15 Ekim 2011 Cumartesi

Geçici Vahşi Bölge Deneyimi 2006


Geçici Vahşi Bölge Deneyimi
3 Mart 2006

(19-22 Mayıs 2005)

Yaşadıklarımdan ve deneyimlediklerimden çıkardıklarım ya da farkına vardığım hazlar, korkular, düşünceler, fiziksel, zihinsel ve ruhsal hasarlar ve iyileşmeler tam anlamıyla bana – yani kişiye aittir. Tüm deneyimler bireyden bireye farklılıklar sunacağı gibi, benzer hisleri yaşayan insanlar muhakkak ki vardır. Dil denen anlatıma ve sembolizme dökülmüş anlar ve anın içinde barındırdığı her şeyi bu kağıt parçasına dökerek, sıçarken götüne diken batmamış kişiler tarafından anlaşılmaya çabalamak gerçekten zor olacaktır. Ancak yine de daha önce anlattıklarım(ız)a benzer şeyleri tekrar ve tekrar anlatmak, bitmiş bir kalemle bembeyaz bir kağıda yazılan yazı kadar etkili olacaktır. Kağıdın üzerine çiziktirmektense, yazılanları kağıda kazıyacaktır.

Kalemimizi duyularımızdan keskin kılmadan en iyisi anlatıma dökmek yaşadıklarımı(zı)… Yediğiniz içtiğiniz sizin olsun derler hep; keşke olmasaydı da hep birlikte farkındalığa bürünseydik her zaman bütünlüğün yaşandığı yerlerde.

Geçici Vahşi Bölge demiş olmamıza rağmen pek bir vahşi alan bırakmamış insanoğlu bize. Derenin akışını engelleyen bir baraj, hemen yukarısında kurulmuş ağaç kesim atölyesi, alabalık çiftlikleri ve her yere ulaşan uygarlığın damarları yollar… Başlangıç için oldukça hüzün vericiydi ruhuma. Ne üç gün boyunca karnımı doyuramamak ne de donuma kadar ıslanmak etkilememişti bu kadar. Musluğu açınca akan suyun, ahşap ıvır zıvırların, hayvan üretmek için oluşturulan hapishanelerin, üzerinde sarı canavarların koşuşturduğu yolların ne demek olduğunu görüyor insan. Neleri götürüyormuş meğer bu kadar kargaşa biz farkında olmadan.

Hep bir koşuşturma hakimdir kentlerde; dört gün olsun bir duralım soluk alalım dediğimiz halde, yine koşturup durduk parçası olamadan çevremizdekilerin. Yürü babam, yürü… Ne yağmur ne çamur ne de tepeler durdurabilirdi bizi. İlerlemenin bağrından kopup gelen bizler, duramazdık, durmadık da sürekli ilerledik. Bir an durup bakamadık, derelerin tersine aktığımıza. Ters giden bir şeyler vardı; ya bizdik o ya da dere. Hepimiz çiçektik ve açmak için gitmiştik diğerlerinin yanına. Ama bir çiçeğin gün boyu nasıl açıp nasıl kapandığının farkına varamadan, köklerimizi toprağa salamadan savrulduk rüzgarda. Bir çiçek tüm gün yanındakileri izler oysa.

Güneş iniyor, ay gökyüzüne yürüyordu ve çiçekler toprağa çökmüştük sonunda. Açtık, açıktaydık… Deredeki yengeçlere baktık. Ne de olsa, dedik, her şey besindir hayatta. Kimimiz gözlerine baktı yengeçlerin, kimimiz ise boş midelerine. Kimimiz yengeçlerin ruhunu kattı ruhlarına, kimimiz yanımızdaki yemişlerin.

Ateşler yakıldı, yorgun olanlar yataklara doğru sokuldu ve kalanlar da bu ara sohbete koyuldu. Kentteki dostum panik atağımın ziyaretiyle +1 oldu muhabbet çemberi. Pek bir çenesi açılmıştı bu sefer. Anlattı da anlattı… Önce beni derenin soğuk sularına girmeye davet etti, sonra da karanlıkla kaplı ağaçların arasında koşuşturmaya. Ben ise anlattım o an hissettiklerimi: Yanı başımızda akan derenin, karşımızda yanan ateşin, üzerinde oturduğumuz toprağın ve hepsini usulca örten ve okşayan havanın bizzat kendisi hissettiğimi kendimi. Huzurumu kıskandı olacak, hiç konuşmadan sabaha kadar oturdu yanımda, biz oyunlar oynarken arkadaşlarla. Maksat duyularımızı geliştirmekti ve o zaman bir daha öğrendim her şeyin farklı ama aynı olduğunu. Annemizin kucağında otururken, babamıza gökyüzüne şarkılar savurduk, o an uydurulmuş içimizden gelen.

Bedenim yorgun, zihnim karmaşık, ruhum huzur dolu. Yine dengede değil kahretsin üçü. Bir bardak daha ısırganlı çay ve ateşin başında biraz daha huzur. Gördüğüm ise sade; ateşten kıyafetiyle ormanın ruhu; hissettiğim ise bütünlük, tam orada, o anda, özgürlük.

İlk gün hiç otoriteye maruz kalmadığımızın farkına vardım, ne de herhangi bir vahşi hayvana rastladığımızın. Sadece kuş cıvıltıları ve derede yüzen yengeç ve balıklar. Tepelerde gezinen inekler ve başlarında bir eşeğin üzerindeki baltalı amca. Gözlerimi son kez kırptım ve bir daha açtığımda sabahtı. Isırgan, yabani gül, papatya karışımıyla güne merhaba. Ve tabi ki de açlığa. İki adet kuru üzüm kesmezdi kimseyi, iki kişi doldurduk cebimize yabani erikleri… Sabah kahvaltımız herkese bir avuç erik oldu. Erikleri atıştıra atıştıra koyulduk yola.

Köye yaklaştığımızda bir kısmımız telefon etmeye ve yiyecek bir şeyler almaya gittiler. Malum çayla ve erikle karın doymuyordu ve aldığımızdan fazla enerjiyi harcıyorduk yürümeye. Tekrar toplandık ve yine koyulduk yürümeye. Ana yolda bir kamyon kasasında şelaleye doğru gidiyorduk, varmadan atladık kasadan ve geleneği bozmadan yürümeye devam… Tüm vücudumun ter bezleri çalışıyordu. O yorgunluk ve sıcaktan sonra, buz gibi şelalenin suyunun iyi geleceğini düşünüyordu herkes. Suya girince bir şeyin yanlış olduğunu gördük, şelalenin suyunun buz gibi değil gerçekten buz olduğu.. Metrelerce yukardan dökülen su o kadar çok gürültü çıkarıyor ve etrafı soğutuyordu ki gece için başka bir yere geçtik. Burası da uygarlıktan nasibini almıştı.. Tahta köprüler, hiltilerle kırılan ve parçalanan kayalar, ve kesilmekte olan ağaçlar. Gel de kırma o kazma küreklerin saplarını kafalarında. Biz işimize koyulduk; yerdeki kuru otlar süpürüldü, ateş için odun toplandı yiyecek bir şeyler arandı. Bir tencere makarna ve yedi avuç. En çok da normalde yemediğim makarna, ekmek ve ıvır zıvırdan yemek koydu bana. O kadar yorulmuşum ki bu sefer erkenden uykuya daldım.

Sabah erkenden kalkınca önce yağmur yıkıyordu insanın yüzünü. Herkes uyanana kadar çabaladık ateşin devamı için. Normalde yağmurda yürünmez ama biz mecburduk yürümeye. Ertesi gün dönmek için, köye yakında yatmak zorundaydık. Ve yine başladık yürümeye. Yolda asma yaprakları ve erik topladık akşam yemeğinde solucan sarması için. Bu arada sırılsıklam vardık köyün yakınlarına.. 3 ağaç ve bir sürü eğreltiotu ve dal vardı. Bir kısmımız barınağa girişti, bir kısmımız da ıslak odunlarla ateş yakmaya. O kadar ıslandık ki kimsenin kuru bir şeyi yoktu. Buna yanımızdaki çadır da dahil. Ateş ve suyun karışımından ateşi galip getirmek gerçekten de zormuş.

Kuruyamadık, ısınamadık… Ve planlanandan bir gün önce kente geri dönmeyi kararlaştırdık….

Kendime Notlar :

· Sürekli yürümek hatalıydı, kısa süreli deneyimlerde belli bir yerde kamp yapmak ve mümkünse yiyecek aramak, toplamak veya avlamak için çevreyi gezmeli

· Gideceğiniz yerin mevsimine uygun bitki örtüsünü gitmeden iyice öğrenin. Yanınıza yenebilir bitkileri gösteren bir kitap alabilirsiniz.

· Yanınızda ne kadar uygarlık götürürseniz o kadar hiçbir şey yapmazsınız, yapmaktan vazgeçersiniz ve hatta piknikçiye dönersiniz. Örneğin; çadır götürmek, barınak yapmayı engelledi. Geçen seneki deneyimimde tulum dahi olmaması yorgan bile yapmama neden olmuştu.

· Yiyecek aslında çok sorun değil, sadece kentte büyüyen midelerin ufalmaları sırasında zorlanıyorsunuz. Açlıktan kimse ölmez, zaten en fazla 2-3 gün aç kalırsınız sonra yiyecek şeyler bulabilirsiniz çok rahat.

· Grup psikolojisi çok önemliydi bu kampta. İlk kez bu kadar kalabalık bir deneyimdi. Ancak bir ara kitle psikolojisine kadar aldı başını gitti. Örneğin, ekmek yememiz gibi ya da “makarnadan bir şey olmaz Elfun boşver ye” gibi.

· Yeniden vahşileşme deneyimlerinde bedenimizi vahşileştirirken, zihnimiz ve ruhumuzda önemli. Uygar olarak düşündük , öyle davrandık. Ama yine de ilk geceki oyunlarımız güzeldi.

· Çevremizi iyi gözlemleyemedik, bu da sürekli yürümemize bağlı.

· Elbiseler kuru tutulmalıydı, bu da sürekli yürümemizden olmadı.

· Yiyecek daha fazla şey bulabilirdik ve bitkileri daha iyi keşfedebilirdik. Ama bu da yürümekten olmadı.

· Bireysel olarak kendimizle pek başbaşa kalamadık. Tüm gün yürüdüğümüzden, pek fazla aktiviteye yer kalmadı.

· Ve tekrardan; sürekli yürümek hatalıydı J

Kampta Deneyimlediğim Pratikler

· Çok fazla yürümek boşuna enerji kaybı.

· Yengecin tadı gerçekten güzelmiş. Eklemleri içindeki etleri yiyebilirsiniz.

· Eğrelti otu barınak yapmak için işe yaradığı gibi karbonhidrat kaynağı olarak da kullanılıyor ve tadı çok iğrenç değilmiş. Genç yaprakları ve kaynatılmış kökünü yiyebilirsiniz.

· Eğrelti otlarından güzel şapka oluyor. (Eğrelti otlarının ana gövdesinin ortalarından kesilir. Yeteri kadar eğrelti otu keserek, eğrelti otu demeti yaparsınız. Ve saplarını bağlayıp, yaprakları şapkaya benzeyecek şekilde açar, kafanıza yerleştirirsiniz.)

· Evcil hayvan bokları kaybolursanız yolunuzu bulmanıza yardımcı olur. Bokları takip edin.

· Belki de jeolog olduğumdan ama bölge morfolojisini, bitki örtüsünü, kayaları göz önüne alırsanız, yolunuza ne tür yapıların çıkacağını tahmin edebilirsiniz. Dere, açık alan, sık orman, kayalık, dik yamaç vs. gibi…

· Bir arkadaşımızın filmde izlemiş olduğu ve bize anlattığı; “kuşlar ötmeye başladı yağmur dinecek” koca bir yalan J

· Duyu geliştirici oyunlar eğlenceli ve zevkliler. (Örneğin, bir kişi önce herkesin ayrı ayrı dokunuşu, kokusunu, el çırpma sesini vs. vs. gibi çeşitli özelliklerini bir kez deneyimler ve daha sonra gözlerini kapatır, diğerleri sırayla dokunur, elini uzatır veya el çırpar vs. ve gözleri kapalı kişi kimin olduğunu bulmaya çalışır; gibi…)

· İnce dallar ve yapraklardan yağmurluk. (Yaprağı bol çok ince dallar toparlanır ve üst üste yığılarak örtüye benzer bir hal alır. Ve bu demetler bir birine bağlanarak üzerinize giyilir. Hayal gücünüzü kullanın işte, görmeden anlatmak gerçekten zormuş. J Yapraklar ne kadar genişse o kadar çok işe yarar.

· Islak odunlarla ateş yakmak: (Toprağa bir çukur kazın ve içine mum koyup yakın. Mumun(veya kuru bir tutuşturucunun) üzerine ıslak çıraları koyun, bir süre sonra çıralar kurur ve yanmaya başlar. Çıralar tutuşurken, daha kalın olan dış kabuğu soyulmuş odunları çukurda yanan ateşin üzerine koyun, odunlar ateşin içine atılmayacak şekilde derin bir çukur daha iyi. Dış kabukları soyulunca hafif nemli kalan odunlar bir süre sonra kurur ve ateşin içine yanması için atabilirsiniz. Çok fazla ıslak olmayan odunları ateş iyice yandıktan sonra doğrudan ateşe atabilirsiniz, ama çok fazla olmamak kaydıyla. Ateşi yağmurdan koruyun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder