Büyük Unutuş
24 Mayıs 2006
Daniel Quinn’in B’nin Öyküsü kitabından, B’nin halka açık
konuşmalarından ilki.
Büyük Unutuş
Her dinleyici kitlesi ve her bir dinleyiciye ailelerimizden aldığımız ve
çocuklarımıza devrettiğimiz kültürel bilincin kesin olarak uygarlığımızın
oluştuğu bin yılda, kültürümüzde Büyük Unutuş üzerine kurulu olduğunu
göstererek başlamalıyım. Uygarlığımızın oluştuğu bu bin yılda neler oldu? Olan,
neolitik çiftçi toplulukların köylere, köylerin kentlere, kentlerin büyük
krallıklara dönüşmesiydi. Bu olayları, işçi sınıfının gelişmesi, bölgesel ve
bölgeler arası ticaret sisteminin oluşması ve ticaretin ayrı bir iş olarak
kurulması izledi. Tüm bunlar olurken unutulan şey, bunların hiç olmadığı bir
zamanın yaşandığı gerçekliği idi. Bu zamanda insan yaşamı, hayvan üretimi ve
tarım yerine, avlanma ve toplama ile sürüyor, köy, kasaba ve krallıklar düşünce
ötesinde kalıyor, kimse çömlek ya da sepet yapıcı veya metal işçisi olarak
çalışmıyor, ticaret resmi olmayan ve sıradan bir şey olarak görülüp bir yaşam
tarzı olarak algılanmıyordu.
Unutuşun gerçekleşmesine şaşmamalı. Aksine, unutmamak zor olmalı. Avcı,
toplayıcı geçmişimizle ilgili anılara, onları yazılı saklayabilmek için beş bin
yıl sadık kalabilmemiz gerekirdi.
İnsanlık tarihini yazabilene kadar, kültürümüzün kökeni çok eski olaylar
haline geldi, ama bu onları düşünülemez kılmaz. Aksine bu olaylar basit manalar
çıkarılarak düşünülemez. Günümüz krallık ve imparatorluklarının geçmişe göre
daha kalabalık ve büyük oldukları açıktır. Günümüz zanaatkarlarının da geçmişe
göre daha bilgili ve yetenekli oldukları açıktır. Günümüz ticaret mallarının
geçmişe göre daha fazla oldukları da açıktır. Bunu anlamak için fazla zeki
olmaya gerek yok. Çünkü zamanda geriye döndüğümüzde, nüfus nedeni ile kentlerin
daha ufak, işçiliğin daha ilkel ve ticaretin daha gelişmemiş olduğunu görürüz.
Gerçekte yeterince geriye döndüğümüzde, kentsiz, işçiliksiz ve ticaretsiz bir
başlangıç bulacağımız çok açık.
Farklı teori olmadığı için insan ırkının orijinal erkek ve kadından
oluşan tek bir insan çiftinden ortaya çıktığını düşünmek mantıklı, hatta
kaçınılmazdı. Bu varsayımda mantıksızlık yoktu. Orijinal erkek ve kadının
varlığı ilahi yaratım gerçeği karşısında durmuyordu. Belki her şey böyle
başladı. Belki dünyanın başlangıcında bir kadın ve bir erkek, bir boğa ve bir
inek, bir koç ve bir koyun ve diğerleri vardı. Bu noktada kim daha iyi bilebilir?
Kültürel atalarımız tarım devrimi ile ilgili hiçbir şey bilmiyordu. Tüm
bilebildikleri, tıpkı bir geyiğin otlayarak varolması gibi insanın da
çiftçilikle varolduğu idi. Onların görüşüne göre tarım ve medeniyet, düşünmek
ve konuşmak kadar insana özgü idi. Avcı toplayıcı geçmişimiz sadece
unutulmamış, artık düşünülemez hale gelmişti.
Büyük unutuş, entelektüel yaşamımıza en başında işlenmişti. Bu işlenme
Mısır, Sümer, Asur, Babil, Hindistan ve Çin’de sayısız yazıt ve daha sonra
İsrail’de Musa, Samuel ve Elijah, eski Roma’da Fabius Pictor ve Cato, Çin’de
Ssu-ma T’an ve oğlu Ssu-ma Ch’iyen ve sonra Herodotus, ve Xenophon tarafından
yapıldı. (Anaximandros her şeyin formsuz maddeden oluştuğunu ve erkeğin balıksı
atalarından oluştuğunu söylese de , tıpkı diğerleri gibi büyük unutuşun
farkında değildi.) Bunlar İsaiah ve Jeremiah, Konfüçyüs ve Buda, Tales ve
Heraklitus’un öğretmenleriydi ve onlar da İsa, Lao-tazu ve Socrates, Platon ve
Aristoteles’in ve onlar da Aquinolu Thomas ve Bacon ve Galileo ve Newton ve Descartes’ın
öğretmenleri idi. Her biri işlerinde büyük unutuşu barındırarak tarih, felsefe
ve teolojide yer alan her metinde bunu sorgulanamaz hale getirdiler.
Şimdi umarım çoğunuz okullarda niçin Büyük Unutuş ile ilgili tek bir
kelime bile duymadığınızı bilmek için sabırsızlanıyorsunuzdur. Bunu
sorguluyorsanız, bilmenizi isterim ki bu hayati soru bu gezegendeki
türlerimizin geleceği için önemlidir.
Büyük Anımsama
Büyük Unutuş’ta unutulan şey, insanların diğer türlerden evrimleştiği
değildi. Paleolitik ya da mezolitik insanların evrim geçirdiklerini düşünmek
için en ufak bir neden yok. Unutulan şey, tarım öncesi insanların tamamen
farklı bir şekilde yaşadıklarıydı.
Bu Büyük Unutuş’un niçin evrim teorisi gelişiminde yer almadığını
açıklar. Evrimin gerçekte bununla bir ilgisi yoktur. Büyük Unutuş’u ortaya
çıkaran paleontoloji idi ve bunu evrim teorisi olmadan da başarırdı. Bunu,
uygarlık başlangıcından, ilk ekilen üründen çok çok zaman önce insanın var
olduğunu açıkça ortaya koyarak yaptı.
Paleontoloji, insanlık, tarım ve uygarlığın aynı zamanda ortaya çıktığı
fikrini çürüttü. Tarih ve arkeoloji, tarım ve uygarlığımızın yalnızca birkaç
bin yıllık geçmişi olduğunu gösterirken, paleontoloji insanlığın milyonlarca
yıl öncesine dayandığını, insanın çiftçilik yaparak ve uygarlık inşa ederek
doğmadığını kanıtladı. Paleontoloji bizi insanların tamamen farklı bir şekilde,
toplayıcı ve evsiz konar göçer olarak doğduğu sonucuna varmamız için zorladı ve
Büyük Unutuş’ta unutulan şey de buydu.
Kültürümüzün kurucu düşünürleri , insanların milyonlarca yıl öncesinden
beri bu gezegende tarım ve uygarlık olmaksızın gayet iyi biçimde yaşadıklarını
bilselerdi, neler yazarlardı merak ediyorum. Tek varabildiğim sonuç,
entelektüel tarihimizin şu anda kütüphanelerde var olandan tamamen farklı
olacağıdır.
Ancak işte insan tarihinin en şaşırtıcı olaylarından biri: Onsekizinci,
ondokuzuncu ve yirminci yüzyıl düşünürleri sonunda kültürümüzde yer alan
düşünce biçiminin tamamen yanılgı üzerine kurulduğunu kabul ettiklerinde,
kesinlikle hiçbir şey olmadı.
Hiçbir şeyin meydana gelmediğini fark etmek pek kolay değil. Bu
düşünürlerin yaptığı kayda değer şey de bu: Hiçbir şey. Açık olarak bir şey
yapmayı umursamadılar. Kültürümüz kurucuları olan düşünürleri yeniden
incelemeyi ve kökleri hakkında gerçekleri bilselerdi ne yapacaklarını
araştırmayı umursamadılar. Korkarım gerçek şu ki, inandığımız şeylerin
değişmesini istemediler. Unutmaya devam etmek istediler… ve yaptıkları da bu
oldu.
Elbette bazı itiraflara zorlanmışlardı. Artık insanların çiftçi olarak
doğduklarını öğretmeyi sürdüremezlerdi. Tarımın çok yeni bir gelişme olduğu
gerçeğini kabul etmek zorunda kaldılar. Kendi kendilerine, “Peki, o zaman bunu
bir devrim olarak görelim, Tarım Devrimi,” dediler ve bu en kötü düşünceydi,
ancak kim onlarla tartışabilirdi ki? Tüm olanlar utanç vericiydi ve onlar bunu
böylesine bir etiketle gizleyebildikleri için memnunlardı. Böylece Tarım
Devrimi ortaya çıkarılarak, yıllarca yinelenecek yeni bir yalan yaratıldı.
Tarihçiler insanların gerçek geçmişini öğrendiklerinde rahatsız
olmuşlardı. Tüm disiplinleri, dünya görüşleri her şeyin birkaç bin yıl önce
insanın ortaya çıkıp hemen ardından tarım ve uygarlıkların kurulduğunu öğreten
kişilerce şekillendirilmişti. Tarih buydu, birkaç bin yıl önce çiftçi insanların
birkaç bin yıl içinde toplu hayata geçip köyler kurması ve köylerin krallıkları
oluşturmasıydı. Önemsenen buydu ve hak edilen, öncesindeki milyonlarca yıl
unutulmuştu.
Tarihçiler bu kalan parçaya dokunmadılar ve bunun için öne sürdükleri
neden de bunu incelemeye gerek olmadığı düşüncesiydi… Çünkü bu tarih değildi.
Bu yeni bulunan, tarih öncesi bir dönemdi. İşte kurtuluşları bu oldu. Bırakın
bu dönemi gerçek tarihçiler değil, daha düşük nitelikliler, yani tarih öncesi
ile ilgilenenler incelesin. Bu sayede tarihçiler Büyük Unutuş’u onayladılar.
Bakmaya değmez bir dönem… Hiçbir şeyin olmadığı koskoca bir dönem…
Büyük Anımsama bu yolla önemli bir hal aldı. Kültürümüzün entelektüel
gardiyanları –tarihçiler, felsefeciler, teologlar- bu konuda bir şey duymak istemediler.
Disiplinlerinin tüm kökleri Büyük Unutuş’a dayanıyordu ve bu kökleri yeniden
incelemek istemediler. Büyük unutuş’un sürmesinden son derece memnun kaldılar.
Bugün çocuklarımıza sunduğumuz dünya görüşü yüz yıl önce sunulandan farklı
değil. Farklılıklar yüzeysel. Çocuklarımıza insanlığın sadece birkaç bin yıl
önce başladığını öğretiyoruz. Çocuklarımıza insanlığın uygarlık olduğunu
öğretmek yerine, tarihin uygarlıktan ibaret olduğunu öğretiyoruz. Ama herkes
bunların aynı söylem olduğunu biliyor.
Bu yolla beşeriyet tarihi tam olarak kültürümüz tarihine indirgenerek,
geriye kalan yüzde doksandokuzu gözardı edildi.
Tarım Devrimi Mitolojisi
Dünyanın evrenin hareketsiz merkezi olduğu düşüncesi binlerce yıldır
insanlığın kabul ettiği bir tezdi. Kendince zararsız olan bu düşünce, binlerce
yanlışa yol açarak evren hakkında anlayışımızı oluşturdu. Okullarda
öğrendiğimiz ve çocuklarımıza öğrettiğimiz Tarım Devrimi düşüncesi de kendince
aynı şekilde zararsız görünüyor. Ancak o da binlerce yanlışa yol açarak bu
gezegende olanlar hakkındaki anlayışımızı oluşturuyor.
Bir fındık kabuğuna sığabilecek Tarım Devrimi’nin anafikri, insanların
toplayıcılıktan vazgeçerek tarımı seçtikleri düşüncesine dayanıyor. Bu kavram
iki önemli noktayı yanlış yönlendiriyor: İlki toplayıcılık gibi tarımı da tek
bir şey olarak göstermesi ve ikincisi ise bu tek şey olan tarımın her yerde
aynı zamanda sevgiyle kucaklandığını belirtmesi. Bu ilk yargıda o kadar küçük
bir doğruluk payı var ki, buna değinmeyecek ve diğerini açıklayacağım:
On bin yıl önce bizim özel tarım biçimimizin Yakındoğu’da oluşmasından
önce, dünyada birçok farklı tarım biçimi yer alıyordu. Bizim tarzımızı
totaliter tarım olarak adlandırıyorum, çünkü tüm yaşam biçimlerini insan gıdası
olarak görüyor. Bu tarz ile inanılmaz besin stoku oluşturularak hızlı nüfus
artışı sağlandı. Bu hızlı nüfus artışı da yoluna çıkan diğer tarzları yok eden
bir coğrafi yayılmaya yol açtı. Bu yayılma ve diğer yaşam tarzlarının yok
edilmesi, duraksamadan bin yıl devam ederek sonunda onbeşinci yüzyılda Yeni
Dünya’ya ve günümüzde Afrika, Avustralya, yeni Gine ve Güney Amerika’ya ulaştı.
Kültürümüz düşünürleri, yaptığımız şeyin gerçekte tüm dünyada başından
beri yaptıkları şey oluğunu düşündü ve ondokuzuncu yüzyıl düşünürleri böyle
olmadığını kabullenmeye zorlandığında, bu yaptığımızın son on bin yıldır tüm
dünyada yapılan bir şey olduğunu düşündüler. Kolaylıkla daha iyi bilgiler
almaya çalışabilirlerdi, ama belli ki bu, uğraşmaya değmez bir konuydu.
Doğu ve Batı
Doğu’nun Batı’dan derin bir boğazla ayrıldığı bilgisi, kültürel
mitolojimizin değişmez bir parçası olmuştur. Bu nedenle insanlar Doğu ve
Batı’dan tek bir kültür olarak söz ettiğim zaman beni anlayamazlar. Doğu ve
Batı, aynı anne babaya sahip ikizlerdir, ancak birbirlerine baktıklarında gördükleri
farklılıklar karşısında hayrete düşer, biyolojik izler gibi benzerlikleri
gözardı ederler. Aralarında var olan köklü kültür benzerliğini fark etmek için
benim gibi dışarıdan bakmak gerekir.
Kültürümüz insanları, Batı ve Doğu, bunu totaliter tarımla yaparlar ve
başından beri de böyle yapmışlardır. Son on bin yıldır Doğu ve Batı,
kültürlerini totaliter tarım üzerine inşa etmişlerdir.
Totaliter tarım, yaşamak için gerekenden fazlasını almaktır. Bu
gezegende gelişen en zahmetli yaşam tarzının kaynağıdır. Bir çok dinleyici için
hayret uyandırıcı görünse de bizim kültürümüz dışında kimse yaşamak için bu
kadar çok çalışmıyor. Geçmiş kırk yılda bu öylesine net belirlenip yazılmıştır
ki, hiçbir yerde aksini iddia edebilecek bir antropologa rastlayamazsınız.
Benim inancıma göre, bu yaşam tarzının işçiliği Doğu ve Batı insanlarına
başka bir özdeşlik daha sağlamıştır: Bu, ruhsal görünüşlerindeki özdeşliktir.
Doğu ve Batı’nın kocaman bir boğazla ayrıldığını düşünmek ortak bir görüş
olmasın karşın, benim için ikisi de aynıdır, çünkü ikisi de insanların
kurtarılması gerektiği gibi garip bir düşünceye derinden bağlıdırlar. Son
yıllarda, Batı dinlerinin kurtarılma renkleri Beat, Hippi ve New Age pazarlar
nedeniyle zayıflamış görünebilir, ama doğal yerleşim alanlarında orijinal
halleri net olarak görülmektedir.
Doğu ve batıda kurtarılma fikrinin sonu ve anlamının farklı olduğu
tartışılmaz, bunlar dünyanın her yerindeki tüm kurtarıcı dinlerde farklılık
göstermektedir, bu nedenle bu dinler birbirinden ayrı tutulabilir. Ana gerçek
şudur ki, Doğu ya da Batı veya dünyanın herhangi bir yerinde bir yabancıya
yaklaşıp, “Bırak sana nasıl kurtarılacağını göstereyim,” dediğinde seni
anlayacaktır.
Yakın Tarihin Hiçliği
Kültürümüzün kurucu düşünürleri geçmişe baktıklarında, tarım öncesinde
hiçbir şey görmediler. Görmeyi bekledikleri de zaten buydu, ki onlara göre
balık su olmadan nasıl var olamaz ise, insan da tarım öncesinde var olamazdı.
Onlara göre tarım öncesi insanını incelemek, hiç kimseyi incelemek anlamında
idi.
Ondokuzuncu yüzyılda tarım öncesi insanını inkar etmek mümkün olamayacak
bir aşamaya gelindiğinde, kültürümüz düşünürleri atalarının düşüncelerini
yıkmak istemeyerek tarım öncesi insanını incelemeyi, kimseyi incelemeyerek
gerçekleştirdiler. Tarım öncesi insanlarının tarihsiz yaşadıklarını
söyleyemeyeceklerini biliyorlardı, bu nedenle de onların tarih öncesinde
yaşadığını söylediler. Eminim tarih öncesinin ne demek olduğunu biliyorsunuz.
Bu bir bakıma su öncesi gibidir ve hepiniz su öncesinin ne anlama geldiğini bilirsiniz.
Su öncesinde balıkların susuz yaşamaları gibi, tarih öncesi insanları da
tarihsiz yaşamışlar anlamına gelir.
Sürekli üzerinde durduğum gibi, kültürümüz kurucu düşünürleri insanın
tarımcı olarak dünyaya geldiğini ve medeniyet yapıcı olduğunu benimsemişlerdi.
Ondokuzuncu yüzyıl düşünürleri bunun ötesine geçmeye zorlandıklarında
yaptıkları şu oldu: İnsan tarımcı ve medeniyet yapıcı olarak doğmamış olabilir,
ama yine de tarımcı olmak ve medeniyet yapmak için dünyaya gelmişti. Başka bir
deyişle, tarih öncesi olarak adlandırılan bu kurgu insan, kültürel bilincimize
çok çok yavaş bir başlangıç olarak tanıtılmış ve tarih öncesi de insanların çok
çok yavaş bir şekilde tarımcı ve medeniyet yapıcı olmasının bir kaydı olarak
kabul edilmiştir. Bunu kanıtlamak için küçük bir ipucuna ihtiyacınız olursa
tarihöncesi insanların “Taş Devri” insanı olarak anılmasını bir düşünün. Bu
sınıflandırma, ondokuzuncu yüzyıl insanına göre, taşların “acınacak durumdaki”
atalarımız için gazete ve lokomotif kadar önemli olduğunu bir an bile
düşünmeyenler tarafından yapılmıştır. Tarihöncesi insanlar için taşların ne
kadar önemli olduğu konusunda fikir sahibi olmak isterseniz Yeni Gine ya da
Brezilya’da modern “Taş Devri” kültürlerini ziyaret edin; orada taşların,
insanların yaşamları için zamkın, bizim için yaşamsal olduğu kadar önemli
olduğunu görürsünüz. Elbette her dönem taşları kullandılar –bizim de
yapıştırıcıyı kullanmamız gibi- ama onları “Taş Devri” insanı olarak
adlandırmak bizi “Yapıştırıcı Devri” insanları olarak adlandırmak kadar
anlamsız olacaktır.
Tarım Devrimi Mitolojisi (devam)
En başlarda kültürümüz düşünürleri insan gelişimini şu şekilde
açıklıyorlardı:
1.gif
Ondokuzuncu yüzyıl düşünürleri ise bunu şu şekilde geliştirdiler:
2.gif
Doğal Olarak Tüm İnsan Tarihinin “Biz”e –bizim kültürümüz insanına-
ulaşmaya çalıştığına inanmakta duraksamadılar ve o günden beri okullarımızda
öğretilen de bu. Ne yazık ki bu noktada varılan birçok sonuç öylesine yanlış
gerçekler yarattı ki, tepsi şeklindeki dünyayı savunan deliler gibi entelektüel
devler yaratıldı.
Dünyada tek insanın bizim kültürümüz insanı olmadığı gerçeğini kabul
etmeye başlarsanız, ortaya çıkan görünüm şöyle olur:
3.gif
Bu şema, insanlıkta bizim düşündüğümüz Batı ve Doğu ayrımından çok daha
derin bir ayrımı gösterir. Burada Büyük Unutuş’u deneyimleyen ve deneyimlemeyen
insanların ayrımını görürüz.
Sınırlı Rekabet Kuralı
Büyük Unutuş boyunca kültürümüz insanları “vahşi” yaşamın “orman yasası”
olarak bilinen, “öl ya da öldür” gibi tek bir acımasız kural ile yönetildiğine
inandılar. Son yıllarda tahmin etme yerine inceleme yöntemi sayesinde
etolojistler bu “öl ya da öldür” yasasının kurgu olduğunu keşfettiler. Gerçekte
evrensel olarak gözlemlenen bir yasalar sistemi “ormanın” sakinliğini sağlıyor,
türleri ve hatta bireyleri koruyarak topluluğun bir bütün olarak iyi olmasını
destekliyor. Bu yasalar sistemi diğer adların yanı sıra, barışçı yasa, sınırlı
rekabet yasası ve hayvanlar etiği olarak adlandırılır.
Sınırlı rekabet yasası kısaca şudur: Kapasitenin sonuna kadar rekabet
edebilirsin, ama yine de rakiplerini avlayamaz, besinlerini yok edemez ya da
besine ulaşmalarını engelleyemezsin. Başka bir deyişle rekabet edebilirsin,
ancak rakiplerine savaş açamazsın.
Üreme yeteneği açık olarak biyolojik başarı için ilk gerekli olan şeydir
ve her türün bu ana düşünce ile varolduğundan emin olabiliriz. Aynı şekilde
sınırlı rekabet yasası da biyolojik başarının ilk gerekliliğidir ve her türün
bu yasayı izleyerek var olduğundan emin olabiliriz.
İnsanlar da sınırlı rekabet yasasını izleyerek var oldular. Bu,
biyolojik olarak diğer tüm türler gibi yaşadıklarını, kapasitelerinin sonuna
kadar rekabet ettiklerini, ama rakiplerine savaş açmadıklarını söylemenin başka
bir şekli. Yasayı izleyerek var oldular ve bu, yaklaşık on bin yıl öncesine,
Yakındoğu’da tek bir kültür insanlarının, yasanın aksine rakiplerini avlayarak,
besin kaynaklarını keserek veya besine ulaşmalarını engelleyerek rakiplerine
savaş açan bir tarım şekli yaratmasına kadar böyle sürdü. Bu bizim kültürümüzde
Doğu ve Batı’da yaşanan ve başka bir yerde olmayan tarım şeklidir.
Alanlar ve Bırakanlar
Sonunda “kültürümüz insanları” ve “diğer kültürlerin insanları” diye
tanımladığımız bu karmaşık ve puslu anlatımlardan kurtulabileceğimiz bir
noktaya geldik. “Yasayı izleyenler” ve “Yasayı reddedenler” tanımıyla da devam
edebiliriz ancak bu insanları tanımlamak için bir arkadaşım onlara, “Alanlar”
ve “Bırakanlar” adını vererek daha basit bir yol buldu. Bulduğu isimleri şöyle
açıkladı: “Bırakanlar yasayı izleyerek dünyanın yönetimini tanrıların ellerine
bırakanlar, Alanlar ise yasayı reddederek dünyanın yönetimini kendi ellerine
alanlardır. Bu terminolojiden tatmin olmamıştı ve ben de tam olarak memnun
değilim, ancak bugüne kadar daha iyi bir tanım bulamadığım için, bir anlam ifade
ediyorlar.
Burada atlanmaması gereken önemli nokta, Bırakanlar arasında kültürel
sürekliliğin devam ettiği ve bu sürekliliğin türümüz başlangıcına, üç milyon
yıl öncesine kadar uzandığıdır. Homo habilis, Bırakan olarak doğmuştu ve aynı
yasa günümüzde Brezilya Yanonami’leri, Kalahari Bushmen’leri ve dünyanın her
yerindeki gelişmemiş bölgesinde, yüzlerce aborijinal insan tarafından
izlenmektedir.
Büyük Unutuş’ta durdurulan, temel olarak bu süreklilikti. Başka bir
deyişle, bizi üç milyon yıldır koruyan yasayı reddettikten ve kendimizi
biyolojik topluluğun geri kalanıyla düşman kıldıkta sonra, böyle bir yasanın
var olduğunu tamamen unutarak dışlanmışlığımızı sindirdik.
4.gif
İyi ve Kötü Haber
Beni biraz tanırsanız birçok kötü adla anıldığımı da bilirsiniz. Bunun
nedeni iyi haberlerim, yani uzun zamandır duymadığınız kadar iyi haberlerim
olduğudur. İyi haber getirmenin beni bir kahraman yapacağını düşünebilirsiniz,
ancak durumun böyle olmadığına inanın. Kültürümüz insanları kötü haberlere alışkındır
ve hep kötü haber bekler. İyi haberlere devam etmeden önce izin verin
insanların her zaman duymaya alışkın olduğu kötü haberleri netleştireyim.
Kültürümüz insanı bu gezegenin kamçısıdır ve yalnızca birkaç bin yıl
önce felaket getirmek için doğmuştur.
İnanın bunları söyleyerek dünyanın her yerinde alkışlara tutulabilirim.
Ama burada verdiğim haber çok daha farklı:
İnsan birkaç bin yıl önce doğmamıştı ve felaket getirmek için dünyaya
gelmemişti.
Ve işte bu nedenle eleştiriliyorum.
İnsan MİLYONLARCA yıl önce doğmuş ve kartallar veya aslanlardan daha
zalim değildi. Dünya ile “barış içinde” yaşadı… Hem de “milyonlarca yıl.”
Bu, insanın bir zamanlar aziz olduğu anlamına gelmiyor. Dünyada Buda
gibi dolaştığı anlamına da gelmiyor. Bu bir sırtlan veya köpekbalığı ya da
yılan kadar zararsız yaşamış olduğu anlamına geliyor.
Dünyanın felaketi olan “insan” değil, tek bir kültürdür. Binlerce kültür
arasında sadece tek bir kültür, “bizim” kültürümüz.
Ve işte verdiğim iyi haber:
Kurtulmak için “insanlığı” değiştirmemiz gerekmiyor. Sadece bu tek
kültürü değiştirmemiz gerekiyor.
Bunun kolay bir görev olduğunu söylemiyorum ama en azından olanaksız
değil.
Dinleyicilerin Soruları
Soru: Din adamlarının “düşüş” dediğinin, bizim kültürümüz olduğunu mu
söylüyorsunuz?
Yanıt: Tam olarak yaptığım şey bu. Bu iki olay arasındaki
benzerliklerden –ikisinin de tarımın doğuşu ile bağlantılı olduğu ve ikisinin
de dünyanın aynı bölgesinde varolduğu gerçeği- elbette uzun zamandır söz
ediliyor. Ancak ikisini tek bir olay olarak tanımlama zorluğu, “düşüş”ün ruhsal
bir olay olarak görülmesi ve kültürümüzün doğuşunun ise teknolojik bir olay
olarak algılanmasından kaynaklanmasıdır. Korkarım başka bir zaman buraya gelip
sizinle bu teknolojin derin manevi dallarını tartışmamız gerekecek.
S: İnsanların kültürümüz öncesinde dünyayla barış içinde yaşadıklarını
söylediniz. Ancak son kanıtlara göre toplayıcı atalarımızın, bir çok türü
tamamen yok edene kadar avladıkları ortaya çıkmadı mı?
Y: Sanırım hala birkaç dakika önce söylediklerimi tekrar edebilirim.
İnsan dünya ile barış içinde yaşadı derken, “bu, dünyada Buda gibi dolaştığı
anlamına gelmiyor. Bu, bir sırtlan veya köpekbalığı ya da yılan kadar zararsız
yaşadı anlamına geliyor,” demiştim. Dünyada ne zaman yeni bir tür var olmaya
başlasa, yaşam topluluğunda düzenlemeler oluşur ve bazı düzenlemeler bazı
türler için ölümcül olabilir. Örneğin kedi ailesinin güçlü avcıları binyıllarca
önce var olduğunda, bu olayın düzenlemeleri yaşam topluluğunda deneyimlendi.
Bazı türler, kedilerin avladığı kadar çabuk çoğalamadıkları için yok oldu. Bazı
kedilerin rakipleri de yok oldu, çünkü rekabet edemiyorlardı. Yeterince hızlı
veya güçlü değillerdi. Bu yok olma ve var olmalar aslında evrimin sonucudur.
Mezolitik dönem insanı olan avclar, mamutları yok edene kadar avlamış
olabilirler, ama bunu kesinlikle bizim çiftçilerimizin sadece onlardan
kurtulmak amacıyla sırtlan ve kurtları avladığı gibi politik bir karar olarak
uygulamadılar. Mezolitik avcılar dev geyikleri de yok etmiş olabilirler, ama
bunu kesinlikle fildişi avcılarının filleri avladığı gibi duygusuzluğumuz
nedeniyle yapmadılar. fildişi avcıları her avın bu türü yok etmeye bir adım
daha yaklaştırdığını gayet iyi bilirken Mezolitik avcılar dev geyiklerle ilgili
böyle bir şeyi düşünemezlerdi.
Akılda tutulması gereken şey şu: Totaliter tarımın politikası istenmeyen
türleri yok etmektir. Eski toplayıcılar herhangi bir türü yok etmişlerse bunu
kendi besin kaynaklarını yok etmek için yapmadıkları kesindir!
S: Tarım, kıtlığa bir çözüm olarak ortaya çıkmadı mı?
Y: Tarım, kıtlık için işe yaramayan bir çözümdür. Kıtlığa ekim yaparak
çözüm bulmanın, düşen bir uçakta paraşüt dikmek gibi bir çözümden farkı yoktur.
Tarımın kıtlığa bir çözüm olarak ortaya çıktığını söylemek, sigaranın akciğer
kanserine bir çözüm olarak ortaya çıktığını söylemekten farksızdır. Tarım
kıtlığı yok etmez, yaratır – kıtlığın ortaya çıkması için ortam yaratır. Tarım,
daha çok insan aynı alanda, o alanın taşıyabileceğinden fazla insanın
yaşamasına olanak tanır ve kıtlık bu nedenle oluşur. Örneğin tarım Afrika’da
çoğalan nüfusun bölge kaynaklarını yok etmesine neden olmuştur ve bu insanlar
şu anda bu nedenle açlık çekiyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder