15 Ekim 2011 Cumartesi

Hayvanlara Zarar Vermenin Sosyolojisi


Bir çok hayvan hakları eylemcisi dirikesimcinin şeytan, çiftçinin de hasta olduğunu ilan ediyor. Sosyal süreçlerin, yapıların, kurumların kavranması bu tür hataları düzeltebilir. Dirikesimciler ve diğer hayvan kölecileri hasta ya da kötü insanlar değiller- her anlamda tür ayrımcısı olan toplumların sosyalleşmiş bireyleri onlar. Bu yüzden hayvan haklarını savunanların bireysel  hayvan kullanıcılarının patolojisine değil kültürel tür ayrımcılığına dikkat çekmeleri gerekiyor.

Sosyologlar toplumsallaşma süreçlerinin asla sona ermediğini söylüyor; insanlar doğar doğmaz (hatta rahimde) başlayan bu süreçler insanlar ölene dek devam ediyor. Bu süreçlerin sosyal etkileri toplumsallaşma terimiyle karıştırılarak kullanılan kültürleme gibi terimlerde görülebilir, kültürleme insanların ait oldukları toplumdaki bilgiyi edinmeleri anlamına geliyor, bir de kültürel aktarıma dair antropolojik bir kavram olan kültürleşme var.

Sosyoloji öğrencileri ilk toplumsallaşmanın aşırı derecede önemli olduğunu öğreniyor; çünkü insanların sosyal dünyada hareket edebilmesi için temel bir sosyal bilgiyi ortaya koyuyor. Bireylerin uzun ve yoğun sosyalleşme süreçleri insanların diğer hayvanlarla nasıl bağlantı kurduğunu görmede son derece önemlidir. Bu süreçler sosyal tavırları ve pratikleri biçimlendirir.

Bir  çok sosyal bilimci ilk ve başlangıç sosyalleşme sürecinin insanın toplumdaki yaşam kariyeri anlamında son derece önemli. Sosyal filozof Zygmunt Bauman “grubun” kişinin oluşmasına nasıl yardımcı olduğunu gösteriyor. Sosyal etkileşime ve dile yoğunlaşarak önemli kuramcı Jürgen Habermas sosyalleşme sürecinin öznelerarasılığa dair bir dil yapısı içerisinde hayata geçirildiğini bildiriyor.”Edilgen insanlık” bakışının aşırı sosyalleşmiş görüşünü hatırlatan bazı düşünceleri kabul ederken sosyalleşme süreçlerinin insanlar üzerinde güçlü bir etkisi olduğuna dair iddia ise tamamen meşru görülüyor.
Ayrıca Bauman öncelikle insanların dönüştürüldükleri şeyi değiştirmek için en nihai bir çabayı sarfetmeleri gerektiğini öne sürüyor. Bu yüzden direnme ve değiştirme yönünde bir istek; efor, kararlılık ve sabır gerektirir: açıkçası, insanın kendini akışa bırakması ve konformizme boyun eğerek ve uysalca yaşaması daha kolaydır.

Konuya yönelik sosyopsikolojik bir yaklaşım hem içselleştirilmiş hem de kurumlaşmış boyutları anlamamıza yardımcı oluyor. Örneğin;  Piaget toplumsallaşmanın bilişsel gelişimdeki önemli rolünün altını çizerken, Freud aile düzeninin sağlam bir ahlâki ve kişisel kimliğin edinilmesini sağladığını söylerken sosyolog Herbert Mead ise  benlik ve sosyal kimlik kavramının eş zamanlı edinilmesine işaret ediyor.

1984 yılında şair, oyun ve metin yazarı Maureen Duffy insan ve  insan olmayan canlıların arasındaki ilişkiler üzerine bir kitap yazdı, bu kitaptan söz eden neredeyse hiç kimse yok artık. Ancak kitabı “Men and Beasts: An Animal Rights Handbook” mükemmel bir şekilde çocuk yetiştirmenin sosyolojik boyutlarından söz ediyor. Örneğin, bazı modern İngilizlerin ampirik gerçekliğini ifade ederken şöyle yazıyor, “ ben et yiyen bir dünyada büyüdüm”. Sosyal antropolog Nick Fiddes et yemenin gerekliliği ve hatta iyiliğiyle  ilgili bir çok mitolojiler(et-olojiler) bulunduğunu gösterdi. Duffy etin kendi içinde iyi olduğuna inanarak yetiştirildiğini söylüyor ve et barındırmayan bir yemeğin de içinde iyilik taşımadığına inanıyordu. Genç Maureen Duffy için et tanıdığı herkesin yemeyi istediği birşeydi, bazıları için ekonomik anlamda zor olsa bile.

Eğer bazı insanlar insan yemiyorsa o zaman bunun sebebi bu insanların ancak başka bir sosyal sınıfa ait olduklarındandı. Oların etten “o nazik kaçınışları” bir çeşit sosyal duruş sağlıyordu bu insanlara ya da daha pratik olarak aslında genelde tükettikleri rosto oyunundan farklı bir varyasyon sağlıyordu. Beyaz ekmek gibi bazı temel besinlerin sadece mide doldurmaya yaradığı kabul ediliyordu ama “et yemekleri”nin kesinlikle büyümek ve sağlıklı olmak için gerekli olduğu düşünülüyordu, öyle ki sanki ölü bir hayvanı yemenin o hayvanın gücü ve kuvvetini onu yiyen insana transfer edilmesi gibi bir durum söz konusu oluyordu.

Duffy denizleraşırı yolculuklar yaparak İngiltere’de yabancıların yiyeceği diye kabul ettiği şeyin yavaş yavaş normal kabul edilmesini gözlemlemesi üzerine  et yemeyi de içeren dünyaya dair bir açıklama bulması gerektiğini hissetti. Elbette halihazırda hayvanlara zarar vermeyi açıklayan bir çok geleneksel açıklama vardı, en dinsel, felsefi ve hayvan refahçılığı görüşler de bu açıklamalara dahildi, Duffy bu bakış açılarını tek tek edindiğini söylüyor.

Eğer davranışın sosyolojik örüntülerinin, uzun vadeli sosyal görüşlerin ve yaygın olarak kabul edilen tavırların ve oryantasyonların temelindeki sosyolojik örüntüleriyle  ilgili geçerli bir kavrayışa ulaşılmak isteniyorsa toplumsallaşma gibi toplumsal süreçlerin etkisi göz ardı edilmemelidir. Bireylerin hepsini bir arada tutan gruba bağımlı olduğunu söyleyen Bauman son derece doğru konuşuyor olabilir, öte yandan David DeGrazia dominant değerlere ve düşüncelere direnmenin hem sıradışı bir şekilde zihinsel bağımsızlık hem de büyük bir efor gerektirdiğini söylüyor.

Ancak insanlar toplumsallaşma sürecinden kopabilirler ve koparlar; tür ayrımcısı insanlar arasında hayvan haklarını savunanların bulunması bu iddiayı kanıtlıyor.

Ancak; tam da toplumsallaşma süreçlerinin güçlü sosyal etkileri olduğu için, insanların hayvan hakları taleplerinin hem yaygın hem de sık sık duyulduğu bir dünyada sosyalleşmeleri hayvan hakları davasına oldukça faydalı olurdu. Ne yazık ki günümüz toplumunda insanların gerçek hayvan hakları görüşlerine dair bir şeyler duyabilmesi oldukça zor. Bu tür görüşler genelde yeni refahçı görüşlerin kakafonik retorikleri arasında kaybolup gidiyor. Hayvan refahçılığı ve  onun yasal düzenlemeleri tamamen kendini akışa bırakmaktan ibaret. Geleneksel hayvan refahçılığı arzu edilen türden bir insan-insan olmayan canlılar ilişkisi kurmak adına hiç bir derin ve kök değişimlerin gerekli olmadığını düşündürüyor insanlara. Yeni refahçılık sözde radikal bir değişim talep ediyor, ama pratik anlamda hem ağır ağır işliyor hem de “gerçekçi” reformlar talep ediyor, o kadar. Toplum ise refahçı nosyona göre içinde zulüm barındırmayan hayvan sömürüsündeki bütün gereklilikleri yerine getirecek sosyal kontrol mekanizmalarının gerçekliğine dair ekstra bir çaba görmek istiyor.

Sosyal süreçlerin sosyolojik anlamda kavranışı ile beraber bu oryantasyonun neden bir çok insan için göz boyayıcı bir imaj çizdiğini anlamak hiç zor değil. Ancak, hayvanları koruma toplumunda ya da başka topluluklarda bulunan bir çok insanın refahçı yönergeler içerisinde çalışmak yerine kültürel tür ayrımcılığına karşı koyup meydan okuyacak iddialar ve taleplerde bulunmak için gerekli bütün araç gereci ve olanakları bir araya getirmesi gerekiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder