“Yüz binlerce hayvan laboratuvarlarda sistematik zulüm
görüyor”
Geçen hafta
gazetelerde yer alan bir haber vicdan sahibi her okurun gözlerinin dolmasına
neden oldu. Yeşil Gazete’de “İnsanlar cehennemi” manşetiyle yer alan habere
göre Avusturya’da 30 yıl boyunca deney hayvanı olarak kapalı bir yerde hapis
hayatı yaşatılan ve vücutlarına çeşitli virüs ve zehirler enjekte edilen
şempanzeler, hayatlarında ilk defa açık havaya çıkarıldılar.
Şempanzeler ilk
kez gördükleri gün ışığı karşısındaki şaşkınlık ve sevinçlerini birbirlerine
sarılarak ve çimlerin üzerinde zıplayarak gösterdiler. Dayanabilenler bu
dramatik olayın videosunu da seyredebilir.
Bu haberi
yayınlayınca aklımız ister istemez bir kez daha hayvanların yaşadıkları acılara
ve insanların hayvanlara uyguladığı eziyete takıldı. Bu eziyetin en ağır
örneklerinden biri deney hayvanları üzerine uygulanıyor. İnsanların büyük
çoğunluğunun tıbbın gelişmesi için, yani kendi çıkarları uğruna kaçınılmaz
gördükleri hayvan deneyleri “insani” mi?
Bu soruyu Türkiye’de
hayvan katliamlarına karşı ilk çocuk örgütlenmesinde yer alan ve çocukluk
yıllarından beri hayvan hakları konusunda aktivistliğine devam eden,
Hayvanların Yaşam Haklarını Koruma Derneği ve Yeryüzüne Özgürlük Derneği üyesi
Burak Özgüner’e sorduk.
Burak Özgüner
bize hayvan deneylerinin iç yüzünü anlatırken, hayvan hakları hareketine dair
ilginç değerlendirmelerde de bulundu:
…
- Avusturya’da 30
yıldır kapalı bir kafeste hapis tutulan ve gün ışığı görmeyen şempanzelerin
açık havaya çıkartıldıktan sonra yaşadıkları sevince dair haberi ve videoyu
görünce ne hisstettiniz? Bu haberin basında yer alma biçimi hakkında bir
değerlendirme yapabilir misiniz?
Bu gibi örnekler,
yani “emeklilik” halleri yok denecek kadar az. Nihayet kendilerine özgürlük
bahşedilen şempanzelerin ne kadar sevindiği, tüm davranışlarından, vücut
dillerinden, gözlerinden okunuyordu. Adeta bayram yapıyorlardı. Sevincim
kursağımda kaldı diyebilirim, sevinç duygusu da hissedemedim aslında. Bu video
bana, özgürlük hayaliyle yanıp tutuşan hayvanların durumunun vehametini
hatırlattı yine, zaten deney görüntülerini izlediğinizde aklınızdan çıkması
imkânsız. Ama endüstriyel kapitalizm, en acıklı, en berbat görüntüleri bile
insanlara unutturabilecek bir “büyü”ye sahip.
Artık özgür olan
şempanzelerle aynı geçmişi paylaşan, hatta çok daha beter muamelelere maruz
kalan yüzbinlerce hayvan var laboratuvarlarda. Ve bu zulümden haberdar olup da
rahatsız olan insanların birçoğu, ancak laboratuvar kapılarında eylem
yapabiliyor ya da deneylerde yaşanan zulmü teşhir edebiliyor. Ama eylem yapılan
o kapıların ardında her türlü acının, çaresizliğin, tarifsiz duyguların
yaşandığı bir dünya var. Sistematik olarak zulme maruz kalan, tutsak edilen ve
eminim ki bu şempanzelerin kavuştuğu özgürlüğün hayalini günbegün kuran, hiçbir
canlının katlanamayacağı o koşullardan bir an önce kurtulmak isteyen hayvanlar
laboratuvarlarda tutuluyor. Bu hayvanlar için “başka” şeyleri yapmayı göze alan
insanlar da bu hayvanlar gibi olmasa da devletlerin yargı organlarınca
haklarında karar verilip yıllarca tutsak ediliyor, politik bir duruş olarak
seçtikleri vegan/vejetaryen beslenmelerine dikkat edilmiyor. Belki ben de bu
hayvanların umudunu yitirttiğim ya da kurdukları hayallerin gerçekleşmesi için
bir şey yapamadığım için, bu haberin videosunu izlediğimde kendime kızmaya
başladım yeniden. Ne hissettiğim konusunda “tam olarak şunu hissettim”
diyemiyorum…
Basının bu haberi
verirken, bu hayvanlara bugüne dek ne gibi eziyetler yapıldığından, dünyada bu
şempanzelerle aynı geçmişe sahip yüzbinlerce hayvanın laboratuvarlarda kesilip
biçildiğinden, delirtildiklerinden de bahsetmesini isterdim. Birçok ana-akım
medya kuruluşu, insanları rahatsız eder ya da bu konuda düşünmeye sevkeder diye
bu tarz haberleri, sadece “mutlu son” haberi olarak servis etmeyi tercih
ediyor. Zaten dünyadaki insanların birçoğu bu deney zulmünden habersizken
haberlerin insanlara bu şekilde yansıtılması da hayvan deneyleri gerçeğinin
sorgulanmasına engel teşkil ediyor bence. Yani, bu tarz haberlerle karşılaşan
insanlar, tüm deney hayvanlarının özgürlüğe kavuştuklarını ya da emekliye
ayrıldıklarını düşünüyor.
“Asıl bu tarz
“mutlu son”lar münferit.”
- Bu haber
şempanzelerin yaşadığı bu ağır zulmün sanki münferit bir hadise olduğu
izlenimini veriyor. Oysa durumun böyle olmadığını demin belirttiniz. Dünyada
hayvan deneylerinin bugünkü durumu ve hayvanların laboratuarlarda yaşadıkları
konusunda ne gibi bilgiler verebilirsiniz?
Kesinlikle
münferit olması söz konusu değil, hatta deney hayvanlarının içinde bulunduğu
durumu düşündüğümde bu hayvanların halen hayatta olmaları bile sevindiriyor
insanı. Ama şunu kesinlikle söyleyebilirim; asıl bu tarz “mutlu son”lar
münferit. Şu anda bu mevzudan bahsederken bile yüzlerce hayvan kesilip
biçiliyor, doğranıyor, çok çok acı veren muamelelere maruz kalıyor, derilerini
delik deşik eden ya da ortada deri diye bir şey bırakmayan maddeler kendilerine
tatbik ediliyor, hayvanlar sinir ilaçları ve uyuşturucu maddelerle
çıldırtılıyor, çeşitli uzuvların yerleri değiştiriliyor…
Silah
endüstrisinin tahribat gücü ile ilgili deneylerin en can alıcı, can yakıcı
uygulamaları bu hayvanların üzerlerinde uygulanıyor… Kozmetik deneylerinde,
insanların güzelliği için piyasaya sunulan birçok ürünün testleri yine bu
hayvanlar üzerlerinde yapılıyor: Örneğin bir göz farının göze nasıl etki
edebileceğini görmek için tavşanların kafaları sabitleniyor, hareket edemeyen
tavşanlar periyodik olarak bu testlere maruz bırakılıyor ve ne gibi
reaksiyonlar verecekleri gözleniyor, bu yüzden tavşanların gözleri akıyor, kör oluyor.
Örnekleri çoğaltabilirim, ama ne kadar anlatsam beyhude, insanlar en iyisi
kendileri tanık olsun yaşanan zulme. Hayvanların çaresizliğine, mezalimine,
üzerlerinde uygulanan muamelelerin görüntülerine internet ortamında kolayca
ulaşabilirler. Bunun için arama motorlarına “vivisection”, “animal experiments”
ya da “vivisection cruelty” yazmaları yeterli, internette binlerce video
görüntüsü var bu konuda.
Son, genelde hep
aynı oluyor, operasyonlarda, kesip biçmeler sırasında masada kalan ya da akıl
almaz eziyetlerden bitap düşen hayvanlar doğru çöpü ya da krematoryumu
boyluyor. Yani öyle bir “mutlu son” ya da emeklilik durumu söz konusu değil.
Zaten “emeklilik” gibi bir durum söz konusu olsa bile, bu zulüm hiçbir şekilde
meşrulaştırılamaz, zulmün hiçbir türlüsü reva değil yaşayan canlılara…
- Hayvan üzerinde
yapılan deneyler, yarattığı bütün bu sonuçlara ve bu haberde olduğu gibi
insanların duygularını harekete geçirmesine rağmen vazgeçilemez şeyler olarak
kabul ediliyor. Hayvan deneylerine karşı muhalefetin hayvan hakları hareketi
içinde bile nispeten zayıf olmasını neye bağlıyorsunuz?
İnsanlar, mevcut
sistemin içinde ve yine bu sistemin yarattığı, kendilerine dayattığı ahlâk
sayesinde hak ihlallerini, insana, hayvana, doğaya yapılan her türlü ahlâksızlığı
kendilerince meşrulaştırabiliyor ya da görmezden geliyor, kendisinin ve
türdeşlerinin menfaatlerini kolayca öne çıkarıp acayip hesaplar yapıyor. Bu
ahlâksız hesapların, nelere yol açtığını, açabileceğini; seçimlerinden,
tercihlerinden ne gibi acıların, korkuların yaşanacağını umursamıyor. İnsanlar
kendisini sorgulamıyor ki anlık olarak sorgulasalar bile hemen bir kılıf bulup
düşünmekten vazgeçiyorlar.
Ben ise öncelik
sıralaması yapmayı bırakın, insan hakları ihlallerinin doğaya ya da hayvanlara
yönelik hak ihlallerinden hiçbir farkı olduğunu düşünmüyorum. Aklımıza gelen
tüm ayrımcılıkların insanın kendisinin dışındakilerle kurduğu hiyerarşik
ilişkilerden kaynaklandığını, bir kere ayrım yapmaya başladığımızda peşi sıra
diğer ayrımcılıkların onu takip edeceğini düşünüyorum… Bu yüzden, ayrımcılık ya
da ötekileştirme gibi mevzuları dert edinmiş toplumsal muhalefetin tüm
kesimlerinin de hayvan hakları ihlallerine tepki vermesi gerektiğini
düşünüyorum. Birçok muhalif birey, hayvan hakları meselesini “fasulyeden”
gördüğü için hayvana uygulanan en beter zulüm örneğine bile ses çıkarmıyor ya
da çıkaramıyor birtakım endişelerle; “yoldaşlarım beni ‘soft‘ diye damgalar”
diye belki de…
Hakların
kullanılabilirliğinin yüksek olduğu ülkelerde bu kadar olmasa da Türkiye’deki
hayvanseverlerin ya da kendisini hayvan hakları savunucusu diye
etiketleyenlerin büyük bir çoğunluğu da daha çok gözümüzün önünde cereyan eden
hak ihlallerine seslerini çıkarıyor. Kimisi hayvan haklarını, sadece kedi-köpek
hakkına indirgiyor; bazı hayvan derneklerinin hak ihlalleri konusuna öncelik
sıralamasıyla yaklaştığını, mesela kürk konusunun, sokakta hayvan zehirlemeleri
devam ederken kendileri için pek de önemli olmadığını basına verdikleri
demeçlerden hatırlıyorum. Yine hayvanlara duyarlı kesimde yer alan insanların
birçoğu, öncelik sıralaması nedeniyle değil ama ilgi alanlarına girmedikleri ya
da “dert” olarak görmedikleri, kendilerine dokunmadığı için insan hakları
ihlallerine de ses çıkarmıyor. İnsan hakları ihlallerine ses çıkaran birçok muhalif
insanın, hayvan hakları ihlallerine ses çıkarmadığı gibi…
Zaten hayvan
hakları ya da hayvan koruma derneklerinin hayvanlar ya da hak ihlalleriyle
mücadele konusunda sağlamış oldukları bir fikir birliğinden de bahsedemeyiz.
Çünkü bu derneklerin çoğu, biraz önce dediğim gibi tuhaf öncelik
sıralamalarıyla hareket ediyor. Kimisi sadece sokak hayvanları ile
ilgilenirken, kimisi kısırlaştırmayı bir çözüm olarak sunabiliyor; hayvanlara
uygulanan diğer tahakküm biçimleriyle de çok az da olsa ilgilenenler var. Herkes,
dışarıdan mücadelenin bir ucundan tutuyor gibi gözükse de öyle değil. Birçok
ciddi fikir ayrımından, hatta kafa karışıklığından bahsetmek mümkün.
Bu derneklerden
bazıları, cins olan evcil hayvanlara daha çok önem gösteriyor. Yani, hayvanı
ırklarına göre değerlendirebiliyorlar, bir Terrier ırkına, sokak köpeğinden
daha çok ilgi gösterebiliyorlar; genelde “bu ırklar, sokakta asla yaşayamaz”
gibi bir argümanla yaklaşılsa da bu, kesinlikle mantıken doğru bir yaklaşım
değil bana göre. Kürk endüstrisi, deneyler, endüstriyel hayvancılık, hayvanlı
sirkler gibi konuları ikincil planda görenler var mesela. Neticede canlı,
canlıdır. Duyarlıysak ve samimiysek ayrım da yapmamamız gerekir. Bu ayrıma,
insan – hayvan ayrımı da dahil tabii…
Burada hemen
aklıma, Türkiye’de faaliyet gösteren, insan hakları ve insanlara yardım etmek
için kurulmuş bazı STK’lar geliyor: Filistin’e ya da Somali’ye yardım için
seferber olabilirlerken, Türkiye’de cereyan eden hak ihlallerine, açlığa,
yoksullaştırmaya, faşizan söylemlere maruz kalan insanlar için seslerini
nedense kolayca çıkarmazlar, “yerli” bombadan bedeni parçalanan çocuğun “artık
olmayan” durumu, onlar için pek de bir şey ifade etmez. Veya yine ayrımcılık
için mücadele eden Mazlum-Der gibi kuruluşlar, bu coğrafyadaki toplum yapısını
“bozacakları” gerekçesiyle, hak ihlalinin en şiddetlilerine maruz kalan
eşcinsellerin E’sini bile telaffuz etmekten kaçınır. Bizdeki, hayvan koruma
camiasındaki de buna benzer bir durum işte…
Hayvan deneyleri
ucuza geliyor
- Hayvanlar
üzerinde yapılan deneylerin alternatifi yok mu? Bu deneyler tamamen
yasaklanırsa ne olur?
Birçok alternatif
yöntem var. Ama şu anda herhangi bir tıbbî uygulama veya yeni üretilen bir
ürünün çeşitli kurullardan geçip eczane rafına ulaşması için bu deneyler ön şart
olarak koşuluyor. Özellikle tıp endüstrisi, bu sektörde çalışan firmaları,
istenmeyen sonuçlardan hastalara karşı korumak ya da savunmak için bu deneyleri
kanıt olarak gösteriyor. Firmalar, ürünlerini piyasaya sürmek için bilmem kaç
tane hayvan üzerinde denenmiş olması ön şartını yerine getirmek için önce
hayvanları kullanıyor, ardından da ilaçların insan üzerinde denenmelerinin
vakti gelmiş oluyor. Genelde “üçüncü dünya ülkesi” diye tanımlanan devletlerin
vatandaşları ya da hükümlüler üzerinde deneniyor yeni yöntemler ve ilaçlar. Tüm
bu deneme evreleri geçildikten sonra bile piyasaya sürülen ilacın, ilk olarak
hastaya verilişi de deneysel oluyor tabii, bu gibi ilaçlarda asla olumlu kesin
bir sonuç beklenmez zaten.
Günümüzdeki
teknolojik imkânlarla artık ne hayvan ne de insan üzerindeki deneyler gerekli
durumda. Ama maliyet söz konusu tabii. Ve bu maliyet konusu da hayvan
deneylerinin etik dışılığı konusunda tıp endüstrisinin en sağlam dayanağı gibi
gözüküyor. Ancak hayvan deneylerinin dışında olan, bilinen metotlar denenmediği
sürece bu maliyetin düşmeyeceği de aşikâr. Zaten en “pahalı” hayvan bile bu
yeni yöntemlerin karşısında ucuz kalmakta. Sonuç olarak, insanlara da
hayvanlara da yararı olmayan, demode ama ucuz metotların kullanılmasında ısrar
ediliyor. Hayvanın hastalıklara vereceği reaksiyonla, insanınki farklı;
hastalıklar ve hastalıkların formları vs. farklı. Bu nedenle bu deneyleri
güvenilir de bulmuyorum, bu hayvan deneyleri yüzünden kim bilir kaç insan
hayatını kaybediyor?
Bu kanlı
araştırmaların yasaklanması da bir hayli zor gözüküyor. Devletlerin sorumlu
olduğu dünyadaki savaşlar nasıl engellenemiyorsa hayvan deneylerinin
bitirilmesi de çok zor. Çünkü, ilaç endüstrisi, dünyadaki en büyük
ekonomilerden biri. Bugün gözünü kırpmadan çeşitli hastalıklar yaratılıp nasıl
piyasaya sürülüp bu hastalıklara çare diye çeşitli ilaçlar pazardaki yerini
alıyor ve insanlar harcanabiliyorsa hayvanlar da bu kanlı sektörün kurbanı
haline gelmiş durumda…
- Hayvan
deneylerinin dışında da hayvanlar üzerinde ağır şiddet ve zulüm uygulanan
sirkler, yunus parkları, hayvanat bahçeleri de hala varlığını koruyor. Dünyada
ne kadar hayvanın bu tür bir esaret içinde yaşadığı belli mi? Sizce insanların
bu gibi gösterilerden vazgeçmemesinin bedeli nedir?
Dediğiniz
yerlerde yüzbinlerce hayvanın her tür yaşamsal ihtiyaç ve temel haklardan
yoksun bir şekilde tutsak edildiğini biliyorum, ancak bu tür istatistikî
bilgiler benim için pek bir şey ifade etmiyor açıkçası. Bir canlı bile hak
ihlaline uğruyorsa bu sorgulanması gereken bir durum olmalı. Ayrımcılığın her
türlüsünün altında yatan şeyin, kaynağın da sorgulanması gerekiyor. Sizin de
bahsettiğiniz gibi, insanların, hak ihlalleri için “münferit” olaylar demesi
kendimizi sorgulamamızın anında önüne ket vuruyor zaten.
İnsanlar, kötü
niyetli olmasa bile, hayvanların sömürüldüğü, haklarının istismar edildiği
yerlere gidiyor; kürk giyebiliyor; kendilerine rahatsızlık verdiği için sokak
köpeklerini şikâyet edip barınaklara tıktırabiliyor, et, süt vs. tüketebiliyor…
Mesela et yiyen insanların çoğu kanlı mezbaha görüntülerini, hayvanların
çırpınışlarını görünce duygusallaşıyor, hatta kimileri ağlıyor, kimilerinin ise
midesi bulanıyor, birtakım duyguları tetikleniyor. Bu insanların büyük bir
çoğunluğu, her zaman aynı sonu paylaşan, acıyla, korkuyla, eziyetle alıkonulan,
çaresizlik duygusuyla yaşamaya mahkûm edilen hayvanlara acıyor. Ama ne olursa
olsun alışkanlıkların, geleneklerin pençesinden kurtulamıyorlar.
Bu, tıpkı savaş
çıkaran devletlere sorgusuz sualsiz biat eden vatandaşların haline benziyor.
Savaş nedeniyle bombalanan bir ülkede vücudu parçalanıp uzuvları etraftan
toplanan bir çocuk için “Aaa, bizim devlet bunu yapmaz, bu diğer devletin
yalanı” deyip kendisini kandırmasına ve bu olayı zihninden silmek istemesine
benzemiyor mu? Ya da İslamî veya koşer usule göre kesilirken çırpına çırpına
can veren hayvanların görüntülerini görünce Müslüman ya da Musevi insanlar,
“bu, dinî usul değil, dinimiz hayvana acı çektirmemeyi buyurur” deyip hemen
kendisini aklamaya çalışmıyor mu?
Bilinçlice olsun
ya da olmasın, insanlar tüm bu yaptıklarıyla hayvanları ötekileştirmiş, onları,
hakları olan bir canlıdan ticarî mal statüsüne indirgeyerek ve her koşulda
sömürülebilecek varlıklar olarak görerek her türlü zulmü hayvanlara reva görmüş
oluyor, -çoğunlukla da bilinçli olarak-. Bilinçsiz olanlar için pek bir şey
söyleyemeyeceğim ki illa bir şeylerin bilincine varmak için perde arkasında
yaşananları da görmeye gerek yok. Ancak bilinçli olarak hayvansal ürün tüketen
ve hayvanların sistemli bir şekilde zulme uğradıkları yerlere giderek bu zulme
destek olanlar için birçok şey söyleyebilirim, çünkü seçim yapmak kendi
ellerinde. Bu insanları vejetaryenliğe ya da veganlığa davet etmek gibi bir
önerim kesinlikle yok, ama kendilerini sorgulayarak kendilerine ve sisteme
karşı ne cevap vereceklerine karar vermelerinin, bu dünya için büyük önem
taşıdığını belirtmeliyim.
Şiddeti ve zulmü
olumlayan, kendi estetik beğeni ve algılarının dışında kalan tüm canlıları
öteleyen, bu canlılar hakkında kesin yargılara varıp onları etiketleyerek
harcanabilir ve tüketilebilir kılan bu sistemin bir parçası olmayı bilinçlice
isteyenlerin, kendilerine “insan” adı takmış olmaları kendileri için bir şeyler
ifade etse de benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Ancak, bu vurdumduymaz tavır
sadece kendilerini etkilemiyor, dolayısıyla bu “insan”lar, kendilerine
dayatılan ya da çıkarları gereği benimsemiş oldukları bu “ahlâk”ı yaratan
sistemin ve toplumun içinde, diğer canlılarla birlikte yaşadığı sürece
davranışlarından ve şiddeti körükleyen, canlılara zarar veren söylemlerinden
sorumlular, istedikleri kadar inkâr etseler de…
Bu inkâr, kendince meşrulaştırma, sınıflandırma gibi söylemler ve
davranışlarla, yani doğa ve canlılar üzerinde kurdukları bu hiyerarşik
ilişkiler zinciri nedeniyle bugün neredeyse yaşanılmayacak bir dünyanın eşiğine
gelmiş durumdayız.
Her şey birbirine
bağlı
- Hayvan hakları
ihlalleriyle yaşanan ekolojik kriz arasında bir bağlantı kuruyor musunuz? Siz
bu sorunların çözüldüğü bir dünya hayalini nasıl tarif edersiniz?
Kesinlikle, her
şey birbirine bağlı. Hayvan hakları ihlalleri ile sadece ekolojik kriz de
bağlantılı değil. Tüm hak ihlallerinin kaynağı aynı. Kadın cinayetleri, salt
kadınlık durumundan ötürü kadınların taciz ve tecavüze uğraması, trans
bireylerin nefret cinayetlerine kurban gitmesi, insanların sokakta yürürken
bile ana dillerini konuşamamaları; aklınıza gelebilecek, son yıllarda artan
nefret suçları ve cinayetleri… Hepsinin altında yatan zihniyete baktığınız
zaman, tamamının birbirine benzer, birbiriyle örtüşen, hatta aynı olduğunu
görebilirsiniz.
Bugün, zorunlu
çalışma sisteminin, kapitalizmin yarattığı kıstırılmışlık duygusundan mıdır,
yoksa insanın sanki genetik olarak aktardığı bir huy mudur, bilinmez, ama
herkes herkese, birbirine, etrafına, komşusuna, sokağındaki hayvana, ağaca,
dişini geçirebildiği her şeye hükmetme peşinde… İnsanların bu hale nasıl
geldiklerini sorgulaması gerekiyor, “ben böyle rahatım” diyorlarsa da kendi
yarattıkları cinnet toplumunda öğütülmeye ya da tahammülsüz bir adamın kurşunuyla
ölmeye mahkûmlar.
Doğa da tıpkı
insanlar, hayvanlar gibi, aynı tahakküm ilişkileri sayesinde, alabildiğine
sömürülüyor bugün. Ama “en görünmez” olarak sömürülüyor; hakkını arayamadığı,
tepkisini “görünür” bir şekilde ortaya koyamadığı için. Dinlerin de etkisiyle,
insanlar, “doğa ve hayvanlar, insanlar için yaratılmıştır, insana hizmet etmek
için varlar” şeklindeki, insanmerkezciliğin temellerini oluşturan bu zihniyetle
birlikte, doğayı, sömürülecek bir açık pazar haline getirdi, sanırım bu
saçmalık yüzünden sona doğru yaklaşıyoruz, herkes her şeyi tüketme derdinde…
Bugün Türkiye’nin
dört bir yanında kurulan, yapılan ve proje halinde olan HES’ler, termik
santraller, nükleer santraller ve maden arama çalışmalarıyla ne hayvanın ne de
insanın yaşayabileceği bir doğanın kaldığından bahsetmek mümkün. Yabani
hayvanların, kırsal bölgelerde yaşayan insanların yaşayabileceği,
beslenebileceği tek bir delik kalmayacak yakında. Bunun son örneğini, Erzurum
İspir’de ve Kars’ta yaşanan ayı saldırılarıyla gördük. Şirketler, saldırmadık,
istila ve işgal etmedik yer bırakmadı devletin de desteğiyle. Ve insanlar,
doğayı kendi mallarıymış gibi gördüğü ve “toprağımız, suyumuz, hayvanımız”
dediği sürece o bölgede etkili bir yerel direniş de sağlanamayacak. Sağlandığı
anda zaten devlet eliyle bastırılıyor, bunun da son örneğini Gerze’de ve
Tortum’da gördük. Dünyanın her yeri bu örneklerle dolu, her gün duyuyoruz ve
takip ediyoruz. Ancak, özellikle son dönemde, Türkiye, hak ihlalleri açısından
diğer devletlerle yarış halinde. Doğayı, hayvanları ve insanların bu denli
harcanabilir ve tüketilebilir kılındığı nadir dönemlerden birinde yaşıyoruz.
Bu kadar ekolojik
tahribattan sonra, insan da dahil olmak üzere her şeyin “tüketilebilirlik”
üzerinden tanımlandığı bir dünya, nasıl yaşanılabilir kılınır, bilemiyorum
açıkçası. Medeniyet dediğimiz hadise devam ettiği sürece böyle bir hayal
kurabilmek zor bence. Ancak, yakında gelmesi kaçınılmaz olan malum sonu,
geciktirmek de kendi elimizde. Öncelikle kendimizi sorgulamalı ve sisteme karşı
ne cevap vereceğimizi belirlemeliyiz. Doğayı ve hayvanları mal olarak
görmekten, canlılara hükmetmekten, yaşama karşı suç işlemekten vazgeçmeli
insanlar. İnsan, hayvan, doğa demeden her şeyi öğüten, insanlara aşıladığı
ahlâk anlayışıyla insanı bir “canavar”a dönüştüren sistemin içinden kendisini
çekip kurtarmalı; insanları öldüren, hakları yok sayan ve kısıtlayan “genel
ahlâk”ı reddetmeliler. Belki tahakkümcü değil, dayanışmacı olursak, “öteki”nin,
berikinin halinden anlayabiliriz, sosyal yaşam da daha yaşanılır hale gelebilir
belki.
- Sizce hayvan
özgürlüğü ve hayvan hakları hareketlerinin en önemli gündemi ne olmalı?
En önemli gündem,
gündemsizlik olmalı bence. Gündem dediğimizde, öncelikler çıkıyor ortaya.
Hayvan hakları konusundaki en önemli eksiklik, söylemin sağlam olmayışı,
Türkiye’de ortak bir şekilde sağladığımız bir karşı duruş yok. Son derece
uzlaşmacı mücadele yöntemleriyle hayvan haklarının korunduğu, devlete baskı
uygulandığı iddia ediliyor. Ama ben böyle bir şey göremiyorum ortada. Devletin
sıkıştırıldığı, dilekçelerle bürokratların başının ağrıtıldığı doğru, ama
devlet sıkıştırılmaya hiç gelmez. Birtakım önlemler aldığını iddia ederek
hayvanseverin sesini susturur, hayvanseverler de bu önlemlerden tatmin olup
devleti alkışlar, ama devlet, bir anda saklı tuttuğu yetkisini kullanıp
“sorun”u kökünden halleder, öldürür geçer. Sokak hayvanlarının toplu kıyımı
konusunda bunun da örneklerini yaşadık; Bandırma’daki devlet barınağında 200′den
fazla köpek, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait Hasdal Barınağı’nda da 50′den
fazla yavru köpek bir gecede boğazlandı.
Hiçbir öncelik
tanımadan, bütün hak ihlalleriyle eşit bir şekilde mücadele edilmeli. Sonuçta,
laboratuvarlarda; barınaklarda; sirklerde; mezbahalarda; hayvanat bahçelerinde;
entegre hayvan çiftliklerinde; yunus gösteri/terapi merkezlerinde; hayvan
dövüştürülen arenalarda; canlı hayvan nakliyelerinde; içinde hayvanların olduğu
çeşitli dini ayinlerde, bayramlarda; süt çiftliklerinde; yün endüstrisinde vb.
yerlerde hayvanların çektiği acı aynı. Sokak hayvanları sürekli gözümüzün
önünde diye daha çok onların hakkını savunmak, diğer türdeki hayvanların
haklarını sadece laf üreterek korumaya çalışmak ya da bu konularda susmak da
başlı başına bir ayrımcılık. Bu sığ bakış açısına artık bir son verilmesi
gerekiyor.
“Devlet, hayvana
“çöp” muamelesi yapıyor”
- Hayvanların
haklarına dair nasıl bir gelişme içinizi biraz olsun ferahlatırdı?
Hayvanlar
konusunda içim ancak dediğiniz gibi “biraz” ferahlayabilir. Çünkü, medeniyet
sonlanmadığı ve insanlar sıkı sıkıya bağlı oldukları bu tahakküm ilişkilerini
sorgulamayıp bunlara bir son vermediği, hatta kendilerini bu şekilde ifade
ettikleri sürece ne hayvanların, ne insanların, ne de doğanın nefes alabilmesi
mümkün.
Mesela devlet,
tüm hayvanların üzerinden elini çekse büyük ölçüde içim rahatlayabilirdi. Çünkü
devlet, hayvana “çöp” muamelesi yapıyor, belediye barınaklarının içler acısı
halini bugün bilmeyen yoktur sanırım. Devletin bu bakış açısı
değiştirilemeyeceği için, belediye barınaklarında, müşahade yerlerinde yaşanan
mezalim hiçbir şekilde son bulmayacak. Hayvanseverlerin en “insanî” yöntem diye
Hayvanları Koruma Kanunu’na zorla soktukları kısırlaştırma uygulamaları
nedeniyle bugün neredeyse sokaklarda hayvan kalmadı.
Devlet, ihaleler
açarak böcek ilaçlama firmalarını, hayvan toplama, aşılama, kısırlaştırma
uygulamaları konusunda yetkilendirdi. Yeni bir rant kapısı doğmuş oldu, herkes
memnun, hatta hayvanseverler bile. Ama hayvanlar kan ağlıyor. Bu firmalarda
çalıştırılan veteriner hekimlerin çoğunun, cerrahî ve klinik deneyimleri
neredeyse yok denecek kadar az. Mevzuata dayandırılarak ciddi hak ihlalleri
yaşanıyor yıllardır ve adına “rehabilitasyon” deniyor. Hayvan haklarını koruma
iddiasında olan hiçbir kişi, böyle bir yanlış tanımlamayı, uygulamayı
kesinlikle kabul edemez. Bugün sokak hayvanları, kapsamlı bir soykırım yaşıyor.
Genel sağlık durumuna bakmadan, hasta, yaşlı, yavru demeden hayvanlar
sokaklardan binbir eziyetle toplanıp kısırlaştırılıyor, kesilip biçiliyor.
Hayvanlar masada kalıyor, ameliyat sonrasında tonla komplikasyon (dikiş
açılması, ciddi enfeksiyonlar vb.) yaşanıyor. Bu konuda çekilmiş gizli çekim
görüntülerini herkes kolaylıkla izleyebilir internetten.
Yaban hayvanları
açısından da cinayetler mevzuatla meşrulaştırılıyor. Avcılığın, yaban
hayvanları için bir “seleksiyon” olduğu yalanı devletçe onaylanıyor. Devletçe
üretilen vahşi hayvanlar, devletin avlaklarına avcıların vurması için
salınıyor. Kürk çiftlikleri, petshoplar, Türkiye sınırlarından giren hayvanlı
sirkler vs. için devletin yasaları, zulmü ve katliamı sadece meşrulaştırmaya
yarıyor. Hayvan için çıkarılan mevzuatın neredeyse hiçbir maddesi, hükmü hayvan
menfaatine değil. Ama suç burada devlette değil, çünkü devletin hayvana bakış
açısı yıllardan beri belli. Bu nedenle uzlaşmacı bir tavırla hayvan menfaatine
bir karar alınmasını beklemek de saflıktan ya da kendini oyalamaktan başka bir
şey değil.
Her türlü hayvan
endüstrisi ve tahakküm çeşidi, niyetler ve koşullar itibarıyla mevzuat
sayesinde yasaklanamayacağı için geriye tek bir seçenek kalıyor. Uzlaşmacı
mücadele yöntemlerinin terkedilmesi, kötü koşullarda yaşamaya mahkûm edilen
hayvanların bireysel çabalarla kurtarılarak haklarının korunması ve
gerektiğinde hayvanların koruma altına alınması için her türlü bireysel ve
kurumsal şiddetin ulaşamayacağı tesislerin kurulması hayvanlar için büyük önem
taşıyor. Hayvanlar, zaten devletçe bile tanınmış, var olan haklara sahip. Bu
hakların varlığının ya da yokluğunun, esnekliğinin tartışılması, yaşama karşı
büyük bir saygısızlık. Dolayısıyla ben bu konudaki pazarlık, uzlaşma gibi
girişimleri son derece anlamsız ve gereksiz buluyorum.
“Sadece hayvan
menfaati”ni düşünen kişi ve kurumlar, hayvanlar yararına birtakım girişimlerde
bulunabilir. Bu nedenle devlet, hayvan konusundan bir an önce elini çekmeli,
insan-hayvan çatışmasını körüklemeye bir son vermelidir.
Daha fazla bilgi
için Yeryüzüne Özgürlük Derneği manifestosunu, Hayvanların Yaşam Haklarını
Koruma Derneği tanıtım yazısını ve HYHKD sitesinde yer alan videoları inceleyebilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder