15 Ekim 2011 Cumartesi

Elfun Demirkol - Evcilleştirme, Nüfus ve Salgın Hastalıklar


Evcilleştirme, Nüfus ve Salgın Hastalıklar
28 Kasım 2005

Kontrol, uygarlığın merkezi bir bileşenidir. Her ne kadar kontrol üzerine bir yaşam sürüyor olsak da, zaman zaman Tabiat bizlere bunun asla böyle olmadığını anımsatıyor. Depremler, kasırgalar, salgın hastalıklar…

Yaşam bir ağdır ve tüm canlılar bu ağ içersinde birbirleri ile etkileşim halindedir. İnsanlar da, mikroorganizmalar da bu ağın bir parçası oldukları için, sürekli olarak birbirlerine etki içersindeler. Hastalık yapıcı mikroorganizmalar ile insanların bu etkileşimleri özellikle tarım toplumuna geçiş ve evcilleştirmeyle birlikte çok daha vahim sonuçları doğuracak şekilde gelişmeye devam etmektedir. Ancak konuyu buradan başlatmadan önce, bu hastalık mikroplarının kafalarında olup bitenleri ve mikropların yaşam ağındaki önemini ve yerini iyice idrak etmemiz gerekir. Bu yüzden isterseniz, bir süre mikrop gibi düşünelim – Jared Diamond’ın Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabından alıntılarla devam edelim.

Mikroplar da bizler gibi evrimleşir. Seçilim, her zaman yavrulamakta ve yavrularının yaşayabilecekleri uygun yerlere dağılmasına yardım etmekte en başarılı olan tekler lehine işler. Mikrop için dağılma tahmin edebileceğiniz üzere kişiden kişiye bulaşmadır. Kısacası, bir mikrop ne kadar iyi yayılırsa o kadar çok ürer ve doğal seçilim onun lehine işler. Bu anlamda bütün mikroplar kendilerine özel yayılma stratejileri geliştirirler. Kimileri ev sahibinin ölmesini ve bir başkası tarafından yenmesini bekler; kimileri ev sahibinin ölümünü beklemez ve ev sahibini ısıran böceklerle yeni bir ev sahibine kadar yolculuk eder; ve tabiki genellikle kendi işini kendileri gören mikroplar.

Bu mikroplar ev sahiplerinin anatomisini ya da alışkanlıklarını kendilerinin taşınmasını hızlandıracak şekilde değiştirirler. Yaralar, hapşırık, öksürük, ishal aslında bu değişimlerdir. Burada mikrop yayılmak için bu yolları seçer. Yani, bizim için “hastalık belirtisi“ olan bu bedensel değişimler, aslında mikrop için yayılmayı sağlayan evrimsel stratejilerdir. Bu stratejiler ev sahibinin ölümüne sebep olabilir. Ancak bir mikrop için bu önemsizdir. Çünkü bir kişiden yayılarak zaten daha fazla kişiye bulaşmış durumdadır; ve taşıyıcı ölmüş olsa bile mikrop yeterince yayılmıştır. Bu tarz stratejilerin yalnızca mikroplarda olduğunu düşünmeyin. Örneğin ateşimizin yükselmesi hastalık yapıcı mikroorganizmalarla olan milyonlarca yıllık birliktelikte gelişmiş bir tepkidir.

Diğer bir tepki ise bağışıklık sisteminin harekete geçmesidir. Kanımızdaki alyuvarlarla öteki hücrelerimiz harıl harıl yabancı mikropları arar bulur ve öldürürler. Bizi hasta eden bir mikroba karşı yavaş yavaş geliştirdiğimiz belli antikorlar, biz bir kez iyileştikten sonra yeniden hastalanma olasılığımızı azaltırlar. Ancak bazı mikroplar ise antikorlarımızın tanıdığı, antijen denen bazı moleküler parçalarını değiştirme hilesini öğrenmiş bulunuyorlar. Farklı antijenlerle yeni grip türlerinin sürekli evrimleşmesi ya da yeniden devreye girmesi, iki yıl önce yakalandığınız gribin bu yıl gelen farklı bir türüne karşı sizi niçin koruyamadığını açıklar.

En yavaş işleyen tepki ise doğal seçilim yoluyla olanıdır. Hastalıkların hemen hemen hepsine karşı öteki insanlara göre daha dirençli olan bazı insanlar vardır. Salgın bir hastalık söz konusu olduğunda o mikroba karşı direnç göstermeye yarayan geni olan insanların hayatta kalma olasılığı bu geni taşımayanlara göre daha yüksek olacaktır. Sonuçta, tarihin akışı içinde zamanla belli bir hastalığa yol açan bir mikropla çeşitli kereler karşı karşıya kalmış olan insan toplulukları direnç genini taşıyan insanların oranının yüksek olduğu toplumlar haline gelmişlerdir – sırf bu gene sahip olmayan insanların hayatta kalma ve genlerini bebeklerine aktarma olasılıklarının düşük olması yüzünden.

Doğal seçilim yoluyla işleyen tepkimize ise mikroplar yine aynı tepki ile karşı koymaya çalışırlar: İnsan, mikropların yaşamı için gerekli bir konaktır. Yukarda da bahsedildiği gibi barınmak ve yayılmak için insanı kullanmaktadırlar. Bunu yaparken de hastalık belirtileri yaratırlar. İnsanın türünü devam ettirebilmesi için gerekli direnci kazanması, kendisinin çıkarına ancak mikrobun zararınadır. Bu yüzden mikroplar da kendilerini modifiye ederek yaşamlarını sürdürme yolunda çabalarlar. Ve bu çabaya karşı insanların da cevap geliştirmeleri gerekir.

Salgın şeklinde gelen bulaşıcı hastalıkların bazı temel özellikleri vardır. İlkin, hastalığa yakalanmış bir kişiden, onun çevresindeki sağlıklı kişilere çok çabuk bulaşırlar, sonuçta kısa bir zamanda bütün nüfus hastalığı kapar. İkincisi, bunlar şiddetli, “akut” hastalıklardır: Kısa bir zaman içinde ya ölür ya tamamıyla iyileşirsiniz. Üçüncüsü, hastalıktan kurutulacak kadar şanslı olanlarımız antikor üretirler, bu antikorlar bize uzun süre, belki de ömür boyu bu hastalığa karşı bağışıklık kazandırırlar. Son olarak, bu hastalıklar daha çok insanlarda görülür; hastalığa yol açan mikroplar genellikle toprakta ya da başka hayvanlarda yaşamazlar.

Gelelim bu hastalıkların nüfus ile olan ilişkisine. Hastalıkların yaşaması için yeterince kalabalık ve yeterince yoğun nüfuslu insan topluluklarına gerek vardır, ancak böyle bir durumda hastalık tam gerilemeye başlamadan önce hastalığa yakalanmaya hazır çok sayıda yeni doğmuş bebek bulabilir. Bu yine de az nüfuslu toplulukların bütün bulaşıcı hastalıklardan azade olduğu anlamına gelmemektedir. Onlarda da bulaşıcı hastalıklar vardır, ancak belli türde bulaşıcı hastalıklardır.

Kalabalık hastalıklarının nüfus ile en önemli ilişkisi, bu hastalıkların – adları üzerinde olduğu gibi – kalabalık ve yoğun nüfuslu insan topluluklarının ortaya çıkmasına gereksinim duymalarıdır. Bu hastalıklar için tüm koşullar yoğun nüfuslu topluluklar [yaşam tarzları] tarafından yaratıldığında, geriye yalnızca topluluğa yayılmak kalır. Nüfustaki bu kırılma noktası canlı yaşamın başlangıcından bu yana işleyen besinin peşinden gitmenin yerine belli özelliklere sahip besinlerin belli alanlarda yapay olarak üremesinin sağlanmasıyla gerçekleşti. Bunun nasıl ve neden gerçekleştiğine burada değinmeyeceğim.

Tarım, insanın evrimleştiği yaşam tarzı olan göçebe toplayıcı-avcılığa göre nüfus yoğunluğu çok daha fazla toplulukları besleyebilir. Ayrıca tarımın neden olduğu yerleşik yaşamda, insanlar kendi lağım pisliklerinin içersinde yaşarlar, böylelikle mikroplar bir kişiden diğerinin içecek suyuna kısa yoldan karışma olanağı bulur. Özellikle kendi dışkılarını, ve idrarlarını tarlalarda kullanan topluluklarda bu çok daha kolay yoldan gerçekleşir. Yerleşik insanların çevreleri kendi pisliklerinden başka, yiyecek depolarına dadanmış hastalık yayan kemirgenlerle sarılıdır. Ve besin üretimi için kullandıkları araziler hastalık yayıcı canlıların mükemmel üreme alanlarıdır. Bu hastalıkların artışı ve şiddeti özellikle şehirlerin ortaya çıkışından sonra çok daha fazla artmaya başladı. Ve bu artış, dünya ticaret yollarının gelişimiyle tüm dünyada ayrıca mikrop ticaretinin yapılmasıyla desteklendi. Günümüzde ise bu çok çok daha hızlandı.

Ancak hızlanan yalnızca hastalıkların taşınması değil hastalıkların evrimleşmesi de olmuştur. Çiçek hastalığı MÖ 1600, kabakulak MÖ 400, cüzam MÖ 200, çocuk felci MS 1840, AIDS 1959… Ve neredeyse bildiğimiz tüm bulaşıcı hastalıkların belirlenen tarihleri tarımın ortaya çıkışından sonra gerçekleşmiş ve birbirine çok yakın tarihlerdir. Bu hastalıkların yayılımı için uygun koşulları tarımın kendi yaşam tarzıyla yaratmış olduğunu biliyoruz. Fakat tarım, bu hastalıkların ilk kez ortaya çıkmasıyla nasıl bir ilişki içersindedir :

Moleküler biyoloji araştırmaları sonucunda hastalıklarımızın yakın akrabaları tespit edilmektedir. Bu yakın akrabalar bizlerin evcil hayvanları ya da ev hayvanlarında bulunuyorlar. Bu hastalıklar da hayvanlar arasında bulaşıcı kalabalık hastalıklarına yol açıyorlar. Bu yüzden bu hastalıklar temelde kalabalık ve yoğun nüfus gerektiren toplumsal hayvanlarda bulunuyorlar.

Bizler toplumsal hayvanları evcilleştirmeye başladığımızda – sığır, domuz, koyun, ördek vs. gibi – zaten bu hayvanlarda mevcut olan mikroplar bize de bulaşmak üzere beklemeye koyuldular. Tabiki de bu pek zor olmadı, çünkü bu hayvanların evcilleştirilerek kontrol altına alınması bu mikropların yukarda da bahsettiğimiz sebeplerden ötürü yeni konağı olabilecek insana geçmesi kaçınılmazdı.

Örneğin, kızamık, tüberkülos, çiçek hastalığı sığır, grip domuz ve ördek, boğmaca domuz ve köpek vs. gibi insan hastalıkları ile bunların en yakın akrabalarını taşıyan hayvanlar bu şekildedir.

Son zamanlarda çokça konuşulan grip hastalığı temelde domuz ve ördek hastalığıdır. Ancak bu hayvanların insanın kullanımı için yapay insan çevrelerinde yaşamaya adapte edilmesi ve yetiştirilmesi sonucu; grip mikrobu insana bulaşıp, insanlarda hastalık yapıcı ve bulaşıcı bir evrim geçirmesiyle, grip bir şekilde insan hastalığına dönüşmüştür.

Aydınlanmacı mantık, teknolojinin ilerleyişinin tıb alanındaki yeniliklere yol açarak hastalıklardan arınmış bir geleceğin bizleri beklediğini sanabilir. Ancak gerçek şu ki; yaşam evrimle gelişir ve ilerler. Günümüz dünyasında bir mikroorganizmanın insanda hastalık yapıcı şekilde evrilmesi kaçınılmazdır. İnsanın böyle bir şeye karşı tek savunması teknolojisi değil, evrimin kontrol altına alınması olabilir. İnsan bunu evcilleştirmeyle, yapay seçilim yoluyla değiştirmeye ve kontrol altına almaya çalışmıştı, ve kendinden büyük işlere parmağını sokmasının cevabını pek de geç olmadan yeni hastalıklar olarak aldı ve almaya devam ediyor.

Sanırım insan için en uygun yol, kontrolü ele geçirmekten ziyade, herşeyi akışına bırakması ve kendi varoluşuna yol açan yolda ve tarzda yaşamaya devam etmesidir.

Serhat Elfun Demirkol

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder