Geçici Vahşi Bölge
Deneyimi
3 Mart 2006
(19-22 Mayıs 2005)
Yaşadıklarımdan ve deneyimlediklerimden çıkardıklarım ya da farkına
vardığım hazlar, korkular, düşünceler, fiziksel, zihinsel ve ruhsal hasarlar ve
iyileşmeler tam anlamıyla bana – yani kişiye aittir. Tüm deneyimler bireyden
bireye farklılıklar sunacağı gibi, benzer hisleri yaşayan insanlar muhakkak ki
vardır. Dil denen anlatıma ve sembolizme dökülmüş anlar ve anın içinde
barındırdığı her şeyi bu kağıt parçasına dökerek, sıçarken götüne diken
batmamış kişiler tarafından anlaşılmaya çabalamak gerçekten zor olacaktır.
Ancak yine de daha önce anlattıklarım(ız)a benzer şeyleri tekrar ve tekrar
anlatmak, bitmiş bir kalemle bembeyaz bir kağıda yazılan yazı kadar etkili
olacaktır. Kağıdın üzerine çiziktirmektense, yazılanları kağıda kazıyacaktır.
Kalemimizi duyularımızdan keskin kılmadan en iyisi anlatıma dökmek
yaşadıklarımı(zı)… Yediğiniz içtiğiniz sizin olsun derler hep; keşke olmasaydı
da hep birlikte farkındalığa bürünseydik her zaman bütünlüğün yaşandığı
yerlerde.
Geçici Vahşi Bölge demiş olmamıza rağmen pek bir vahşi alan bırakmamış
insanoğlu bize. Derenin akışını engelleyen bir baraj, hemen yukarısında kurulmuş
ağaç kesim atölyesi, alabalık çiftlikleri ve her yere ulaşan uygarlığın
damarları yollar… Başlangıç için oldukça hüzün vericiydi ruhuma. Ne üç gün
boyunca karnımı doyuramamak ne de donuma kadar ıslanmak etkilememişti bu kadar.
Musluğu açınca akan suyun, ahşap ıvır zıvırların, hayvan üretmek için
oluşturulan hapishanelerin, üzerinde sarı canavarların koşuşturduğu yolların ne
demek olduğunu görüyor insan. Neleri götürüyormuş meğer bu kadar kargaşa biz
farkında olmadan.
Hep bir koşuşturma hakimdir kentlerde; dört gün olsun bir duralım soluk
alalım dediğimiz halde, yine koşturup durduk parçası olamadan
çevremizdekilerin. Yürü babam, yürü… Ne yağmur ne çamur ne de tepeler
durdurabilirdi bizi. İlerlemenin bağrından kopup gelen bizler, duramazdık,
durmadık da sürekli ilerledik. Bir an durup bakamadık, derelerin tersine
aktığımıza. Ters giden bir şeyler vardı; ya bizdik o ya da dere. Hepimiz
çiçektik ve açmak için gitmiştik diğerlerinin yanına. Ama bir çiçeğin gün boyu
nasıl açıp nasıl kapandığının farkına varamadan, köklerimizi toprağa salamadan
savrulduk rüzgarda. Bir çiçek tüm gün yanındakileri izler oysa.
Güneş iniyor, ay gökyüzüne yürüyordu ve çiçekler toprağa çökmüştük
sonunda. Açtık, açıktaydık… Deredeki yengeçlere baktık. Ne de olsa, dedik, her
şey besindir hayatta. Kimimiz gözlerine baktı yengeçlerin, kimimiz ise boş
midelerine. Kimimiz yengeçlerin ruhunu kattı ruhlarına, kimimiz yanımızdaki
yemişlerin.
Ateşler yakıldı, yorgun olanlar yataklara doğru sokuldu ve kalanlar da
bu ara sohbete koyuldu. Kentteki dostum panik atağımın ziyaretiyle +1 oldu
muhabbet çemberi. Pek bir çenesi açılmıştı bu sefer. Anlattı da anlattı… Önce
beni derenin soğuk sularına girmeye davet etti, sonra da karanlıkla kaplı
ağaçların arasında koşuşturmaya. Ben ise anlattım o an hissettiklerimi: Yanı
başımızda akan derenin, karşımızda yanan ateşin, üzerinde oturduğumuz toprağın
ve hepsini usulca örten ve okşayan havanın bizzat kendisi hissettiğimi kendimi.
Huzurumu kıskandı olacak, hiç konuşmadan sabaha kadar oturdu yanımda, biz oyunlar
oynarken arkadaşlarla. Maksat duyularımızı geliştirmekti ve o zaman bir daha
öğrendim her şeyin farklı ama aynı olduğunu. Annemizin kucağında otururken,
babamıza gökyüzüne şarkılar savurduk, o an uydurulmuş içimizden gelen.
Bedenim yorgun, zihnim karmaşık, ruhum huzur dolu. Yine dengede değil
kahretsin üçü. Bir bardak daha ısırganlı çay ve ateşin başında biraz daha
huzur. Gördüğüm ise sade; ateşten kıyafetiyle ormanın ruhu; hissettiğim ise
bütünlük, tam orada, o anda, özgürlük.
İlk gün hiç otoriteye maruz kalmadığımızın farkına vardım, ne de
herhangi bir vahşi hayvana rastladığımızın. Sadece kuş cıvıltıları ve derede
yüzen yengeç ve balıklar. Tepelerde gezinen inekler ve başlarında bir eşeğin
üzerindeki baltalı amca. Gözlerimi son kez kırptım ve bir daha açtığımda
sabahtı. Isırgan, yabani gül, papatya karışımıyla güne merhaba. Ve tabi ki de
açlığa. İki adet kuru üzüm kesmezdi kimseyi, iki kişi doldurduk cebimize yabani
erikleri… Sabah kahvaltımız herkese bir avuç erik oldu. Erikleri atıştıra atıştıra
koyulduk yola.
Köye yaklaştığımızda bir kısmımız telefon etmeye ve yiyecek bir şeyler
almaya gittiler. Malum çayla ve erikle karın doymuyordu ve aldığımızdan fazla
enerjiyi harcıyorduk yürümeye. Tekrar toplandık ve yine koyulduk yürümeye. Ana
yolda bir kamyon kasasında şelaleye doğru gidiyorduk, varmadan atladık kasadan
ve geleneği bozmadan yürümeye devam… Tüm vücudumun ter bezleri çalışıyordu. O
yorgunluk ve sıcaktan sonra, buz gibi şelalenin suyunun iyi geleceğini
düşünüyordu herkes. Suya girince bir şeyin yanlış olduğunu gördük, şelalenin
suyunun buz gibi değil gerçekten buz olduğu.. Metrelerce yukardan dökülen su o
kadar çok gürültü çıkarıyor ve etrafı soğutuyordu ki gece için başka bir yere
geçtik. Burası da uygarlıktan nasibini almıştı.. Tahta köprüler, hiltilerle
kırılan ve parçalanan kayalar, ve kesilmekte olan ağaçlar. Gel de kırma o kazma
küreklerin saplarını kafalarında. Biz işimize koyulduk; yerdeki kuru otlar
süpürüldü, ateş için odun toplandı yiyecek bir şeyler arandı. Bir tencere
makarna ve yedi avuç. En çok da normalde yemediğim makarna, ekmek ve ıvır
zıvırdan yemek koydu bana. O kadar yorulmuşum ki bu sefer erkenden uykuya
daldım.
Sabah erkenden kalkınca önce yağmur yıkıyordu insanın yüzünü. Herkes
uyanana kadar çabaladık ateşin devamı için. Normalde yağmurda yürünmez ama biz
mecburduk yürümeye. Ertesi gün dönmek için, köye yakında yatmak zorundaydık. Ve
yine başladık yürümeye. Yolda asma yaprakları ve erik topladık akşam yemeğinde
solucan sarması için. Bu arada sırılsıklam vardık köyün yakınlarına.. 3 ağaç ve
bir sürü eğreltiotu ve dal vardı. Bir kısmımız barınağa girişti, bir kısmımız
da ıslak odunlarla ateş yakmaya. O kadar ıslandık ki kimsenin kuru bir şeyi
yoktu. Buna yanımızdaki çadır da dahil. Ateş ve suyun karışımından ateşi galip getirmek
gerçekten de zormuş.
Kuruyamadık, ısınamadık… Ve planlanandan bir gün önce kente geri dönmeyi
kararlaştırdık….
Kendime Notlar :
· Sürekli yürümek hatalıydı, kısa süreli deneyimlerde belli bir yerde
kamp yapmak ve mümkünse yiyecek aramak, toplamak veya avlamak için çevreyi
gezmeli
· Gideceğiniz yerin mevsimine uygun bitki örtüsünü gitmeden iyice
öğrenin. Yanınıza yenebilir bitkileri gösteren bir kitap alabilirsiniz.
· Yanınızda ne kadar uygarlık götürürseniz o kadar hiçbir şey
yapmazsınız, yapmaktan vazgeçersiniz ve hatta piknikçiye dönersiniz. Örneğin;
çadır götürmek, barınak yapmayı engelledi. Geçen seneki deneyimimde tulum dahi
olmaması yorgan bile yapmama neden olmuştu.
· Yiyecek aslında çok sorun değil, sadece kentte büyüyen midelerin
ufalmaları sırasında zorlanıyorsunuz. Açlıktan kimse ölmez, zaten en fazla 2-3
gün aç kalırsınız sonra yiyecek şeyler bulabilirsiniz çok rahat.
· Grup psikolojisi çok önemliydi bu kampta. İlk kez bu kadar kalabalık
bir deneyimdi. Ancak bir ara kitle psikolojisine kadar aldı başını gitti.
Örneğin, ekmek yememiz gibi ya da “makarnadan bir şey olmaz Elfun boşver ye”
gibi.
· Yeniden vahşileşme deneyimlerinde bedenimizi vahşileştirirken,
zihnimiz ve ruhumuzda önemli. Uygar olarak düşündük , öyle davrandık. Ama yine
de ilk geceki oyunlarımız güzeldi.
· Çevremizi iyi gözlemleyemedik, bu da sürekli yürümemize bağlı.
· Elbiseler kuru tutulmalıydı, bu da sürekli yürümemizden olmadı.
· Yiyecek daha fazla şey bulabilirdik ve bitkileri daha iyi
keşfedebilirdik. Ama bu da yürümekten olmadı.
· Bireysel olarak kendimizle pek başbaşa kalamadık. Tüm gün
yürüdüğümüzden, pek fazla aktiviteye yer kalmadı.
· Ve tekrardan; sürekli yürümek hatalıydı J
Kampta Deneyimlediğim Pratikler
· Çok fazla yürümek boşuna enerji kaybı.
· Yengecin tadı gerçekten güzelmiş. Eklemleri içindeki etleri
yiyebilirsiniz.
· Eğrelti otu barınak yapmak için işe yaradığı gibi karbonhidrat kaynağı
olarak da kullanılıyor ve tadı çok iğrenç değilmiş. Genç yaprakları ve
kaynatılmış kökünü yiyebilirsiniz.
· Eğrelti otlarından güzel şapka oluyor. (Eğrelti otlarının ana
gövdesinin ortalarından kesilir. Yeteri kadar eğrelti otu keserek, eğrelti otu
demeti yaparsınız. Ve saplarını bağlayıp, yaprakları şapkaya benzeyecek şekilde
açar, kafanıza yerleştirirsiniz.)
· Evcil hayvan bokları kaybolursanız yolunuzu bulmanıza yardımcı olur.
Bokları takip edin.
· Belki de jeolog olduğumdan ama bölge morfolojisini, bitki örtüsünü,
kayaları göz önüne alırsanız, yolunuza ne tür yapıların çıkacağını tahmin
edebilirsiniz. Dere, açık alan, sık orman, kayalık, dik yamaç vs. gibi…
· Bir arkadaşımızın filmde izlemiş olduğu ve bize anlattığı; “kuşlar
ötmeye başladı yağmur dinecek” koca bir yalan J
· Duyu geliştirici oyunlar eğlenceli ve zevkliler. (Örneğin, bir kişi
önce herkesin ayrı ayrı dokunuşu, kokusunu, el çırpma sesini vs. vs. gibi
çeşitli özelliklerini bir kez deneyimler ve daha sonra gözlerini kapatır,
diğerleri sırayla dokunur, elini uzatır veya el çırpar vs. ve gözleri kapalı
kişi kimin olduğunu bulmaya çalışır; gibi…)
· İnce dallar ve yapraklardan yağmurluk. (Yaprağı bol çok ince dallar
toparlanır ve üst üste yığılarak örtüye benzer bir hal alır. Ve bu demetler bir
birine bağlanarak üzerinize giyilir. Hayal gücünüzü kullanın işte, görmeden anlatmak
gerçekten zormuş. J Yapraklar ne kadar genişse o kadar çok işe yarar.
· Islak odunlarla ateş yakmak: (Toprağa bir çukur kazın ve içine mum
koyup yakın. Mumun(veya kuru bir tutuşturucunun) üzerine ıslak çıraları koyun,
bir süre sonra çıralar kurur ve yanmaya başlar. Çıralar tutuşurken, daha kalın
olan dış kabuğu soyulmuş odunları çukurda yanan ateşin üzerine koyun, odunlar
ateşin içine atılmayacak şekilde derin bir çukur daha iyi. Dış kabukları
soyulunca hafif nemli kalan odunlar bir süre sonra kurur ve ateşin içine
yanması için atabilirsiniz. Çok fazla ıslak olmayan odunları ateş iyice
yandıktan sonra doğrudan ateşe atabilirsiniz, ama çok fazla olmamak kaydıyla.
Ateşi yağmurdan koruyun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder