25 Ocak 2012 Çarşamba

Tekno - Endüstriyalizm - Medeniyet ve Primitivizim Sorgusu

Düşüncesini avcı – toplayıcı toplumun bir refah toplumu olduğu inancı üstüne kuran isimlerden ilk akla geleni John Zerzan ’dır. Zerzan insanın kendisiyle ve doğa ile barışık ve yabancılaşmamış bir şekilde yaşadığını iddia ettiği avcı - toplayıcı dönemi, insan soyu için bir altın çağ olarak görür. Zerzan a göre avcı – toplayıcı insanın yaşadığı bu altın çağın bozulmasının sebebi tarım ile karşılıklı bir şekilde gelişen soyut düşüncenin standartlaştırılma sürecidir. Dil, zaman ve sayı kavramları insanları doğadan ayırmış ve niteliklerin önemlerini yitirdikleri, sosyal makinenin çalışabilmesi için niceliksel bir veriden ibaret olan varlıklara dönüştürmüştür. Zerzan tarımı şu şekilde tanımlar. ‘’ Yabancılaşmanın maddeleşmesi anlamına gelen tarım, parçalanmanın zaferi olduğu kadar, gerek doğa ile kültür, gerekse insanlar arasındaki kesin bölünmeyi ifade eder. Günümüzde kültür olarak bilinen yapaylık ve çalışma tarımın başlangıcı ile birlikte ortaya çıkmış ve o dönemden itibaren hızla artmıştır. Hayvanları ve bitkileri evcilleştiren insan, zorunlu olarak kendisini de evcilleştirmiştir. Evcilleştirme bir canlının doğal halinde yapılan değişiklikler ile başka bir canlıya dönüştürülmesi anlamına gelmektedir.
Kaczynski (Unabomber) nin insan için önerdiği ideal yapı ise göçebe avcı – toplayıcı toplum modelidir. Unabomber , Zerzan gibi sorunun temellerine kadar inmese de medeniyet çöktükten sonra tarım yapılmasını olağan karşılamaktadır.
Primitivizme yöneltilen eleştirilerin başında bu görüşün geçmişe yönelik bir nostaljiden ibaret olduğudur. Fakat ne Zerzan ne de Unabomber un görüşleri aslında geçmişe dönmeyi önermez. Primitivizmin vaadi hiç bozulmayacak barış ve kardeşlik toplumu değildir. Ancak primitivizm açlığın ve şiddetin talihsizlik olmaktan çıkıp hayatın bir parçası haline geldiği günümüz tekno –endüstriyal medeni işleyişe karşı alternatif olarak doğal yaşamı önerir.
Düşünüşündeki ve ideal toplum modelindeki tüm paralelliklere rağmen Unabomber anarko – primitivist düşünceyi birçok konuda yanlış ve hatalı bulmaktadır. Unabomber ın getirdiği en temel eleştiri ise Zerzan ın altın çağ olarak değerlendirdiği döneme yöneliktir. İlkel insanların sanıldığı gibi bir yiyecek bolluğu içinde yaşamadıklarını, barışın sürekli olmadığını, kadın –erkek eşitliğinin her toplumda bulunmadığını, bazı toplumlarda mülkiyet eğiliminin görüldüğünü dolayısıyla bu dönemi Zerzan kadar mistik değerlendirmediği anlaşılmaktadır.  Unabomber tüm bu olumsuz değerlendirmeleri de göz önünde bulundurarak ilkel topluluğun insanlar için daha ideal bir yapı olduğunu da savunur. Çünkü ilkel toplumda yaşam anlamlı ve özgürdür. İnsanlar gerçek amaçlar için yaşarlar ve mücadele ederler. Ayrıca ilkel toplumlarda görülen şiddet ve acımasızlığı modern medeniyetin uyguladığı sistemli şiddet ve kontrol yanında daha ‘’akıl alır’’ ve kabul edilebilir bir seviyede bulmaktadır.
Primitivizme yöneltilen eleştirilerin bir diğeri ise mümkün olmayan bir ütopyayı öne sürdüğüdür. Bu eleştiri iki şekilde cevaplanabilir. Birincisi; Ay a yolculuk, ozon tabakasının delinmesi gibi uzun süreli adanmış emek gerektiren işler insanoğlunun bugüne kadar ‘’başardıklarına’’ dair verebileceğimiz örneklerden sadece birkaçını oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu hayatı mümkün kılmaya yönelik bir bilinç ile teknoloji ve tarım sistemli bir şekilde azaltılarak insanın üretme zorunluluğu olmadığı bir hayat tekrar mümkün hale getirilebilir. Yani bilinçli bir insan topluluğunun varlığı durumunda primitivizim mümkün bir yapıdır, fakat bu motivasyonun ne kadar gerçekçi sağlanacağı tartışılabilir. İkinci cevap ise tekno –endüstriyel sistemin işleyişi ve bu işleyiş şeklinin sonucunda yaşanması kaçınılmaz olmayan, ama gerçekleşmesi oldukça yüksek bir ihtimal olan çöküştür.
Tekno – endüstriyel sistem enerjiye, dolayısıyla enerjinin elde edileceği doğal enerji kaynaklarına bağımlıdır. Tükenen enerji kaynaklarına alternatif bir enerji kaynağı bulunamadığı takdirde bir bütün olarak medeniyet, insanlık tarihinde ilk kez bir bütün halinde büyük bir enerji krizi ve çöküş yaşayacaktır.
Shell firmasının jeofizikçilerinden Hubbert, 2150 yılında kaçınılmaz bir şekilde doğal enerji kaynaklarını tüketeceğini ve bu durumun sonucunda sürekli ve zorunlu bir şekilde tek üretim yönteminin tarım olacağı bir varoluşa dönmek zorunda kalacağını iddia etmiştir. Tekno – endüstriyalizm bu gidişatıyla adım adım kendi çöküşünü hazırlamaktadır.
Teknik ve Teknoloji:
Teknik ve teknoloji karşıtlığının kökeni bir objeye ya da kavrama duyulan kökensiz bir nefrete değil, bu kavramların yarattığı yeni yaşam şekline dayanır. Teknoloji ile kasıt belli amaçlara ulaşmak için üretilmiş, tekniğin somut dışavurumudur.  İlk aşamasında doğanın yerine kültürü yerleştirip,  kültürü doğal yapmayı amaçlayan medeniyet prensipteki teknik ve somut teknoloji arasındaki bağı sağlayan, bu iki kavramın birbirlerini geliştirmesini daha verimli çalışmasını mümkün kılan yapıdır. Günümüz tekniğinin temel öğesi emek değil makine organizasyonudur.
Medeniyet içerisinde yaşanan talihsizliklerde insanlar sorunlarını mutsuzluklarını teknik ve teknolojiye var olmasıyla değil, teknolojinin kötü kullanımın bir sonucu olduğunu düşünürlerken bir ‘’üretimi’’ oldukları teknik ve teknolojik toplumun daha da teknikleşmesi için koşullanmış durumdadırlar. Bu durum bir anlamda yeni bir din haline dönüşmüş olan teknolojinin yok olması halinde insanların boşluk içerisinde olacağı ruhsal bozuklukların yaşanacağı bir durum haline dönüşebilir.
Medeniyet; insana sunduğu daha az bir çalışma ve daha rahat bir hayat vaadi ile insanın doğaya yöneltmek zorunda olduğu enerjiyi kendi enerji üretim çarklarına yüklemesini sağlar.
Günümüzde insanın doğal çevresi artık doğa değil, medeniyettir. İnsan besinini sağlamak için doğaya çıkıp avlanmayı değil, yaşadığı sistem içinde enerji üretebileceği bir çark aramaktadır. Medeniyetin yarattığı dönüşüm insanı doğal koşullarda hayatta kalması için gerekli olan özelliklerini değiştirmiştir. Medeniyet öncesi dönemde iyi bir avcı olmak hayatta kalmak için gerekli iken; günümüzde gelişmiş ya da gelişmekte olan bir ülkede hayatta kalmanın alt eşiği oldukça düşmekle beraber, bilgisayar kullanabilmek, prezentbl bir çalışan olmak vb özellikler sosyal yapı içinde hayatta kalmanın ön koşulları olmuştur.
Medeniyetin getirdiği hastalıkların semptomları her geçen gün anti depresan kullanımları, kronikleşen kitle eğlenceleri ve hareketleri ile daha da belirginleşmekte, uykusuzluk, depresyon gibi ruhsal rahatsızlıkların sayısı gün be gün artmaktadır.  İnsanlar gitgide hareket kabiliyetlerini yitirmekte evinde arabasında okulda işte bilgisayar veya tv başında oturmakta, reklam panoları ve diğer kitle iletişim araçları ile görmek ya da duymak istemediği anlamsız bir sanal gerçeklik dayatmasına maruz kalmaktadır.
                                                                                          Savaş Düzdaş

1 Ocak 2012 Pazar

İLKELERİM- ravachol- 1892


Bu metin hapisteyken Ravachol tarafından polise yazdırılmıştır. Metni Paris Polis Arşivlerinde bulan tarihçi Jean Maitron tarafından 1964'te ilk kez yayınlanmıştır.
---------------------------

Yukarıda adı geçen şahıs, karnını doyurduktan sonra bize şöyle dedi:

"Beyler, neredeyse olursam olayım propaganda yapmak benim alışkanlığımdır. Anarşizmin ne olduğunu biliyor musunuz?"

Bu soruya "Hayır" cevabı verdik.

"Bu beni şaşırtmadı" diye yanıt verdi. "Sizler gibi ekmeğini kazanmak için çalışmak zorunda olan işçi sınıfı üyelerinin kendilerine verilen broşürleri okuyamaya ayıracak zamanı yok. Bu sizin için de geçerli.

Anarşi mülkiyetin yok edilmesi demektir.

Hâlihazırda faydasız birçok şey var, keza pek çok meslek de; örneğin muhasebecilik. Anarşiyle birlikte paraya, muhasebe defteri tutmaya ve bundan kaynaklanan diğer istihdam biçimlerine artık gerek olmayacak.

Eziyet çeken çok sayıda yurttaş varken, diğerleri zenginlik içinde, bolluk içinde yüzüyorlar. Bu durum devam edemez; zenginlerin elindeki fazladan hepimiz faydalanmalıyız; hatta dahası, aynen onlar gibi ihtiyacımız olanları elde etmeliyiz. Mevcut toplumda bu amaca ulaşmak mümkün değil. Hiçbir şey, hatta gelir üzerinden alınacak bir vergi bile işlerin dış görünümünü değiştiremez; buna karşın, işçilerin büyük bir kısmı bu şekilde davranırsak gidişatın iyileşeceğini düşünüyor. Böyle düşünülmesi bir hatadır. Eğer ev sahibine vergi koyarsak, aldığı kirayı yükseltecek, bu yolla kendisine yüklenen yeni vergileri başkalarının ödemesini sağlayacaktır. Her halükârda, hiçbir yasa ev sahiplerine dokunamaz, çünkü efendisi oldukları mallarıyla istediklerini yapmaktan alıkoyamayız onları. Peki, öyleyse ne yapmak gerek? Mülkiyetin kökünü kazımalı, bunu yaparak da her şeyi sahiplenenlerin de kökünü kazımalı. Eğer bu gerçekleşirse, mevcut rejime geri dönmeye zorlayacak herhangi bir birikim fikrini engellemek için parayı da ortadan kaldırmalıyız.

Para, tüm uyuşmazlıkların, tüm nefretlerin ve tüm hırsların nedenidir; kısacası, mülkiyetin yaratıcısıdır. Aslında bu madenin az bulunmasından kaynaklanan, üzerinde anlaşılmış bir fiyattan başka bir değeri yoktur. Eğer yaşamamız için gerekli olan şeyler karşılığında bir şeyler vermek zorunda olmazsak, altın değerini kaybeder ve hiç kimse onun peşinden koşmaz. Ne de bazıları kendilerini zenginleştirebilirler, çünkü biriktirecekleri hiçbir şey onların diğerlerinden daha iyi bir yaşam sürmelerine hizmet etmez. O zaman artık yasalara, efendilere de gerek olmaz.

Dinlere gelirsek, yok edilmeleri gerekecek, çünkü dinin ahlaki etkilerinin hiçbir varlık sebebi kalmayacak. Ölümle birlikte her şey sona erdiği için var olmayan bir Tanrı'ya inanma saçmalığına yer olmayacak. Dolayısıyla, yaşama sıkı sarılmalıyız, ancak yaşam dediğimde kendisi açlıktan ölürken patronların yağ bağlamaları için bütün gün kölelik yapmayı değil, kendi refahının yaratıcısı olmayı kastediyorum.

Efendilere, bizim emeğimiz sayesinde tembellik yapan o insanlara gerek yok; herkes kendisini toplum için faydalı kılmalı, yani kendi yetenek ve yatkınlığına göre çalışmalı. Bu yolla, birisi fırıncı, diğeri öğretmen vs. olacaktır. Bu ilke takip edilirse çalışma azalacak ve her birimizin günde bir ya da iki saat çalışması gerekecektir. Bir şeylerle meşgul olmadan duramayan insan kendisini çalışarak oyalayacaktır. Miskin aylaklar olmayacak; eğer olursa bile bunların sayısı o kadar az olacaktır ki onları kendi hâllerine bırakabilecek ve şikâyet etmeksizin başkalarının çalışmasından faydalanmalarına izin verebileceğiz.

Yasalar olmadığında evlilik de ortadan kalkacak. Beğenimize göre birleşeceğiz ve aile, anne ile babanın çocuklarına duydukları sevgi temelinde kurulacak. Örneğin, eğer bir kadın eşi olarak seçtiği erkeği artık sevmiyorsa, ondan ayrılabilecek ve yeni bir birlik oluşturabilecek. Kısacası, sevdiklerimizle birlikte yaşamakta tamamen özgür olacağız. Bahsettiğim olayda eğer çocuklar varsa, onları toplum büyütecek, yani çocukları sevenler onların bakımını üstlenecek.

Bu özgür birlik sayesinde artık fahişelik olmayacak. Gizli hastalıklar olmayacak, çünkü bunlar karşı cinslerin birlikteliğinin suiistimal edilmesinden kaynaklanırlar; kadınların boyun eğmeye zorlandığı bir suiistimal, çünkü toplumun mevcut koşulları onları, yaşamak için bir iş olarak bunu yapmaya zorunlu bırakmaktadır. Ne bedelle kazanılırsa kazanılsın yaşamak için para gerekmiyor mu?

Bu kadar kısıtlı bir zamanda tüm ayrıntılarıyla açıklayamayacağım ilkelerim sonucunda artık ordunun hiçbir varlık sebebi olmayacaktır, çünkü ayrı uluslar olmayacak; özel mülkiyet yok edilecek ve tüm uluslar tek bir ulus hâline gelecek, Evren olacaklar.

Artık savaş, uyuşmazlıklar, kıskançlık, hırsızlık, cinayet, mahkeme sistemi, polis, yönetim olmayacak.

Anarşistler önerdikleri yapının ayrıntılarına henüz girmiş değiller, sadece kilometre taşlarını yerleştirilmiş durumdalar. Günümüzde anarşistler mevcut gidişatı çökertmeye yetecek sayıya ulaştılar; bu henüz olmadıysa bunun nedeni takipçilerimizin eğitimini tamamlamak, projelerinin gerçekleştirilmesinde onlara yardımcı olacak enerji ve kararlığı uyandırmak zorunda olmamızdır. Tek gereken birisinin önlerine geçmesi, onları dürtüklemesidir, ardından devrim gerçekleşecek.

Evleri havaya uçuran kişinin amacı, toplumsal konumları ya da eylemleriyle anarşiye zararı dokunan herkesi yok etmektir. Polisten korkmadan, dolayısıyla da canımızdan olma korkusu olmadan bu kişilere açıkça saldırmamıza izin verilmiş olsaydı, bu kişilerle birlikte onların hizmetini gören ezilen sınıflardan insanları da öldürebilecek patlayıcı maddelerle evlerini yıkmaya kalkışmamız da gerekmeyecekti."

Kaynak: Un saint nous est né, Philippe Oriol'ün düzenlemesi. L'équipement de la pensée, Paris, 1992; çeviri Mitch Abor.
Çeviri: AnarşistBakış
Kaynak: "My Principles", Ravachol.

etik veganizmin insanlara bir faydası yok


Etik Veganizmin Hayvanlara Bir Faydası Yok

Camille Marino negotiationisover.com sitesinin editörü.Bu röportaj onunla yapıldı .
Vegan bir diyetle beslenip hayvan ürünleri satın almamak hayvanlara yardımcı oluyor mu?
Etik ve saygın bir insan olmak için vegan olmak zorundayız. Burada gri bir alan yok açıkçası. Ya vegansınızdır ya da hayvanlara yönelik bu savaşta suç ortağısınızdır.
Ama, hayır, etik bir vegan olmanın hayvanların acısını ortadan kaldırmak adına kesinlikle hiç bir etkisi yok. Gerçek dünya olan “serbest pazar”da et/yumurta/süt ürünleri talebi azaldığında hükümet bir sömürü endüstrisine sübvansiyon sağlıyor, hayvan ürünlerindeki arz fazlasını satın alıyor, böylece tedarikçinin ve ekonominin sağlam kalmasını sağlıyor. Devlet üretim fazlasını satın alıyor, genelde bunu okullara ve refah programlarına yönlendiriyor ya da federal borcu karşılamak adına, üretim fazlası başka ülkelere ihraç ediliyor.
Veganizmi savunmak ve eğitmek adına vegan toplumun zamanını ve enerjisini harcıyoruz bence. Hayvanlar inanılmaz sayılar halinde ölüyorlar.
Negotiation is Over neden fabrika çiftçiliği ve et, süt ve yumurta endüstrileri yerine dirikesime daha çok odaklanıyor?
NIO’daki eylemcilerden bir çoğu mezbahalara yönelik yaratıcı ve agresif kampanyalar yapmaktan tutun avcıları ve tuzak kuranları hedef almaya kadar bir çok şey yapıyor.
Kişisel olarak dirikesime odaklanıyorum; çünkü  Florida Üniversitesi’ndeki grubumuz kurumsal hayvan işkencesi için bir fener gibi. Daha önemlisi ise, ben buranın en büyük darbenin vurulacağı yer olduğuna inanıyorum.  Kampanyaların sadece mümkün oldukları için yapılması yanlış. Enerjilerimizi ciddi kazanımlar ve zaferler kazanabileceğimiz yerlere odaklamalıyız, hem yeni taktik ve yaklaşımlar benimsemeli hem de onları geliştirmeliyiz. Benim açımdan hayvan özgürlüğünün üniversitelerdeki hayvan istismarı üzerinde inşa edilmiş temelleri yıkıp altını oyması gerektiği çok net. Yani biyomed öğrencileri profesyonel sadistlere dönüşmeden önce onlarla yüzleşilmesi gerekiyor demek bu.
Siz hemen doğrudan eylemlere ilgi mi duydunuz yoksa standart bir vegan tüketici olarak mı başladınız?
43 yaşıma dek ölüyiyiciydim. Kilo vermek için nasıl bir vejetaryen diyet uygulamak gerektiğine dair bilgi  arıyordum, sonra süt üretim çiftlikleriyle ilgili bir video izledim. Anında vegan oldum. Tarih 2008 yılı ocak ayıydı.  Doğrudan eylemleri analiz etmek ya da bu konuda bir teori oluşturmak için bilinçli bir karar vermedim. Bu şeylerin benimle bir ilgisi yok. Bir tepki göstermeyi gerektiren vahşetler gördüm. Etkili bir şekilde nasıl tepki göstermeli konusunda hâlâ birşeyler öğreniyorum, hem gerçek hem de kanlı bir savaştan söz ediyorsak doğrudan eylemi reddeden düşünce ekolleri gülünç duruma düşüyorlar.
Hiç duymayanlar  için ölüyiyici (nekrovor) sözcüğünü açıklar mısınız?
Nekrovor ölü şeyleri yiyen birisidir.
Peki doğrudan eyleme destek vermeyen ama hayvan ürünlerinden uzak durmaktan memnun veganlardan neden uzaklaştınız?
Agresif eylemleri savunan insanların vegan kekler pişirmekten memnun olanlar tarafından hoş karşılanmadığı doğru.  Vegan çadır ve kamplar kurup agresif eylemlerin harekete nasıl zarar verdiğini tartışanlar da başka bir şey yapmıyorlar zaten. Yani su ve yağ gibi. Bilinçli bir uzaklaşma yok; sadece birbirimize karışmıyoruz o kadar. Vegan kampçılarla bağ kurup sokakta aktivizm konusunda onları cesaretlendirmek için ciddi girişimlerim oldu. Birkaç istisna dışında ki onlar da bir elin parmaklarını geçmiyor, tüketimci veganlar aktivizm düşüncesine bir kabalık olarak bakıyorlar.
Şu anda biyomed öğrencilerini hayvan istismarına karşı tavır almaları adına bilgi arıyorsunuz. Bu kampanya şu ana kadar ne kadar başarı kazandı?
Birkaç ay önce bu taktiği uygulamaya başladıktan sonra, kariyer beklentilerinden vazgeçen beş dirikesim öğrencisi tanıyorum. Bu küçük zaferler de bu kampanyanın üzerine inşa edildiği temelleri oluşturuyor.
Dirikesimcileri değişip hayvan istismarına karşı tavır almaya itecek türden ne yaptınız? Sizce bu taktikler gelecekte ne tür sofistike şekiller alabilir?
Dirikesimcilerin düşüncelerini değiştirmek gibi bir düşünceleri yok; çünkü kendilerini güvende hissediyorlar. İşkence kurumlarına gömülmüşler  ve hayvanlara yönelik suçlarından dolayı bir de sırtları sıvazlanıyor. Bu dinamiğin içine etkili bir tarzda nasıl girilir, bu insanlar nasıl durdurulur bilmiyorum. İşte bu yüzden anonim aktivistlerin ev işgalleri yaptığını, kundaklamalar yaptığını ya da bu savaş suçları için gereken değişik ceza biçimlerini hayata geçirmeyi seçtiğini görüyoruz.
Yer üstü eylemcisi olarak onların kalelerine sızabileceğime dair ilüzyonlarım yok. Ancak onların mahremiyet duygusunu, emniyet ve rahatlık duygularını, nerede yaşadıklarını, nerde ibadet ettiklerini, çocuklarının nerede okula gittiğini ya da eğlenmek için nerde buluştuklarını ortaya koyarak yok edebilirim. İstismarcılar yaptıkları korkunç şeylerin ifşa edileceği düşüncesine alışmalılar, onların huzurunu bozmak için elimden gelen herşeyi yapacağım.
Taktiklerinize terörizm adını veren insanlara ne söylemek istersiniz?
Bu soruyu doğru şekilde yanıtlamak için taktiklerimi tanımlamamız gerekiyor. Ben istismarcıları hakikat ve ifşa etmekle “tehdit ediyorum”. İşte bu kadar. Bundan ne fazlası ne azı.  Eğer bir fırıncının adı ve adresini resmiyle beraber bassam, kapı kapı dolaşıp ne tür kekler yaptığını anlatsam bana terörist denebilir mi? İşte aynı senaryoyu alıp dirikesimcilere uyguluyorum, o zaman aradaki fark ne? Bilgi nötrdür. İnsanların o bilgiye nasıl bir tepki verdiği ise öznel bir durumdur.
Bana terörist diyenler genelde iki kategoriye ayrılıyor: 1- bu insanlar kapitalist yapıya ya da statükoya meydan okuyan herkesi damgalamak için bu sözcüğü kullanan zalimler ya da 2- TV reklamları arasında tutarlı düşünceler oluşturmaktan daha kolay olduğu için sözcükleri papağan gibi tekrar eden beyni boşalmış kitlelerdir.
Eğer ben bir teröristsem bütün hayatlarını dehşet  içinde yaşamaları için sonsuz sayıda masum canlıyı esir eden, işkence eden, vücudundan parçalar koparan ve onları katleden insanlara hangi ismi vereceğiz?
Sık sık sorulan sorular kısmında şöyle yazmışsınız: “ben eğer şiddet uygulayanları durduracaksa şiddet kullanmaya kesinlikle destek veriyorum. Çoğu insan bir insan yavrusunun korunmaya değdiğini düşünür. Eğer masum bir bebek işkence görseydi o işkencecileri gereken her türden güce başvurarak durdurmak son derece meşru olurdu. Tartışma filan olmaz, çocuğu kurtaran kişi kahraman  ilan edilir, şiddete başvurduğu, dengesiz birisi olduğu filan düşünülmezdi. Hayvanların meşru müdafaa hakkına değeceğini kabul etme konusunda biraz isteksiz davranan aktivistler kendi içlerinde yer etmiş gizli tür ayrımcılığını anlamalı. Eğer bir insan korunmayı hakediyorsa o zaman insan olmayan canlı türleri için de aynı şey geçerli. Sitemizdeki bir yazının başlığı şöyleydi: “bir dirikesimcinin ev ya da arabası –ya da bizzat kendisi- havaya uçtuğunda , özgürlük alevleri göğü aydınlatır”. Bu sözler hayvan istismarcılarının öldürülmesine destek verdiğiniz anlamına mı geliyor?
Evet, öyle.
İnsanlar potansiyel bir hedef olup olmadıklarını bilsinler diye soruyorum hayvan istismarcısı olmayı belirleyen kıstas nedir? Dirikesimciler mi , mezbahada çalışan işçiler mi- yani öldürme eylemini doğrudan yapanlar mı- yoksa bu endüstrileri finansal olarak destelemek de insanı hayvan istismarcısı yapıyor mu?
İstismarcılar masumları aktif şekilde sömüren, onlara işkence edip öldürenlerdir.
Green is the New Red kitabının yazarı Will Potter hayvan aktivistlerinin hayvan özgürlüğü  adına hiçbir insanı öldürmediğini söylüyor.  Hayvanlar adına neden dirikesimcileri ve fabrika çiftliği sahiplerini öldüren John Brown tarzında insanlar olmadı hiç? Eğer hayvan hayatı da insan hayatı kadar savunmaya değerse herhalde daha çok masum hayvanı kurtarmak adına bazı suçlu insanlar öldürülmesi gerekirdi. Veganlar temelde bir insanı öldürmenin bir hayvanı öldürmekten daha kötü olduğuna inanan türcüler mi yoksa?
Umursamazlık umursamazlıktır- bunu tür ayrımcılığıyla karıştırmayalım.
New York’ta çok bilinen bir vaka var, Kitty Genovese adında bir kadın Queens sokaklarından tecavüze uğradı ve sonra öldürüldü, bu arada komşuları da olayı izlediler. Hiç kisme araya girmedi, kimse onu savunmadı, en kötüsü ise kadın orada ölürken hiç kimse 911’i aramadı…TEK BİR İNSAN BİLE..Veganlar da farklı değiller.
İnsanlar vegan olunca kişilik özellikleri değişmeden kalır. Eğer önceden apatetik, kendini beğenmiş ve utangaç bir ölüyiyici idiyse aynı özellikleri bu sefer vegan topluma getirmiş olur. Tek fark ise, veganların giderek korkunçlaşan bir soykırıma cevap vermesi gerektiği düşünülürse bu insanların çoğunun pasifist yani pasif direniş tarzında bir ideolojiye sarılarak kendilerini sorumluluktan kurtarması olduğunu görüyoruz, bu teorik ahlâk balonları içerisinde bu insanlar o  iğrenç eylemsizliklerini meşru görüp haklı çıkarıyorlar. Yanlışlar !
John Brown sorusu ise benim açımdan hem şaşırtıcı hem de huzursuz edici bazı meseleleri ortaya getiriyor.  Bir John Brown göreceğimize inanıyorum.
Şu ana dek, bu tartışma son derece özel durumlarda en yakın müttefiklerimle paylaştığım bir şey. Ama işin aslı şu ki; eğer bir insan bir hayvanın işkence görüp öldürüldüğüne tanık oluyorsa o zaman bir tek cevap söz konusu olabilir- o kişi ahlâken gerekli olan her türlü araca başvurarak saldırgana müdahale edip onu nötralize etmelidir. Ben buna kesinlikle inanıyorum; ancak bir aktivist olarak hareketteki kendi yerimi ararken bir mezbahaya gittim ve sabah erken saatlerde bir cinayete tanık olmama izin verildi.
Kamerayla gittim. O kadar hazırlıksızdım ki ilk kurban öldüğünde piller bitmişti bile. Küçük ve korkmuş bir dananın kendi ölümüne giden yola elektrik sopalarla dürtülerek yürüdüğünü gördüm. Korkmuştu. Acı çekiyordu. Gözleri bana baktı. Orada elimde kamerayla durmuş bu güzel, masum hayvanın akla hayale gelmeyecek işkencesini kaçınılmaz sonu olan o kanlı cinayetini filme çekiyordum. Filme çekmeye devam ettim. O gün soykırımda bir suç ortağı oldum, hiçbir bilgisi olmayan bir etoburdan çok daha fazla suç ortaklığım oldu o an. Eylemlerim cesurca değildi. Korkakçaydı. İşte eylemlerim ve düşüncelerim arasındaki bu ayrım beni çok rahatsız ediyor- çoğumuzu rahatsız ediyor. Artık bunları açık açık tartışmamızın zamanı geldi.
Bazı aktivistlerin yaşanan acılara artık dayanamadıkları için kendilerini öldürmek istediğini söyleyebilirim size. Tek tepkim ise şu: eğer insanlar kendi acılarına son verecekse, giderken kendileriyle beraber mümkün olduğu kadar çok istismarcıyı da götürmeli.
Artık bu, bir an meselesi.
Çeviri: CemCB

hayvan deliliğinin anatomisi


 Gay Bradshaw
 “Ama ben deli insanların arasına gitmek istemiyorum” dedi Alice.
“Ama elinden bir şey gelmez” dedi Kedi:”hepimiz deliyiz burada. Ben deliyim. Sen de delisin.”
“Deli olduğumu nerden biliyorsun?” dedi Alice.
“Öyle olmalısın” dedi Kedi,” yoksa buraya gelmezdin”.
                                Lewis Carroll, Alice Harikalar Diyarında

Bugünlerde deliren hayvanlarla ilgili çok konuşuluyor:” tüy yolan eypler, intihar eden yunus balıkları, psikiyatrik bozukluklar yaşayan şempanzeler, cinayet işlemeye meyilli orkalar, seri katil filler- hayvanların  uygun koşullar oluştuğunda aynen insanlar gibi zıvanadan çıkabildiğini gösteren Everest yüksekliğinde kanıtlar söz konusu. Toplumları soykırım tahribatıyla sarsılan bütün türlerde çaresizlik ve depresyon baş gösteriyor, hayvanat bahçesi ya da hapisane olsun, işkence ve esaret altında yaşayınca çok az hayvan bunu yaşamıyor.
Bunların hiçbiri yeni değil. Hayvan esaretinin kötülük dolu etkileri yüzyıllardır biliniyor. 1900’lerin başlarına, Darwin öncesine dek uzanan geçmişlerinde hayvanat bahçelerini yönetenler ve doğa tarihçileri tüylerini yolan papağanların, depresyondaki yılanların, yavrularını öldüren kaplanların ve diğer hayvanların çeşitli mental bozukluklar sergilediğini söylemiştir. Yeni olan şey şu: hayvanların artık bir tutam davranıştan ibaret olmadığı, bir varlık/birey olduğu ve bizim gibi zihinlere sahip oldukları nihayet kabul ediliyor. Bugün hayvanların duygularından söz etmek en az hayvan deliliği kadar popüler. Geleneksel anlamda hayvanların yaşadığı strese anormal ya da sapkın davranış adı veriliyor ve hayvan psişesinden hiç dem vurulmuyordu. Hayvanlar davranıyordu ama, sadece insanlar düşünüyor ve hissediyordu.
Ancak, insan-hayvan bariyeri insanı kıskandıracak kadar korunuyor. Hayvan zihnini gayretle inceleyenler bile hayvanları bir kol mesafesinde uzak tutmaya dikket ediyorlar, bu konuda kararlı görünüyorlar. Sisifos gibi, bilim ne zaman insan-hayvan karşılaştırılabilirliğine dair kanıtlar sunsa ve yasal denklik gibi bir durum söz konusu olsa, anında geri çekiliyorlar; olay, kanıt ve itiraz çemberinin sonsuz döngüsüne terkediliyor. Şempanzelerin  laboratuar kafeslerindeki sonsuz sallanmaları ve  çığlıklarının “işaret” olduğu konusunda ısrar ediliyor; travma sonrası stres bozukluğu yaşayan bir insanın durumuna belirsiz bir şekilde benzediği düşünülüyor. Hem de genetik olarak en yakın akrabamızın aslında özne olan, hisseden bir varlık olduğunu; epigenetik olarak semptomlarının ve öznel deneyimlerinin bizimkiyle aynı olduğunu ortaya koyan sağlam bir literatüre rağmen.
Ne yazık ki; hayvan deliliği, aynen hayvanların  kendisi gibi, bilim ve bilim adamlarının esiri. Milyarlarca hayvan “araştırma”, “kalkınma” ve “çoğunluğa faydası olsun” maskesi altında insan zihninin aşırılıklarına maruz bırakılıyor. Hayvanların yaşadığı çöküşün gerçek önemi ve anlamından uzak duruluyor. Şimdi, bir ironi örneği olarak insanların da bilim adamlarının ve tıbbın kurbanı olduğunu görüyoruz. Nörobiyolojinin ötesinde  insanlar ve hayvanlar, Vine Deloria jr.’ın söylediği gibi “politikaları belirleme statüsüne sahip olanlar tarafından uygulanan çıplak iktidar” tarafından beraber kandırılıyorlar.
New York Review of Books’ta çıkan bir yazıda New England Tıp Dergisi’nin eski editörü epidemik mental hastalık ve araştırma ve psikofarmasötikal endüstriler arasındaki ihanet ve komple ilişkilerinin insanı dehşete düşüren hikâyesini anlatıyor. Görünüşe göre; bilim, birkaç seçme psikiyatristin, endüstriyalistin ve devlet kurumunun oluşturduğu ve mental sağlık parametrelerini dikte etme amacı güden bir hizip olacak şekilde ayarlanmış durumda:
“1980’lerde güçlü sesler dörtlüsü bir araya gelerek halka mental bozuklukların beyin hastalıkları olduğunu söyledi. İlaç şirketleri de finansal yapıyı hazır ettiler. ABD Psikiyatri Birliği ve en ünlü tıp okullarındaki psikiyatristler teşebbüsün entelektüel meşruluğunu sağladı. Ulusal Mental Sağlık Kurumu da her öykünün üzerine onaylanmıştır damgası vurdu. Böylece Mental Hastalık Üzerine Ulusal Dayanışma kuruluşu da moral bir otorite görevi gördü.
Psikiyatrik tanılar mental sağlık mesleğinin İncil’i olan DSM tarafından yaratılıp dağıtıma sokulur, ancak DSM “kararlarını destekleyen hiçbir bilimsel çalışmaya referans göstermez”. Psikoaktif ilaç şirketler, bilim değil, “ mental hastalığın ne olduğuna, bozuklukların nasıl tanılanması ve tedavi edilmesi gerektiğini belirler”. Bilim Prozac, Paxil, Zoloft ve Effexor’un depresyona yol açtığı önkabuluyle beynin kimyasal dengesizliğini düzelttiği iddiasını desteklemiyor. Psikoaktif ilaçların giderek daha çok kullanılması için başvurulan bahanenin, “mental hastalıkların beyindeki kimyasal bir dengesizlikten meydana geldiği” bahanesinin hiçbir geçerliliği yok.
Kapsamlı bir araştırma ise ilaç şirketlerinin kendilerini olumlayıcı çalışmaları gene tıp dergilerinde basılmasını, doktorların bunan haberdar olmasını sağlarken, negatif sonuçlu çalışmaların ise Tarım Bakanlığı tarafından görülmeden geçtiği, bakanlığın onlara gizlidir ibaresiyle yaklaştığını ortaya koyuyor. Bu pratik tıp literatüründe, tıp eğitiminde ve tedavi kararlarında büyük bir keyfiyete sebep oluyor.”
Özetlemek gerekirse bilim ve endüstri “ belirli bir ilaca uyduğu kabul edilen bir anormalliği tedavi etmek için bir ilaç geliştirmiştir”. Araştırma ve deneylere harcanan milyarlarca dolar ve on yıllar sonra öğrendiğimiz şey, “aslında gerçek bir antidepresan ilaç etkisi diye bir şeyin olmadığı”.
Sadece halk kandırılmadı, insan hayatlarından taviz verilmedi, milyarlarca dolar kazanılmadı; TRİLYONLARCA HAYVAN kullanılıyor, istismar ediliyor, bir kenara atılıyor, zihinleri ve vücutları yağmalanıyor. Antidepresan kilink denemelerindeki hayvan kullanımı Dante’nin Cehenneminin bir mikrokozmosu gibi, hayvanlar burada araştırma ve ilaç imparatorluklarının ekonomik motorlarına benzin sağlamaya mahkûm edilmişler.
2004 yılında New York Times’da yayınlanan bir yazıya göre  bir kez SSRI ve TCI gibi birinci kuşak antidepresanlar keşfedildikten sonra hayvanların diğer ilaçların keşfini hızlandırdığı söylendi. Buradaki anafikir ilaç şirketlerinin hayvan deneylerini kullanarak klinik testlerde ve depreseyondaki hastalarda en çok işe yarayacak binlerce potansiyel yeni bileşimler ortaya çıkarmaktı. Bu yaklaşıma “mantıklı bir eylem tarzı” deniyor, “çünkü hayvanları deneylerde kullanabilirsiniz, beyinlerini inceleyebilir, onlara yüksek dozda ilaç verebilirsiniz, ama bunu insanlarla yapamazsınız.” Hayvanlar insanların yerine kullanılıyor ama sırf bize benzedikleri için değil, insanlara yapsak paçamızı kurtaramayacağımız şeyleri onlara yapabildiğimiz için kullanılıyorlar.
Bir noktada belli antidepresanların intihara meyilli olmakla ilgisi olduğu söylendi. İnsan deneylerinin olası ölümcül sonuçlarının olmasına etik anlamda şüpheli gözle bakıldığı için araştırmacılar bir alternatif seçtiler: fareler ve sıçanlar. Ancak;  Standford Üniv. Tıp Fakültesi’nin Psikiyatri ve Davranış Bilimi bölümü başkanına göre bu yaklaşım geçerli değildi: “ hayvan deneyleri yeni antidepresan ilaçları tanımlamak için işe yarıyor; ama insan depresyonuna hiçbir anlamda benzemiyor hayvanlarınki”,..”bizde hayvan depresyonu modeli yok” . Bu yorum sinirbilimleri ve psikolojiden elde edilen geniş bir literatürle ciddi anlamda çelişiyor.
Ancak, insan-hayvan sinirsel denkliğini açık şekilde reddederken bile gene de birkaç “popüler” test yapılmasına karar verildi. Bunlardan bizi zorla yüzme testiydi. Bu testte fareler bir havuza konuyor  ve kendilerini bırakana dek ne kadar yüzmeye devam ettikleri izleniyordu. Eğer antidepresan verilirse daha uzun yüzdükleri görülüyordu. Protokoller çok sıkı şekilde dizyan edilip kodlanıyor ve Yale Üniv. Araştırmacıları tarafından da sonuçlar yayımlandı. Bunlara ek olarak yapılan başka testlerde fareler kuyruklarından asılıor, kaldıraçı iterek elektroşoktan kurtulmaları öğretiliyordu. Kaldıraç etkisiz hale getirilince fareler gene de kaldıraca basıyorlardı, elektroşok yemeye devam etseler de. Antidepresan etkisindeki farelerin daha uzun süre kaldıraca bastığı gözlemlendi.
Araştırmacılar deneme yanılma yoluyla bir farenin daha uzun süre yüzmesini sağlayan aynı ilaçların insanlarda depresyonu azalttığını buldular. Dahası, Wyeth’teki araştırma ve geliştirme başkanının açıkladığını göre (şu anda dünyanın en büyük araştırma temelli ilaç şirketi Pfizer’ın bir parçası) davranışın  ne olduğunu bir önemi yoktu..” bir hayvandaki davranışı insan davranışına bağlamaya çalışmıyoruz. Fare gibi hayvanlar mutluluk ya da üzüntü hissetmezler”. Sinirbilimciler de aynı şeyi söylüyor.
Bu tür araştırmaların etik dışı ve gelişigüzel doğasına rağmen, araştırmacıların “şu anda nöropsikiyatrik bozukluklarla ilgili elimizdeki hayvan modelleri… on yıllar boyunca yapılan deneylere rağmen insanlarda tedavi etkisini tahmin etmek için uğraşmamıza rağmen başarısız olmuştur” demesine rağmen bu pratik devam ediyor. Fareler ümitsizce, çaresizce yüzmeye devam ediyorlar, eldiven takan eller tarafından sebep olunan şaşkınlık ve ümitsizlik içinde dayanmaya çalışıyorlar. Aynı anda araştırmacılar hayvanların çektiği acıların “anormal davranış işareti” olduğunda ısrar ediyor, insan olmayan türler de depresyon için yeterli bir model olmayı başaramıyorlar, antidepresanlar da ehlileştirilmiş, esaret altına alınmış yaban hayatına uygulanmaya devam ediliyor.
Bu delilik girdabının ortasında bize herşeyin bir sebebi vardır deniyor. Psikiyatriye, bilim adamlarına, ilaç şirketlerine ve onların hissedarlarına hizmet eden trilyon dolarlık endüstriyi düşünürsek evet , gerçekten de herşeyin bir sebebi var. Gerçekten deliliğe yol açan bir metod söz konusu. Antidepresan araştırmacıları “yeni teorilere ihtiyacımız var” diye ağlaşıyor. Ancak görünen o ki araştırmacıların ihtiyacı olan şey, yeni bir ruh.
Çeviri: CemCB

köpekleri okşamak, inekleri yemek


Tim Gier
Nicolette Hahn Niman, The Atlantic’te “Köpekler Yiyecek Değil: Veganizm Argümanındaki Yanılgılar” adında bir yazı yayımladı. Yazıda Niman “ köpekleri yemediğimiz için inekleri yememeliyiz” argümanının geçersizliğini ortaya koyduğunu söylüyor. İtiraz olarak ise köpeklerimize (ya da diğer evcil hayvanlarımıza) çiftlik hayvanlarından daha fazla değer verdiğimizi ve sırf kendileri oldukları için onları değer verdiğimizi söylüyor. Yani; Niman en azından Batı toplumlarında köpekleri bizim için taşıdıkları manevi değer nedeniyle yemediğimizi söylüyor.
Burada Niman evcil hayvanlarımıza yüklediğimiz manevi değerden çok, köpek yemememizi, köpekleri onları yeme eylemi içermeyen şekillerde kullanmamıza bağlıyor. Bir yandan köpeklerle şu andaki gibi bir ilişki kurup bir yandan da onları yiyemezdik. Aynı şekilde inekleri de köpekleri kullandığımız gibi kullanamayız; çünkü inekleri yiyoruz. Köpekleri yememeye karar vermememizin ahlâki bir hesaplamayla ilişkisi yok, tamamen araçsal bir durum söz konusu. Köpekleri genelde arkadaş, destek, yardımcı vb. şekillerde kullanmayı seçtiğimiz için onları yemek bütün bu kullanım biçimleriyle doğrudan çelişirdi. İnekleri kullanma tercihimiz gıda şeklinde olduğundan, inekleri evcil hayvan olarak kullanmayı seçmek de bu kullanım biçimiyle çelişirdi.
Bu yüzden burada “ahlâk şizofrenisi” filan söz konusu değil. Ahlâk şizofrenisi olması için köpeklerimize manevi bir değer atfetmemiz gerekiyor, o moral değerin bizi köpekleri gıda olarak kullanmaktan koruması gerekirdi. Ama Niman meselenin bu olmadığını söylüyor. Niman, bir toplumun belirli bir canlı türüne evcil hayvan ya da gıda olarak muamele etmesinin hayvanların kendisiyle değil, yerel damak tadları ve geleneklerle ilgili olduğunu söylüyor. Bu durum aynen bir kültürün karahindiba yeşilini yerken diğerinin onu yabani ot diye bir kenara atmasına benziyor.
Niman, insan ve kanin (köpekler)  hayvanlar arasındaki uzun ve ortak geçmişin on binlerce yıla yayılması ve bu durumun da aramızdaki özel ilişkiye dönüşmüş olmasının altını da çiziyor. Niman bazı kültürlerin neden köpek yemeyi seçtiğini ise açıklamıyor, ama her durumda bu ilişkiyi moral terimlerle tanımlamıyor. Köpekler ailemizin bir parçasıdır ; ama ahlâk evrenimizin bir parçası değildirler.
Ne yazık ki; Niman haklı.
Sadece ABD’de Körfez bölgesinde, BP petrol krizi sırasında, 2010 yazında  bir çok ailenin ekonomik zorluklar sebebiyle kedi ve köpeklerini nasıl terkettiklerine bakmak yeterli. Modern Batı toplumlarında yaşayan çoğu insan zorluk zamanında gerçek bir aile üyesini terketmez; buna vicdansızlık denir çünkü. Ama ya evcil hayvanlar? İşler zorlaşınca evcil hayvanlar söz konusu olduğunda kimse vicdan azabı çekmiyor.
19 sene boyunca beraber yaşadıkları maymunlarını artık ona bakamayacaklarını anladıkları zaman bir barınağa terkeden bir aile tanıyorum. Primatı bebekliğinden itibaren yetiştirip ona aileden biriymiş gibi davranmış olmalarına rağmen, zaman geçip de maymun barınakta hastalandığında onu ziyaret etmeye bile gelmediler. Daha sonra, maymun gece yarısı uzanmış ölürken, onu rahatlatmaya çalışanlar yegâne insanlar onu barınağa alan sevgi dolu yabancılardı. Gerçek ailesinin umrunda bile olmamıştı.

İnsan türünden olmayan hayvanlarla aramızdaki ilişkilerde ahlâk şizofrenisi filan yok. Onlara nesne muamelesi yapıyoruz, her bir köpeğe, domuza, kediye, balığa, hiç birisinin önemi yok. Ahlâk şizofrenisi filan değil, bu bir ahlâk iflası.
Ama Niman, bu noktada haklı olurken aslında argümanının sonunda neden iddiasını kaybettiğini de bir şekilde bize gösteriyor. Cevaplanması gereken gerçek soru köpeklere neden ineklerden daha farklı davrandığımız değil; esas soru; her ikisine de bir nesne, eşya gibi davranma hakkını nereden bulduğumuz? İster artık işe yaramadığı düşünüldüğünde bir kenara atılacak bir köpeğin çocuklarımız  için bir oyun arkadaşı olarak kullanılması, isterse ineklerin plastik ambalajlarda satın aldığımız yiyecekler olarak kullanılması olsun, diğer hayvanların nesne olarak kullanılma biçimlerinin hepsi yanlıştır.
İnsan olmayan hayvanlar bu gezegende tek bir sebeple bulunuyorlar, sadece tek bir sebeple. Sizin ve benim için de geçerli olduğu gibi, onlar da hayatlarına anlam vermek için buradalar, yoksa başkalarını tatmin edecek bir araç görevi görmek için burada değiller. Niman burada en temel noktayı gözden kaçırıyor, ve ne yazık ki başkalarının hayatlarını kontrol edebildiğimiz için, kimin evcil hayvan olabileceğine, kiminse  öldürülebileceğine karar verebildiğimiz için, böyle bir hakkımız olduğunu sanıyor. Niman yanılıyor oysa; bizim böyle bir hakkımız yok.
Çeviri: CemCB