15 Ekim 2011 Cumartesi

Dil, İktidar ve Tür Ayrımcılığı


  Dil, İktidar ve Tür Ayrımcılığı

Geçen ay Dublin’de felsefe tartışan bir gruba katılarak sunum yapma şansım oldu. Grup toplumda iktidar konusuyla ilgili bazı sosyolojik çalışmalara odaklanarak sunum yapmamı istemişti. En azından kısmen de olsa Norman Fairclough’ın eleştirel dil çalışmaları perspektifini de sunuma katmayı istiyordum, özellikle de 1989 tarihli kitabı Dil ve İktidar’da anlatıldığı şekilde bu perspektifi de sunuma dahil etmek istiyordum. İktidara dair bir çok sosyolojik çalışma Max Weber’le başlarken ben Fairclough’ın çalışmasını Peter ve Brigitte Berger tarafından sağlanan daha geniş bir sosyolojik bir perspektiften sunmayı kararlaştırdım. Onların sosyolojiye “biyografik yaklaşımı” bizi bir yandan bir insanın yaşam öyküsüne dahil ediyor-doğumdan ölüme- ve bir yandan da her aşamada sosyolojik  tahlillerde bulunuyordu: sosyoloji öğretmek bâbında bu yaklaşımı “yetişkin” öğrencilerin bulunduğu sınıflar adına son derece yararlı buldum. Sunum sırasında iktidar ve dile yönelik bu yaklaşımımın hayvanları savunma hareketindeki bir çok şeye de işaret ettiğini fark ettim:  iktidar ilişkilerinin dildeki yansımalarının nasıl (yanlış) anlaşıldığı, hem de kökeninde tür ayrımcısı olan baskın bir dilsel paradigmaya sistematik bir şekilde karşı çıkmamak anlamında.

Sivil toplumdaki sivil toplum hareketlerinin rolüne dair zengin bir sosyolojik analize sahibiz, bu analizlere BM Toplumsal Gelişme Araştırma Kurumu tarafından başlatılıp sürdürülen uzun vadeli bir program da dahil. Genel anlamda toplumsal hareketler popüler politik eylemlerin bir örneği olarak algılanırlar. Sürüp giden iktidar  ilişkilerine yönelik büyük tehditler olarak algılanabilirler, ya da toplumsal sözleşme ideolojileri içerisinde ehlileştirilmeye -ya da satın alınmaya- müsait bir yapı olarak da görülebilirler. Popüler politik eylemler demokratik sistemlerin sınırları gibi konulardan kaynaklı bir çok sebepten ya da demokratikleşme süreci içindeki toplumlardaki sorunlardan kaynaklanabilir, adaletsizliklere duyulan öfkeden ya da karşı hareketlerin eylemliliklerinden kaynaklanabilir. Daha Foucaltcu bir açıdan- yani iktidarın toplumun kumaşına her yönden yayıldığı şeklindeki bir açıdan- toplumsal hareketler belirli zamanlarda belirli sosyal öznelerin değerlerini hem temsil eder hem de açıklayabilirler. Genel bir durum olarak toplumsal hareket analizi bir seviyede iktidarın ya da toplumsal etkinin hem dile hem de dil kullanımına  içkin olduğunu kabul eder; toplumsal hareketleri toplumsal hareket mobilizasyonunun ilgi alanlarının önemli bir parçası olmaya meyleden dil geleneklerine karşı çıkmada ya da ondan yana tavır almada rolü olan bir olgu olarak görür.

Sunumumu hazırlarken hayvanları savunma hareketinin insan-insan olmayan canlılar arasındaki ilişkilerdeki baskın dil biçimlerine karşı çıkma konusunda hiç de başarılı olmadığını farkettim,  insanların diğer hayvanlarla ilişkisinden nasıl söz ettiğimizin etkisi aslında bariz olsa bile, durum böyle. İnsan ve hayvanlara yönelik tavırlar toplumsallaşma süreçlerine gömülmüştür,  kuşaktan kuşağa toplumsal doku sayesinde yayılır ve yaygınlaştırılır. Filozof Stephen Clark insanların aslında hayvan olduğumuz nosyonuna direndiğini ve insanın bir başka insana “hayvan gibi “ davrandığını duyduğumuzda olumsuz şeyler hissettiğimizi öne sürüyor. Marjorie Spiegel eğer hayvanlarla karşılaştırılırsak kendimizi ne kadar küçük düşmüş hissedeceğimizden söz ediyor, Barbara Noske ise Batı kültürü ve söyleminde  “hayvanlarla insanlar arasındaki keskin bir kopuş”tan söz ediyor. Hayvan davranışlarını inceleyen bilim adamı Jonathan Balcombe bu tür fikirlerin hayvanlara yönelik asırlık “emperyalist bakış açısı”nın bir parçası olduğunu söylüyor. Hatta “Darwin’in buldogu” T.H.Huxley bile “erkekliği” ve “hayvanları” birbirinden ayıran “geniş uçurum” görüşüne destek vermiştir, “insan özünde ve yapısı gereği hayvanlar türlerinden biridir” demişse de temelde bu görüşü savunmuştur.

Postmodern ve post yapısalcı düşüncenin hem düalistik hem de birbirine ters inşalara meydan okuyacak şekilde konumlandığı söylenir; postmodern çağda farklılıkları reddetmek yerine ana fikir burada farklılıkları kutlamaktır. Son zamanlarda yapılan hayvanları savunmaya yönelik akademik çalışmalar Kartezyen ve Kartezyen ilhamlı düalizmleri olaya dahil ediyor, özellikle zihine karşı beden, insana karşı hayvan ve akıla karşı duygu düalizmlerinden söz ediyorum. Marti Kheel toplumun süre giden düalistik doğasına dikkat çeken ekofeministler arasındadır. Elbette, dil sosyal inşalarda ve bu tür düalizmlerin işletilmesinde merkezî bir konuma sahip, belki burada beni en çok ilgilendiren insana karşı hayvan düalizminde bu daha belirgin. Hayvanları savunma hareketi insan- insan olmayan canlılar arasındaki ilişkilere yönelik baskın dil biçimlerine meydan okuma konusunda son derece sığ olmakla kalmadı, daha kötüsü , hayvanların mobilizasyonundan sorumlu olan büyük çoğunluk kendisi tür ayrımcısı olan dil inşalarını hiç umursamadan kullanmaya devam ediyorlar- bu güçlü sosyal kuruma az da olsa ışık sağlamanın en iyi yolu bu olmasa gerek.

Bir sosyal kurum ve iktidar ilişkilerinin bir  parçası olarak dil

Sosyolog Peter ve Brigitte Berger dilin insanların karşılaştığı ilk kurum olduğunu öne sürerken çoğu insan bu ilk kurumun “aile” olduğunu ileri sürüyor. Bir anlamda her  iki düşünce de doğru ve elbette aile hayatı tecrübesi bir çok biyografinin önemli bir parçası, aile hem dilimizi hem de sözcüklerin anlamını öğrendiğimiz ilk mekân ayrıca. Aile sosyalleşmenin başlangıç aşaması için geçerli ilk alandır. Ancak çok küçükken çocuklar bir aileyle yaşadıkları tecrübeyi tecrübe ettikleri gerçeğinden habersizdir.

Çocuklar etraflarındaki bireylerle etkileşime girerken- anne baba, kardeşler, büyük anne ve baba gibi diğer akrabalar, aile dostları ve komşular- bu etkileşimi yaparken bu insanların çoğunun kendi ailesini oluşturduğunu bilmemektedir.  Bu idrak safhası aile üyeleri tanınıp aile üyeleri olarak kabul edildikten sonra elde edilir- özellikle de insanlar aile üyesi olarak etiketlenip çocuklar bu etiketlerin ne anlama geldiğini anladığı zaman olur bu.

Ancak,

Dil… makro-sosyal yönlerini çocuğa çok erken dönemlerde dayatır. Çok erken bir aşamadan itibaren dil çocuğun anlık deneyimlerini oluşturan mikro bir dünyanın ötesinde yatan daha büyük gerçekliklere işaret eder. Çocuk dil aracılığıyla dışardaki o geniş dünyanın farkına varır, bu dünya  çocuğun etrafını sarmalayan ama onları geniş bir açıdan aşan bir dünyadır.

Burada sunulan resim o halde mikro ve makro dünyalarımızı anlayışımızı ve kavrayışımızı yaratmaya yardım eden dil imajıdır. Kendi mikro dünyası içinde  çocuğun yaşadığı tecrübe dille yapılandırılır. Dahası, Berger ve Berger “dilin gerçekliği somutlaştırdığını” öne sürer, yani bütün tecrübeler “katılaştırılır” ve “tanımlanabilir, ayrık nesneler” haline dönüştürülür. Çocuklar  etraflarını saran şeyleri, tecrübe ettikleri nesnelere bağlı etiketleri öğrenerek kavrarlar. Berger bu durumun maddi nesneler açısından kesinlikle doğru olduğunu söyler,  meselâ ağaçlar, telefonlar ve diğerleri. Ancak tecrübe sadece isim vermekten farklı birşeydir… tecrübe, şeylerin nasıl etkileşime girdiğini anlamakla da ilgilidir.

Bir masa bir insanın tırmanmak istediği bir ağacın altına konabilir, telefon da bu kişi ağaçtan düşecek olursa tıbbi yardım istemek için lâzım olacaktır. Dilin merkezden dışarı doğru gelişen dil tecrübesine dair bir bilgi elde ederiz- buna büyüyen anlayışlarımız ve farkındalığımız da dahildir. Gerçekten de Berger ve Berger “mummy” kelimesinin(1- anne, 2- mumya anlamına geliyor) giderek genişleyen bir evrenin merkezindeki tahtında oturan bir tanrıça olarak görüldüğünü söyler;  dil aracılığıyla “mummy’nin en doğrusunu bildiği” (en doğrusunu annem bilir/en doğrusunu tanrı bilir) gibi bir düşünceye ulaşabiliriz ya da bize bunun böyle olduğu söylenebilir. Bu tür düşüncelerin akla uygunluğunun ancak dil sayesinde olduğunun altını çizmek gerek. Daha önemli olan ise şu;  çocuklar “kendini bir diğerinin rolünü alma” şeklindeki hayati öneme sahip sosyal tecrübenin bir parçası olarak neler olup bittiğini anlamak amacıyla dili kullanırlar. Sosyal öğrenmenin bir çok açısında olduğu gibi, tekrar etmek de önemlidir- birbirini izleyen örüntüler yaratır, sosyologlar bu konuya ilgi göstermeyi öğreniyorlar yavaş yavaş.

Berger ve Berger şöyle söylüyor,

Diğer şeyin ne olduğunu tekrar tekrar belirleyen şey, dildir- “gene cezalandırıcı baba rolü oynuyor”,”gene    kadını rolünü oynuyor” gibi. Gerçekten de bu tür dilsel takıntılar aracılığıyla (yani ötekinin eylemine sabit bir anlam verme eylemi, bu eylem her defasında tekrarlandığında aynı anlamın tekrar tekrar o eyleme bitiştirilmesi) çocuklar ötekinin rolünü almayı öğrenebilir. Diğer bir deyişle, dil “bak (adam) gene başladı” demekten “dikkat et, (ben) başlıyorum” demeye giden köprüdür.

Çocuklar sosyal rolleri anladıkça sosyal roller de dünyalarını yapılandırır. Rollerin mikro dünyası daha geniş bir makro mekâna doğru uzar, makro dünyanın mikro duruma girebilmesi gibi. Sosyal roller sosyal kurumları temsil ederler. Bu yüzden ceza veren bir (cezalandırıcı baba rolünü oynayan baba) dili kullanacaktır (bazen kötü bir dil olacaktır bu), dilinin bir kısmı kendi öfkesini ifade ederken, baba figürünün diğer dili kullanışı daha geniş toplumsal değerleri akla getirecektir. Bu durum cezalandırma olayını hem yorumlar hem de meşrulaştırır. Suç anlamına gelen eylem tanımlanabilirken cezanın da hak edildiği gerçeği de ortaya konmuş olur. Cezalandırma edimi bir bireyin tepkisinden daha fazla birşey olduğu için burada Makro dünya söz konusudur. Ceza toplumsal bir bağlam  içine konmuştur; ceza, sosyal tavırların ve ahlâkın daha büyük dünyasının bir parçası  olarak, Tanrı gibi geniş ideolojik sosyal inşaların parçası olarak da cezalandırmaya etki edebilir .

Berger ve Berger’in küçük mikro-dünya draması adını verdikleri şey sosyal yapıyla doğrudan  ilgilidir; baba , dilin herşeyi kaplayan bir gerçeklik olarak çocuğun karşısına  çıktığı türden bir genel ahlâk ve iyi davranış sistemini temsil eder. Gerçek olarak tecrübe ettiği herşey bu gerçekliği temel alarak yapılandırılmıştır- bu gerçeklik tarafından organize olmuş, genişletilmiş ya da unutuluşa terkedilmiştir.

Eğer bu perspektif dilin toplumdaki önemli rolünü açığa çıkarıyorsa Norman Fairclough ve eleştirel dil çalışmalarına katılan diğer akademisyenler dil ve iktidar arasındaki bağlantıları ortaya koyuyorlar diyebiliriz. Dilin toplumdaki yerini inceleyen Fairclough dilin merkezî olarak iktidarla iç içe olduğu, iktidar mücadelerine dahil olduğunu ve bunu yaparken de ideolojik özellikleri aracılığıyla yaptığını öne sürüyor. Fairclough dilin sosyal yapılar tarafından belirlenen bir sosyal pratik olarak görülmeyi gerektirdiğini söylüyor, bu söylem sosyal kurumlarla bağlantısı bulunan bir dizi âdet tarafından belirleniyor, bunlar hem kurumlarda hem de bir bütün olarak toplumda bulunuyorlar. Bu yüzden sosyal yapı ve sosyal pratik diyalektik bir ilişki içinde varolurlar. Söylem sosyal yapıları etkiler, sosyal yapılar söylemi etkiler, bu yüzden söylem sosyal sürekliliğe ve sosyal değişime katkıda bulunabilir.

Fairclough suç kategorisine giren bir olaya şahit olmuş birisiyle görüşen bir polis memurunun detaylı bir analizini sunar. Bu sosyal rollerde (polis memuru ve şahit) yansıyan iktidar ilişkilerinin altını çizer, kullanılan dili inceler ve sosyal koşulların söylemin niteliklerini belirlediği sonucuna varır. Fairclough  alıntıdaki tanığın oldukça itaâtkâr olduğunu belirtir- tanığın konumu itaâtkârce kullanılmaktadır ve bu itaâtkârlık düşünülünce burada kullanılan dil bu türden bir iktidar ilişkisini sürdürmeye hizmet etmektedir. Eğer lingüistik geleneğe karşı çıkılsaydı –öte yandan- işte bu sosyal ilişkileri değiştirmeye yönelik bir girişim olarak düşünülebilirdi.

Dil ve Hayvanları Savunma Hareketi

Kriminolog Piers Beirne  hayvan savunmacılığında dil kullanımını tartışırken “ tür ayrımcılığı ve dilin iktidarı” adlı bir bölümde insan ve hayvanların arasındaki ayrımın altını çizerek insanların taşdığı kültürel çantadan söz ederek insanların çoğunun kendini asla hayvan gibi görmediğini belirtir.

Beirne şöyle söylüyor,

Temelde, söz konusu ayrım hayvanların Öteki olduğunu belirtir, onların hoşa gitmeyen özellikleri; temiz olmamak, akılcı olmamak, güvenilmez olmaz, şehvet, hırs ve âni şiddet potansiyelidir.

Öyle görünüyor ki içinde bazı yaşamların değerli diğerlerinin daha az değerli görüldüğü, çok az içsel değere sahip ya da içsel değeri yok şeklinde görüldüğü bir dünya kuruyoruz. Beirne kendimize insanoğlu derken tereddüt etmediğimizi ama “hayvanoğlu” terimini tuhaf bulduğumuzu söylüyor. Tek tek insanlar büyük bir kompleksiteye sahip cinsiyetli varlıklar olarak anlaşılırken hayvanlar,( burada evcil hayvanları bir istisna olarak kabul ederek,) “birbirinden farkı olmayan nesneler olarak görülürler” .

Tür ayrımcılığı ve cinsiyet ayrımcılığı arasındaki bir bağlantıya dikkat çekerek Beirne hem insan dişilerinin hem de hayvanların “kontrol edilmesi, manipüle edilmesi ve sömürülmesi gereken” varlıklar olarak algılandığını öne sürüyor. Dahası, erkekler kadınlara “piliç”, “tavşan”, “civciv”, “kancık” gibi kelimelerle seslenirken ve cinsel organlarından başka bir türe aitlermiş gibi bahsederken hem kadınları hem de hayvanları “tam insan olmayan” cinsinden bir aşağı statüye indirgemiş oluyorlar. Hayvanların meta olarak görülmesi ise Bernie’ye göre bazı tür ayrımcısı dil biçimlerinin kendini sinsice gizlediğini düşündürüyor.

Meselâ; “balıkçılık” kelimesi nesnel ontolojik gerçekliğe değil insanlar tarafından metalaştırılarak nesne haline indirgenen farklı türlere işaret etmektedir, ve bu şekilde, bu türler “öldürülüp tüketilmekte” veya “tuzağa düşürülmekte”dir.Diğer berbat yanlış tanımlamalara bakacak olursak,  Bernie şu örnekleri veriyor: “laboratuar hayvanları”, “evcil hayvanlar”, “sirk hayvanları”, ve “yarış atları”. Yarış atları sözcüğünü düşünecek olursak, Bernie bu terimin “belirli güzergâhlarda birbirlerine karşı yarışmak üzere insanlar tarafından kullanılan” hayvanları işaret ederek yanlış bir tanımlama yaptığını söyler. Aslında  “onlar yarış atı olarak kullanılan atlardır”.

Dil geleneksel iktidar ilişkilerini destekleyebileceği ya da ona meydan okuyabileceği için ve toplumsal hareketlerin kabul edilen görevlerinden biri yaygın dilsel geleneklere meydan okumak olduğu için  hem akademide hem de hayvanları savunma hareketinde yapılan girişimlerden söz eder.  Örneğin; Beirne “insan olmayan hayvan” teriminin hayvanları savunma hareketinde revaçta olduğunu söylüyor, oysa benim tecrübelerime göre, ister e-posta listelerinde, forumlarda ya da medyada olsun, insan olmayan hayvanlardan halâ daha “hayvan”  diye söz edildiğini ve böylece statükoya meydan okuma fırsatını sıklıkla kaçırıldığını görüyoruz. (bugüne dek bu terimi hep “hayvan” diye çevirdiğimi de söylemem gerek. Cem.)

Beirne “insandan başka hayvanlar” yapıntısının oldukça kullanışsız olduğunu söyler, bir diğer kriminolog Geertrui Cazaux’nun uzun akronimi var bir de “insan hayvanından başka hayvanlar”. Bu yapıntılar  ilk anda tür ayrımcılığının pençelerinden kurtulamıyorlar, Bernie ise kendi pratiğinin bu dil meselelerini anahatlarıyla belirtmek ve “insan olmayan hayvanlar” teriminden sonra “bundan böyle ‘hayvanlar’ olarak adlandırılacaktır”  şeklinde devam etmek olduğunu söylüyor. Bu da uzun bir yazı için mantıklı bir strateji gibi görnüyor, özellikle de çoğunlukla akademik bir dinleyici kitlesi söz konusuysa, oysa online bir forumda bu şekilde kullanılsa olayın manası kaybolabilir.

İktidar ve dili, insan- insan olmayan canlılar bağlamında en derinlemesine inceleyen kişi Joan Dunayer’dir, özellikle 2001 tarihinde basılan Animal Equality: language and liberation (Hayvan Eşitliği:dil ve özgürlük) kitabıyla. Dunayer dilin  hayvanları kullanma biçimimizde ve onları nasıl kullandığımızdan söz etme tarzımızda gizli olduğunu söyler. Aslında yaptığımız şey hakkında yalan söylediğimizi söyler; hem kendimize hem diğerlerine yalan söyleriz. Sistematik bir şekilde diğerleri hakkında yalanlar söylerken kendi türümüz hakkında yalan söyleriz. Dunayer detaylı bir şekilde insan-insan olmayan canlılar arasındaki ilişkiler hakkındaki düşüncelerimizde dilin rolünü ortaya koyar.

Aldatıcı dil, tür ayrımcılığını, ve insan olmayan hayvanlara eşit saygı ve takdir yöneltme başarısızlığını sürdürür. Cinsiyet ayrımcılığı ve ırkçılık gibi tür ayrımcılığı da kendi kendini göklere  çıkartan bir önyargı biçimidir.  Bağnazlık kişinin kendini aldatmasını gerektirir. Tür ayrımcılığı yalanlar olmadan hayatta kalamaz.

Bu konunun derinliği  Dunayer’in çalışmasında belirtilir, Dunayer “standart İngilizce bu yalanlarla dolup taşıyor” diyor. Dahası, kendimiz ve diğer hayvanlarla  ilgili söylediğimiz lingüstik yalanlar farklı şekiller alıyor,  hatta “yanlış tanımlardan kelime oyunlarına dek uzanıyor. Kelime seçimlerimizle yalan söylüyoruz. Sentaksımızla yalan söylüyoruz. Hatta noktalama işaretlerimizle yalan söylüyoruz.” Dunayer’in metninin sonlarına doğru tür ayrımcısı terimlere alternatifler getiriliyor.  Sunum, cümle yapısı, kelime seçimi ve noktalama anlamında hangilerini güvenle kullanıp hangilerinden uzak durmamız gerektiğine dair önerilerde bulunuyor.

Dunayer’in kitabını 2001 yılında ARC News dergisi adına incelediğimde hayvanları savunma hareketinde dahi önemsenmeyecek, benimsenmeyecek bazı önerilerin altını çizmiştim. Örneğin, Dunayer “bakıcı”, “koleksiyon” ve “akvaryum” gibi sözcüklerin “esir alıcı”,”mahkumlar” ve “su hapisanesi” gibi sözcüklerle değiştirilmesini öneriyor. “jambon” kelimesinin “domuz eti”, “biftek” kelimesinin “inek eti” kelimesi ile yer değiştirmesi gerektiğini söylüyor. Ayrıca “terbiyeci” kelimesinin “zalim”, “biftek üreticisi” sözcüğünün “büyük baş hayvan köle sahibi”; “broyler tavuk” yerine “esir tavuk”, “çiftlik” yerine “esaret tesisi” veya “kölelik yönetimi” kelimesiyle yer değiştirmesi gerektiğini söylüyor.

Elbette Dunayer’ın önerileri dile karşı ciddi bir meydan okuma düşüncesiyle yaratıldı. Feministlerin lingüistik olarak ataerkil değerlere saldırması gibi Dunayer hayvanları savunanların sistematik olarak dilsel tür ayrımcılığıyla yüzleşmesini istiyor. Dilin varolan iktidar ilişkilerini sürdürmek ve desteklemek için kullanıldığı ortada, ama gördüğüm kadarıyla Dunayer’in kitabının basılmasından bu yana geçen on yılda hayvanları savunanların Dunayer’in tür ayrımcısı dile karşı dilsel bir atakta bulunduğunu göremiyoruz. Hayvanları savunanların çoğunluğu insan olmayan hayvanlardan söz ederken “hayvan” kelimesini kullanmaktan memnun görünüyorlar, oysa Dunayer’e göre “hayvan” sözcüğü hem insan hayvanları hem de insan olmayan hayvanlardan söz etmek için kullanılmalı.

Dunayer’in hayvanları savunma hareketine yönelik isteklerinin halen geçerliliği olduğunu söyleyebilir miyiz? Piers Bernie’ye göre “ biz insanlar insan olmayan hayvanlara karşı rutin bir biçimde her gün kullandığımız tür ayrımcısı dilimizle ayrımcılık yapmaya devam ediyoruz”, tek bir türe yönelik önyargıları ya da tavırları ifade eden sözcükler var. Sosyolojik anlamda söz edersek buradaki esas mesele tür ayrımcısı dilin günlük kullanımıdır. Toplumsallaşma süreçlerinin bir parçası olarak – ve tür ayrımcılığının  ona destek veren sütunlarıyla beraber: felsefe, teoloji ve sosyal pratik- dil kullanımı normatif değerleri aktarmada büyük bir araçtır.  Hangi toplumsal harekette olursa olsun, içine dahil oldukları “fikir savaşında” ortodoks dilin nasıl kullanıldığına dikkat etmek son derece akıllıca bir şey olabilir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder