15 Ekim 2011 Cumartesi

Daniel Quinn - Büyük Unutuş


Büyük Unutuş
24 Mayıs 2006

Daniel Quinn’in B’nin Öyküsü kitabından, B’nin halka açık konuşmalarından ilki.

Büyük Unutuş

Her dinleyici kitlesi ve her bir dinleyiciye ailelerimizden aldığımız ve çocuklarımıza devrettiğimiz kültürel bilincin kesin olarak uygarlığımızın oluştuğu bin yılda, kültürümüzde Büyük Unutuş üzerine kurulu olduğunu göstererek başlamalıyım. Uygarlığımızın oluştuğu bu bin yılda neler oldu? Olan, neolitik çiftçi toplulukların köylere, köylerin kentlere, kentlerin büyük krallıklara dönüşmesiydi. Bu olayları, işçi sınıfının gelişmesi, bölgesel ve bölgeler arası ticaret sisteminin oluşması ve ticaretin ayrı bir iş olarak kurulması izledi. Tüm bunlar olurken unutulan şey, bunların hiç olmadığı bir zamanın yaşandığı gerçekliği idi. Bu zamanda insan yaşamı, hayvan üretimi ve tarım yerine, avlanma ve toplama ile sürüyor, köy, kasaba ve krallıklar düşünce ötesinde kalıyor, kimse çömlek ya da sepet yapıcı veya metal işçisi olarak çalışmıyor, ticaret resmi olmayan ve sıradan bir şey olarak görülüp bir yaşam tarzı olarak algılanmıyordu.

Unutuşun gerçekleşmesine şaşmamalı. Aksine, unutmamak zor olmalı. Avcı, toplayıcı geçmişimizle ilgili anılara, onları yazılı saklayabilmek için beş bin yıl sadık kalabilmemiz gerekirdi.

İnsanlık tarihini yazabilene kadar, kültürümüzün kökeni çok eski olaylar haline geldi, ama bu onları düşünülemez kılmaz. Aksine bu olaylar basit manalar çıkarılarak düşünülemez. Günümüz krallık ve imparatorluklarının geçmişe göre daha kalabalık ve büyük oldukları açıktır. Günümüz zanaatkarlarının da geçmişe göre daha bilgili ve yetenekli oldukları açıktır. Günümüz ticaret mallarının geçmişe göre daha fazla oldukları da açıktır. Bunu anlamak için fazla zeki olmaya gerek yok. Çünkü zamanda geriye döndüğümüzde, nüfus nedeni ile kentlerin daha ufak, işçiliğin daha ilkel ve ticaretin daha gelişmemiş olduğunu görürüz. Gerçekte yeterince geriye döndüğümüzde, kentsiz, işçiliksiz ve ticaretsiz bir başlangıç bulacağımız çok açık.

Farklı teori olmadığı için insan ırkının orijinal erkek ve kadından oluşan tek bir insan çiftinden ortaya çıktığını düşünmek mantıklı, hatta kaçınılmazdı. Bu varsayımda mantıksızlık yoktu. Orijinal erkek ve kadının varlığı ilahi yaratım gerçeği karşısında durmuyordu. Belki her şey böyle başladı. Belki dünyanın başlangıcında bir kadın ve bir erkek, bir boğa ve bir inek, bir koç ve bir koyun ve diğerleri vardı. Bu noktada kim daha iyi bilebilir? Kültürel atalarımız tarım devrimi ile ilgili hiçbir şey bilmiyordu. Tüm bilebildikleri, tıpkı bir geyiğin otlayarak varolması gibi insanın da çiftçilikle varolduğu idi. Onların görüşüne göre tarım ve medeniyet, düşünmek ve konuşmak kadar insana özgü idi. Avcı toplayıcı geçmişimiz sadece unutulmamış, artık düşünülemez hale gelmişti.

Büyük unutuş, entelektüel yaşamımıza en başında işlenmişti. Bu işlenme Mısır, Sümer, Asur, Babil, Hindistan ve Çin’de sayısız yazıt ve daha sonra İsrail’de Musa, Samuel ve Elijah, eski Roma’da Fabius Pictor ve Cato, Çin’de Ssu-ma T’an ve oğlu Ssu-ma Ch’iyen ve sonra Herodotus, ve Xenophon tarafından yapıldı. (Anaximandros her şeyin formsuz maddeden oluştuğunu ve erkeğin balıksı atalarından oluştuğunu söylese de , tıpkı diğerleri gibi büyük unutuşun farkında değildi.) Bunlar İsaiah ve Jeremiah, Konfüçyüs ve Buda, Tales ve Heraklitus’un öğretmenleriydi ve onlar da İsa, Lao-tazu ve Socrates, Platon ve Aristoteles’in ve onlar da Aquinolu Thomas ve Bacon ve Galileo ve Newton ve Descartes’ın öğretmenleri idi. Her biri işlerinde büyük unutuşu barındırarak tarih, felsefe ve teolojide yer alan her metinde bunu sorgulanamaz hale getirdiler.

Şimdi umarım çoğunuz okullarda niçin Büyük Unutuş ile ilgili tek bir kelime bile duymadığınızı bilmek için sabırsızlanıyorsunuzdur. Bunu sorguluyorsanız, bilmenizi isterim ki bu hayati soru bu gezegendeki türlerimizin geleceği için önemlidir.

Büyük Anımsama

Büyük Unutuş’ta unutulan şey, insanların diğer türlerden evrimleştiği değildi. Paleolitik ya da mezolitik insanların evrim geçirdiklerini düşünmek için en ufak bir neden yok. Unutulan şey, tarım öncesi insanların tamamen farklı bir şekilde yaşadıklarıydı.

Bu Büyük Unutuş’un niçin evrim teorisi gelişiminde yer almadığını açıklar. Evrimin gerçekte bununla bir ilgisi yoktur. Büyük Unutuş’u ortaya çıkaran paleontoloji idi ve bunu evrim teorisi olmadan da başarırdı. Bunu, uygarlık başlangıcından, ilk ekilen üründen çok çok zaman önce insanın var olduğunu açıkça ortaya koyarak yaptı.

Paleontoloji, insanlık, tarım ve uygarlığın aynı zamanda ortaya çıktığı fikrini çürüttü. Tarih ve arkeoloji, tarım ve uygarlığımızın yalnızca birkaç bin yıllık geçmişi olduğunu gösterirken, paleontoloji insanlığın milyonlarca yıl öncesine dayandığını, insanın çiftçilik yaparak ve uygarlık inşa ederek doğmadığını kanıtladı. Paleontoloji bizi insanların tamamen farklı bir şekilde, toplayıcı ve evsiz konar göçer olarak doğduğu sonucuna varmamız için zorladı ve Büyük Unutuş’ta unutulan şey de buydu.

Kültürümüzün kurucu düşünürleri , insanların milyonlarca yıl öncesinden beri bu gezegende tarım ve uygarlık olmaksızın gayet iyi biçimde yaşadıklarını bilselerdi, neler yazarlardı merak ediyorum. Tek varabildiğim sonuç, entelektüel tarihimizin şu anda kütüphanelerde var olandan tamamen farklı olacağıdır.

Ancak işte insan tarihinin en şaşırtıcı olaylarından biri: Onsekizinci, ondokuzuncu ve yirminci yüzyıl düşünürleri sonunda kültürümüzde yer alan düşünce biçiminin tamamen yanılgı üzerine kurulduğunu kabul ettiklerinde, kesinlikle hiçbir şey olmadı.

Hiçbir şeyin meydana gelmediğini fark etmek pek kolay değil. Bu düşünürlerin yaptığı kayda değer şey de bu: Hiçbir şey. Açık olarak bir şey yapmayı umursamadılar. Kültürümüz kurucuları olan düşünürleri yeniden incelemeyi ve kökleri hakkında gerçekleri bilselerdi ne yapacaklarını araştırmayı umursamadılar. Korkarım gerçek şu ki, inandığımız şeylerin değişmesini istemediler. Unutmaya devam etmek istediler… ve yaptıkları da bu oldu.

Elbette bazı itiraflara zorlanmışlardı. Artık insanların çiftçi olarak doğduklarını öğretmeyi sürdüremezlerdi. Tarımın çok yeni bir gelişme olduğu gerçeğini kabul etmek zorunda kaldılar. Kendi kendilerine, “Peki, o zaman bunu bir devrim olarak görelim, Tarım Devrimi,” dediler ve bu en kötü düşünceydi, ancak kim onlarla tartışabilirdi ki? Tüm olanlar utanç vericiydi ve onlar bunu böylesine bir etiketle gizleyebildikleri için memnunlardı. Böylece Tarım Devrimi ortaya çıkarılarak, yıllarca yinelenecek yeni bir yalan yaratıldı.

Tarihçiler insanların gerçek geçmişini öğrendiklerinde rahatsız olmuşlardı. Tüm disiplinleri, dünya görüşleri her şeyin birkaç bin yıl önce insanın ortaya çıkıp hemen ardından tarım ve uygarlıkların kurulduğunu öğreten kişilerce şekillendirilmişti. Tarih buydu, birkaç bin yıl önce çiftçi insanların birkaç bin yıl içinde toplu hayata geçip köyler kurması ve köylerin krallıkları oluşturmasıydı. Önemsenen buydu ve hak edilen, öncesindeki milyonlarca yıl unutulmuştu.

Tarihçiler bu kalan parçaya dokunmadılar ve bunun için öne sürdükleri neden de bunu incelemeye gerek olmadığı düşüncesiydi… Çünkü bu tarih değildi. Bu yeni bulunan, tarih öncesi bir dönemdi. İşte kurtuluşları bu oldu. Bırakın bu dönemi gerçek tarihçiler değil, daha düşük nitelikliler, yani tarih öncesi ile ilgilenenler incelesin. Bu sayede tarihçiler Büyük Unutuş’u onayladılar. Bakmaya değmez bir dönem… Hiçbir şeyin olmadığı koskoca bir dönem…

Büyük Anımsama bu yolla önemli bir hal aldı. Kültürümüzün entelektüel gardiyanları –tarihçiler, felsefeciler, teologlar- bu konuda bir şey duymak istemediler. Disiplinlerinin tüm kökleri Büyük Unutuş’a dayanıyordu ve bu kökleri yeniden incelemek istemediler. Büyük unutuş’un sürmesinden son derece memnun kaldılar. Bugün çocuklarımıza sunduğumuz dünya görüşü yüz yıl önce sunulandan farklı değil. Farklılıklar yüzeysel. Çocuklarımıza insanlığın sadece birkaç bin yıl önce başladığını öğretiyoruz. Çocuklarımıza insanlığın uygarlık olduğunu öğretmek yerine, tarihin uygarlıktan ibaret olduğunu öğretiyoruz. Ama herkes bunların aynı söylem olduğunu biliyor.

Bu yolla beşeriyet tarihi tam olarak kültürümüz tarihine indirgenerek, geriye kalan yüzde doksandokuzu gözardı edildi.

Tarım Devrimi Mitolojisi

Dünyanın evrenin hareketsiz merkezi olduğu düşüncesi binlerce yıldır insanlığın kabul ettiği bir tezdi. Kendince zararsız olan bu düşünce, binlerce yanlışa yol açarak evren hakkında anlayışımızı oluşturdu. Okullarda öğrendiğimiz ve çocuklarımıza öğrettiğimiz Tarım Devrimi düşüncesi de kendince aynı şekilde zararsız görünüyor. Ancak o da binlerce yanlışa yol açarak bu gezegende olanlar hakkındaki anlayışımızı oluşturuyor.

Bir fındık kabuğuna sığabilecek Tarım Devrimi’nin anafikri, insanların toplayıcılıktan vazgeçerek tarımı seçtikleri düşüncesine dayanıyor. Bu kavram iki önemli noktayı yanlış yönlendiriyor: İlki toplayıcılık gibi tarımı da tek bir şey olarak göstermesi ve ikincisi ise bu tek şey olan tarımın her yerde aynı zamanda sevgiyle kucaklandığını belirtmesi. Bu ilk yargıda o kadar küçük bir doğruluk payı var ki, buna değinmeyecek ve diğerini açıklayacağım:

On bin yıl önce bizim özel tarım biçimimizin Yakındoğu’da oluşmasından önce, dünyada birçok farklı tarım biçimi yer alıyordu. Bizim tarzımızı totaliter tarım olarak adlandırıyorum, çünkü tüm yaşam biçimlerini insan gıdası olarak görüyor. Bu tarz ile inanılmaz besin stoku oluşturularak hızlı nüfus artışı sağlandı. Bu hızlı nüfus artışı da yoluna çıkan diğer tarzları yok eden bir coğrafi yayılmaya yol açtı. Bu yayılma ve diğer yaşam tarzlarının yok edilmesi, duraksamadan bin yıl devam ederek sonunda onbeşinci yüzyılda Yeni Dünya’ya ve günümüzde Afrika, Avustralya, yeni Gine ve Güney Amerika’ya ulaştı.

Kültürümüz düşünürleri, yaptığımız şeyin gerçekte tüm dünyada başından beri yaptıkları şey oluğunu düşündü ve ondokuzuncu yüzyıl düşünürleri böyle olmadığını kabullenmeye zorlandığında, bu yaptığımızın son on bin yıldır tüm dünyada yapılan bir şey olduğunu düşündüler. Kolaylıkla daha iyi bilgiler almaya çalışabilirlerdi, ama belli ki bu, uğraşmaya değmez bir konuydu.

Doğu ve Batı

Doğu’nun Batı’dan derin bir boğazla ayrıldığı bilgisi, kültürel mitolojimizin değişmez bir parçası olmuştur. Bu nedenle insanlar Doğu ve Batı’dan tek bir kültür olarak söz ettiğim zaman beni anlayamazlar. Doğu ve Batı, aynı anne babaya sahip ikizlerdir, ancak birbirlerine baktıklarında gördükleri farklılıklar karşısında hayrete düşer, biyolojik izler gibi benzerlikleri gözardı ederler. Aralarında var olan köklü kültür benzerliğini fark etmek için benim gibi dışarıdan bakmak gerekir.

Kültürümüz insanları, Batı ve Doğu, bunu totaliter tarımla yaparlar ve başından beri de böyle yapmışlardır. Son on bin yıldır Doğu ve Batı, kültürlerini totaliter tarım üzerine inşa etmişlerdir.

Totaliter tarım, yaşamak için gerekenden fazlasını almaktır. Bu gezegende gelişen en zahmetli yaşam tarzının kaynağıdır. Bir çok dinleyici için hayret uyandırıcı görünse de bizim kültürümüz dışında kimse yaşamak için bu kadar çok çalışmıyor. Geçmiş kırk yılda bu öylesine net belirlenip yazılmıştır ki, hiçbir yerde aksini iddia edebilecek bir antropologa rastlayamazsınız.

Benim inancıma göre, bu yaşam tarzının işçiliği Doğu ve Batı insanlarına başka bir özdeşlik daha sağlamıştır: Bu, ruhsal görünüşlerindeki özdeşliktir. Doğu ve Batı’nın kocaman bir boğazla ayrıldığını düşünmek ortak bir görüş olmasın karşın, benim için ikisi de aynıdır, çünkü ikisi de insanların kurtarılması gerektiği gibi garip bir düşünceye derinden bağlıdırlar. Son yıllarda, Batı dinlerinin kurtarılma renkleri Beat, Hippi ve New Age pazarlar nedeniyle zayıflamış görünebilir, ama doğal yerleşim alanlarında orijinal halleri net olarak görülmektedir.

Doğu ve batıda kurtarılma fikrinin sonu ve anlamının farklı olduğu tartışılmaz, bunlar dünyanın her yerindeki tüm kurtarıcı dinlerde farklılık göstermektedir, bu nedenle bu dinler birbirinden ayrı tutulabilir. Ana gerçek şudur ki, Doğu ya da Batı veya dünyanın herhangi bir yerinde bir yabancıya yaklaşıp, “Bırak sana nasıl kurtarılacağını göstereyim,” dediğinde seni anlayacaktır.

Yakın Tarihin Hiçliği

Kültürümüzün kurucu düşünürleri geçmişe baktıklarında, tarım öncesinde hiçbir şey görmediler. Görmeyi bekledikleri de zaten buydu, ki onlara göre balık su olmadan nasıl var olamaz ise, insan da tarım öncesinde var olamazdı. Onlara göre tarım öncesi insanını incelemek, hiç kimseyi incelemek anlamında idi.

Ondokuzuncu yüzyılda tarım öncesi insanını inkar etmek mümkün olamayacak bir aşamaya gelindiğinde, kültürümüz düşünürleri atalarının düşüncelerini yıkmak istemeyerek tarım öncesi insanını incelemeyi, kimseyi incelemeyerek gerçekleştirdiler. Tarım öncesi insanlarının tarihsiz yaşadıklarını söyleyemeyeceklerini biliyorlardı, bu nedenle de onların tarih öncesinde yaşadığını söylediler. Eminim tarih öncesinin ne demek olduğunu biliyorsunuz. Bu bir bakıma su öncesi gibidir ve hepiniz su öncesinin ne anlama geldiğini bilirsiniz. Su öncesinde balıkların susuz yaşamaları gibi, tarih öncesi insanları da tarihsiz yaşamışlar anlamına gelir.

Sürekli üzerinde durduğum gibi, kültürümüz kurucu düşünürleri insanın tarımcı olarak dünyaya geldiğini ve medeniyet yapıcı olduğunu benimsemişlerdi. Ondokuzuncu yüzyıl düşünürleri bunun ötesine geçmeye zorlandıklarında yaptıkları şu oldu: İnsan tarımcı ve medeniyet yapıcı olarak doğmamış olabilir, ama yine de tarımcı olmak ve medeniyet yapmak için dünyaya gelmişti. Başka bir deyişle, tarih öncesi olarak adlandırılan bu kurgu insan, kültürel bilincimize çok çok yavaş bir başlangıç olarak tanıtılmış ve tarih öncesi de insanların çok çok yavaş bir şekilde tarımcı ve medeniyet yapıcı olmasının bir kaydı olarak kabul edilmiştir. Bunu kanıtlamak için küçük bir ipucuna ihtiyacınız olursa tarihöncesi insanların “Taş Devri” insanı olarak anılmasını bir düşünün. Bu sınıflandırma, ondokuzuncu yüzyıl insanına göre, taşların “acınacak durumdaki” atalarımız için gazete ve lokomotif kadar önemli olduğunu bir an bile düşünmeyenler tarafından yapılmıştır. Tarihöncesi insanlar için taşların ne kadar önemli olduğu konusunda fikir sahibi olmak isterseniz Yeni Gine ya da Brezilya’da modern “Taş Devri” kültürlerini ziyaret edin; orada taşların, insanların yaşamları için zamkın, bizim için yaşamsal olduğu kadar önemli olduğunu görürsünüz. Elbette her dönem taşları kullandılar –bizim de yapıştırıcıyı kullanmamız gibi- ama onları “Taş Devri” insanı olarak adlandırmak bizi “Yapıştırıcı Devri” insanları olarak adlandırmak kadar anlamsız olacaktır.

Tarım Devrimi Mitolojisi (devam)

En başlarda kültürümüz düşünürleri insan gelişimini şu şekilde açıklıyorlardı:

1.gif

Ondokuzuncu yüzyıl düşünürleri ise bunu şu şekilde geliştirdiler:

2.gif

Doğal Olarak Tüm İnsan Tarihinin “Biz”e –bizim kültürümüz insanına- ulaşmaya çalıştığına inanmakta duraksamadılar ve o günden beri okullarımızda öğretilen de bu. Ne yazık ki bu noktada varılan birçok sonuç öylesine yanlış gerçekler yarattı ki, tepsi şeklindeki dünyayı savunan deliler gibi entelektüel devler yaratıldı.

Dünyada tek insanın bizim kültürümüz insanı olmadığı gerçeğini kabul etmeye başlarsanız, ortaya çıkan görünüm şöyle olur:

3.gif

Bu şema, insanlıkta bizim düşündüğümüz Batı ve Doğu ayrımından çok daha derin bir ayrımı gösterir. Burada Büyük Unutuş’u deneyimleyen ve deneyimlemeyen insanların ayrımını görürüz.

Sınırlı Rekabet Kuralı

Büyük Unutuş boyunca kültürümüz insanları “vahşi” yaşamın “orman yasası” olarak bilinen, “öl ya da öldür” gibi tek bir acımasız kural ile yönetildiğine inandılar. Son yıllarda tahmin etme yerine inceleme yöntemi sayesinde etolojistler bu “öl ya da öldür” yasasının kurgu olduğunu keşfettiler. Gerçekte evrensel olarak gözlemlenen bir yasalar sistemi “ormanın” sakinliğini sağlıyor, türleri ve hatta bireyleri koruyarak topluluğun bir bütün olarak iyi olmasını destekliyor. Bu yasalar sistemi diğer adların yanı sıra, barışçı yasa, sınırlı rekabet yasası ve hayvanlar etiği olarak adlandırılır.

Sınırlı rekabet yasası kısaca şudur: Kapasitenin sonuna kadar rekabet edebilirsin, ama yine de rakiplerini avlayamaz, besinlerini yok edemez ya da besine ulaşmalarını engelleyemezsin. Başka bir deyişle rekabet edebilirsin, ancak rakiplerine savaş açamazsın.

Üreme yeteneği açık olarak biyolojik başarı için ilk gerekli olan şeydir ve her türün bu ana düşünce ile varolduğundan emin olabiliriz. Aynı şekilde sınırlı rekabet yasası da biyolojik başarının ilk gerekliliğidir ve her türün bu yasayı izleyerek var olduğundan emin olabiliriz.

İnsanlar da sınırlı rekabet yasasını izleyerek var oldular. Bu, biyolojik olarak diğer tüm türler gibi yaşadıklarını, kapasitelerinin sonuna kadar rekabet ettiklerini, ama rakiplerine savaş açmadıklarını söylemenin başka bir şekli. Yasayı izleyerek var oldular ve bu, yaklaşık on bin yıl öncesine, Yakındoğu’da tek bir kültür insanlarının, yasanın aksine rakiplerini avlayarak, besin kaynaklarını keserek veya besine ulaşmalarını engelleyerek rakiplerine savaş açan bir tarım şekli yaratmasına kadar böyle sürdü. Bu bizim kültürümüzde Doğu ve Batı’da yaşanan ve başka bir yerde olmayan tarım şeklidir.

Alanlar ve Bırakanlar

Sonunda “kültürümüz insanları” ve “diğer kültürlerin insanları” diye tanımladığımız bu karmaşık ve puslu anlatımlardan kurtulabileceğimiz bir noktaya geldik. “Yasayı izleyenler” ve “Yasayı reddedenler” tanımıyla da devam edebiliriz ancak bu insanları tanımlamak için bir arkadaşım onlara, “Alanlar” ve “Bırakanlar” adını vererek daha basit bir yol buldu. Bulduğu isimleri şöyle açıkladı: “Bırakanlar yasayı izleyerek dünyanın yönetimini tanrıların ellerine bırakanlar, Alanlar ise yasayı reddederek dünyanın yönetimini kendi ellerine alanlardır. Bu terminolojiden tatmin olmamıştı ve ben de tam olarak memnun değilim, ancak bugüne kadar daha iyi bir tanım bulamadığım için, bir anlam ifade ediyorlar.

Burada atlanmaması gereken önemli nokta, Bırakanlar arasında kültürel sürekliliğin devam ettiği ve bu sürekliliğin türümüz başlangıcına, üç milyon yıl öncesine kadar uzandığıdır. Homo habilis, Bırakan olarak doğmuştu ve aynı yasa günümüzde Brezilya Yanonami’leri, Kalahari Bushmen’leri ve dünyanın her yerindeki gelişmemiş bölgesinde, yüzlerce aborijinal insan tarafından izlenmektedir.

Büyük Unutuş’ta durdurulan, temel olarak bu süreklilikti. Başka bir deyişle, bizi üç milyon yıldır koruyan yasayı reddettikten ve kendimizi biyolojik topluluğun geri kalanıyla düşman kıldıkta sonra, böyle bir yasanın var olduğunu tamamen unutarak dışlanmışlığımızı sindirdik.

4.gif

İyi ve Kötü Haber

Beni biraz tanırsanız birçok kötü adla anıldığımı da bilirsiniz. Bunun nedeni iyi haberlerim, yani uzun zamandır duymadığınız kadar iyi haberlerim olduğudur. İyi haber getirmenin beni bir kahraman yapacağını düşünebilirsiniz, ancak durumun böyle olmadığına inanın. Kültürümüz insanları kötü haberlere alışkındır ve hep kötü haber bekler. İyi haberlere devam etmeden önce izin verin insanların her zaman duymaya alışkın olduğu kötü haberleri netleştireyim.

Kültürümüz insanı bu gezegenin kamçısıdır ve yalnızca birkaç bin yıl önce felaket getirmek için doğmuştur.

İnanın bunları söyleyerek dünyanın her yerinde alkışlara tutulabilirim. Ama burada verdiğim haber çok daha farklı:

İnsan birkaç bin yıl önce doğmamıştı ve felaket getirmek için dünyaya gelmemişti.

Ve işte bu nedenle eleştiriliyorum.

İnsan MİLYONLARCA yıl önce doğmuş ve kartallar veya aslanlardan daha zalim değildi. Dünya ile “barış içinde” yaşadı… Hem de “milyonlarca yıl.”
Bu, insanın bir zamanlar aziz olduğu anlamına gelmiyor. Dünyada Buda gibi dolaştığı anlamına da gelmiyor. Bu bir sırtlan veya köpekbalığı ya da yılan kadar zararsız yaşamış olduğu anlamına geliyor.
Dünyanın felaketi olan “insan” değil, tek bir kültürdür. Binlerce kültür arasında sadece tek bir kültür, “bizim” kültürümüz.

Ve işte verdiğim iyi haber:

Kurtulmak için “insanlığı” değiştirmemiz gerekmiyor. Sadece bu tek kültürü değiştirmemiz gerekiyor.

Bunun kolay bir görev olduğunu söylemiyorum ama en azından olanaksız değil.

Dinleyicilerin Soruları

Soru: Din adamlarının “düşüş” dediğinin, bizim kültürümüz olduğunu mu söylüyorsunuz?

Yanıt: Tam olarak yaptığım şey bu. Bu iki olay arasındaki benzerliklerden –ikisinin de tarımın doğuşu ile bağlantılı olduğu ve ikisinin de dünyanın aynı bölgesinde varolduğu gerçeği- elbette uzun zamandır söz ediliyor. Ancak ikisini tek bir olay olarak tanımlama zorluğu, “düşüş”ün ruhsal bir olay olarak görülmesi ve kültürümüzün doğuşunun ise teknolojik bir olay olarak algılanmasından kaynaklanmasıdır. Korkarım başka bir zaman buraya gelip sizinle bu teknolojin derin manevi dallarını tartışmamız gerekecek.

S: İnsanların kültürümüz öncesinde dünyayla barış içinde yaşadıklarını söylediniz. Ancak son kanıtlara göre toplayıcı atalarımızın, bir çok türü tamamen yok edene kadar avladıkları ortaya çıkmadı mı?

Y: Sanırım hala birkaç dakika önce söylediklerimi tekrar edebilirim. İnsan dünya ile barış içinde yaşadı derken, “bu, dünyada Buda gibi dolaştığı anlamına gelmiyor. Bu, bir sırtlan veya köpekbalığı ya da yılan kadar zararsız yaşadı anlamına geliyor,” demiştim. Dünyada ne zaman yeni bir tür var olmaya başlasa, yaşam topluluğunda düzenlemeler oluşur ve bazı düzenlemeler bazı türler için ölümcül olabilir. Örneğin kedi ailesinin güçlü avcıları binyıllarca önce var olduğunda, bu olayın düzenlemeleri yaşam topluluğunda deneyimlendi. Bazı türler, kedilerin avladığı kadar çabuk çoğalamadıkları için yok oldu. Bazı kedilerin rakipleri de yok oldu, çünkü rekabet edemiyorlardı. Yeterince hızlı veya güçlü değillerdi. Bu yok olma ve var olmalar aslında evrimin sonucudur.

Mezolitik dönem insanı olan avclar, mamutları yok edene kadar avlamış olabilirler, ama bunu kesinlikle bizim çiftçilerimizin sadece onlardan kurtulmak amacıyla sırtlan ve kurtları avladığı gibi politik bir karar olarak uygulamadılar. Mezolitik avcılar dev geyikleri de yok etmiş olabilirler, ama bunu kesinlikle fildişi avcılarının filleri avladığı gibi duygusuzluğumuz nedeniyle yapmadılar. fildişi avcıları her avın bu türü yok etmeye bir adım daha yaklaştırdığını gayet iyi bilirken Mezolitik avcılar dev geyiklerle ilgili böyle bir şeyi düşünemezlerdi.
Akılda tutulması gereken şey şu: Totaliter tarımın politikası istenmeyen türleri yok etmektir. Eski toplayıcılar herhangi bir türü yok etmişlerse bunu kendi besin kaynaklarını yok etmek için yapmadıkları kesindir!

S: Tarım, kıtlığa bir çözüm olarak ortaya çıkmadı mı?
Y: Tarım, kıtlık için işe yaramayan bir çözümdür. Kıtlığa ekim yaparak çözüm bulmanın, düşen bir uçakta paraşüt dikmek gibi bir çözümden farkı yoktur. Tarımın kıtlığa bir çözüm olarak ortaya çıktığını söylemek, sigaranın akciğer kanserine bir çözüm olarak ortaya çıktığını söylemekten farksızdır. Tarım kıtlığı yok etmez, yaratır – kıtlığın ortaya çıkması için ortam yaratır. Tarım, daha çok insan aynı alanda, o alanın taşıyabileceğinden fazla insanın yaşamasına olanak tanır ve kıtlık bu nedenle oluşur. Örneğin tarım Afrika’da çoğalan nüfusun bölge kaynaklarını yok etmesine neden olmuştur ve bu insanlar şu anda bu nedenle açlık çekiyorlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder