15 Ekim 2011 Cumartesi

Lawrence Sampson - Dünyaya Dokun


 DÜNYAYA DOKUN


LAWRENCE SAMPSON

ALF övülmeli. Ne de olsa düşünmek davranmaktan daha kolaydır. Bir inanca sahip olmak o inanca göre yaşamaktan daha kolaydır. Doğru davranmaktansa doğruluktan bahsetmek daha basittir. Ve bu günde ve bu çağda bütün anakım dışında kalmış, laik veya ayrıksı düşünce ve ideolojilere terörist damgası basılıyor hemen. Bugün ve bu çağda insanın doğru ve adil olduğunu düşündüğü şeyleri yerine getirmesi cidden çok cesurca bir davranış. İnançlarınıza göre davranmanızın toplumun kafa yapısı tarafından alışılmadık ve nadir şeyler olarak görülüp ötekileştirilmesi cidden çok üzücü. Statükoyu sorgulamak Amerika’da artık yasa dışı olmakla eşanlama geliyor, bu hep böyle oldu.  İnsan tecrübesi süresince,  vicdanı böylesine boğan bütün despot hükümetler eninde sonunda devrimle yüzleşmek zorunda kalmıştır. İnsanlığımızın doğal bir şekilde gelişmesi böyle oluyor.

Amerikanın şirket elitleri yasal suçlular haline gelmiş durumda.  Mahkemelerimiz şirketlerin insanların sahip olduğu bütün haklara sahip olduğunu ilan ettiler. Gündemleri, çıkar hedefleri, çıkarla alakalı ihtiyaçları, yaşamaya mecbur olduğumuz yasaları belirliyor. Aynı şekilde şirketlerin tecavüzleri ve kirlilik yaratan tavırlarının çıkarına da kullanılıyor ve bu yasalar başka yasalarla çelişiyor – bu eninde sonunda bizim yaşamak zorunda olduğumuz kanunlar,  hırsla beslenmiş emirler, kağıtlar ne derse desin. Bunlar doğanın kanunları. Doğa kanunları er ya da geç Dünya’da yaşayanların eylemlerini yönlendirir; sonunda bu kanunlarla yaşayıp yaşamama konusunda çok az seçme şansımız vardır. Ve bizler, yani öncelikle doğa kanunlarıyla sonra da sosyal kanunlarla yaşamak zorunda olanlar, bu ikisi birbiriyle çeliştiğinde ne yapmalıyız? Şikayet mi ederiz, protesto mu ederiz? Milletvekillerimizle görüşüp bizlere sağlanan yasal sınırlarda değişiklikler yapılmasını mı talep ederiz? Evet, bunların hepsini yaparız, daha fazlasını da yaparız. Söylemeye gerek yok, dengeli ve sürdürülebilir hayat için yükselen sesleri boğanlar, dev şirketlerden başkası değil. Bir politikacı bu şirket mafyalarına el pençe divan durmazsa fazla korunaklı bir hayatı olamaz.  Belki de bu demokrasinin en büyük zayıflığıdır- o kadar zayıf ki demokrasinin temel dayanağı olan pazar ekonomisi aslında onun sonunu da hazırlayan şeyin ta kendisi.

Dev şirketlerin oluşturduğu yasa dışı oluşumlara ahlaki tepkiler yükselince yeni “terörist” doğmuş oluyor. Sağduyu önemsenmediği zaman, dev şirketlerin pislikleriyle kirlenmiş bir dünyada doğru yanlış haline gelince,  hayatı tutkuyla, insanca seven o insan birden bir teröriste dönüşüyor. Biz şu anda böyle bir çevrede bulunuyoruz. İşte ALF ve diğer organizasyonlar böylesi bir bataklık havası içerisinde yasa dışı ama insancıl olarak savunulabilir kampanyalar yürütüyorlar.

Ben bir ALF üyesi değilim. Vejetaryen de değilim. Ben  Batı Yarımküresinde yerli bir insanım. Bu durumda her ne kadar dünyaya dair başka görüşlerim olsa ve bunun bir parçası olarak nasıl yaşamam gerektiğine dair başka fikirlerim de olsa,  kendimi ALF’in prensiplerine çok yakın hissediyorum, hatta bu prensiplere, motivasyonlara ve cesarete hayranlık duyuyorum. Aramızdaki farklılıklar geleneksel bakışlarımızdan doğuyor.

İnsanlar Kızılderilileri düşünürken, “doğayla beraber” yaşayan insanları düşünüyorlar. Ama bu çoğu kez, gerçekten doğayla beraber yaşamanın ne olduğunu anlamaya yönelik bir çabayı içermeyen bir şiirsel  bir nosyon olarak kalıyor. Ekosistemle beraber yaşamak demek bu.  Ritimlerle ve çemberlerle yaşamak demek. Bizler bizleri sarmalayan varlıklardan üstün olduğumuza değil, onları gözlemleyen birileri olduğumuza da değil ama onların bir parçası olduğumuza inanıyoruz. Gözlemlemek demek, hayvanat bahçesine gitmek  demek. Steril bir mesafeden doğaya ve yaban hayatına hayranlık duymak, sizi dünyadan ve doğadan uzak tutar. İşte bu mesafeli ayrılıktan dünyanın diğer yaratıkları, bu yüzden de doğanın birçok kanunu, problemleri çıkıyor. Ne kadar iyi niyetli olursa olsun bu ayrılık cehalet duvarları yaratıyor, bir anlayış eksikliği yaratıyor ve nihayetinde bu da çelişkilere yol açıyor.

Kendini doğadan uzaklaştırdığı zaman dünyada bir yere ait olduğu hissini kaybetmeye başladığına inanıyorum toplumun. İnsan artık kendini eşit ve bütüne ait bir parça olarak görmeyip, kendini üstün ve ayrı bir varlık olarak görmeye başlayınca kaçınılmaz olarak fonskiyon bozuklukları meydana geliyor. Dünyadan ayrı kalmak insana aynı evini koruduğu gibi dünyayı koruması için ruhsal bir güç kazandırmaz. Bu kopukluk insana önümüzdeki yedi kuşak boyunca sürdürülebilir bir hayatın zorunlu olduğu hissini de vermez. Dünya yaşayan bir varlık olarak görülmeyi bıraktığında ve tersine artık kendisinden çıkar sağlanan bir şey haline geldiğinde, cehenneme giden yola geldik demektir. Artık ormanları yok etmek daha kolaylaşır. Kömür çıkarmak kolaylaşır. Havayı kirletmek kolaylaşır. Teknolojiyi kullanarak zarar vermek inancı uğruna doğal düzene olan inancı terketmek kolaylaşır. İlerleme ve gelişme olarak bilinse de dünyanın tecavüze uğraması uzun zamandır Kızılderililerin yaşadığımız toprakla bir şey yapmadığı ve bu yüzden de onu boşa harcadığımız iddiasıyla rasyonalize edilmiş durumda.

Bir bufaloyu, bir büyük geyiği, bir ceylanı öldürdüğünde Kızılderili böyle yapmak zorunda olduğu için hayvandan özür diler ve kendini kurban ettiği için hayvana teşekkür eder. Kızılderili,  hayatlarımızın birbiriyle iç içe olduğunu, birinin diğerine üstünlüğünün söz konusu olmadığını anlar. Birlikte varoluşumuz sürdürülmesi gereken bir uyum halidir. Öldürmenin her aşamasında dua edilir. Ve kendi hayatını bağışlayan varlığa şükran duygusunu göstermek için Kızılderili hayvanın bütün kısımlarını kullanır. Hiç bir şey heba edilmez.

Bu insanlar arkalarına yaslanıp çevrelerindeki varlıklara hayranlık duymazlar, ama doğanın güçlerine yönelik bir hayranlık hissi ve sevgi hissederler. Bu,  ruhsallığımızda tekrar tekrar ifade edilir, bu da günlük hayatımızın bir parçası, bir kısmıdır. Hayata olan sevgimize, hayata ve ölüme uyum halinde katılışımızdan daha çok örnek olabilecek hiçbir şey yoktur. İşte bunu yerli olmayan bir çok insan anlayamıyor. Birçok hayvan türünün ve dünyanın kendisinin tehlikeye girmesine, yok olmasına sebep olan o ayrı kalmışlık duygusu bunları muhafaza etme metod ve motivasyonlarımızın hala yanlış anlaşılmasına sebep oluyor. Örnek verebiliriz: Makah ulusu ve onların balinaları avlamaya mutlak ve doğal haklarının sebep olduğu gerginlik. Makahlar için balina gıda demektir. Balina gelenek demektir. Balina kişinin dünyadaki yerini anlamasını temsil eder. Ama Makah ulusu 70 yıl önce balina avını gönüllü olarak askıya aldı, sebebi de yabancıların avlanma pratiklerinin türü tehlikeye atmasıydı.

Balina olmaksızın Makah ulusu artık yerli insanlar olarak yoktular. Onların öyküleri ve öğretileri balinanın etrafında döner durur. Balinaların sayısı çoğaldığında Makah ulusu avlanmaya geri döndü, bu avlanmalar yapılan antlaşmalarla korunuyordu. Makah ulusu balinayı kurtarmak için için avlanmayı askıya almıştı ve Makah ulusunu kurtarmak için de ava geri dönmüştü. Bu iki amaç birbiriyle çelişmiyor. Bir ekosistemin bir parçası olma inancı, avların askıya alınması ve ava geri dönülmesi olaylarında örneklenmiş oluyor. Ancak birçok “çevreci” ve “hayvan haklarını savunan” grup avlara karşı çıkarak Makahları şiddet kullanmakla tehdit etme noktasına dek geldi.

Benzeri bir durum Kuzey Amerika’daki son bufalo sürüsüyle de yaşandı. Bu sürü Yellowstone National Park’a yakın bir yerde yaşıyor. Bufalolar korunduğu için bir anlamda bu koruma ekosistemi korumak anlamında bir çaba olarak verilmedi. Bizonlar bu ekosistemin bir parçasıdır. Bu, insanlar onları gözlemleyebilsin diye yapıldı. Bir zamanlar insanlar bufolayla yaşıyordu, hayatta kalmak için çabalıyordu onunla. Ama bufalonun varlığı ticaretle çeliştiği zaman ne olur? Bufaloların bir şeyler yemek için park alanına indiğinde anında boğazlandığı Montana’ya bir bakın. Buradaki ironi şu ki bu hayvanlar hala halka ait bir arazideler, yani burası bizim olması gereken bir arazi, vatandaşların arazisi. Ama aslında, gerçekte,  çiftlik endüstrisinin arazisi burası. Çiftçiler bu devasa, kutsal, hayat veren hayvanların katledilmelerinin ardındaki esas müsebbibler.

Zaman zaman toplum ve doğanın birbirinden ayrılmış olması fonskiyon bozukluğuna yol açmıştır. Bazen gene oluyor bu.  Ancak insanlar doğayla yaşamayı entelektüalize etmedikleri; bunu bir hayat biçimine dönüştürdükleri zaman bizler yaratıcının bizler için istediği şekilde yaşamaya başlamış oluruz. Uzun süre yaşamanın tek yolu bu. Geri kalan herşey basiretsizlikten, kendi çıkarına hizmet etmekten başka bir şey değil ve bunun entropiden başka da bir sonucu olmaz. Şef Seattle’ın söylediği gibi , “Bu, hayatta olmanın sonu ve hayatta kalmaya çalışmanın başlangıcı”. Eğer gerçekten içinde yaşamaya değer bir yer istiyorlarsa, yerli olmayan insanların bizim bakışımızı öğrenmeye ihtiyaçları var. Yoksa, başarılacak olan şey topu topu dünyamızın ikiye bölünmesi olacak sadece: hırs ve teknolojiyle yönetilen ve birinin diğerini baskı altına aldığı, mesela bir müzedeymişçesine gözlemlenebilsin diye, yaban hayatının küçük bölmelerde muhazafa edildiği bir dünya. Herşeyin çıkar için kurban edildiği ve doğal olan hiç birşeyin saygı görmediği bir dünyadan sadece biraz daha iyidir bu . Ve sonuç gene aynı: insanların kaybolduğu, dünyada hiçbir yerlerinin kalmadığı, herşeyin ama herşeyin kaybolup gittiği bir dünya.

Bu yazı Dr. Steve Best’in ” Terrorists or Freedom Fighters: Reflections on the Liberation of Animals” kitabından çevrild

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder