DÜNYAYA DOKUN
LAWRENCE SAMPSON
ALF övülmeli. Ne de olsa düşünmek davranmaktan daha kolaydır. Bir inanca sahip olmak o inanca göre
yaşamaktan daha kolaydır. Doğru davranmaktansa doğruluktan bahsetmek daha
basittir. Ve bu günde ve bu çağda bütün anakım dışında kalmış, laik veya ayrıksı
düşünce ve ideolojilere terörist damgası basılıyor hemen. Bugün ve bu çağda
insanın doğru ve adil olduğunu düşündüğü şeyleri yerine getirmesi cidden çok
cesurca bir davranış. İnançlarınıza göre davranmanızın toplumun kafa yapısı
tarafından alışılmadık ve nadir şeyler olarak görülüp ötekileştirilmesi cidden
çok üzücü. Statükoyu sorgulamak Amerika’da artık yasa dışı olmakla eşanlama
geliyor, bu hep böyle oldu. İnsan
tecrübesi süresince, vicdanı böylesine
boğan bütün despot hükümetler eninde sonunda devrimle yüzleşmek zorunda kalmıştır.
İnsanlığımızın doğal bir şekilde gelişmesi böyle oluyor.
Amerikanın şirket elitleri yasal suçlular haline gelmiş durumda. Mahkemelerimiz şirketlerin insanların sahip
olduğu bütün haklara sahip olduğunu ilan ettiler. Gündemleri, çıkar hedefleri,
çıkarla alakalı ihtiyaçları, yaşamaya mecbur olduğumuz yasaları belirliyor. Aynı
şekilde şirketlerin tecavüzleri ve kirlilik yaratan tavırlarının çıkarına da
kullanılıyor ve bu yasalar başka yasalarla çelişiyor – bu eninde sonunda bizim
yaşamak zorunda olduğumuz kanunlar, hırsla
beslenmiş emirler, kağıtlar ne derse desin. Bunlar doğanın kanunları. Doğa
kanunları er ya da geç Dünya’da yaşayanların eylemlerini yönlendirir; sonunda
bu kanunlarla yaşayıp yaşamama konusunda çok az seçme şansımız vardır. Ve
bizler, yani öncelikle doğa kanunlarıyla sonra da sosyal kanunlarla yaşamak
zorunda olanlar, bu ikisi birbiriyle çeliştiğinde ne yapmalıyız? Şikayet mi
ederiz, protesto mu ederiz? Milletvekillerimizle görüşüp bizlere sağlanan yasal
sınırlarda değişiklikler yapılmasını mı talep ederiz? Evet, bunların hepsini
yaparız, daha fazlasını da yaparız. Söylemeye gerek yok, dengeli ve
sürdürülebilir hayat için yükselen sesleri boğanlar, dev şirketlerden başkası
değil. Bir politikacı bu şirket mafyalarına el pençe divan durmazsa fazla
korunaklı bir hayatı olamaz. Belki de bu
demokrasinin en büyük zayıflığıdır- o kadar zayıf ki demokrasinin temel dayanağı
olan pazar ekonomisi aslında onun sonunu da hazırlayan şeyin ta kendisi.
Dev şirketlerin oluşturduğu yasa dışı oluşumlara ahlaki tepkiler
yükselince yeni “terörist” doğmuş oluyor. Sağduyu önemsenmediği zaman, dev
şirketlerin pislikleriyle kirlenmiş bir dünyada doğru yanlış haline
gelince, hayatı tutkuyla, insanca seven
o insan birden bir teröriste dönüşüyor. Biz şu anda böyle bir çevrede
bulunuyoruz. İşte ALF ve diğer organizasyonlar böylesi bir bataklık havası
içerisinde yasa dışı ama insancıl olarak savunulabilir kampanyalar
yürütüyorlar.
Ben bir ALF üyesi değilim. Vejetaryen de değilim. Ben Batı Yarımküresinde yerli bir insanım. Bu
durumda her ne kadar dünyaya dair başka görüşlerim olsa ve bunun bir parçası
olarak nasıl yaşamam gerektiğine dair başka fikirlerim de olsa, kendimi ALF’in prensiplerine çok yakın hissediyorum,
hatta bu prensiplere, motivasyonlara ve cesarete hayranlık duyuyorum. Aramızdaki
farklılıklar geleneksel bakışlarımızdan doğuyor.
İnsanlar Kızılderilileri düşünürken, “doğayla beraber” yaşayan insanları
düşünüyorlar. Ama bu çoğu kez, gerçekten doğayla beraber yaşamanın ne olduğunu
anlamaya yönelik bir çabayı içermeyen bir şiirsel bir nosyon olarak kalıyor. Ekosistemle
beraber yaşamak demek bu. Ritimlerle ve
çemberlerle yaşamak demek. Bizler bizleri sarmalayan varlıklardan üstün olduğumuza
değil, onları gözlemleyen birileri olduğumuza da değil ama onların bir parçası
olduğumuza inanıyoruz. Gözlemlemek demek, hayvanat bahçesine gitmek demek. Steril bir mesafeden doğaya ve yaban
hayatına hayranlık duymak, sizi dünyadan ve doğadan uzak tutar. İşte bu
mesafeli ayrılıktan dünyanın diğer yaratıkları, bu yüzden de doğanın birçok
kanunu, problemleri çıkıyor. Ne kadar iyi niyetli olursa olsun bu ayrılık
cehalet duvarları yaratıyor, bir anlayış eksikliği yaratıyor ve nihayetinde bu
da çelişkilere yol açıyor.
Kendini doğadan uzaklaştırdığı zaman dünyada bir yere ait olduğu hissini
kaybetmeye başladığına inanıyorum toplumun. İnsan artık kendini eşit ve bütüne
ait bir parça olarak görmeyip, kendini üstün ve ayrı bir varlık olarak görmeye
başlayınca kaçınılmaz olarak fonskiyon bozuklukları meydana geliyor. Dünyadan
ayrı kalmak insana aynı evini koruduğu gibi dünyayı koruması için ruhsal bir
güç kazandırmaz. Bu kopukluk insana önümüzdeki yedi kuşak boyunca
sürdürülebilir bir hayatın zorunlu olduğu hissini de vermez. Dünya yaşayan bir
varlık olarak görülmeyi bıraktığında ve tersine artık kendisinden çıkar sağlanan
bir şey haline geldiğinde, cehenneme giden yola geldik demektir. Artık ormanları
yok etmek daha kolaylaşır. Kömür çıkarmak kolaylaşır. Havayı kirletmek kolaylaşır.
Teknolojiyi kullanarak zarar vermek inancı uğruna doğal düzene olan inancı
terketmek kolaylaşır. İlerleme ve gelişme olarak bilinse de dünyanın tecavüze uğraması
uzun zamandır Kızılderililerin yaşadığımız toprakla bir şey yapmadığı ve bu
yüzden de onu boşa harcadığımız iddiasıyla rasyonalize edilmiş durumda.
Bir bufaloyu, bir büyük geyiği, bir ceylanı öldürdüğünde Kızılderili
böyle yapmak zorunda olduğu için hayvandan özür diler ve kendini kurban ettiği
için hayvana teşekkür eder. Kızılderili,
hayatlarımızın birbiriyle iç içe olduğunu, birinin diğerine üstünlüğünün
söz konusu olmadığını anlar. Birlikte varoluşumuz sürdürülmesi gereken bir uyum
halidir. Öldürmenin her aşamasında dua edilir. Ve kendi hayatını bağışlayan
varlığa şükran duygusunu göstermek için Kızılderili hayvanın bütün kısımlarını
kullanır. Hiç bir şey heba edilmez.
Bu insanlar arkalarına yaslanıp çevrelerindeki varlıklara hayranlık
duymazlar, ama doğanın güçlerine yönelik bir hayranlık hissi ve sevgi
hissederler. Bu, ruhsallığımızda tekrar
tekrar ifade edilir, bu da günlük hayatımızın bir parçası, bir kısmıdır. Hayata
olan sevgimize, hayata ve ölüme uyum halinde katılışımızdan daha çok örnek
olabilecek hiçbir şey yoktur. İşte bunu yerli olmayan bir çok insan anlayamıyor.
Birçok hayvan türünün ve dünyanın kendisinin tehlikeye girmesine, yok olmasına
sebep olan o ayrı kalmışlık duygusu bunları muhafaza etme metod ve
motivasyonlarımızın hala yanlış anlaşılmasına sebep oluyor. Örnek verebiliriz:
Makah ulusu ve onların balinaları avlamaya mutlak ve doğal haklarının sebep
olduğu gerginlik. Makahlar için balina gıda demektir. Balina gelenek demektir.
Balina kişinin dünyadaki yerini anlamasını temsil eder. Ama Makah ulusu 70 yıl
önce balina avını gönüllü olarak askıya aldı, sebebi de yabancıların avlanma
pratiklerinin türü tehlikeye atmasıydı.
Balina olmaksızın Makah ulusu artık yerli insanlar olarak yoktular.
Onların öyküleri ve öğretileri balinanın etrafında döner durur. Balinaların sayısı
çoğaldığında Makah ulusu avlanmaya geri döndü, bu avlanmalar yapılan
antlaşmalarla korunuyordu. Makah ulusu balinayı kurtarmak için için avlanmayı
askıya almıştı ve Makah ulusunu kurtarmak için de ava geri dönmüştü. Bu iki
amaç birbiriyle çelişmiyor. Bir ekosistemin bir parçası olma inancı, avların askıya
alınması ve ava geri dönülmesi olaylarında örneklenmiş oluyor. Ancak birçok
“çevreci” ve “hayvan haklarını savunan” grup avlara karşı çıkarak Makahları
şiddet kullanmakla tehdit etme noktasına dek geldi.
Benzeri bir durum Kuzey Amerika’daki son bufalo sürüsüyle de yaşandı. Bu
sürü Yellowstone National Park’a yakın bir yerde yaşıyor. Bufalolar korunduğu
için bir anlamda bu koruma ekosistemi korumak anlamında bir çaba olarak
verilmedi. Bizonlar bu ekosistemin bir parçasıdır. Bu, insanlar onları gözlemleyebilsin
diye yapıldı. Bir zamanlar insanlar bufolayla yaşıyordu, hayatta kalmak için
çabalıyordu onunla. Ama bufalonun varlığı ticaretle çeliştiği zaman ne olur?
Bufaloların bir şeyler yemek için park alanına indiğinde anında boğazlandığı
Montana’ya bir bakın. Buradaki ironi şu ki bu hayvanlar hala halka ait bir
arazideler, yani burası bizim olması gereken bir arazi, vatandaşların arazisi.
Ama aslında, gerçekte, çiftlik
endüstrisinin arazisi burası. Çiftçiler bu devasa, kutsal, hayat veren
hayvanların katledilmelerinin ardındaki esas müsebbibler.
Zaman zaman toplum ve doğanın birbirinden ayrılmış olması fonskiyon
bozukluğuna yol açmıştır. Bazen gene oluyor bu.
Ancak insanlar doğayla yaşamayı entelektüalize etmedikleri; bunu bir
hayat biçimine dönüştürdükleri zaman bizler yaratıcının bizler için istediği
şekilde yaşamaya başlamış oluruz. Uzun süre yaşamanın tek yolu bu. Geri kalan
herşey basiretsizlikten, kendi çıkarına hizmet etmekten başka bir şey değil ve
bunun entropiden başka da bir sonucu olmaz. Şef Seattle’ın söylediği gibi ,
“Bu, hayatta olmanın sonu ve hayatta kalmaya çalışmanın başlangıcı”. Eğer
gerçekten içinde yaşamaya değer bir yer istiyorlarsa, yerli olmayan insanların
bizim bakışımızı öğrenmeye ihtiyaçları var. Yoksa, başarılacak olan şey topu
topu dünyamızın ikiye bölünmesi olacak sadece: hırs ve teknolojiyle yönetilen
ve birinin diğerini baskı altına aldığı, mesela bir müzedeymişçesine
gözlemlenebilsin diye, yaban hayatının küçük bölmelerde muhazafa edildiği bir
dünya. Herşeyin çıkar için kurban edildiği ve doğal olan hiç birşeyin saygı
görmediği bir dünyadan sadece biraz daha iyidir bu . Ve sonuç gene aynı:
insanların kaybolduğu, dünyada hiçbir yerlerinin kalmadığı, herşeyin ama
herşeyin kaybolup gittiği bir dünya.
Bu yazı Dr. Steve Best’in ” Terrorists or Freedom Fighters: Reflections
on the Liberation of Animals” kitabından çevrild
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder