Birlikte Yalnız:
Kent ve Sakinleri
11 Aralık 2008
John Zerzan
Kentlerde yaşayan
insan miktarı, endüstrileşme ile birlikte katlanarak artmıştır. Megalopolis
(birleşik kentler), kendisini giderek insan yaşamı ve biyosfer arasına koyan,
kent “habitatının” en son şeklidir.
Kent, ayrıca
sakinleri arasındaki bir engel, bir yabancılar dünyasıdır. Gerçekte, dünya
tarihindeki tüm kentler, eşsiz, evvelce alışık olmayan ortamlara hep birlikte
yerleşmiş yabancılar ve aykırılar tarafından kurulmuştur.
Merkezinde,
zirvesinde, en baskın karakterinde egemen kültür vardır. Joseph Grange, acı bir
şekilde, “kent mükemmeldir, insan değerlerinin en somut ifadelerine ulaştığı
mekandır” derken aslında haklıdır. (Üzücü de olsa ne yazık ki böyle) Elbette,
“insan” kelimesi, kentsel bağlamda tamamiyle çarpık bir anlam alır, özellikle
günümüzdeki gibi. Herkes modern apartman sütunlarını, Norberg-Schulz’un kısa ve
öz ifadesinde, yerelliğin ve çeşitliliğin yok edilmese de durmadan azaltılmış
olduğu mekansızlığın Hiç Bölgesi’ni görebilir. Süpermarket, alışveriş merkezi,
havalimanı lobisi her yerde aynıdır, tıpkı ofis, okul, apartman bloğu, hastane
ve hapishanenin kendi kentlerimizde birbirinden zar zor ayırt edilebilir olduğu
gibi.
Mega-kentler,
birbirlerine diğer sosyal organizmalardan daha çok benzer. Sakinleri, durmadan
daha kapsamlı bir gözetim altında aynı giyinme ve ayrıca aynı küresel kültürü
tüketme eğilimindedirler. Bu, dünyanın belirli bir yerinde burasının
benzersizliğine saygı duyarak yaşamanın zıttıdır. Bu günlerde, tüm mekan kent
mekanı oluyor; gezegen üzerinde neredeyse kent olmayan bir nokta yok. Mekanı,
bir nesneymiş gibi biçimlendirmek için eğitildik ve donatıldık. Bu tarz bir eğitim,
tarihte eşi görülmemiş bir alana kent ve metro bölgeleriyle hükmeden bu Dijital
Çağ’da yetki altına alınır.
Bu nasıl oldu?
Weber’in dediği gibi, “kişi, kentin kendisini yaratan bilgi kaynağı dışındaki
her şeyi kent metinlerinde bulabilir.” Ancak temel
mekanizmanın/dinamiğin/”prensibin” ne olduğu ve her zaman ne olmuş olduğu
açıktır. Weber şöyle devam eder: “Ticareti ve endüstriyi kolaylaştıran kentteki
her aygıt, daha ileri işbölümü ve daha ileri görev uzmanlaşmasının yolunu
açar.” Daha ileri tek tipleştirme, standartlaştırma, eşdeğerlilik.
Araç gereç,
teknoloji sistemleri olduğunda – sosyal karmaşıklık geliştiğinde – kent ortaya
çıktı. Kent-makinesi, ilk ve en büyük teknolojik fenomendi, iş bölümünün
zirvesiydi. Veya Lewis Mumford’un tanımladığı gibi, “kentin imi, onun maksatlı
sosyal karmaşıklığıdır.” Bu bağlamdaki iki yöntem aynıdır. Kentler, şimdiye dek
icat edilmiş en karmaşık yapay olgulardır; tıpkı kentleşmenin, gelişmenin
birincil ölçülerinden biri olduğu gibi.
Yaklaşan
dünya-kenti, yapay olanın lehine tabiatı yok ederek ve kırsal bölgeyi kent
önceliklerine riayet eden önemsiz bir “civara” indirgeyerek, doğaya karşı
açtığı savaşı mükemmelleştiriyor. Tüm kentler toprağa karşıttır.
Certeau’nun
“Walking in the City”si, 2000 yılında yazıldığı gerçeğini ve konusunu
düşünürsek, bir hayli ürkütücü bir niteliğe sahiptir. Certeau, Dünya Ticaret
Merkezini Batı kentçiliğinin “en anıtsal figürü” olarak gördü ve “[Dünya
Ticaret Merkezinin] en yüksek noktasına çıkmanın, kentin etkisiyle büyülenmek
olduğunu” hissetti. Kentin yaşayabilirliği, 9/11′de artan – ama yaratılmayan –
bir endişenin beraberinde gelen, kaçınılmaz bir güvensizlik aşamasına girdi.
Uygarlığın saltanatı boyunca hissedilen, kent yaşamıyla ilgili derin duygu
karmaşaları, çok daha göze çarpar oldu.
Evcilleştirme
uygarlığı mümkün kıldı, ve yoğunlaştırılmış evcilleştirme daha ileri kent
kültürü getirdi. İlk bahçecilikle uğraşan topluluklar – yerleşkeler ve köyler –
kitleselleşmiş tarım etkisi altına alındıklarında kentlere dönüştüler. Bu bokun
en kalıcı belirtisi megalitik anıtsallıktır. Erken Neolitik anıtlarında kentin
tüm nitelikleri bulunur: yerleşik hayat, kalıcılık, yoğunluk, arayıcılık
üzerinde çiftçiliğin görünür bir şekilde ilan ettiği zafer marşı. Kentin göz
alıcı merkeziyetçiliği insan kültürel evrimindeki başlıca bir dönüm noktası,
uygarlığın kati anlamda ortaya çıkışıdır.
Pek fazla
olmasalar da, kentsiz uygarlıklar vardı. (örn. erken Maya uygarlığı) Çoğu kez
temel bir özelliklerdir ve evcilleştirmeyle bastırılan enerji, kontrol mantığının
yeni bir seviyesine doğru patlarmış gibi nispeten ani bir güçle gelişirler.
Kent patlaması, yine de, bazı kötü eleştirilerden kaçamaz. İbrani geleneğinde,
ilk kenti bulan, Habil’in katili Kabil’di. Benzer bir şekilde, Babil, Babil
Kulesi, Sodom ve Gomorrah gibi kentlerden bahsetmek tümüyle menfidir. Kentlerle
ilgili derin duygu karmaşaları, aslında, uygarlığın bir değişmezidir.
İlk kentler,
politik aygıtlar yönetici bir azınlığın ellerinde yeni bir tarımsal dünya
görüşüyle yaratılmış üretim fazlasını yönetmeyi tasarlandıkları zaman, yaklaşık
MÖ 4000 yılında Mezopotamya ve Mısır’da ortaya çıktılar. Bu gelişme, çok daha
geniş üretim alanlarından elde edilen ekonomik girdiye gerek duydu; büyük
ölçekli, merkezi, bürokratik kurumların ortaya çıkışı çok sürmeyecekti. Köyler,
kentler adına daha çok ihtiyaç fazlası üretmek için giderek uzmanlaşmış
maksimizasyon stratejileri içerisine çekildiler. Daha büyük hububat üretimi,
örneğin, yalnızca ek çalışma ve daha fazla zorlamayla elde edilebilirdi. Daha
ilkel çiftçi toplulukları zorla Nineveh gibi yönetilen kentlere
dönüştürüldüklerinde, bu iyi bilinen yapı içerisinde direniş ortaya çıktı.
Başka bir örnek olarak, Sinai’nin göçebe insanları, Mısırlı yöneticiler için
bakır madeni çıkarmayı reddetiler. Küçük toprak sahipleri topraklarından
kentlere sürüldüler; bu yer değişim bugün devam eden bilinen bir örneğin temel
bir parçasıdır.
Kent gerçekliği
öncelikle değiş tokuş ve ticaret ile ilgilidir, varlığını sürdürmek için dış
alanlardan gelen desteğe neredeyse tamamen bağımlıdır. Bu tarz yapay bir geçimi
garanti altına almak için, kent babaları kaçınılmaz olarak savaşa girişirler;
uygarlığa ait başlıca kronik bir öğe. Stanley Diamond’ın kelimeleriyle,
“Dışarıda fetih ve içeride baskı”, kendi kökenlerinden kentleri tanımlayan bir
tarifdir. Erken Sümer kent-devletleri, örneğin, sürekli savaştalardı. Kent
pazar ekonomilerinin istikrarı için mücadele, aralıksız devam eden bir ölüm
kalım meselesiydi. Ordular ve harp hali, özellikle kent dinamiğinin yerleşik
genişlemeci karakteri göz önünde tutulduğunda, en önemli gereksinimlerdi.
Zamanının (MÖ 2700) en büyük Mezopotamya kenti olan Uruk, 900 kule ile takviye
edilmiş, altı mil uzunluğunda çift katlı duvarıyla öğünürdü. Bu erken dönemden
Orta Çağlara kadar, adeta tüm kentler takviye edilmiş garnizonlardı. Julius
Caesar, Gaul’daki her bir kenti ifade etmek için oppidum(garnizon) kelimesini
kullandı.
İlk kent
merkezleri aynı zamanda sürekli olarak kuvvetli bir törensel yönelim
gösterirler. İçkin, dünya-temelli bir tinsellikten, tam olarak dehşet verici,
muazzam kent tapınakları ve lahitleriyle ilave bir bozulmaya uğrayan kutsal
veya doğa üstü alanlara önem vermeye doğru kayan bir hareket. Bir toplumun
tanrılarının yüceliği, sosyal yapısının artan karmaşıklığı ve katmanlaşmasına
karşılık geldi. Dini anıtsallık, yeri gelmişken, otoritedekilerin yalnızca
bağlılığı-tetikleyici bir taktiği değildi; aynı zamanda evcilleştirmenin
yayılması için temel bir araçtı.
Ancak tahakkümün
gerçek yükselişi sadece yoğunlaştırılmış tarım – ve Childe, Levi-Strauss ve
diğerlerinin belirttiği gibi yazı sistemlerinin ortaya çıkışı – ile değil,
metalürji ile başladı. Uygarlığın evvelki Neolitik aşamasını, Bronz Çağını ve
hatta devamını müteakip, Demir Çağı kentleşmeyi merkezine yerleştirdi. Toynbee’ye
göre, “Tarih boyunca kentlerin boyutlarındaki artış görünüşte bir eğri şeklinde
ortaya konursa, bu eğri, teknolojinin etkisindeki artışı ortaya koyan bir
eğriyle aynı görünüşe sahip olduğu fark edilecektir.” Ve sosyal yaşamın giderek
kentleştirilmiş niteliğiyle, kent, bir kaba benzetilebilinir. Kentler,
günümüzdeki fabrikalar gibi, kapsamaya dayanır. Kentler ve fabrikalar hiçbir
zaman içlerindeki insanlar tarafından özgürce seçilmiş temelde değillerdir;
onları orada tutan hakimiyettir. Aristophanes, MÖ 414 yılında yazdığı Kuşlar’da
bunu çok iyi ortaya koyar: “Bir kent, tüm kuşları barındırmak için yayılmak
zorundadır; daha sonra havada, gökyüzünde, yeryüzünde çit ile çevirmek, ve
sonra da onu duvarlarla çevirmek zorundasınız, Babil gibi.”
Bildiğimiz
devletler evvelce bu dönemle var oldular, ve kuvvetli kentler devlet gücünün
mahalleri, başkentler olarak ortaya çıktılar. Politik otorite her zaman bu kent
merkezlerinden çıkmıştır. Bu bağlamda, köylüler, yeni, ilkin açığa vurulmamış
kölelik ve ızdırap şekilleri için bilinen ve nefret edilen bir esareti geride
bırakırlar. Halihazırda yerel iktidar ve savaş mekanı olan kent, salgın
hastalıkları da içeren bulaşıcı hastalıkların kuvözüdür, ve elbette yangın,
deprem, ve diğer tehlikelerin etkilerini ziyadesiyle arttırır.
Binlerce kuşak
boyunca insanlar, gün doğumu, gün batımı ve yıldızlı gökyüzünün ihtişamından
zevk alarak, günün ağarmasıyla uyandılar ve güneş battıktan sonra uyudular. Beş
yüz yıl önce, kentin çanları ve saatleri giderek daha düzenli ve ayarlı
gündelik bir hayat duyurdular. Moderniteyle birlikte, yaşayan zaman kaybolur;
zaman bir kaynak, nesnelleştirilmiş bir maddilik olur. Ölçülmüş,
cisimleştirilmiş zaman, bireyi derinleşen bir bölünme ve ayırmanın, sürekli
azalan bir bütünlüğün güç alanında yalıtır. Kentleşme büyüdükçe, dünyanın
kötüye gidişleriyle ilişki kurar; ve Hogarth’ın 18. yy ortalarındaki Londra
tasvirlerinde betimlediği gibi, insanlar arasındaki fiziksel temas dramatik bir
şekilde azalır. Bu arada Nicolas Chamfort, “Paris, sakinlerinin beşte dördünün
kederden öldüğü gösteriş ve zevkler kentidir.” der. Emile’de (1762), Rousseau,
bunu çok daha özel olarak ortaya koyar; “Elveda, Paris. Aşkı, mutluluğu,
masumiyeti arıyoruz. Senden asla yeteri kadar uzakta olamayacağız.” Kent
varlığının yayılmış ağırlığı, Fransız Devrimini içeren görünüşte en yaşamsal
politik fenomenin bile içine işlemişti. Devrimci Paris’teki kalabalıklar,
Richard Sennett’in kent gevşekliğinin ilk göze çarpan modern işaretlerini
burada keşfetmesine yol açacak şekilde sık sık garip biçimde hissiz gözüktüler.
Bir sonraki
yüzyılda Engels, aksine, emekçi sınıfın varabileceği en son noktaya kentte
ulaştığına karar verdi. Ancak Tocqueville kentlerdeki bireylerin “yabancıları
nasıl birbirlerinin alın yazıları hissettiklerini” zaten anlamıştı. Daha sonra
19. yüzyılda, Durkheim, intihar ve deliliğin modern kentleşmeyle birlikte
arttığını belirtti. Gerçekte, bir bağımlılıık, yalnızlık, ve her çeşit duygusal
bozukluk duygusu, Benjamin’in “Endişe, ani his değişmesi ve korku, büyük-kent
kalabalığının onu ilk gözlemlemiş olanlarda uyandırdığı duygulardır.” algısına
yol açarak meydana getirilir. Kanalizasyon sistemi ve diğer sağlık önlemleri
alanlarındaki teknolojik gelişmeler, filizlenen metropollerde gerekliyken, aynı
zamanda kentleşmeye ve onun daha fazla büyümesine olanak sağladı. Kentlerdeki
hayat yalnızca bu tarz devamlı teknolojik desteklerle mümkündür.
1900′e
gelindiğinde, Georg Simmel, kentlerde yaşamanın beraberinde yalnızca yalnızlığı
değil aynı zamanda yalnızlığı kuvvetlendiren çekingenlik ve duygu
ifadesizliğini nasıl getirdiğini gördü. Simmel’in fark ettiği gibi, bu, genelde
endüstriyel hayatın etkilerine oldukça yakından benzer: “Dakiklik,
hesaplanabilirlik, kesinlik, metropoliten varoluş tarafından hayata mecbur
edilir.” T.S. Eliot’un eski bir şiirinde ifade ettiği kent bitkinliği ve
acizliği, örneğin, bu daraltılmış hayat tasvirini tamamlamaya yardımcı olur.
“Banliyö” terimi,
Shakespeare ve Milton’dan bu yana gayet modern manada kullanıldı, ancak banliyö
fenomeninin gerçekte ortaya çıktığı endüstrileşme hamlesine kadar değildi. Bu
yüzden meskun gelişimi 1815 ve 1860 yılları arasında Amerika’nın en büyük
kentlerinin varoşlarında belirdi. Marks, kapitalizmi “kırsalın endüstrileşmesi”
olarak adlandırdı; banliyöleşme, çağdaş anlamıyla, II. Dünya Savaşından hemen
sonra büyük adımlar atmaya başlar. Rafine kitle üretim teknikleri, sosyal
uygunluğu büyütmek ve benzeştirmek için fiziksel bir uygunluk yarattı.
Yüzeysel, homojenize, tüketicilik bölgeleri alışveriş merkezleri ve çevre yollarıyla
çevrildi; banliyö kentin daha fazla indirgenmiş bir sonucudur. Hatti zatında,
kent ve banliyö arasındaki farklar abartılmamalı veya niteleyici olarak
görülmemelidir. Yüksek teknoloji aletlerle – iPod’lar, cep telefonları, vs. –
kolaylaştırılan uzaklaşım, gündem konusudur, çok etkileyici bir olgudur.
Uygarlık,
kelimenin özgün Latince anlamından arındırıldığında, kentlerde süre giden
şeydir. Dünya nüfusunun yarısından fazlası, kendi zengin şartlar ve çevrelerine
azimle sırtını dönmüş Kuala Lumpur ve Singapur gibi gayri-mekanları
mcDonaldlaştırarak, artık kentlerde yaşıyor. Kentleştirme zorunluluğu
uygarlığın devam eden bir özelliğidir.
Belirli bir
sapkın çekiclik kimilerini hala ele geçiyor, ve kent etki alanından kaçmak
oldukça zor oldu. Topluluk için, metropolde hala ufak bir umut belirtisi var,
veya en azından yanıltmaca için. Ve bazılarımız anlamaya zorlandığımızı
hissettiğimiz şey ile teması kaybetmemek için metropolde kalırız, böylece onun
sonunu getirebiliriz. Kuşkusuz, kenti insanlaştırmak, halk bahçeleri ve diğer
hoş şeyleri geliştirmek için mücadele edenler vardır. Fakat kentler her zaman
oldukları gibi kalırlar. Sakinlerinin çoğu basitçe kent gerçekliğini kabul
ederler ve etrafı kuşatan tekno-dünyaya karşı ifade ettikleri aynı dışa yönelik
edilginlik ile ona uymaya çalışırlar.
Bazıları reform
edilemezi tekrar tekrar reform etmeyi dener. Haydi “yeni bir moderniteye” sahip
olalım, “teknolojiye ilişkin yeni bir tutum”, vs. vs. Julia Kristeva, “yeni bir
tür dünya vatandaşlığı” çağrısında bulunur… Bu tarz yönelimler, diğer şeyler
arasında, sosyal hayatın temel unsurlarını büyük ölçüde dikkate alan şeyin her
zaman bizimle olacağı inancını gözler önüne serer. Toynbee, megalopolis
aşamasını izleyen dev yapılılık aşaması dediği, Ekümenopolis’i “kaçınılmaz”
olarak görürken, Max Weber modernite ve bürokratik akılcılığı “sızdırmaz”
olarak değerlendirdi. Ellul, kentleşmeyi “sadece kabul edilebilir bir şey”
olarak adlandırdı.
Yine de, bugünün
kent gerçekliği, ve kentlerin ilk olarak nasıl ve neden ortaya çıktıkları ve
var olmaya devam ettikleri göz önünde tutulduğunda, James Baldwin’in varoş
hakkında söyledikleri tümüyle kenti kapsar: “[Varoş] yalnızca tek bir şekilde
ıslah edilebilinir: varoluşu dışında.” Kent kuramcıları arasında, “kentlerin
yakın zamanda bölünmüş ve kutuplaşmış olduğuna dair” kuvvetli bir görüş birliği
vardır. Kentleştirilmek zorunda olan fakir ve yerli, sömürgeci-emperyalist
ideolojinin diğer başlıca görünümüdür.
Özgün
anıtsalcılık hala mevcut ve bireyin aynı gölgede bırakıldığı ve gücünün
azaltıldığı bugünün kentinin önemini belirtiyor. İnsan ölçüsü, yüksek binalar,
duyumsal yoksunlukla yok edilir, ve kentin sakinleri monotonluk, gürültü ve
diğer kirleticilerle saldırıya uğrar. Siberalem kelimesinin kendisi, fiziksel
görünüş ve bağlantının temelden zayıflayışını hızlandıran bir kent ortamıdır.
Kent mekanı, her zaman, doğanın yenilgisinin ve topluluğun ölümünün (yatay ve
dikey olarak) gelişen sembolüdür. John Habberton’un 1889′da yazdığı şey bugün
daha geçerli olamazdı: “Büyük bir kent büyük bir yaradır – hiçbir zaman
iyileşemeyen bir yara.” Ya da Kai W. Lee’nin sürdürülebilir kentlere doğru bir
dönüşümün hayal edilebilir olup olmadığı sorusunu yanıtladığı gibi: “Cevap,
hayır.”
Copán, Palenque,
ve Tikal, MS 600 ve 800 yılları arasında, zirvelerindeyken terk edilmiş zengin
Maya kentleriydi. Çeşitli kültürlerdeki benzer örnekler ile birlikte, bizler
için ileriye yönelik bir yola işaret ederler. Kentçiliğin yapıtları, terörizm
ve çöküş gölgelerini uyarlığın en çürük ürünlerinin – dünya kentlerinin –
üzerine düşürdükçe, son yıllarda yalnızca daha kötü ve daha korkunç
olmuşlardır. Kent yaşamının daimi esaretine ve müzmin hastalığına yüz
çevirerek, günümüze Los Angeles Nehri denilen bölgedeki geçmiş yerli
yerleşkeleri gibi yerlerden ilham alabiliriz. Yaşam alanının, dünya ile uyumlu
bütünüyle becerikli insanlar olarak varlığını sürdürmeye dayandırıldığı yerler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder