Dil, İktidar ve Tür
Ayrımcılığı
Geçen ay
Dublin’de felsefe tartışan bir gruba katılarak sunum yapma şansım oldu. Grup
toplumda iktidar konusuyla ilgili bazı sosyolojik çalışmalara odaklanarak sunum
yapmamı istemişti. En azından kısmen de olsa Norman Fairclough’ın eleştirel dil
çalışmaları perspektifini de sunuma katmayı istiyordum, özellikle de 1989
tarihli kitabı Dil ve İktidar’da anlatıldığı şekilde bu perspektifi de sunuma
dahil etmek istiyordum. İktidara dair bir çok sosyolojik çalışma Max Weber’le
başlarken ben Fairclough’ın çalışmasını Peter ve Brigitte Berger tarafından
sağlanan daha geniş bir sosyolojik bir perspektiften sunmayı kararlaştırdım.
Onların sosyolojiye “biyografik yaklaşımı” bizi bir yandan bir insanın yaşam öyküsüne
dahil ediyor-doğumdan ölüme- ve bir yandan da her aşamada sosyolojik tahlillerde bulunuyordu: sosyoloji öğretmek
bâbında bu yaklaşımı “yetişkin” öğrencilerin bulunduğu sınıflar adına son
derece yararlı buldum. Sunum sırasında iktidar ve dile yönelik bu yaklaşımımın
hayvanları savunma hareketindeki bir çok şeye de işaret ettiğini fark
ettim: iktidar ilişkilerinin dildeki
yansımalarının nasıl (yanlış) anlaşıldığı, hem de kökeninde tür ayrımcısı olan
baskın bir dilsel paradigmaya sistematik bir şekilde karşı çıkmamak anlamında.
Sivil toplumdaki
sivil toplum hareketlerinin rolüne dair zengin bir sosyolojik analize sahibiz,
bu analizlere BM Toplumsal Gelişme Araştırma Kurumu tarafından başlatılıp
sürdürülen uzun vadeli bir program da dahil. Genel anlamda toplumsal hareketler
popüler politik eylemlerin bir örneği olarak algılanırlar. Sürüp giden
iktidar ilişkilerine yönelik büyük
tehditler olarak algılanabilirler, ya da toplumsal sözleşme ideolojileri
içerisinde ehlileştirilmeye -ya da satın alınmaya- müsait bir yapı olarak da
görülebilirler. Popüler politik eylemler demokratik sistemlerin sınırları gibi
konulardan kaynaklı bir çok sebepten ya da demokratikleşme süreci içindeki
toplumlardaki sorunlardan kaynaklanabilir, adaletsizliklere duyulan öfkeden ya
da karşı hareketlerin eylemliliklerinden kaynaklanabilir. Daha Foucaltcu bir
açıdan- yani iktidarın toplumun kumaşına her yönden yayıldığı şeklindeki bir
açıdan- toplumsal hareketler belirli zamanlarda belirli sosyal öznelerin
değerlerini hem temsil eder hem de açıklayabilirler. Genel bir durum olarak
toplumsal hareket analizi bir seviyede iktidarın ya da toplumsal etkinin hem
dile hem de dil kullanımına içkin
olduğunu kabul eder; toplumsal hareketleri toplumsal hareket mobilizasyonunun
ilgi alanlarının önemli bir parçası olmaya meyleden dil geleneklerine karşı
çıkmada ya da ondan yana tavır almada rolü olan bir olgu olarak görür.
Sunumumu
hazırlarken hayvanları savunma hareketinin insan-insan olmayan canlılar
arasındaki ilişkilerdeki baskın dil biçimlerine karşı çıkma konusunda hiç de
başarılı olmadığını farkettim,
insanların diğer hayvanlarla ilişkisinden nasıl söz ettiğimizin etkisi
aslında bariz olsa bile, durum böyle. İnsan ve hayvanlara yönelik tavırlar
toplumsallaşma süreçlerine gömülmüştür,
kuşaktan kuşağa toplumsal doku sayesinde yayılır ve yaygınlaştırılır.
Filozof Stephen Clark insanların aslında hayvan olduğumuz nosyonuna direndiğini
ve insanın bir başka insana “hayvan gibi “ davrandığını duyduğumuzda olumsuz
şeyler hissettiğimizi öne sürüyor. Marjorie Spiegel eğer hayvanlarla
karşılaştırılırsak kendimizi ne kadar küçük düşmüş hissedeceğimizden söz
ediyor, Barbara Noske ise Batı kültürü ve söyleminde “hayvanlarla insanlar arasındaki keskin bir
kopuş”tan söz ediyor. Hayvan davranışlarını inceleyen bilim adamı Jonathan
Balcombe bu tür fikirlerin hayvanlara yönelik asırlık “emperyalist bakış
açısı”nın bir parçası olduğunu söylüyor. Hatta “Darwin’in buldogu” T.H.Huxley
bile “erkekliği” ve “hayvanları” birbirinden ayıran “geniş uçurum” görüşüne
destek vermiştir, “insan özünde ve yapısı gereği hayvanlar türlerinden biridir”
demişse de temelde bu görüşü savunmuştur.
Postmodern ve
post yapısalcı düşüncenin hem düalistik hem de birbirine ters inşalara meydan
okuyacak şekilde konumlandığı söylenir; postmodern çağda farklılıkları
reddetmek yerine ana fikir burada farklılıkları kutlamaktır. Son zamanlarda
yapılan hayvanları savunmaya yönelik akademik çalışmalar Kartezyen ve Kartezyen
ilhamlı düalizmleri olaya dahil ediyor, özellikle zihine karşı beden, insana
karşı hayvan ve akıla karşı duygu düalizmlerinden söz ediyorum. Marti Kheel
toplumun süre giden düalistik doğasına dikkat çeken ekofeministler arasındadır.
Elbette, dil sosyal inşalarda ve bu tür düalizmlerin işletilmesinde merkezî bir
konuma sahip, belki burada beni en çok ilgilendiren insana karşı hayvan
düalizminde bu daha belirgin. Hayvanları savunma hareketi insan- insan olmayan
canlılar arasındaki ilişkilere yönelik baskın dil biçimlerine meydan okuma
konusunda son derece sığ olmakla kalmadı, daha kötüsü , hayvanların
mobilizasyonundan sorumlu olan büyük çoğunluk kendisi tür ayrımcısı olan dil
inşalarını hiç umursamadan kullanmaya devam ediyorlar- bu güçlü sosyal kuruma
az da olsa ışık sağlamanın en iyi yolu bu olmasa gerek.
Bir sosyal kurum
ve iktidar ilişkilerinin bir parçası
olarak dil
Sosyolog Peter ve
Brigitte Berger dilin insanların karşılaştığı ilk kurum olduğunu öne sürerken
çoğu insan bu ilk kurumun “aile” olduğunu ileri sürüyor. Bir anlamda her iki düşünce de doğru ve elbette aile hayatı tecrübesi
bir çok biyografinin önemli bir parçası, aile hem dilimizi hem de sözcüklerin
anlamını öğrendiğimiz ilk mekân ayrıca. Aile sosyalleşmenin başlangıç aşaması
için geçerli ilk alandır. Ancak çok küçükken çocuklar bir aileyle yaşadıkları
tecrübeyi tecrübe ettikleri gerçeğinden habersizdir.
Çocuklar
etraflarındaki bireylerle etkileşime girerken- anne baba, kardeşler, büyük anne
ve baba gibi diğer akrabalar, aile dostları ve komşular- bu etkileşimi yaparken
bu insanların çoğunun kendi ailesini oluşturduğunu bilmemektedir. Bu idrak safhası aile üyeleri tanınıp aile
üyeleri olarak kabul edildikten sonra elde edilir- özellikle de insanlar aile
üyesi olarak etiketlenip çocuklar bu etiketlerin ne anlama geldiğini anladığı
zaman olur bu.
Ancak,
Dil… makro-sosyal
yönlerini çocuğa çok erken dönemlerde dayatır. Çok erken bir aşamadan itibaren
dil çocuğun anlık deneyimlerini oluşturan mikro bir dünyanın ötesinde yatan
daha büyük gerçekliklere işaret eder. Çocuk dil aracılığıyla dışardaki o geniş
dünyanın farkına varır, bu dünya çocuğun
etrafını sarmalayan ama onları geniş bir açıdan aşan bir dünyadır.
Burada sunulan
resim o halde mikro ve makro dünyalarımızı anlayışımızı ve kavrayışımızı
yaratmaya yardım eden dil imajıdır. Kendi mikro dünyası içinde çocuğun yaşadığı tecrübe dille
yapılandırılır. Dahası, Berger ve Berger “dilin gerçekliği somutlaştırdığını”
öne sürer, yani bütün tecrübeler “katılaştırılır” ve “tanımlanabilir, ayrık
nesneler” haline dönüştürülür. Çocuklar
etraflarını saran şeyleri, tecrübe ettikleri nesnelere bağlı etiketleri
öğrenerek kavrarlar. Berger bu durumun maddi nesneler açısından kesinlikle
doğru olduğunu söyler, meselâ ağaçlar,
telefonlar ve diğerleri. Ancak tecrübe sadece isim vermekten farklı birşeydir…
tecrübe, şeylerin nasıl etkileşime girdiğini anlamakla da ilgilidir.
Bir masa bir
insanın tırmanmak istediği bir ağacın altına konabilir, telefon da bu kişi
ağaçtan düşecek olursa tıbbi yardım istemek için lâzım olacaktır. Dilin
merkezden dışarı doğru gelişen dil tecrübesine dair bir bilgi elde ederiz- buna
büyüyen anlayışlarımız ve farkındalığımız da dahildir. Gerçekten de Berger ve
Berger “mummy” kelimesinin(1- anne, 2- mumya anlamına geliyor) giderek
genişleyen bir evrenin merkezindeki tahtında oturan bir tanrıça olarak
görüldüğünü söyler; dil aracılığıyla
“mummy’nin en doğrusunu bildiği” (en doğrusunu annem bilir/en doğrusunu tanrı
bilir) gibi bir düşünceye ulaşabiliriz ya da bize bunun böyle olduğu
söylenebilir. Bu tür düşüncelerin akla uygunluğunun ancak dil sayesinde
olduğunun altını çizmek gerek. Daha önemli olan ise şu; çocuklar “kendini bir diğerinin rolünü alma”
şeklindeki hayati öneme sahip sosyal tecrübenin bir parçası olarak neler olup
bittiğini anlamak amacıyla dili kullanırlar. Sosyal öğrenmenin bir çok açısında
olduğu gibi, tekrar etmek de önemlidir- birbirini izleyen örüntüler yaratır,
sosyologlar bu konuya ilgi göstermeyi öğreniyorlar yavaş yavaş.
Berger ve Berger
şöyle söylüyor,
Diğer şeyin ne
olduğunu tekrar tekrar belirleyen şey, dildir- “gene cezalandırıcı baba rolü
oynuyor”,”gene iş kadını rolünü oynuyor” gibi. Gerçekten de bu
tür dilsel takıntılar aracılığıyla (yani ötekinin eylemine sabit bir anlam
verme eylemi, bu eylem her defasında tekrarlandığında aynı anlamın tekrar
tekrar o eyleme bitiştirilmesi) çocuklar ötekinin rolünü almayı öğrenebilir.
Diğer bir deyişle, dil “bak (adam) gene başladı” demekten “dikkat et, (ben)
başlıyorum” demeye giden köprüdür.
Çocuklar sosyal
rolleri anladıkça sosyal roller de dünyalarını yapılandırır. Rollerin mikro
dünyası daha geniş bir makro mekâna doğru uzar, makro dünyanın mikro duruma
girebilmesi gibi. Sosyal roller sosyal kurumları temsil ederler. Bu yüzden ceza
veren bir (cezalandırıcı baba rolünü oynayan baba) dili kullanacaktır (bazen
kötü bir dil olacaktır bu), dilinin bir kısmı kendi öfkesini ifade ederken,
baba figürünün diğer dili kullanışı daha geniş toplumsal değerleri akla
getirecektir. Bu durum cezalandırma olayını hem yorumlar hem de meşrulaştırır.
Suç anlamına gelen eylem tanımlanabilirken cezanın da hak edildiği gerçeği de
ortaya konmuş olur. Cezalandırma edimi bir bireyin tepkisinden daha fazla
birşey olduğu için burada Makro dünya söz konusudur. Ceza toplumsal bir
bağlam içine konmuştur; ceza, sosyal
tavırların ve ahlâkın daha büyük dünyasının bir parçası olarak, Tanrı gibi geniş ideolojik sosyal
inşaların parçası olarak da cezalandırmaya etki edebilir .
Berger ve
Berger’in küçük mikro-dünya draması adını verdikleri şey sosyal yapıyla
doğrudan ilgilidir; baba , dilin herşeyi
kaplayan bir gerçeklik olarak çocuğun karşısına
çıktığı türden bir genel ahlâk ve iyi davranış sistemini temsil eder.
Gerçek olarak tecrübe ettiği herşey bu gerçekliği temel alarak
yapılandırılmıştır- bu gerçeklik tarafından organize olmuş, genişletilmiş ya da
unutuluşa terkedilmiştir.
Eğer bu
perspektif dilin toplumdaki önemli rolünü açığa çıkarıyorsa Norman Fairclough
ve eleştirel dil çalışmalarına katılan diğer akademisyenler dil ve iktidar
arasındaki bağlantıları ortaya koyuyorlar diyebiliriz. Dilin toplumdaki yerini
inceleyen Fairclough dilin merkezî olarak iktidarla iç içe olduğu, iktidar
mücadelerine dahil olduğunu ve bunu yaparken de ideolojik özellikleri
aracılığıyla yaptığını öne sürüyor. Fairclough dilin sosyal yapılar tarafından
belirlenen bir sosyal pratik olarak görülmeyi gerektirdiğini söylüyor, bu
söylem sosyal kurumlarla bağlantısı bulunan bir dizi âdet tarafından
belirleniyor, bunlar hem kurumlarda hem de bir bütün olarak toplumda
bulunuyorlar. Bu yüzden sosyal yapı ve sosyal pratik diyalektik bir ilişki
içinde varolurlar. Söylem sosyal yapıları etkiler, sosyal yapılar söylemi
etkiler, bu yüzden söylem sosyal sürekliliğe ve sosyal değişime katkıda
bulunabilir.
Fairclough suç
kategorisine giren bir olaya şahit olmuş birisiyle görüşen bir polis memurunun
detaylı bir analizini sunar. Bu sosyal rollerde (polis memuru ve şahit)
yansıyan iktidar ilişkilerinin altını çizer, kullanılan dili inceler ve sosyal
koşulların söylemin niteliklerini belirlediği sonucuna varır. Fairclough alıntıdaki tanığın oldukça itaâtkâr olduğunu
belirtir- tanığın konumu itaâtkârce kullanılmaktadır ve bu itaâtkârlık
düşünülünce burada kullanılan dil bu türden bir iktidar ilişkisini sürdürmeye
hizmet etmektedir. Eğer lingüistik geleneğe karşı çıkılsaydı –öte yandan- işte
bu sosyal ilişkileri değiştirmeye yönelik bir girişim olarak düşünülebilirdi.
Dil ve Hayvanları
Savunma Hareketi
Kriminolog Piers
Beirne hayvan savunmacılığında dil
kullanımını tartışırken “ tür ayrımcılığı ve dilin iktidarı” adlı bir bölümde
insan ve hayvanların arasındaki ayrımın altını çizerek insanların taşdığı
kültürel çantadan söz ederek insanların çoğunun kendini asla hayvan gibi
görmediğini belirtir.
Beirne şöyle
söylüyor,
Temelde, söz
konusu ayrım hayvanların Öteki olduğunu belirtir, onların hoşa gitmeyen
özellikleri; temiz olmamak, akılcı olmamak, güvenilmez olmaz, şehvet, hırs ve
âni şiddet potansiyelidir.
Öyle görünüyor ki
içinde bazı yaşamların değerli diğerlerinin daha az değerli görüldüğü, çok az
içsel değere sahip ya da içsel değeri yok şeklinde görüldüğü bir dünya kuruyoruz.
Beirne kendimize insanoğlu derken tereddüt etmediğimizi ama “hayvanoğlu”
terimini tuhaf bulduğumuzu söylüyor. Tek tek insanlar büyük bir kompleksiteye
sahip cinsiyetli varlıklar olarak anlaşılırken hayvanlar,( burada evcil
hayvanları bir istisna olarak kabul ederek,) “birbirinden farkı olmayan
nesneler olarak görülürler” .
Tür ayrımcılığı
ve cinsiyet ayrımcılığı arasındaki bir bağlantıya dikkat çekerek Beirne hem
insan dişilerinin hem de hayvanların “kontrol edilmesi, manipüle edilmesi ve
sömürülmesi gereken” varlıklar olarak algılandığını öne sürüyor. Dahası,
erkekler kadınlara “piliç”, “tavşan”, “civciv”, “kancık” gibi kelimelerle
seslenirken ve cinsel organlarından başka bir türe aitlermiş gibi bahsederken
hem kadınları hem de hayvanları “tam insan olmayan” cinsinden bir aşağı statüye
indirgemiş oluyorlar. Hayvanların meta olarak görülmesi ise Bernie’ye göre bazı
tür ayrımcısı dil biçimlerinin kendini sinsice gizlediğini düşündürüyor.
Meselâ;
“balıkçılık” kelimesi nesnel ontolojik gerçekliğe değil insanlar tarafından
metalaştırılarak nesne haline indirgenen farklı türlere işaret etmektedir, ve
bu şekilde, bu türler “öldürülüp tüketilmekte” veya “tuzağa
düşürülmekte”dir.Diğer berbat yanlış tanımlamalara bakacak olursak, Bernie şu örnekleri veriyor: “laboratuar
hayvanları”, “evcil hayvanlar”, “sirk hayvanları”, ve “yarış atları”. Yarış
atları sözcüğünü düşünecek olursak, Bernie bu terimin “belirli güzergâhlarda
birbirlerine karşı yarışmak üzere insanlar tarafından kullanılan” hayvanları
işaret ederek yanlış bir tanımlama yaptığını söyler. Aslında “onlar yarış atı olarak kullanılan atlardır”.
Dil geleneksel
iktidar ilişkilerini destekleyebileceği ya da ona meydan okuyabileceği için ve
toplumsal hareketlerin kabul edilen görevlerinden biri yaygın dilsel
geleneklere meydan okumak olduğu için
hem akademide hem de hayvanları savunma hareketinde yapılan
girişimlerden söz eder. Örneğin; Beirne
“insan olmayan hayvan” teriminin hayvanları savunma hareketinde revaçta
olduğunu söylüyor, oysa benim tecrübelerime göre, ister e-posta listelerinde,
forumlarda ya da medyada olsun, insan olmayan hayvanlardan halâ daha
“hayvan” diye söz edildiğini ve böylece
statükoya meydan okuma fırsatını sıklıkla kaçırıldığını görüyoruz. (bugüne dek
bu terimi hep “hayvan” diye çevirdiğimi de söylemem gerek. Cem.)
Beirne “insandan
başka hayvanlar” yapıntısının oldukça kullanışsız olduğunu söyler, bir diğer
kriminolog Geertrui Cazaux’nun uzun akronimi var bir de “insan hayvanından
başka hayvanlar”. Bu yapıntılar ilk anda
tür ayrımcılığının pençelerinden kurtulamıyorlar, Bernie ise kendi pratiğinin
bu dil meselelerini anahatlarıyla belirtmek ve “insan olmayan hayvanlar”
teriminden sonra “bundan böyle ‘hayvanlar’ olarak adlandırılacaktır” şeklinde devam etmek olduğunu söylüyor. Bu da
uzun bir yazı için mantıklı bir strateji gibi görnüyor, özellikle de çoğunlukla
akademik bir dinleyici kitlesi söz konusuysa, oysa online bir forumda bu
şekilde kullanılsa olayın manası kaybolabilir.
İktidar ve dili,
insan- insan olmayan canlılar bağlamında en derinlemesine inceleyen kişi Joan
Dunayer’dir, özellikle 2001 tarihinde basılan Animal Equality: language and
liberation (Hayvan Eşitliği:dil ve özgürlük) kitabıyla. Dunayer dilin hayvanları kullanma biçimimizde ve onları
nasıl kullandığımızdan söz etme tarzımızda gizli olduğunu söyler. Aslında
yaptığımız şey hakkında yalan söylediğimizi söyler; hem kendimize hem
diğerlerine yalan söyleriz. Sistematik bir şekilde diğerleri hakkında yalanlar
söylerken kendi türümüz hakkında yalan söyleriz. Dunayer detaylı bir şekilde
insan-insan olmayan canlılar arasındaki ilişkiler hakkındaki düşüncelerimizde
dilin rolünü ortaya koyar.
Aldatıcı dil, tür
ayrımcılığını, ve insan olmayan hayvanlara eşit saygı ve takdir yöneltme
başarısızlığını sürdürür. Cinsiyet ayrımcılığı ve ırkçılık gibi tür ayrımcılığı
da kendi kendini göklere çıkartan bir
önyargı biçimidir. Bağnazlık kişinin
kendini aldatmasını gerektirir. Tür ayrımcılığı yalanlar olmadan hayatta
kalamaz.
Bu konunun
derinliği Dunayer’in çalışmasında
belirtilir, Dunayer “standart İngilizce bu yalanlarla dolup taşıyor” diyor.
Dahası, kendimiz ve diğer hayvanlarla
ilgili söylediğimiz lingüstik yalanlar farklı şekiller alıyor, hatta “yanlış tanımlardan kelime oyunlarına
dek uzanıyor. Kelime seçimlerimizle yalan söylüyoruz. Sentaksımızla yalan
söylüyoruz. Hatta noktalama işaretlerimizle yalan söylüyoruz.” Dunayer’in
metninin sonlarına doğru tür ayrımcısı terimlere alternatifler
getiriliyor. Sunum, cümle yapısı, kelime
seçimi ve noktalama anlamında hangilerini güvenle kullanıp hangilerinden uzak
durmamız gerektiğine dair önerilerde bulunuyor.
Dunayer’in
kitabını 2001 yılında ARC News dergisi adına incelediğimde hayvanları savunma
hareketinde dahi önemsenmeyecek, benimsenmeyecek bazı önerilerin altını çizmiştim.
Örneğin, Dunayer “bakıcı”, “koleksiyon” ve “akvaryum” gibi sözcüklerin “esir
alıcı”,”mahkumlar” ve “su hapisanesi” gibi sözcüklerle değiştirilmesini
öneriyor. “jambon” kelimesinin “domuz eti”, “biftek” kelimesinin “inek eti”
kelimesi ile yer değiştirmesi gerektiğini söylüyor. Ayrıca “terbiyeci”
kelimesinin “zalim”, “biftek üreticisi” sözcüğünün “büyük baş hayvan köle
sahibi”; “broyler tavuk” yerine “esir tavuk”, “çiftlik” yerine “esaret tesisi”
veya “kölelik yönetimi” kelimesiyle yer değiştirmesi gerektiğini söylüyor.
Elbette
Dunayer’ın önerileri dile karşı ciddi bir meydan okuma düşüncesiyle yaratıldı.
Feministlerin lingüistik olarak ataerkil değerlere saldırması gibi Dunayer
hayvanları savunanların sistematik olarak dilsel tür ayrımcılığıyla yüzleşmesini
istiyor. Dilin varolan iktidar ilişkilerini sürdürmek ve desteklemek için
kullanıldığı ortada, ama gördüğüm kadarıyla Dunayer’in kitabının basılmasından
bu yana geçen on yılda hayvanları savunanların Dunayer’in tür ayrımcısı dile
karşı dilsel bir atakta bulunduğunu göremiyoruz. Hayvanları savunanların
çoğunluğu insan olmayan hayvanlardan söz ederken “hayvan” kelimesini
kullanmaktan memnun görünüyorlar, oysa Dunayer’e göre “hayvan” sözcüğü hem
insan hayvanları hem de insan olmayan hayvanlardan söz etmek için kullanılmalı.
Dunayer’in
hayvanları savunma hareketine yönelik isteklerinin halen geçerliliği olduğunu
söyleyebilir miyiz? Piers Bernie’ye göre “ biz insanlar insan olmayan
hayvanlara karşı rutin bir biçimde her gün kullandığımız tür ayrımcısı
dilimizle ayrımcılık yapmaya devam ediyoruz”, tek bir türe yönelik önyargıları
ya da tavırları ifade eden sözcükler var. Sosyolojik anlamda söz edersek
buradaki esas mesele tür ayrımcısı dilin günlük kullanımıdır. Toplumsallaşma
süreçlerinin bir parçası olarak – ve tür ayrımcılığının ona destek veren sütunlarıyla beraber:
felsefe, teoloji ve sosyal pratik- dil kullanımı normatif değerleri aktarmada
büyük bir araçtır. Hangi toplumsal
harekette olursa olsun, içine dahil oldukları “fikir savaşında” ortodoks dilin
nasıl kullanıldığına dikkat etmek son derece akıllıca bir şey olabilir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder