Beşikten Mezara…
İnsan tüketimi için yetiştirilip öldürülen hayvanlara nasıl davranıldığını
umursamayan bir insana rastlamadım henüz. Et yiyip de bunun hayvanlar için
nahoş bir durum olduğunun biraz da olsa farkında olan insanlar gereksiz bir
istismara ve zulüme karşı olduklarını söyleyeceklerdir. “İnsancıl”et aldıklarını,
free range yumurtalar ve organik süt aldıklarını söyleyecek ve kendilerini etik
tüketiciler olarak, bu ürünleri de hayvan zulmüne karşı süren mücadelede ön
cephe olarak niteleyeceklerdir. Damak tadımızı doyurmak amacıyla her yıl 10
milyardan fazla kara hayvanı öldürsek bile bu kutsal toplumsal ritüelin saçmalığını
asla sorgulamıyoruz. Gerçekten de kendimizi suçluluk hissine sebep olmayan
seçimler yapan insanlar olarak görüyor ve bu arada “insancıl öldürme” denen
paradoksu görme konusunda başarısız oluyoruz, bir hayvanın beşikten
(evcilleştirme) mezara (vücutlarımız) neler yaşadığını gerçekten bilmiyoruz.
Modern hayvan çiftlikleri çocuk
kitaplarında ve reklamlarda idealize edildiği şekillerden çok uzak, “insancıl”
operasyonun pratikleri ve prensiplerine dair bir çok yanlış bilgi mevcut. Canlı
hayvanları izole vücut kısımları ve et parçaları haline dönüştürme süreci
hayvanların doğumlarıyla başlayıp ömürlerinin ilk dönemlerinde sona eriyor,
çünkü hayvanlar henüz yavruyken öldürülüyorlar, hayvanların geleneksel şekilde
ya da “insancıl”, “doğal”,”free-range”,”kafes dışında”, “organik” şekilde
yetiştirilmesi hiç farketmiyor.
Küçük ya da büyük bir girişim olarak hayvanların üreme sistemlerinin
insanlar için manipüle edilmesi hayvancılığın tam merkezinde yer alıyor. İnsanlar
yemek yemek için masaya oturduğunda hiç kimsenin aklına, erkek hayvanların hadım
edilmesi, ve dişilerin döllenmesi gelmiyor. Bir çok hayvan suni döllemenin
stres dolu, acı verici ve aşağılayıcı süreçlerine katlanmak zorunda kalıyor. Süt sığırları endüstrinin “tecavüz askısı”
dediği bir şeye bağlanıyorlar, “doğal hindiler” de suni olarak gebe bırakılıyor;
çünkü göğüsleri o kadar büyük ki normal bir şekilde çiftleşemiyor; free-range
yumurta çiftlikleri yumurtalarını yumurta kuluçkahanelerinden alarak her yıl
milyonlar adet bir günlük erkek civcivi öldürüyor ve böylece büyük zulümlere
dahil olmuş oluyorlar.
Ölmek İçin Yaşamak
“İnsancıl” etten söz edenler aslında hayvanların yetiştirildiği
koşullardan söz ediyorlar- öldürüldükleri koşullardan değil. Ve aradaki fark
büyük. Bedenleri yemek masasına uygun şekilde kilo aldığında, süt ve yumurta olmak için harcanıp aşırı kullanıldığında,
artık amaca hizmet edecek bir yanları kalmadığında, süt çiftliklerindeki erkek
danalar gibi, o zaman geleneksel ve “insancıl” çiftliklerdeki hayvanların hepsi
mezbahaya gönderilir.
Ulaşım süreci çoğu kez
ölümcüldür, büyük acılar verir. Nakliye boyunca hayvanları “korumak” adına
kabul edilmiş olan tek yasa da son derece zayıf bir yasa, hayvanların aşırı sıcağa,
soğuğa strese, kalabalığa katlanmasına ve idrar kaynaklı solunum problemlerine
yol açıyor. Nasıl yetiştirildiklerini umursamadan bütün hayvanlar mekanize
mezbahalara gönderiliyorlar, orada bu hayvanların hayatlarına gaddarca son
veriliyor. Yasa gereği hayvanların Tarım Bakanlığı sertifikası sahibi
tesislerde öldürülmesi gerekiyor, işte bu yerlerde her gün inanılmaz zulümler
yaşanıyor. Federal et gözlemcilerinden mezbaha çalışanlarına dek herkes
bilincini kaybetmemiş hayvanların boğulmasına, dövülmesine, haşlanmasına,
derilerinin yüzülüp etlerinin parçalanmasına rutin olarak tanık olduklarını
kabul ediyor.
Kendimize “insancıl koşullarda yetiştirilmiş hayvanların” etini yediğimizi
söylüyoruz, ama olayın büyük kısmını denklemin dışında tutuyoruz. Bir hayvanın
öldürülmesi kan ve şiddet dolu bir eylemdir, ve yaşamak isteyenler için ölmek
hiç kolay bir şey değil.
Ölmek İçin Doğanlar
Başkalarının acı çekmesinin sebebinin biz olduğuna inanmak istemesek de,
günlük et, yumurta, süt ve diğer hayvan ürünlerini tüketmemiz sebebiyle insan
tüketimi adına hayvan yetiştirip öldürmenin ayrılmaz bir parçası olan gereksiz
ve anlamsız bir şiddetin parçası oluyoruz. Eğer bu konuyu umursamasaydık bu
kadar bahane uydurmazdık, meşrulaştırmaya çalışmazdık. Yaptığımız seçimlere
“insancıl” adını vererek hakikatin etrafında dansediyoruz, etimizi yiyebilmek
için bir çeşit taviz de vermeye çalışıyoruz bir yandan.
Sürekli karşımıza çıkan temel kök sorunlar hayvanları nasıl yetiştirdiğimizle
ilgili değil aslında, hayvanları yememizle
ilgili. Bitki temelli bir beslenme biçimiyle hayatta kalabilir, hatta
daha sağlıklı olabiliriz; sağlıklı olmak için hayvan öldürmek zorunda değiliz ve aslında hayvan yağı
ve proteininin bir çok insan hastalığıyla ilgili olduğu ortaya çıkmış durumda.
Yani zulüm ve şiddeti önleme fırsatı
elimize geçtiğinde gelenek, kültür, zevk veya topluma uymak gibi sebeplerle bu
fırsata sırtımızı mı dönüyoruz? Aradığımız cevapları bulamıyoruz çünkü yanlış
sorular soruyoruz. “İnsancıl koşullarda yetiştirilmiş hayvanlar”a yönelik tavırlarımız
ise hayvanların çektiği acıları azaltmak yerine sadece suçluluk hislerimizi
hafifletiyor. Eğer davranışlarımızın hissettiğimizi söylediğimizi merhamet ve
şefkatimizi yansıtmasını gerçekten istiyorsak o zaman cevap son derece basit.
Onları yemeyi bırakabiliriz. Bu kadar şiddet dolu ve manasız bir ritüele karşı
bundan daha akılcı ve merhamet dolu bir tepki düşünülebilir mi? Bu dünyaya kendi eti, yumurta veya sütüyle doğan-ve
insanların zevkleri için öldürülen- her hayvanda annelik içgüdüleri, acı
hissetme yeteneği ve diğer her canlı gibi yaşama dürtüsü var. Hayvanları
öldürmek amacıyla yetiştirmenin insancıl bir yönü yok, sağlıklı bir hayvanı
ömrünün ilk zamanlarında öldürmenin insancıl bir tarafı yok. Kısacası, et
yemenin insancıl hiç bir yönü yok
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder