15 Ekim 2011 Cumartesi

Beşikten Mezara


  Beşikten Mezara…

İnsan tüketimi için yetiştirilip öldürülen hayvanlara nasıl davranıldığını umursamayan bir insana rastlamadım henüz. Et yiyip de bunun hayvanlar için nahoş bir durum olduğunun biraz da olsa farkında olan insanlar gereksiz bir istismara ve zulüme karşı olduklarını söyleyeceklerdir. “İnsancıl”et aldıklarını, free range yumurtalar ve organik süt aldıklarını söyleyecek ve kendilerini etik tüketiciler olarak, bu ürünleri de hayvan zulmüne karşı süren mücadelede ön cephe olarak niteleyeceklerdir. Damak tadımızı doyurmak amacıyla her yıl 10 milyardan fazla kara hayvanı öldürsek bile bu kutsal toplumsal ritüelin saçmalığını asla sorgulamıyoruz. Gerçekten de kendimizi suçluluk hissine sebep olmayan seçimler yapan insanlar olarak görüyor ve bu arada “insancıl öldürme” denen paradoksu görme konusunda başarısız oluyoruz, bir hayvanın beşikten (evcilleştirme) mezara (vücutlarımız) neler yaşadığını gerçekten bilmiyoruz.

Modern hayvan  çiftlikleri çocuk kitaplarında ve reklamlarda idealize edildiği şekillerden çok uzak, “insancıl” operasyonun pratikleri ve prensiplerine dair bir çok yanlış bilgi mevcut. Canlı hayvanları izole vücut kısımları ve et parçaları haline dönüştürme süreci hayvanların doğumlarıyla başlayıp ömürlerinin ilk dönemlerinde sona eriyor, çünkü hayvanlar henüz yavruyken öldürülüyorlar, hayvanların geleneksel şekilde ya da “insancıl”, “doğal”,”free-range”,”kafes dışında”, “organik” şekilde yetiştirilmesi hiç farketmiyor.

Küçük ya da büyük bir girişim olarak hayvanların üreme sistemlerinin insanlar için manipüle edilmesi hayvancılığın tam merkezinde yer alıyor. İnsanlar yemek yemek için masaya oturduğunda hiç kimsenin aklına, erkek hayvanların hadım edilmesi, ve dişilerin döllenmesi gelmiyor. Bir çok hayvan suni döllemenin stres dolu, acı verici ve aşağılayıcı süreçlerine katlanmak zorunda kalıyor.  Süt sığırları endüstrinin “tecavüz askısı” dediği bir şeye bağlanıyorlar, “doğal hindiler” de suni olarak gebe bırakılıyor; çünkü göğüsleri o kadar büyük ki normal bir şekilde çiftleşemiyor; free-range yumurta çiftlikleri yumurtalarını yumurta kuluçkahanelerinden alarak her yıl milyonlar adet bir günlük erkek civcivi öldürüyor ve böylece büyük zulümlere dahil olmuş oluyorlar.

Ölmek İçin Yaşamak

“İnsancıl” etten söz edenler aslında hayvanların yetiştirildiği koşullardan söz ediyorlar- öldürüldükleri koşullardan değil. Ve aradaki fark büyük. Bedenleri yemek masasına uygun şekilde kilo aldığında, süt ve  yumurta olmak için harcanıp aşırı kullanıldığında, artık amaca hizmet edecek bir yanları kalmadığında, süt çiftliklerindeki erkek danalar gibi, o zaman geleneksel ve “insancıl” çiftliklerdeki hayvanların hepsi mezbahaya gönderilir.

Ulaşım süreci çoğu kez  ölümcüldür, büyük acılar verir. Nakliye boyunca hayvanları “korumak” adına kabul edilmiş olan tek yasa da son derece zayıf bir yasa, hayvanların aşırı sıcağa, soğuğa strese, kalabalığa katlanmasına ve idrar kaynaklı solunum problemlerine yol açıyor. Nasıl yetiştirildiklerini umursamadan bütün hayvanlar mekanize mezbahalara gönderiliyorlar, orada bu hayvanların hayatlarına gaddarca son veriliyor. Yasa gereği hayvanların Tarım Bakanlığı sertifikası sahibi tesislerde öldürülmesi gerekiyor, işte bu yerlerde her gün inanılmaz zulümler yaşanıyor. Federal et gözlemcilerinden mezbaha çalışanlarına dek herkes bilincini kaybetmemiş hayvanların boğulmasına, dövülmesine, haşlanmasına, derilerinin yüzülüp etlerinin parçalanmasına rutin olarak tanık olduklarını kabul ediyor.

Kendimize “insancıl koşullarda yetiştirilmiş hayvanların” etini yediğimizi söylüyoruz, ama olayın büyük kısmını denklemin dışında tutuyoruz. Bir hayvanın öldürülmesi kan ve şiddet dolu bir eylemdir, ve yaşamak isteyenler için ölmek hiç kolay bir şey değil.

Ölmek İçin Doğanlar

Başkalarının acı çekmesinin sebebinin biz olduğuna inanmak istemesek de, günlük et, yumurta, süt ve diğer hayvan ürünlerini tüketmemiz sebebiyle insan tüketimi adına hayvan yetiştirip öldürmenin ayrılmaz bir parçası olan gereksiz ve anlamsız bir şiddetin parçası oluyoruz. Eğer bu konuyu umursamasaydık bu kadar bahane uydurmazdık, meşrulaştırmaya çalışmazdık. Yaptığımız seçimlere “insancıl” adını vererek hakikatin etrafında dansediyoruz, etimizi yiyebilmek için bir çeşit taviz de vermeye çalışıyoruz bir yandan.

Sürekli karşımıza çıkan temel kök sorunlar hayvanları nasıl yetiştirdiğimizle ilgili değil aslında, hayvanları yememizle  ilgili. Bitki temelli bir beslenme biçimiyle hayatta kalabilir, hatta daha sağlıklı olabiliriz; sağlıklı olmak için hayvan  öldürmek zorunda değiliz ve aslında hayvan yağı ve proteininin bir çok insan hastalığıyla ilgili olduğu ortaya çıkmış durumda. Yani zulüm ve  şiddeti önleme fırsatı elimize geçtiğinde gelenek, kültür, zevk veya topluma uymak gibi sebeplerle bu fırsata sırtımızı mı dönüyoruz? Aradığımız cevapları bulamıyoruz çünkü yanlış sorular soruyoruz. “İnsancıl koşullarda yetiştirilmiş hayvanlar”a yönelik tavırlarımız ise hayvanların çektiği acıları azaltmak yerine sadece suçluluk hislerimizi hafifletiyor. Eğer davranışlarımızın hissettiğimizi söylediğimizi merhamet ve şefkatimizi yansıtmasını gerçekten istiyorsak o zaman cevap son derece basit. Onları yemeyi bırakabiliriz. Bu kadar şiddet dolu ve manasız bir ritüele karşı bundan daha akılcı ve merhamet dolu bir tepki düşünülebilir mi? Bu dünyaya  kendi eti, yumurta veya sütüyle doğan-ve insanların zevkleri için öldürülen- her hayvanda annelik içgüdüleri, acı hissetme yeteneği ve diğer her canlı gibi yaşama dürtüsü var. Hayvanları öldürmek amacıyla yetiştirmenin insancıl bir yönü yok, sağlıklı bir hayvanı ömrünün ilk zamanlarında öldürmenin insancıl bir tarafı yok. Kısacası, et yemenin insancıl hiç bir yönü yok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder