilgili hikayelerle dolu; ama çabalarının zor
olduğu ortada.
Aşırı nüfus
artışı sorununu artık görmezden gelemeyiz, bu da bütün problemlerin tam
ortasında yer alıyor, mesela sosyal kaos, hayvanların çektiği yoğun acı ve
çevre krizinin giderek daha kötü bir hâl alması gibi. En acil mesele bugün insanın ömrü ile sağlıklı bir gezegen
arasında nasıl bir denge kurulması gerektiği. Buzullar hızla erirken ve
denizdeki yaşam kalın petrol tabakalarına bulanırken, türler yok olup giderken
kafası karman çorman olmuş yalnız bir yaratık olmaya nasıl devam edebileceğiz?
Genç insanların hayatlarının ümit ve rüyalarla dolu olması gerekirken bu
gençler arasında intihar neden bu kadar yaygın?
Postmodern
dünyanın atmosferi sessiz bir yas atmosferi. Eugene Thacker’in sözlerini burada
anabiliriz:” dünyanın tam ortasında hiçliğin yaratılmasına şahit olmanın ters
yüz edilmiş bir anıtı”. Kendimizle onlar arasında yarattığımız bariyer yani doğaya
karşı teknoloji yeni çevreci nihilizmin ana sebebi.
Zamanı Geçmiş Bir
Paradigma
Endüstri
devriminden beri başardığımız kalkınma hâlâ daha maddi bir düzeyde bulunuyor.
Adalet duygumuz ve ahlâki zorunluluklarımız arkada kaldılar. Bunlara bir örnek olarak büyük kuyruklu
maymunlar üzerinde yapılan tıbbî deneyleri verebiliriz, bu hayvanlar insanlarla
genlerinin %99’unu paylaşıyorlar, ve hiç biri tıbbî araştırmalardan uzak
tutulmuyor.
Şu anda ABD
dünyada araştırmalarda en çok şempanze kullanan devlet. Şempanzeler kalp
hastalıkları araştırmalarında
kullanılıyor. Kalp hastalığı bir çok ülkede en çok ölüme sebebiyet veren
hastalık olup genetik faktörlerle bağlantılı ama obezite ile de alâkası var,
yoksulluk, çevresel stres, madde bağımlılığı ve fast food endüstrilerinin çok
yaygın olması sebebiyle yüksek oranda et tüketimiyle de ilgisi var. Kalp
hastalıklarına daha akılcı ve daha az paraya mal olan bir strateji ise sağlık
eğitimine ve stres yönetimine odaklanmak olmalı. Milyonlarca doların hastalık
sahibi olmayan hayvanlar üzerine harcanması hem etik değil hem de israfın ta
kendisi.
Bir türün sağlık
durumu ve refahı, bir başka türün yok olması karşılığında mı elde edilmeli?
Başka bir güneş sisteminden gelen zeki yaratıklar homo sapiensi
laboratuarlarında kullanmaya karar verirlerse ne olacak? Diyelim ki uzayda yolculuğu
incelemek, organ nakli ve insan davranışı/psikolojisinin incelenmesi için böyle
bir araştırma yapılıyor olsa? Acaba onurumuz
için mücadele eder miydik? Etik eşitlik adına tartışır mıydık? Belki de
bu yüzden fizikçi ve kozmolog Stephen
Hawkins uzaydaki varlıklarla temasa geçilmemesinin daha iyi bir seçenek
olduğunu söylemiştir.
Araştırmacı bilim
adamlarının çoğu çalışmaları için ortak bir iddiayı paylaşıyor, o da şu: hayat
kurtarmak ve insanlığın yararı için çalışmak, sanki tıp ölümü engelleyebilirmiş
gibi, bu da hayvanların deneylerde kullanılmasına hiç bir sınır
getirilememesine yol açan bir ilüzyon. Kaçınılmaz sonumuza karşı bu savaşı
kazanma şansımız var mı?
Eğer insan
hayatını kurtarmak böylesine asîl bir eylemse ve kimsenin bile isteye ölmesine
izin verilmiyorsa o zaman neden kitlesel ölümlere yol açacak silahların
geliştirilmesine milyarlarca dolar para harcanıyor? Bu parayı insancıl amaçlar
için harcamamız gerekmez mi? Meselâ çevreyi korumak için? Sağlık, eğitim
ve koruyucu hekimlik için meselâ, bunlar
sağlık bakımı yönetiminde çok daha az maliyet gerektiriyor?
Bilim hayatın
gerçeklerini inceler, icat eder ve teknoloji yaratır. Ama Bilgi felsefi
araştırma gerektirir, hikmet sahibi olmaı gerektirir. Bilimsel araştırmalar
yeni bir etik paradigmayla ilerlemek zorunda, bu yeni paradigma akıla ve derin
etik kavramına dayanıyor.
Etik ve Sağlık
İnsanlar bugün
daha sağlıklı ve daha uzun süre yaşıyor; ama gene de içsel bağları kopuk olarak
yaşıyorlar. Ticari bir çağda sağlık pratiği çok aşırı uyuşturucu kullanımının
yanında fiziksel ihtiyaşlarına sonu gelmez bir şekilde hizmet etmek için akla
gelmedik yöntemlerle dolu. Propagandalardan etkilenmemiş bir sağlığı nasıl
değerlendirebiliriz? Elbette fiziksel sağlık yaşam için hayati öneme sahip ama
her bir bireyin sağlığı, her bir türün sağlığı sağlıklı ve işlevsel bir çevreye yaslanmak zorunda.
Nihayetinde sağlık ve çevre etiği
pratikleri birbirinden ayrılamaz.
Henry David
Thoreau Walden adlı eserinde şunları
yazar: “yaşamımız insanı şaşırtacak derecede ahlâkla alâkalıdır. Erdem ve
zaaflar arasında bir an bile ateşkes söz konusu değildir. Iyilik asla başarısız
olmayan yegâne girişimdir.” Gerçek sağlık fizyolojik fonskiyonların sürekliliği
değildir sadece, gerçek sağlık ayrıca daha büyük bir yaşam ağı içerisinde
kişinin içsel ruhsal ve ahlâki uyumluluğunun bu yaşam ağıyla olan karşılıklı
ilişkilerine yansımasıdır: kişinin kendi refahı ve sağlığı için ihtiyaç duyduğu
şeylerin hepsi, bütünün refahı ve sağlığı bağlamında ele alınmalıdır.
Çağlar boyunca
bilge ve arif insanlar her zaman sükûnet dolu ve etik bir hayat yaşadılar.
Onların o içsel huzuru kendini soyutlamış bir zihinden kaynaklanıyordu. İsa
(a.s), Pisagor, Plato, Plutark, Tolstoy
Gandi gibi mistikler… hepsi de şiddetten uzak durma etiğini benimsemiş
insanlardı, ayrıca vejetaryendiler. Onlara göre, iktidar ve zenginlik peşinde
israf edilen bir hayat ruhsal bir yoksulluğun kanıtıdır. Etik derin bir hüsn- ü
niyet yani güzel niyetlilik, kişinin daha büyük yaşam ağına hissettiği ahlâksal
bir canlılık bağıdır (hem yaşama, hem ölüme açık olmak). Ruhsal bir boyut
oluşturmadan sağlığın anlamı bedensel işlevin görevini iyi bir şekilde yerine
getirmesi demektir. Merhametsiz bir kalp, mutluluğun ne olduğunu bilmez.
Adalet Nedir?
Bütün Yaşamları Eşit Kılan Nedir?
Mutluluk nazik
bir kalpten ve adalet duygusundan kaynaklanıyor, bu görüş ilk dönem
Yunanlılarına ait. Gerçek adalet nedir? Plato’nun Devlet adlı eserinde Sokrat
ve Glaucon arasında bir diayolog vardır.
Antagonist olarak Glaucon kendi çıkarlarına kullanmak üzere adaleti iktidardakilerin
belirlediğini söyler ( ve bu bir çok insanın diğer hayvanlara karşı neden
sorumluluk duygusu hissetmediğini de açıklar). Sokrat karşı çıkar, adil bir kişinin başka hiç kimseye zarar
vermeyeceğini, dahası adil olmanın kendi içinde bir amaç olduğunu yoksa kişisel
çıkarları hayata geçirmek için bir araç
olmadığını söyler. Sokrat için adil bir insan nazik ve iyi düzenlenmiş bir
ruhtur, üç ana erdemin bir araya gelmesinden
oluşmuştur: bilgelik, cesaret ve ölçülülük. Bunlar ayrıca olgun bir etik
duygusunun da içsel özellikleridir.
Gerçekten de taraflı ve adaletsiz bir ahlâki görüşte ısrar
ederek ağır bir bedel ödüyoruz. Sonunda
kazananlar kaybetmiş oluyor. Hastalıklarımızın esas tedavisi ruhsal bir
meseledir. Gerçek sağlık insanın içsel uyumundan, hüsn-ü niyeti ve bilgeliğinin
ekinlerinden kaynaklanır. Sokrat için iyi ve adîlane yaşamak aynı şeydir.
Hastalıklar
ve ölüm,
bağlılık ve daha büyük bir hayat ağının parçası olduğumuz duygusuyla
yaşasaydık bizler için daha az önemli
olacaktı. Çünkü herşeyin ortak ve paylaşılmış bir yaşamı var. Her canlı eşit
doğar; her canlının bir değeri var, başka bir canlının iradesi tarafından
yargılanmamalı. Şempanze, inek ya da insan olsun bütün bu canlıların bir sorunu
çözecek bilişsel bir becerisi vardır (bir karıncanın bile) ; ayrıca her birisi
de kendi çevresinin bilincindedir. Tek tek her bir hayvan kendi düşünce ve
hislerini ifade etmek için sesleri, jestleri nasıl kullanması gerektiğini
bilir. Yüz ifadeleri sevgi hisleri yaşarken yumuşar, tehlike ve düşmanlık
hisleri ile karşılaşınca kalp atışları huzlanır ve vücutlar gerilir, aynen
insanların tehlikeye verdiği tepki gibi.
Taoizm naturalist
bir felsefe olup bütün yaşamın kutsallığını onore eder, her canlının kendi
doğal eğilimlerine göre hareket etmesine izin verilmesi gerektiğini ve bu süreç
içerisinde başka birşey olmaya zorlanmaması gerektiğini söyler. Diğer bir
deyişle, bir inek bir biftek değildir, bir dana veal değildir, bir kuzu pirzola
değildir, bir domuz pastırma değildir
Erdem Nedir?
Yunan trajedileri
hayatın sefaletini anlatan hikâyelerle doludur. İnsan kendi varoluşsal
tehlikelerinin nasıl üstüne çıkabilir?
Mutluluğu nasıl başarabilir? İlk dönem Yunanlı ve Çinli düşünürler için
mutluluk yolu hem erdemli hem de uyumlu bir hayat yaşamakla mümkündür. Aristo
bir eserinde Sokrat’a hak vererek insanın mutluluk ve refah elde etmek için
akıl ve erdemle ekin ekmesi gerektiğini söyler. Ayrıca rasyonel ve erdemli bir ruh tarafından
rehberlik edildiği sürecek hayatın olumsuzluklarından bu olaylar büyük olaylar
olsa bile etkilenmeyeceğini söyler.
Sokrat
incelenmemiş bir yaşamın yaşamaya değmeyeceğini söyler. Ayrıca tetkik edilmemiş
bir etik görüşün (yani neyin doğru bir değer olduğunu bilmemek durumu) takip
edilmeye değmeyeceğini söyler. Sokrat
için erdem insanlık için en
önemli özelliktir. Erdemli olan birisi hem adilane davranır hem de
naziktir; işte bu da gerçek sağlık ve mutluluğa açılan kapıdır. Çince’de erdem
kelimesi insan gözünden insan yüreğine akseden iyilik dolu bir eylemdir.
Merhamet kelimesi ise aslında Çince’de
iki kelimeden oluşur: chih: nezaket ve bei: keder. İnsan acı çeken bir
varlığın bakışından etkilenerek kederlenir. Merhamet de karşılıklı bir aidiyeti,
karşılıklı bağımlı olma yasası tarafından birbirimize bağlı oluşumuzu
hatırlamanın gerçekliğidir. Bütün yaşamlar hem neşede hem de kederde birbirine
bağlıdır.
Kuşların şafaktan
önce şakımasını dinlerken, ya da çakalların vahşi rüyalarından uyanır gibi ulumalarını
dinlerken hayvanların neşesini paylaşıyoruz. Mutlular; çünkü özgürler !
Ayrıca evcil hayvanlarla da
arkadaşlığımız var; onların sakin sakin nefes alışı kendi türümüz arasında
bulmakta zorlanacağımız türden derin bir itimat duygusu barındırıyor içinde.
Derin Etik- Yeni
Bir Mahal
Albert Schweitzer
1959 yılında Brüksel’de yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu: “etik ancak
bütün canlıları kapsadığında derin, canlı ve tamamlanmış sayılabilir. Ancak o
zaman dünyayla ruhsal bir bağlantı halinde olmuş oluruz. Buna saygı duymayan
her felsefe, yaşamın muğlak bütünselliğine dayanmayan her felsefe kaybolup
gitmeye mahkûmdur… Yeni bir düşünce hareketinin içindeyiz…ve insanın diğer
canlıların efendisi olduğu fikrini reddediyoruz”. Schweitzer geleneksel felsefenin
hayvanların ahlâki statüsüyla ilgi
tartışmaları görmezden gelme gibi bir eğilime sahip olduğunu düşünüyordu.
Derin etik bütün
canlılar arasında koparılamaz bir bağ olduğunu söylemek anlamında derin ekoloji
ile aynı temel prensibe inanıyor; her yaşam öznesinin özgürce yaşama hakkı
vardır. Derin etik bütün yaşamın eşit bir ahlâki itibar görmeyi hak ettiği
konusunda ısrar ederken bir yandan da geleneksel ahlâk felsefesindeki
sınırlayıcı konumunu reddederek insanın üstün olduğu düşüncesini bir kenara
koyar. Mantık açısından insan merkezli bir bakış açısı bir somon balığı ya da
hindi merkezli bir görüş kadar geçerlidir.
Derin etik insan
türünden olmayan dünyayı rütbelendirme ve ona değer atfetmeye yönelik ayrımcı
mentaliteye muhalefet eder; insan doğanın bir parçasıdır; canlılar sisteminin
dışında değildir. Geleneksel ahlâk felsefesinin kaba sınırlarını ortadan
kaldırarak ancak o zaman bütün yaşam öznelerinin sahip olduğu içsel, içkin değerleri restore edebiliriz.
Bir eko-filozof olan Arne Naess derin ekoloji terimini bulan kişiydi ve var
olan bütün yaşam öznelerinin yaşama hakkının evrensel bir hak olduğunu öne
sürmüştü. Aynı anlam sığ etik kavramına zıt
olarak derin etik için de kullanılabilir; zira sığ etik insan türüne ait
olmayan dünyanın sonsuz bir şekilde sömürülmesinden sorumlu, ayrıca günümüzdeki
o yaygın nihilist ruh halinden de sorumlu bulunuyor. Kısa kesmek gerekirse,
derin etik insan türünden olmayan canlıların faydacı etiketlerle etiketlenip
işin kılıfına uydurulmasını reddeder.
Nihilizmin
tedavisi hayvanlar dünyasına bakarsak bulunabilir. İnsan hakimiyetinin dışında
diğer özgür hayvanlar gökte, okyanusta, ormanlarda ve çöllerde hayatlarının keyfini sürebildiler
her zaman, işte onlar hayatın hem neşesi hem de arzusular.
Romantik
idealizmin ruhsal yönü neydi? Doğanın kutsanması ve doğanın eğitimciler,
filozoflar, yazar ve sanatçılar için bir ilham kaynağı olmasının kutlanmasıydı;
onlar hayvanları dünyanın şekilleri, gözleri, sesleri ve kımıldanması olarak
görüyorlardı. Hayvanlar kendi çevrelerinde yaşamaktan memnunlar, hayatta kalmak
içni gereken neyse onu alıyorlar, kaplan ve aslan gibi avcılar bile aç
olmadıklarında avlarını rahat bırakıyorlar.
Hayvan ruhsallığı
nedir? Yani her gün yeni bir gündür, her an sonsuzluktur, geçmişle ilgili
pişmanlıklarla yaşamamaktır, geleceği kafaya takmamaktır. İşte bu Zen’in
özüdür, Tao’nun yoludur. Bunlar işte “hayvanlığın” şiirsel yönleridir, bu
kavram çağdaş felsefede tartışılmış bir kavramdır. İnsan ve insan türünden
olmayan canlılar arasındaki bir bağ olarak hizmet görür. Hayvanlık sadece
Varlıkların varoluşu ile ilgilenen transandantal ontolojinin yerine geçecek
yeni bir bakıştır. Hayvanlık derin etik kavramının yeni mahâlidir, bütün
varlıkların toprağıdır, makine tarafından paralize edilmemiştir.
Hayvanlık doüal
bir spiritüelliğe de işaret ediyor,
geniş bir ufka doğru açıyor kendini. Varlık ve Zaman adlı eserinde Heidegger
nesneler ve varlıklar arasındaki farklardan söz eder. Heidegger dünyayı nefes
alıp veren bir gizem olarak algılar, “geniş bir patikaya doğru açılan benlik”
olarak düşünür. Eğer onun bu görüşünü ilerletmem gerekirse, dünyanın gizemi
(bütün doğal varlıklarla) aslında hayvanlığın özüdür. Derin etik güzel bir
zihinden gelir, yaşamın nabzının temasını hisseden bir güzel zihinden.
Burada derin bir
ahlâki görevle ve, insanlar ve diğer canlılar arasındaki psikolojik bir
dikotomi ile ilgili ortaya sürdüğüm sorular geleneksel felsefede fazla
keşfedilmemiş bir alanda eleştirel bir düşünce yolunda adımlar atılmasını
sağlayabilir belki. Bu konu üzerine rasyonel bir yaklaşım insanların doğanın
kanun yapıcı sakinleri olma konusundaki hakimiyetinden vazgeçmesi anlamına
geliyor. Sağlıklı yaşamanın anlamı, doğanın geniş patikalarında bulunmalı- onun
yaban çeşitliliği ve evcilleştirilmemiş varoluşunda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder