Savaş ve İlksel
Toplumlar
4 Ağustos 2006
Mustafa Cemal,
Sanat ve Hayat Dergisi, 23 Eylül 2002 Pazartesi
Savaş borazanı
barış borazanından önce çalar.
Tarihte de böyle
mi oldu, savaş tamtamlarının meşum sesinin gecenin güzel karanlığını param
parça dağıttığı ayırt edilebilir bir ilk aşama var mıdır? Yoksa hep savaşıp
kıydık mı birbirimizi? Bu yazı ilksel, yani zamandaş olduğumuz ama üretim
kuvvetleri ve ilişkileri bakımından insan tarihinin çocukluk günlerini andıran
toplumları ele alarak savaşı konu ediyor.
Bu tür sorular,
kendi içlerinde çeşitli dallara ayrılmakla birlikte ya insanın biyolojik
doğasına ya da toplumsal doğasına ilişkin temel varsayımlarla yanıtlana
gelmiştir. İnsan doğası bakımından örnek K. Lorenz. Lorenz, Darwinci tezlerden
farklı olarak ya da onları yanlış yorumlayarak, hayvanlarda türdaşlarını
öldürmeye karşı ketleme olmasına karşın, bundan yoksunluğuyla insanın
yaradılıştan bir garabet ve sapkın olduğu görüşündedir. “Savaş içgüdüsü,”
“saldırganlık içgüdüsü,” “dövüşme içgüdüsü,” ” yıkım içgüdüsü,” gibi çeşitli
adlarla insanın türünden veya hayvan oluşundan gelen başkasına zarar vermeyi ve
öldürmeyi istediğini ileri süren akımdır bu. Yaşlılık dönemindeki Freud da,
saldırganlığı, cinsel içgüdünün (libido veya eros) zıttı olarak düşündüğü ölüm
içgüdüsün [destrudo veya thanatos] dışsallaştırılmasıyla ilişkilendiren
görüşüyle bu akımın içinde bulunuyor.
Hobbes da bu
çerçeveye alınabilir ama onda, dışavurulan bir saldırgan iç değildir savaşa yol
açan. Ona göre insanlığın doğal durumu, herkesin kendi beklenti ve çıkarları
için keyfi kuvvete başvurmasının doğurduğu herkesin herkese düşmanlığıdır. Barış,
bu başı bozuk kuvvet kullanımının kolektif bir iradeye yani devlete
dönüştürülmesiyle sağlanır. Benzer bir görüşü Güney Amerika’da Paraguay’da
yaşayan son derece dövüşçü bir halk olan derleyici avcı Guayakiler üzerine
araştırmalarıyla ünlü Clastres ileri sürüyor. Ona göre ilksel toplumlar, kendi
farklılıkların ortaya koymak ve yaşatmak için dağılmayı isteyen toplumlardır.
Küçücük olaylar bile bu farklı olma isteği zemininde (onun deyimiyle) savaşa
meydan verebilir. Savaş, eşitler arasındaki dengeyi sürekli bozan bir simetri
kırıcıdır.
Gerek Hobbes
gerek Clastres, benci bir perspektifi benimsiyorlar. İkisinde de alma esastır.
Öyle ki, Clastres, her almanın bir vermeyle karşılandığı mübadeledeki
simetrinin bu toplumların ölümü olacağını düşünür. Ama, barışı tesis eden
devlet, Hobbes’un düşündüğünden farklılıkla rasyonel bir çözüm olmayıp, bu
savaşlar boyunca sürekli güçlenen birinin, ötekilere boyun eğdirmesiyle
belirir. Böylece bir yandan başlangıçtaki simetri hiyerarşileşme yoluyla
dönüşsüzce kırılmış, ama öte yandan başlangıçtaki farklılık isteği
olumsuzlanmış olur. Devlet, Hobbes için iyi, Clastres için kötü bir şey olarak
barış demektir.
Onlara
karşıtlıkla, önceli Mauss gibi antropolog Lévi-Strauss da barışı mübadelede
görür. Her vermenin, şu ya da bu zaman ve yerde, şu ya da bu nitelikte ve
nicelikte almayla telafi edildiği armağanlaşma olsun, her almanın hemen veya
süresi belirlenerek ertelenmiş bir vermeyle karşılandığı meta mübadelesi olsun
barışla olanaklıdır.
Bu iki kutup
yaklaşım, devlet ile savaşı mübadele ile barışı bağlantılandırarak
saflaşmaktadır. Oysa, bildiğimiz toplumlarda hem armağanlaşma, bey ve uyrukları
arasındaki bir yeniden dağıtım formu olarak hem mübadele, özel mülkiyetin
güvencelenmesinin kuvveti öngerektirmesi yüzünden, kurlaşmayla ve dolayısıyla
devletle uyumludur. Özel mülkiyetsiz bir devlet olanaklıdır ama devletsiz bir
özel mülkiyet, tarafların en azından birbirlerini caydırabilecekleri ölçüde
silahlanmışlıklarını önvarsayar.
Göçebe Derleyici
Avcı Toplumlar ve Savaş
Ya armağanlaşma?
Özel mülkiyet ve devlet, eşitsizliğin ve dolayısıyla herkesin herkesle
savaşının kesin kabulüdür. Armağanlaşma ise, özel mülkiyete kapalı olmakla
birlikte kurlaşma yoluyla devlete açıktır. Bu yüzden bilinen ilk devlet
oluşumlarının hepsi aslında özel mülkiyetsizdir. Başı savaştan kurtulmuş devlet
hiç olmamıştır. Savaşlar devletleri pekiştirmiş, devletler savaşları
kışkırtmıştır. Bildiğimiz tarih, devletlerin giderek güçlendiği ve
yaygınlaştığı, savaşların giderek yeğinleştiği ve ölümcüleştiği bir süreci
anlatmaktadır.
Bu tarih
okunduğunda ilkel insanın savaşçı, uygar insanın barışçı olduğu inancı hiç
doğru görünmüyor. Öyleyse nasıl? Arkeolojik bulgulardan, ok, mızrak saplı
iskeletlere, balta kesiklerine rastlama sıklığının kabile toplumlarıyla birlikte
büyük bir artış gösterdiğini öğreniyoruz. Antropoloji de bunu destekler
görünüyor: Henüz kabileleşmemiş avcı ve derleyici (toplayıcı da deniyor)
toplumlar, geçmişin kalıntıları değildir. Kendi evrimleri ve dolayısıyla
tarihleri vardır ama bir ölçüde de olsa geçmişte olup biteni kestirmeye olanak
tanıyabilirler. Konumuz çerçevesinde önde gelen karakteristiklerini şöyle
sıralayabilirim:
·Bu toplumlar
eşitlikçidir. Bu gün de süren eşitlik etiğinin kurucusu belki onlardı.
Kullandıkları malların büyük kısmını armağanlaşma yoluyla edinirler. Ama et,
özellikle büyük hayvan eti, ortaklaşa bölüşülür;
·Kadın aslında
derleyicidir, erkek aslında avcıdır. Çoğunda, derleyici kadın, toplumun
geçimine besin değeri olarak avcı erkeğe göre daha büyük katkı sağlar.
·Aslen göçebe bir
yaşam sürdürürler. Tanımlanabilir ama hudutsuz bir arazi üzerinde yirmi otuz
kişilik nüfuslar halinde dolanırlar;
·Ana toplumsal
bütünlük oba olmakla birlikte aile düzeyinde saçılabilirler. Ama yanısıra
mevsimlere ve doğal kaynakların dağılımına bağlı olarak yüzlerce oba bir araya
toplanabilir ve iç içe geçebilir. Obalar kapalı bütünlükler değildir, üye
kompozisyonu değişkendir;
·Beysiz
toplumlardır. Sözüne itaat edilen bir bey yoktur, kadın veya erkek sözüne
itimat edilen saygın kişiler vardır;
·Avustralya
derleyici avcıları (aborjin denilen) dışında kadın erkek eşitsizliği ve yaşa
dayalı katı statü farklılığı varsa da zayıftır;
·Yetişkinler ile
çocuk ve gençler arasındaki ilişki özgürlükçüdür. Evlilik öncesi cinsel yaşama
yaklaşımları baskıcı değildir;
·Obalar kardeş
birlikleri olarak dışevlilik yapılarıdır ama soya dayalı bir örgütlenme
değildir. Öteki obaya giden kadın da olabilir erkek de. Evlilikler kırılgandır
ve aborjinler dışında bu toplumlar genellikle iki yerlidir;
·Bolluğun da
açlığında paylaşıldığı, devletsiz ve mübadelesiz (özel mülkiyetsiz), savaşsız
ve barışsız toplumlardır.
Barış, savaşın
olmamasıdır, savaşın yokluğu değildir. Savaş da barışın olmamasıdır, barışın
yokluğu değildir. Savaşın yokluğu barışın yokluğudur; barışın yokluğu da
savaşın. Başka bir anlatımla barış, sadece savaşçı ilişkilerde anlamlı bir
kavramdır ve o ilişkilerde savaşın sürmediğini anlatır. Her barış savaşa
gebedir. Barış halindeki ülkelerin orduları terhis edilmez, savaşçı eğitimi ve
silahlanma, yenileme, araştırma ve geliştirme sürer. İttifaklar korunmaya,
müttefikler çoğaltılmaya çalışılır ve yeni ittifaklar denenir. Caydırma ve
olası bir savaşa hazırlık barış dediğimiz sürecin özsel veçhesidir ve barışın,
savaş yoluyla, savaş tehdidiyle veya savaş tehdidine karşı sürdürüldüğünü
gösterir.
“Su uyur düşman
uyumaz” denir. Kapıyı pencereyi açık bırakıp tatile çıkmayı düşünmek ne kadar
zorsa, savaşa hazırlığı ertelemek de o kadar olanaksızdır günümüz
toplumlarında. Çin setti anımsanabilir burada. Berlin duvarıyla simgelenen
soğuk savaş, dilenirse sıcak barış denilebilecek bir barış formudur. Savaşın
zıttı olarak barış, bir ateşkes veya bırakışmanın ardından girilen süresini
kimsenin tanımlayamayacağı savaşılmayan dönemdir. Ama savaşın yok olduğu değil,
olmadığı bir dönemdir. Barış da telef edicidir, savaş kadar olmasa da.
Marx,
Grundrisse‘de “Savaş barıştan önce meydana çıkmıştır.” yazar. Peki ne zaman
çıkmıştır? Arkeoloji ve antropoloji bunu komünal toprak mülkiyetiyle, yani
toplumların kendi aralarında bir yolla ortak oldukları araziyi, başka toplumlar
karşısında özel mülk gibi sahip çıktıkları durumla ilişkilendiriyor. Bu, aynı
zamanda artı emeğin artı ürün olarak cisimleştiği duruma tekabül ediyor.
Oysa avcı
derleyici toplumların doğadaki değişkenliğin peşini süren göçebe karakteri
belli bir araziye çit çekip sadece bizim demelerine izin vermez. Savaşın
gerektirdiği bir odaktan davranmayı sağlayacak beyli bir örgütlenmeleri yoktur.
Dövüşler grup dövüşlerine dönüşse bile önceden tasarlanmadığı gibi, bir kişinin
yaralanması veya ölmesi halinde hemen bitebilmektedir. Savaş için tasarlanmış
özel araç gereç bulunmadığı gibi, güreş futbol gibi savaşı andıran oyunlar bile
bulunmaz.
AN ESKIMO FAMILY
from National Geographic Magazine, Volume 31 (1917), page 564.Derleyici avcı
toplumlarda savaş ve barış yoktur ama çatışma ve uzlaşma vardır. Uzlaşmalar
akrabalık ilişkilerine yani kardeşliğe, çatışmalar dövüşlere ve sert kavgalara
dönüşebilir. Bununla birlikte bu toplumlar çatışmalara izin vermeyecek kimi toplumsal
dinamikler geliştirmişlerdir. Örneğin Kanada’nın Kuzey batısında yaşayan Utku
Eskimolarında öfkeli tavır ve davranımlar ayıptır. Sık kızsa da öfkesi çabuk
sönen kişilere karşı hoşgörülü olabiliyorlar ama öfke besleyen kişiyi
sevmiyorlar. Saldırgan duygu ve davranışları erdemsizlik olarak görüyorlar.
Bunun yanında,
çatışmaların dövüşlere dönüşmesine karşı da uygun toplumsal ilişki biçimleriyle
önlem alınıyor. Örnek, Zaire’nin yağmur ormanlarında eskiden pigme denilen
Mbutiler. İki kişi arasında meydana gelen münakaşaya çevresindekiler kayıtsız
kalmıyorlar. Uzlaşma sağlamanın güçlüğü ölçüsünde giderek başkalarının da
katılmasıyla hemen herkesin yer aldığı kolektif tartışmalar yapılıyor. Bu
tartışmalar boyunca, utandırma ya da cezalandırma tehdidiyle değil, eğlenceli
atışmalarla, esprilerle, gülüşmelerle havayı yumuşatmaya çalışarak uzlaşma
yolları aranıyor.
Kendine yetmezlik
elbirliğinin olduğu kadar rekabetin; uzlaşma ve uyumun olduğu kadar çatışma ve
dövüşün de temelindedir. Kendine yetmezlik, eğretilemeli bir anlamda sürekli
kıtlık demek. Açık sistemler için kaynaklar hep kıttır. Kendilerini yeniden
üretmeleri, sürekli eylem halinde olmalarını gerektirir. Dolayısıyla aynı
kaynaktan yararlananlar arasında rekabetin ve aynı zamanda aynı kaynağı dönüştürmek
için elbirliğinin zemini hep vardır. Derleyici avcı toplumlar için başta gelen
kendine yetmezlik küçük gruplar halinde yaşamalarından dolayı, cinsiyet
oranının sıkça bozulmasıdır. Yani, obalarda bazen dişi bazen er fazla olur.
Cins kıtlığını savaşla gidermek ölümler yoluyla kıtlığı derinleştirerek sorunu
daha da ağırlaştırır. Bu gün de süren dışevlilik bu toplumların kurucu
çatısıdır ve bir uzlaşma biçimi olarak görülebilir.
Benzer bir
düşünüş biyolojik bir içgüdü olarak görülen saldırganlık için de yapılabilir.
Öbür hayvan türlerinde tanımlı bir dış neden olmaksızın saldırganlık baskın bir
davranış değildir. Güçlü hayvanlar bile kolayca saldırgan davranmazlar. Küçük
yaralanmalar enfeksiyonla ölüme götürebilir veya yüksek çeviklik ve hassaslık
gerektiren avlanma, açlıkla sonuçlanacak derecede aksayabilir.
Savaşçı ve
savaşçı olmayan kültürler üzerinde bir karşılaştırılma
Savaşçılığın
baskın olduğu 34 kültür
- yerleşim yeri
sabit (oturgan)
- çeşitli tarım
türlerinden biri
- metal işleme ve
dokuma var
- kent veya
kasaba var; veya topluluğun ortalama nüfusu elli kişi veya üstünde
- politik
bütünlenme düzeyi devlet
- karmaşık bir
hiyerarşileşme var
- sınıfsal
tabakalaşma var
- kölecilik var
- hasetlendirici
bir servet sergileme tavrı var
- toplumsal yaptırımı
düzeyi taşınabilir mallar üzerinde kamu yaptırımı
- altı aydan
fazla süren gebelik sonrası tabu
- erken yaşta
cinsel ilişki potansiyeli zayıf
- Askeri şana
vurgu yüksek
- aşırı
savaşkanlık
- yüksek bir
narsisim belirtisi
- aşırı
böbürlenme
- çocuklukta
kaygı ve başarıya yönelik eğitim yüksek
Örnekler: Abipon,
Albanians, Araucarrians, Ashanti, Aztec, Chukchee, Creek, Crow, Dieri, Fang,
Fon, Haida, Hano, Hebrews, Iban, Inca, Jivaro, Kazak, Kung, Kutenai, Kwakiutl,
Lango, Maori, Mota, Nama, Navaho, Omaha, Rwala, Samoans, Seri, Shilluk,
Trobriand, Witoto, Yakut.
Savaşçılığın sık
veya kronik olduğu kültürler şöyle listelenmiş: Abipon, Creek, Goajiro, Jivaro,
Maricopa, Murngjn, Papago, Tupinamba.
Savaşçılığın
baskın olmadığı 9 kültür
- oyun ve sporlar
yenişmeci – yerleşim yeri sabit değil (göçebe)
- tarım yok
- metal işleme ve
dokuma bilinmiyor
- kent veya
kasaba yok, ortalama nüfus ellinin altında
- politik
bütünlenme düzeyi özerk topluluk veya aile
- basit bir
kurlaşma var
- sınıfsal
tabakalaşma yok
- kölecilik yok
- servet pek
sergilenmiyor veya kötü karşılanıyor
- toplumsal
yaptırım düzeyi kişisel mallara veya özel yerleşim üzerinde kamu yaptırımı
- gebelik sonrası
tabu sınırlı veya bulunmuyor
- erken yaşta
cinsel ilişki potansiyeli yüksek
- askeri şana
vurgu zayıf
- savaşkanlık az
veya yok denilebilir
- düşük bir
narsisim belirtisi
- böbürlenme az
veya yok denilebilir
- çocuklukta
kaygı ve başarıya yönelik eğitim düşük
- sadece beceri
oyunları
Örnekler: Ainu,
Andamanese, Aranda, Lapps, Semang, Toda, Vedda, Yahgan, Yukaghir.
Savaşçılığın
ender görüldüğü veya sık rastlanmadığı kültürler şöyle listelenmiş: Ainu,
Andamanese, Apinayé, Balinese, Carib, Cayapa, Choroti, Chukchee, Cuna, Gond,
Hano, Huichol, Kazak, Khalka, Lamba, Lepcha, Naskapi, Samoyed, Tanala,
Tarahumara, Tehuelche, Toda, Yakut, Zuñi.
Kaynak:
Dennen’in, Textor’den yaptığı derleme (Textor, R.B., 1967. A Cross-Cultural
Summary).
Saygın kişinin
yerine beyin geçmesi, şarkılı türkülü armağan üretimin yapıldığı serbest
zamanın yerini artı ürün birikimine bırakması, kişisel mülkiyetin yerini
komünal ambarın ve/veya komünal toprak mülkiyetinin alması, tek eşli ve
kırılgan aile yapısının çok karılı ve özellikle babasoylu geniş aileye
evrilmesi, yatay armağanlaşmanın şefe verilen armağanların şenlik ve
bayramlarda şefin armağanı olarak geri döndüğü yeniden dağıtıma ve takasa
dönüşmesi, gelgeç kavgaların yerini kan davalarının alması devletin ve
savaşların yolunu ağır ağır döşeyen önde gelen toplumsal dönüşümlerdir. İnsanın
kan dökücülüğü, biyolojik doğasından değil toplumsal doğasından gelir. Eski bir
Nazi olan Lorenz, insandaki saldırganlığa ve ölümcüğe işaret ederken haklıdır
ama bunu içgüdüye dayandırması kendi geçmişini aklama çalıştığını akla
getiriyor.
Hobbes’un,
devletle barış arasında kurduğu nedensel ilişki yerinde görünüyor. Devlet
gerçekten bireysel zorun yerini alır ama topyekün bir toplumsal örgütlenme
biçimi olarak ilk oluşan komünal devletler bile, özel bir kesimin, ailenin,
soyun, zümrenin toplumu yönetebilirliğinin maddi önkoşulu olarak üreten kesimin
artı emeğine elkoymasına dayanır. Kurlaşmayla birlikte doğal kıtlık toplumsal
kıtlığa dönüşür. Zenginliğin ister bireylerin ister bir grup veya zümrenin tek
elinde toplandığı her durumda varsıllar ve yoksullar ayrımı doğar. Göçebe
derleyici avcı toplumlar bolluğu da yokluğu da bölüşürler. Toplumsal kıtlık
bolluğun ve yokluğun eşitsiz dağılımıdır. Rousseu’nun Hobbes’a karşı ileri
sürdüğü gibi, savaş, doğal ve toplumsal zenginliği sahiplenme ve artı-emeğe
elkoyma biçiminin ortaya çıkardığı bu sürecin ürünüdür.
Haset, nefret,
kin ve utkuyla dönüp duran savaş/barış ikiliğinin yerini dostluk, sevecenlik,
hoşgörü ve neşenin aldığı oyun tadında bir toplumsal durum onca kanlı bir
tarihin ardından acaba hala olanaklı mıdır?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder