Değerlerin Çöküşü
8 Temmuz 2006
Daniel Quinn’in
B’nin Öyküsü kitabından, B’nin halka açık konuşmalarından üçüncüsü…
Değerlerin Çöküşü
19 Mayıs Tiyatro
Binası, Radenau Bizim çağımız öncesi kültürümüzde on bin yıl boyunca tehlike
korosunda oluşan sesler dokuz sesten ibaretti: Savaş, suç, ahlaki kirlenme,
ayaklanma, kıtlık, veba, kölelik, soykırım ve ekonomik çöküş. 1960 başlarında
çağımız, koroya eklenecek onuncu sesi yarattı, daha önce hiç duyulmayan bir ses
ve bu da kültürel felaketin sesi – vizyon kaybına neden olan, amaçların
başarısızlığı ve değerlerin çöküşü.
Her kültürün
olaylar arasında belirleyici bir yeri, evrene uyan bir vizyonu vardır.
İnsanların bu vizyonu dile getirmelerine ihtiyaç yoktur (örneğin çocuklarına bu
vizyonu açıklamaları gerekmez) çünkü bu yaşamlarında – tarihlerinde,
efsanelerinde, törelerinde, yasalarında, ayinlerinde, sanatlarında,
danslarında, öykülerinde ve şarkılarında – dile gelir. Gerçekte onlardan bu
vizyonu açıklamalarını isteseniz nereden başlayacaklarını bilemeyecekleri gibi,
belki sorunuzu bile anlamayacaklardır. onlara bunun doğdukları günden itibaren
kulaklarına fısıldanan bir şarkı olup uzun süredir dinledikleri için bilinçli
olarak duymadıklarını söyleyebilirsiniz. Biliyorum ki çoğunuz bu şarkıyı ana
kültürün seslendirdiğini söyleyen ve şarkının kendisini bir mitoloji olarak
adlandıran arkadaşım İsmail’i duydunuz.
Ünlü mitolog
Joseph Campbell, kültürümüz insanlarının bu günlerde mitolojileri olmadığı
gerçeğini belirtmişti, ama İsmail’in bize gösterdiği gibi her mitoloji,
etrafındaki öykü anlatıcılardan ortaya çıkmaz. Farklı tür mitolojiler bize,
imparatorların, yasa yapıcıların, rahiplerin, politik liderlerin ve
peygamberlerin ağzından aktarıldı. günümüzde bu bize televizyon ekranından,
ilahiyatçılardan, kilisemiz öğrencilerinden, öğretmenlerden, yazarlar ve
bilgelerden aktarılıyor. bu quaint hikayeler mitolojisi değil, ama bize evreni
yaratırken tanrıların kafasında neler olduğunu ve bizim evrendeki rolümüzü
anlatan bir mitoloji. Bir bireyin sinir sistemi olmadan fonksiyonlarını yerine
getirememesi gibi, bu, mitoloji olmadan fonksiyonlarını yerine getiremez. Tüm
aktivitelerimizin düzenleyicisi bu ilkedir. Yaptığımız her şeyin anlamını bize
açıklayan şeydir.
Olayların bir
kültürün vizyonunu evrendeki yerini sarsması, mitolojisini anlamsız kılması,
tınısını yok etmesi olasıdır. Bu gerçekleştiğinde (ve birçok kez gerçekleşti)
bu kültürdeki her şey çöker, dağılır. Düzen ve amacı yerini kaos ve şaşkınlığa
bırakır. İnsanlar yaşam isteğini kaybeder, şiddet gösterirler, intihara
yatkındırlar, uyuşturucu bağımlısı ve suça eğilimli olurlar. Bir zamanlar her
şeyi bir arada tutan matriks artık dağılmış, yasalar, töreler, gelenekler
kullanılmamaya ve özellikle ebeveynlerinin hayatını bile anlamlandıramayan genç
kesimde saygı görmemeye başlar. Böyle parçalanan bazı insanları incelemek
isterseniz ABD, Afrika, Güney Amerika, Yeni Gine, Avustralya’da birçok örneğini
bulabilirsiniz. (gerçekte aborijin halk kültürümüzü dev kamyonların
tekerlekleri altında ezilmiştir.)
Ya da sadece
evinizde kalabilirsiniz.
Artık amaçsız,
hayattan zevk almayan, intihara yatkın, içki ve uyuşturucu bağımlısı yasa ve
törelere saygı göstermeyen insanlara rastlamak için dünyanın diğer ucuna
gitmenize gerek yok. Biz kendimiz de kültürümüzün kamyonları altında ezildik ve
bizim kültürümüz vizyonunun evrendeki yeri sarsıldı, mitolojimiz anlamsız olup
şarkımız teklemeye başladı. Bunlar hepimizin hissettiği şeyler. Nereye
gittiğiniz veya kiminle karşılaştığınız fark etmez – Montana’da bir dağ polisi,
New York’ta bir borsacı veya Hamburg’da bir otobüs şoförü olsanız da fark
etmez.
Ben olayların
böyle yaşanmadığı zamanları anımsayacak kadar yaşlıyım ve ebeveynlerim
kesinlikle bunu anımsarlar, sizinkiler de. Burada kesinlikle “eski iyi
günler”den söz etmiyorum. Tehlike korosu seslenmişti – biliyorum, çünkü söz
ettiğim dönem, en yıkıcı insanlık savaşları dönemi. Yine de kırklı, ellili
yılların sonlarında kültürümüz insanları hala nereye gittiklerini biliyor,
önlerinde parlak bir gelecek yattığına inanıyor ve güveniyorlardı. Tek yapmamız
gereken vizyona sarılarak, bizi bu noktaya getiren fonksiyonları sürdürmekti.
Bunlara güvenebilirdik. Bunlar bizi üniversitelere, operalara, merkezi ısıtma
ve asansörlere, Mozart’a, Shakespeare’e ve sinemaya kavuşturan fonksiyonlardı.
Dahası, bizi
buraya getiren şeyler iyi şeylerdi. 1950′de Doğu’da ya da Batı’da – kapitalist
ya da komünist olması fark etmez – hiçbir kültürde bu konuda en ufak bir kuşku
yoktu. 1950′de bu herkesin onaylayabileceği bir şeydi. Dünyayı sömürmek, bize
Tanrı tarafından verilen bir haktı. Dünya biz onu sömürelim diye yaratılmıştı.
Dünyayı sömürme onu aslında geliştirdi! Yapabileceklerimizin sınırı yoktu.
İstediğin kadar kes, istediğin kadar kaz. Ormanları yok et, suları kurut,
nehirleri barajla kapat, istediğin yere zehir boşalt, istediğini yap. Bunların
hiçbiri kötü veya tehlikeli olarak öngörülmedi. Niçin görülsün ki? Dünya özel
olarak bu anlamda kullanılmak için yaratılmıştı. İnsanlar için sınırsız,
yıkılamaz bir oyun odasıydı. Net olarak tehlikeli veya kısıtlı bir şey olmasıa
mümkün değildi. Dünya her tür cezayı karşılayacak, tüm zehirleri emecek şekilde
yaratılmıştı. Nükleer silahlar patladı mı? Elbette, istediğin kadar patlat,
dilersen binlerce kez patlat! Tanrı’nın verdiği kaderimiz bize zarar veremezken
radyoaktivite yayıldı.
Tüm türleri tok
etmek mi? Kesinlikle! Niçin olmasın? İnsanların bu yaratıklara ihtiyacı yoksa,
belli ki bu dünyada yerleri yok! Dünya üzerinde böyle bir kontrol denemesi
dünyayı insanlaştırmak, bizi kaderimize bir adım daha yaklaştırmak içindir.
Dinleyin: 1948′de
İsviçre’de Paul Müller, kimyada istenmeyen böcek türlerini tamamen yok etmek
anlamına gelen muhteşem dichlorodiphenyltrichloroethane çalışması nedeniyle Nobel
Ödülü aldı. Belki bunu melodik ismiyle anımsayabilirsiniz, burada DDT’den söz
ediyorum. 1950 ve 1960 yıllarında DDT dünyada peynir ekmek gibi tüketilmeye
başlandı. Herkes bunun ölümcül bir zehir olduğunu biliyordu. Elbette ölümcül
bir zehirdi, amacı buydu! Ama onu istediğimiz kadar kullanabilirdik, çünkü bize
zarar veremezdi. İşini yapan yeryüzü bunu gösterecekti. Tüm o muhteşem ölümcül
zehri yutacak ve bize tatlı su, tatlı toprak, tatlı hava vermeye devam
edecekti. Her zaman tüm radyoaktif ve endüstriyel atıkları, üretebildiğimiz tüm
zehirleri yutacak ve bize tatlı su, tatlı toprak ve tatlı hava vermeyi
sürdürecekti. Kontrat, vizyonun kendisi bundan ibaretti: Dünya insan için,
insan da onu fethedip yönetmek için yaratılmıştı. Başından beri olan bu: Fethedip
yönetmek, dünyayı bizim özel kullanımımız için yaratılmış gibi görüp
istediklerimizi değerlendirip kalanını yok etmek. Lütfen tekrarlıyorum, bu
günahkarca bir iş değil, kutsal bir iş! Bu bizi Tanrı’nın yaratma nedeni!
Lütfen bunu
Tanrı’nın Adem’e, dünyayı doldur ve subdue, dediği Genesis’den öğrendiğimiz bir
şey olmadığın da anımsayın. Bu bizim Kudüs öncesinde, Babil, Çatalhöyük,
Jericho, Ali Kosh, Zawi Chemi, Shanidar öncesinde bildiğimiz bir şey. Bu
Genesis yazarlarının bize öğrettiği değil, bizim onlara öğrettiğimiz bir şey.
Her seferinde
olduğu gibi yine tekrar ediyorum, bu insan vizyonu değildi. Bu bizimle Homo
habilis olduğumuz zaman veya Homo habilis, Homo erectus olduğu zaman ya da Homo
erectus, Homo sapiens olduğu zaman doğan bir şeydi değildi. Bu bizim özel
kültürümüz doğduğunda, on bin yıl önce olan bir vizyondu. Bu bizim devrimimizin
dünyanın her köşesine taşınacak manifestosu idi.
Bu manifestonun
gerçekliği Ur’un zigguratlarını ya da Mısır’ın piramitlerini inşa edenler için
kuşkulanılacak gibi değildi. Çin’i dünyanın kalanından ayıran Çin Seddi’nde
çalışan binlerce insan bundan kuşku duymadılar. Thebes, Nippur ve Larsa’dan
tonlarca altın, cam ve fildişi taşıyan tüccarlar bundan kuşku duymadılar.
Hitit, Elamit ve imparatorluk fethini ilk kez kil tabletlere yazan Mitanniler
bundan kuşku duymadılar. Babil’den Ninova’ya ve Şam’a, iktidarın sırlarını
taşıyan demir işçileri bundan kuşku duymadılar. Perslerin Darius’u,
Makedonya’nın Philip’i ve Büyük İskender’i bundan kuşku duymadı. Konfüçyus veya
Aristoteles bundan kuşku duymadılar. Hannibal veya Julius Sezar ya da
Hıristiyanlığın ilk koruyucu imparatoru Constantin bundan kuşku duymadı. Roma
İmparatorluğunun leşini karıştıran çeteler bundan kuşku duymadılar – Hunlar,
Vikingler, Araplar, Avarlar ve diğerleri… Charlemagne veya Cengiz Han bundan
kuşku duymadı. Şiiler veya Haçlılar bundan kuşku duymadı. Tüccarlar bundan
kuşku duymadı. 1494′de tüm dünyanın Avrupa güçleri tarafından
kolonileştirilmesine karar veren Papa bundan kuşku duymadı. Bilim devrimi
öncüleri Kopernik, Kepler ve Galileo bundan kuşku duymadı. Onaltı ve onyedinci
yüzyıl kaşifleri ve özellikle Yeni Dünya fatihleri bundan kuşku duymadılar.
Modern Çağ’ın entelektüel kurucuları, Descartes, Adam Smith, David Hume ve
Jeremy Betham gibi düşünürler bundan kuşku duymadı. Demokratik Devrimin yolunu
açan John Locke ve Jean-Jacques Rousseau gibi politik teorisyenler bundan kuşku
duymadı. Sayısız kaşif, düşünür, atırımcı, ve Sanayi Devrimi vizyonlerleri
bundan kuşku duymadılar. Kuzey İngiltere’de fabrikaları yıkan Luddite
gangsterleri bundan kuşku duymadı. Tren yolları inşa eden ve askeri ordular
kuran Du Ponts, Vanderbilts, Krupps, Morgans, Carnegies bundan kuşku duymadı.
Komünist Manifesto yazarları, işçi hareketlerini düzenleyenler veya Rus Devrimi
mimarları bundan kuşku duymadılar. Avrupa’yı Birinci Dünya Savaşı’na çeken
yöneticiler bundan kuşku duymadılar. Versailles anlaşması yazarları veya
Milletler Cemiyeti’nin mimarları bundan kuşku duymadı. Büyük ekonomik kaos
döneminde işsiz milyonlarca kişi bundan kuşku duymadı. Almanyada parlamenter
demokrasiyi kurmakta zorlananlar veya onları zorlayanlar bundan kuşku duymadı.
İnsanlığı “melez ırktan” arındırmak için oluşturulan bir endüstride binlerce
işçi bundan kuşku duymadı. İkinci Dünya Savaşı’nda savaşan milyonlar veya
onları savaşa gönderen liderler bundan kuşku duymadı. İngiltere ve Almanya’da
terörü yok etmek için çaba harcayan bilim adamı ve mühendisler bundan kuşku
duymadı.
Dünya insan için
ve insana da dünyayı fethedip yönetmek için yaratılmıştı.
Bu manifesto
atomu ayırıp tüm türümüzü yok edecek kapasitede bir bomba yapanlar üzerinde
kesinlikle hiç kuşku uyandırmamıştı. Birleşmiş Milletler’in mimarları bundan
kuşku duymadılar. eski savaş yıllarında insanların dinleneceği ve tüm işleri
robotların yapacağı, atomik gücün sınırsız ve bedava olacağı, güç, açlık ve
suçun yok olacağı ütopik dönem beklentisinde olan milyonlarca insan bundan
kuşku duymamıştı.
Ancak bu
manifesto artık kuşku uyandırıyor bayanlar baylar… Kültürümüzde hemen hemen her
yerde, fakat özellikle yıllarca beklenen hayatın kolaylaşması gerçeğinin asla
varolmadığını gören gençlerde bu durum kuşku uyandırıyor. Çocuklarınız daha
iyisini biliyor. Daha iyi biliyorlar, çünkü bu büyük anlamda sizin daha iyi
bilmenizden kaynaklanıyor.
Yalnızca
politikacılarımı hala dünyanın insan için, insanın da onu fethedip yönetmesi
için yaratıldığı konusunda ısrarlı davranıyorlar. Profesyonel zorunluluk olarak
hala devrimimiz manifestosunu doğrulamadılar. İşlerini sürdürmek istiyorlarsa
bizi önümüzde güzel bir gelecek olduğuna kesinlikle ikna etmeleri gerekir. Bizi
buna ikna ettiklerini düşünüp sonra da her yıl niçin daha az oy kullanıldığını
merak ediyorlar.
Sessiz Bahar ve
Ötesi
Bu değerlerin
çöktüğü yeni dönemin 1960′larda başladığını söylemiştim. Kesin olarak ifade
etmek gerekirse kültürümüz vizyonu motivasyonunun ilk kez ifade edildiği meydan
okuma, Rachel Carson’ın * sessiz bahar yılında, 1962′de başlamıştır. Carson
DDT’nin yıkıcı ve çevresel etkileri üzerine açıkladığı ayrıntılı gerçeklerde, DDT’nin
sadece böcekleri öldürmekle kalmayıp üretim işlemi ve yumurta yapılarını
bozarak besin zincirini kırdığını ve sonuçta birçok türün zaten yok olduğunu ve
daha birçok türün de tehdit altında olduğunu, günün birinde dünyanın sessiz bir
bahara – kuşsuz bir bahara – uyanabileceğini açıklamıştır. Ancak Sessiz Bahar,
yayınlanması kolay olan yeni bir sansasyonel sunum değildi. Tek bir güçlü
seslenişle kültürel inancımızın temellerini kökünden sarstı: Dünya ona
vereceğimiz her türlü zararı karşılama kapasitesine sahiptir, dünya tam olarak
bunun için tasarlanmıştır, bizim yanımızda olan dünya, her zaman çabalarımızı
kolaylaştırır ve izin verir, Tanrı dünyayı bizim onu fethedip yönetmemiz için
özel olarak tasarlamıştır. Sessiz Bahardaki gerçekler bu düşüncelere tamamen
karşı çıkar. Bizim yararımıza olan bir şey dünyaya zarar veriyordu. Dünya
kültürel vizyonumuzu desteklemiyordu. Tanrı kültürel vizyonumuzu
desteklemiyordu. Dünya hiçbir koşulda bizim tarafımızda değil, Tanrı hiçbir
koşulda bizim tarafımızda değildi.
Konu sadece
Rachel Carson ve DDT ile sına erse, kültürel vizyonumuz kesinlikle
iyileştirilirdi, ama hepimizin bildiği üzere bu sadece minik bir başlangıçtı.
Carson bize ilk kez, dikkat etmemiz gereken yeni bir şeyler olduğunu gösterdi.
Sonrasında bu tür hataları gören yüzlerce, binlerce kişi bu konularda daha
fazla dikkat ettikçe kültürel inancımız dha çok sarsıldı. Burada hepsine tek
tek değinmeyeceğim. Bir gecede sadece üzerinden genel anlamda geçebilir ve size
sadece ansiklopedilerimizde yer alan genel bilgileri iletebilirim.
Sonuç:
Günümüzdeki nüfusumuz ve düşlerimizle insan ırkı dünya üzerinde öldürücü bir
etkiye sahip. Tamamen bizim faaliyetlerimize bağlı nedenlerden göller kuruyor,
denizler ölüyor, ormanlar yok oluyor, toprak çürüyor.
Dinleyin! Koltuklarınızda
mırıldandığınızı duyuyorum, ancak bunları size kendinizi sulu hissettirmek için
anlatmıyorum. Buradaki amacım kesinlikle bu değil.
Bu gece burada
nelerin yanlış gittiğini anlamaya çalışıyorum.
Teoriler: Nerede
Yanlış Yaptık?
Nerede yanlış
yaptığımızı bulma çabaları global bir uğraş haline geldi. Her yaştan, her
sosyoekonomik sınıftan, her siyasi görüşten insan bu konuyu düşünüyor. On
yaşındaki çocuklar bile çözüm bulmaya çalışıyorlar. bunu biliyorum, çünkü
benimle konuşuyorlar. Biliyorum, çünkü oyunlarının arasında duraksayıp
dikkatlerini buna veriyorlar.
Her yıl daha
fazla çocuk evlilik dışı doğuyor. Her yıl daha fazla çocuk fakir evlerde
yaşıyor. Her yıl daha fazla insan suç nedeniyle zarar görüyor. Her yıl daha
fazla çocuk taciz edilip öldürülüyor. Her yıl daha fazla kadın tecavüze
uğruyor. Her yıl daha fazla insan geceleri sokakta dolaşmaktan ürküyor. Her yıl
daha fazla insan intihara teşebbüs ediyor. Her yıl daha fazla insan alkol ve
uyuşturucu bağımlısı oluyor. Her yıl daha fazla insan hapishanelere giriyor.
Her yıldaha fazla insan vahşet ve pornografiyi daha doğal karşılıyor. Her yıl
daha fazla insan terör ve deli inanışlara kapılıyor ve ani, kontrolsüz vahşete
başvuruyor.
Bunları açıklamak
için ortaya atılan teoriler çoğunlukla genellemeler ve herkesçe bilinen
gerçeklerdir. Bunlar yılların deneyimleri. Örneğin, insan ırkının zararlı ve
kusurlu olduğunu duyarsınız. İnsan ırkının bir çeşit evrensel hastalık olduğunu
ve Gaia’nın sonunda bunu yok edeceğiniz duyarsınız. İstikrarsız kapitalist
açgözlülüğün veya teknolojinin bunların sorumlusu olduğunu duyarsınız.
Ailelerin okulları veya rock and roll’u suçladığını duyarsınız. Bazen de güç,
yasal eşitsizlik, kalabalıklaşma, bürokrasi, politik kirlenme gibi semptomların
kendilerinin suçlandığına tanık olursunuz.
Bunlar “nerede
yanlış yaptığımızı” açıklayan bazı genel teoriler. Başkalarını da duyarsınız.
Bunların çoğu yanlışı düzeltmek için verilen öneriler nedeniyle
vazgeçilenlerdir. Genelde bu öneriler “Tek yapmanız gereken…” tarzında söylemlerle
başlar. Örneğin sağ partiyi seçin. Bu liderlerden kurtulun. Liberalleri asın.
Konservatifleri asın. daha net kanunlar yazın. daha uzun hapis cezaları verin.
Ölüm cezası uygulayın. Musevileri öldürün, eski düşmanları öldürün, yabancıları
öldürün, birilerini öldürün. Meditasyon yapın. Dua edin. bilinci yükseltin.
Yeni varoluş planı geliştirin.
Burada ne
yaptığımı anlamanızı istiyorum. Nerede yanlış yaptığımız konusunda yeni bir
teori sunuyorum. Bu minik bir varyasyon değil, geleneksel olanın iyileştirilmiş
hali değil. Bu şimdiye kadar duyulmamış, entelektüel tarihmizde tamamen yeni
bir teori. Aynı tür bir dağılma Ova Kızılderilileri yaşam biçimleri parçalanıp
kaynaklarına yöneldiklerinde gerçekleşti. Aynı dağılma bizim tarafımızdan
fethedilen sayısız Afrika, Güney Amerika, Avustralya, Yeni Gine ve diğer
aborijin insanlarda yaşanmıştı. Onların yaşadığı dağılma şartlarını bizimki ile
aynı olmaması fark etmez; sonuçlar aynıydı. Her ikimiz için de sadece yirmi
otuz yılda şok edici gerçekler dünya vizyonumuzu ele geçirerek, bize her zaman
kendini kanıtlar görünen kaderimizi anlamsız hale getirdi. Her ikimiz için de
başlangıçtan beri söylediğimiz şarkı birden boğazımıza takıldı ve durdu.
Sonuç her ikimiz
için de aynıydı: Her şey paramparça oldu. Kulübe ya da gökdelende yaşamanız bir
şeyi değiştirmez, her şey parçalandı. Emir ve amaç, yerini kaos ve şaşkınlığa
bıraktı. İnsanlar yaşama amacını kaybetti, hedefsiz şiddet düşkünü, intihara
yatkın, alkole ve uyuşturucuya ve suça bağımlı hale geldi. Bir zamanlar her şeyi
bir arada tutan matriks dağıldı ve yasalar ve gelenekler, özellikle gençler
arasında saygınlığını kaybetti.
İşte burada
başımıza gelen budur. On bin yıl boyunca gülümseyen kurbağa, sonunda suyun
kaynamaya başlamasıyla öldü ve yüzündeki gülümseme anlamını yitirdi.
Sonunda olaylar
çılgın kültürel vizyonumuzu parçalayarak, kibirli şarkımızı sona erdirdi.
Dünyanın insan için insanın da onu fethedip yönetmek için yaratıldığı inancını
kaybettik. tüm fetih ve zararlarımıza karşın dünyanın bize destek olacağı ve
tüm zehri emeceği inancımızı yitirdik. Tanrının diğer yaratıkların dışında
bizim tarafımızda oluğu inancımızı kaybettik.
Ve böylece
bayanlar baylar… parçalanıyoruz.
Sonunda İyi
Haberler
Geçenlerde bir
kadın beni dinlemesi için bir arkadaşını getirmek istediğini, ama arkadaşının,
“Üzgünüm ama artık bir tane daha kötü habere dayanamayacağım!” dediğini söyledi
(kahkahalar). Evet bu komik, çünkü burada oturup saatlerce beni dinlerken iyi
haberler ileteceğimi biliyorsunuz.
Evet, bu nedenle
gülüyorsunuz. Şimdiden kendinizi iyi hissetmeye başladınız! Kesinlikle daha iyi
hissetmekte haklısınız ve işte nedeni. Bu aslında oldukça basit. İşte size iyi
haberim: Biz insanlık değiliz.
Bu kelimelerdeki
özgürlüğü hissedebiliyor musunuz? Deneyin. Haydi durmayın. Kendi kendinize
fısıldayın: Biz… insanlık… değiliz.
Eminim biraz
garip görünüyor. Bu geceyi bitirmeden önce niçin garip göründüğünü
açıklayacağım.
Biz insanlık
değiliz.
Bunu söylemek bir
başkasının ayakkabılarını giymeniz, bu ayakkabıları kendinizinki sanarak bir
anda tüm hayatınız değiştirmeniz gibi!
Biz insanlık
değiliz. Bu iç kelimeyi anlamanızı istiyorum. Bunlar Büyük Unutuş’ta unutulan
her şeyin özeti. bunu gerçekten tam anlamıyla ifade ediyorum. Büyük Unutuş
sonunda, kültürümüz insanları uygarlık kurmaya başladıklarında bu üç kelime
düşünülemez bir haldeydi. Bir anlamda Büyük Unutuş bundan ibaretti: Tek bir
kültür olduğumuzu unutarak bizim tüm insanlık olduğumuzu düşünmeye başladık.
Kültürümüzün tüm
entelektüel ve manevi kökleri bizim kesinlikle insanlık olduğumuz gerçeğine
dayanır. Thucydides buna inandı. Sokrates buna inandı. Platon buna inandı.
Aristoteles buna inandı. Ssu-ma Ch’ien buna inandı. Gautama Buda buna inandı.
Konfüçyüs buna inandı. Musa buna inandı. İsa buna inandı. Aziz Paul buna
inandı. Muhammed buna inandı. İbni Sina buna inandı. Aquinolu Thomas buna
inandı. Kopernik buna inandı. Galileo ve Descartes kolaylıkla daha iyisini
yapabilecekken buna inandı. Hume, Hegel, Nietzche, Marx, Kant, Kierkegaard,
Bergson, Heidegger, Sartre ve Camus – hepsi daha iyi bilmek için araştırma
yapmış olsalar da- bunu doğal karşıladı.
Ama siz, biz
insanlık isek, bu niçin bu kadar kötü bir haber diye şaşırırsınız. Açıklamaya
çalışayım. Biz insanlık olsaydık o zaman insanlık ile ilgili söylediğimi tüm
korkunç şeylerin gerçekliğini bilirdik ve bu da gerçekten kötü bir haber
anlamına gelirdi. Biz insanlığın kendisi olsak, tüm yıkıcılık yalnızca yanlış
yönlendirilmiş bir kültüre ait değil, tüm insanlığa ait olurdu ve bu gerçekten
kötü bir haber anlamına gelirdi. Biz insanlığın kendisi olsak kültürümüzün kötü
kaderli olması, insanlığın da kötü kaderli olması anlamına gelirdi ve bu
gerçekten kötü bir haber oldurdu. Biz insanlığın kendisi olsak, bu kültürün
dünyanın düşmanı olması gerçeği tüm insanlığın dünyanın düşmanı olması
gerçeğiyle aynı anlamına gelirdi ve bu gerçekten kötü bir haber demek.
Ah inleyen
insanlık, eğer biz insanlık isek! Eğer kültürümüzün umutsuz ve yanlış
yönlendirilmiş yaratıkları insanlığın kendisi ise, korku ve umutsuzluk iniltileri!
Ancak biz
insanlık değiliz, biz sadece tek bir kültürüz – bu gezegende kendi vizyonu olan
ve kendi şarkılarını söyleyen yüzlerce, binlerce kültür arasında tek bir
kültür. İşte bu bizim için mükemmel bir haber!
Eğer değişmesi
gereken insanlık olsaydı, hiç şansımız olmazdı, ama değişmesi gereken sadece…
biziz.
Ve bu gerçekten
harika bir haber.
Benimle kalın
dostlarım. Adım adım oraya yaklaşıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder