16 Ekim 2011 Pazar

J.Zerzan - Kent ve Sakinleri


Birlikte Yalnız: Kent ve Sakinleri
11 Aralık 2008
John Zerzan

Kentlerde yaşayan insan miktarı, endüstrileşme ile birlikte katlanarak artmıştır. Megalopolis (birleşik kentler), kendisini giderek insan yaşamı ve biyosfer arasına koyan, kent “habitatının” en son şeklidir.

Kent, ayrıca sakinleri arasındaki bir engel, bir yabancılar dünyasıdır. Gerçekte, dünya tarihindeki tüm kentler, eşsiz, evvelce alışık olmayan ortamlara hep birlikte yerleşmiş yabancılar ve aykırılar tarafından kurulmuştur.

Merkezinde, zirvesinde, en baskın karakterinde egemen kültür vardır. Joseph Grange, acı bir şekilde, “kent mükemmeldir, insan değerlerinin en somut ifadelerine ulaştığı mekandır” derken aslında haklıdır. (Üzücü de olsa ne yazık ki böyle) Elbette, “insan” kelimesi, kentsel bağlamda tamamiyle çarpık bir anlam alır, özellikle günümüzdeki gibi. Herkes modern apartman sütunlarını, Norberg-Schulz’un kısa ve öz ifadesinde, yerelliğin ve çeşitliliğin yok edilmese de durmadan azaltılmış olduğu mekansızlığın Hiç Bölgesi’ni görebilir. Süpermarket, alışveriş merkezi, havalimanı lobisi her yerde aynıdır, tıpkı ofis, okul, apartman bloğu, hastane ve hapishanenin kendi kentlerimizde birbirinden zar zor ayırt edilebilir olduğu gibi.


Mega-kentler, birbirlerine diğer sosyal organizmalardan daha çok benzer. Sakinleri, durmadan daha kapsamlı bir gözetim altında aynı giyinme ve ayrıca aynı küresel kültürü tüketme eğilimindedirler. Bu, dünyanın belirli bir yerinde burasının benzersizliğine saygı duyarak yaşamanın zıttıdır. Bu günlerde, tüm mekan kent mekanı oluyor; gezegen üzerinde neredeyse kent olmayan bir nokta yok. Mekanı, bir nesneymiş gibi biçimlendirmek için eğitildik ve donatıldık. Bu tarz bir eğitim, tarihte eşi görülmemiş bir alana kent ve metro bölgeleriyle hükmeden bu Dijital Çağ’da yetki altına alınır.

Bu nasıl oldu? Weber’in dediği gibi, “kişi, kentin kendisini yaratan bilgi kaynağı dışındaki her şeyi kent metinlerinde bulabilir.” Ancak temel mekanizmanın/dinamiğin/”prensibin” ne olduğu ve her zaman ne olmuş olduğu açıktır. Weber şöyle devam eder: “Ticareti ve endüstriyi kolaylaştıran kentteki her aygıt, daha ileri işbölümü ve daha ileri görev uzmanlaşmasının yolunu açar.” Daha ileri tek tipleştirme, standartlaştırma, eşdeğerlilik.

Araç gereç, teknoloji sistemleri olduğunda – sosyal karmaşıklık geliştiğinde – kent ortaya çıktı. Kent-makinesi, ilk ve en büyük teknolojik fenomendi, iş bölümünün zirvesiydi. Veya Lewis Mumford’un tanımladığı gibi, “kentin imi, onun maksatlı sosyal karmaşıklığıdır.” Bu bağlamdaki iki yöntem aynıdır. Kentler, şimdiye dek icat edilmiş en karmaşık yapay olgulardır; tıpkı kentleşmenin, gelişmenin birincil ölçülerinden biri olduğu gibi.

Yaklaşan dünya-kenti, yapay olanın lehine tabiatı yok ederek ve kırsal bölgeyi kent önceliklerine riayet eden önemsiz bir “civara” indirgeyerek, doğaya karşı açtığı savaşı mükemmelleştiriyor. Tüm kentler toprağa karşıttır.

Certeau’nun “Walking in the City”si, 2000 yılında yazıldığı gerçeğini ve konusunu düşünürsek, bir hayli ürkütücü bir niteliğe sahiptir. Certeau, Dünya Ticaret Merkezini Batı kentçiliğinin “en anıtsal figürü” olarak gördü ve “[Dünya Ticaret Merkezinin] en yüksek noktasına çıkmanın, kentin etkisiyle büyülenmek olduğunu” hissetti. Kentin yaşayabilirliği, 9/11′de artan – ama yaratılmayan – bir endişenin beraberinde gelen, kaçınılmaz bir güvensizlik aşamasına girdi. Uygarlığın saltanatı boyunca hissedilen, kent yaşamıyla ilgili derin duygu karmaşaları, çok daha göze çarpar oldu.

Evcilleştirme uygarlığı mümkün kıldı, ve yoğunlaştırılmış evcilleştirme daha ileri kent kültürü getirdi. İlk bahçecilikle uğraşan topluluklar – yerleşkeler ve köyler – kitleselleşmiş tarım etkisi altına alındıklarında kentlere dönüştüler. Bu bokun en kalıcı belirtisi megalitik anıtsallıktır. Erken Neolitik anıtlarında kentin tüm nitelikleri bulunur: yerleşik hayat, kalıcılık, yoğunluk, arayıcılık üzerinde çiftçiliğin görünür bir şekilde ilan ettiği zafer marşı. Kentin göz alıcı merkeziyetçiliği insan kültürel evrimindeki başlıca bir dönüm noktası, uygarlığın kati anlamda ortaya çıkışıdır.

Pek fazla olmasalar da, kentsiz uygarlıklar vardı. (örn. erken Maya uygarlığı) Çoğu kez temel bir özelliklerdir ve evcilleştirmeyle bastırılan enerji, kontrol mantığının yeni bir seviyesine doğru patlarmış gibi nispeten ani bir güçle gelişirler. Kent patlaması, yine de, bazı kötü eleştirilerden kaçamaz. İbrani geleneğinde, ilk kenti bulan, Habil’in katili Kabil’di. Benzer bir şekilde, Babil, Babil Kulesi, Sodom ve Gomorrah gibi kentlerden bahsetmek tümüyle menfidir. Kentlerle ilgili derin duygu karmaşaları, aslında, uygarlığın bir değişmezidir.

İlk kentler, politik aygıtlar yönetici bir azınlığın ellerinde yeni bir tarımsal dünya görüşüyle yaratılmış üretim fazlasını yönetmeyi tasarlandıkları zaman, yaklaşık MÖ 4000 yılında Mezopotamya ve Mısır’da ortaya çıktılar. Bu gelişme, çok daha geniş üretim alanlarından elde edilen ekonomik girdiye gerek duydu; büyük ölçekli, merkezi, bürokratik kurumların ortaya çıkışı çok sürmeyecekti. Köyler, kentler adına daha çok ihtiyaç fazlası üretmek için giderek uzmanlaşmış maksimizasyon stratejileri içerisine çekildiler. Daha büyük hububat üretimi, örneğin, yalnızca ek çalışma ve daha fazla zorlamayla elde edilebilirdi. Daha ilkel çiftçi toplulukları zorla Nineveh gibi yönetilen kentlere dönüştürüldüklerinde, bu iyi bilinen yapı içerisinde direniş ortaya çıktı. Başka bir örnek olarak, Sinai’nin göçebe insanları, Mısırlı yöneticiler için bakır madeni çıkarmayı reddetiler. Küçük toprak sahipleri topraklarından kentlere sürüldüler; bu yer değişim bugün devam eden bilinen bir örneğin temel bir parçasıdır.

Kent gerçekliği öncelikle değiş tokuş ve ticaret ile ilgilidir, varlığını sürdürmek için dış alanlardan gelen desteğe neredeyse tamamen bağımlıdır. Bu tarz yapay bir geçimi garanti altına almak için, kent babaları kaçınılmaz olarak savaşa girişirler; uygarlığa ait başlıca kronik bir öğe. Stanley Diamond’ın kelimeleriyle, “Dışarıda fetih ve içeride baskı”, kendi kökenlerinden kentleri tanımlayan bir tarifdir. Erken Sümer kent-devletleri, örneğin, sürekli savaştalardı. Kent pazar ekonomilerinin istikrarı için mücadele, aralıksız devam eden bir ölüm kalım meselesiydi. Ordular ve harp hali, özellikle kent dinamiğinin yerleşik genişlemeci karakteri göz önünde tutulduğunda, en önemli gereksinimlerdi. Zamanının (MÖ 2700) en büyük Mezopotamya kenti olan Uruk, 900 kule ile takviye edilmiş, altı mil uzunluğunda çift katlı duvarıyla öğünürdü. Bu erken dönemden Orta Çağlara kadar, adeta tüm kentler takviye edilmiş garnizonlardı. Julius Caesar, Gaul’daki her bir kenti ifade etmek için oppidum(garnizon) kelimesini kullandı.

İlk kent merkezleri aynı zamanda sürekli olarak kuvvetli bir törensel yönelim gösterirler. İçkin, dünya-temelli bir tinsellikten, tam olarak dehşet verici, muazzam kent tapınakları ve lahitleriyle ilave bir bozulmaya uğrayan kutsal veya doğa üstü alanlara önem vermeye doğru kayan bir hareket. Bir toplumun tanrılarının yüceliği, sosyal yapısının artan karmaşıklığı ve katmanlaşmasına karşılık geldi. Dini anıtsallık, yeri gelmişken, otoritedekilerin yalnızca bağlılığı-tetikleyici bir taktiği değildi; aynı zamanda evcilleştirmenin yayılması için temel bir araçtı.

Ancak tahakkümün gerçek yükselişi sadece yoğunlaştırılmış tarım – ve Childe, Levi-Strauss ve diğerlerinin belirttiği gibi yazı sistemlerinin ortaya çıkışı – ile değil, metalürji ile başladı. Uygarlığın evvelki Neolitik aşamasını, Bronz Çağını ve hatta devamını müteakip, Demir Çağı kentleşmeyi merkezine yerleştirdi. Toynbee’ye göre, “Tarih boyunca kentlerin boyutlarındaki artış görünüşte bir eğri şeklinde ortaya konursa, bu eğri, teknolojinin etkisindeki artışı ortaya koyan bir eğriyle aynı görünüşe sahip olduğu fark edilecektir.” Ve sosyal yaşamın giderek kentleştirilmiş niteliğiyle, kent, bir kaba benzetilebilinir. Kentler, günümüzdeki fabrikalar gibi, kapsamaya dayanır. Kentler ve fabrikalar hiçbir zaman içlerindeki insanlar tarafından özgürce seçilmiş temelde değillerdir; onları orada tutan hakimiyettir. Aristophanes, MÖ 414 yılında yazdığı Kuşlar’da bunu çok iyi ortaya koyar: “Bir kent, tüm kuşları barındırmak için yayılmak zorundadır; daha sonra havada, gökyüzünde, yeryüzünde çit ile çevirmek, ve sonra da onu duvarlarla çevirmek zorundasınız, Babil gibi.”

Bildiğimiz devletler evvelce bu dönemle var oldular, ve kuvvetli kentler devlet gücünün mahalleri, başkentler olarak ortaya çıktılar. Politik otorite her zaman bu kent merkezlerinden çıkmıştır. Bu bağlamda, köylüler, yeni, ilkin açığa vurulmamış kölelik ve ızdırap şekilleri için bilinen ve nefret edilen bir esareti geride bırakırlar. Halihazırda yerel iktidar ve savaş mekanı olan kent, salgın hastalıkları da içeren bulaşıcı hastalıkların kuvözüdür, ve elbette yangın, deprem, ve diğer tehlikelerin etkilerini ziyadesiyle arttırır.

Binlerce kuşak boyunca insanlar, gün doğumu, gün batımı ve yıldızlı gökyüzünün ihtişamından zevk alarak, günün ağarmasıyla uyandılar ve güneş battıktan sonra uyudular. Beş yüz yıl önce, kentin çanları ve saatleri giderek daha düzenli ve ayarlı gündelik bir hayat duyurdular. Moderniteyle birlikte, yaşayan zaman kaybolur; zaman bir kaynak, nesnelleştirilmiş bir maddilik olur. Ölçülmüş, cisimleştirilmiş zaman, bireyi derinleşen bir bölünme ve ayırmanın, sürekli azalan bir bütünlüğün güç alanında yalıtır. Kentleşme büyüdükçe, dünyanın kötüye gidişleriyle ilişki kurar; ve Hogarth’ın 18. yy ortalarındaki Londra tasvirlerinde betimlediği gibi, insanlar arasındaki fiziksel temas dramatik bir şekilde azalır. Bu arada Nicolas Chamfort, “Paris, sakinlerinin beşte dördünün kederden öldüğü gösteriş ve zevkler kentidir.” der. Emile’de (1762), Rousseau, bunu çok daha özel olarak ortaya koyar; “Elveda, Paris. Aşkı, mutluluğu, masumiyeti arıyoruz. Senden asla yeteri kadar uzakta olamayacağız.” Kent varlığının yayılmış ağırlığı, Fransız Devrimini içeren görünüşte en yaşamsal politik fenomenin bile içine işlemişti. Devrimci Paris’teki kalabalıklar, Richard Sennett’in kent gevşekliğinin ilk göze çarpan modern işaretlerini burada keşfetmesine yol açacak şekilde sık sık garip biçimde hissiz gözüktüler.

Bir sonraki yüzyılda Engels, aksine, emekçi sınıfın varabileceği en son noktaya kentte ulaştığına karar verdi. Ancak Tocqueville kentlerdeki bireylerin “yabancıları nasıl birbirlerinin alın yazıları hissettiklerini” zaten anlamıştı. Daha sonra 19. yüzyılda, Durkheim, intihar ve deliliğin modern kentleşmeyle birlikte arttığını belirtti. Gerçekte, bir bağımlılıık, yalnızlık, ve her çeşit duygusal bozukluk duygusu, Benjamin’in “Endişe, ani his değişmesi ve korku, büyük-kent kalabalığının onu ilk gözlemlemiş olanlarda uyandırdığı duygulardır.” algısına yol açarak meydana getirilir. Kanalizasyon sistemi ve diğer sağlık önlemleri alanlarındaki teknolojik gelişmeler, filizlenen metropollerde gerekliyken, aynı zamanda kentleşmeye ve onun daha fazla büyümesine olanak sağladı. Kentlerdeki hayat yalnızca bu tarz devamlı teknolojik desteklerle mümkündür.

1900′e gelindiğinde, Georg Simmel, kentlerde yaşamanın beraberinde yalnızca yalnızlığı değil aynı zamanda yalnızlığı kuvvetlendiren çekingenlik ve duygu ifadesizliğini nasıl getirdiğini gördü. Simmel’in fark ettiği gibi, bu, genelde endüstriyel hayatın etkilerine oldukça yakından benzer: “Dakiklik, hesaplanabilirlik, kesinlik, metropoliten varoluş tarafından hayata mecbur edilir.” T.S. Eliot’un eski bir şiirinde ifade ettiği kent bitkinliği ve acizliği, örneğin, bu daraltılmış hayat tasvirini tamamlamaya yardımcı olur.

“Banliyö” terimi, Shakespeare ve Milton’dan bu yana gayet modern manada kullanıldı, ancak banliyö fenomeninin gerçekte ortaya çıktığı endüstrileşme hamlesine kadar değildi. Bu yüzden meskun gelişimi 1815 ve 1860 yılları arasında Amerika’nın en büyük kentlerinin varoşlarında belirdi. Marks, kapitalizmi “kırsalın endüstrileşmesi” olarak adlandırdı; banliyöleşme, çağdaş anlamıyla, II. Dünya Savaşından hemen sonra büyük adımlar atmaya başlar. Rafine kitle üretim teknikleri, sosyal uygunluğu büyütmek ve benzeştirmek için fiziksel bir uygunluk yarattı. Yüzeysel, homojenize, tüketicilik bölgeleri alışveriş merkezleri ve çevre yollarıyla çevrildi; banliyö kentin daha fazla indirgenmiş bir sonucudur. Hatti zatında, kent ve banliyö arasındaki farklar abartılmamalı veya niteleyici olarak görülmemelidir. Yüksek teknoloji aletlerle – iPod’lar, cep telefonları, vs. – kolaylaştırılan uzaklaşım, gündem konusudur, çok etkileyici bir olgudur.

Uygarlık, kelimenin özgün Latince anlamından arındırıldığında, kentlerde süre giden şeydir. Dünya nüfusunun yarısından fazlası, kendi zengin şartlar ve çevrelerine azimle sırtını dönmüş Kuala Lumpur ve Singapur gibi gayri-mekanları mcDonaldlaştırarak, artık kentlerde yaşıyor. Kentleştirme zorunluluğu uygarlığın devam eden bir özelliğidir.

Belirli bir sapkın çekiclik kimilerini hala ele geçiyor, ve kent etki alanından kaçmak oldukça zor oldu. Topluluk için, metropolde hala ufak bir umut belirtisi var, veya en azından yanıltmaca için. Ve bazılarımız anlamaya zorlandığımızı hissettiğimiz şey ile teması kaybetmemek için metropolde kalırız, böylece onun sonunu getirebiliriz. Kuşkusuz, kenti insanlaştırmak, halk bahçeleri ve diğer hoş şeyleri geliştirmek için mücadele edenler vardır. Fakat kentler her zaman oldukları gibi kalırlar. Sakinlerinin çoğu basitçe kent gerçekliğini kabul ederler ve etrafı kuşatan tekno-dünyaya karşı ifade ettikleri aynı dışa yönelik edilginlik ile ona uymaya çalışırlar.

Bazıları reform edilemezi tekrar tekrar reform etmeyi dener. Haydi “yeni bir moderniteye” sahip olalım, “teknolojiye ilişkin yeni bir tutum”, vs. vs. Julia Kristeva, “yeni bir tür dünya vatandaşlığı” çağrısında bulunur… Bu tarz yönelimler, diğer şeyler arasında, sosyal hayatın temel unsurlarını büyük ölçüde dikkate alan şeyin her zaman bizimle olacağı inancını gözler önüne serer. Toynbee, megalopolis aşamasını izleyen dev yapılılık aşaması dediği, Ekümenopolis’i “kaçınılmaz” olarak görürken, Max Weber modernite ve bürokratik akılcılığı “sızdırmaz” olarak değerlendirdi. Ellul, kentleşmeyi “sadece kabul edilebilir bir şey” olarak adlandırdı.

Yine de, bugünün kent gerçekliği, ve kentlerin ilk olarak nasıl ve neden ortaya çıktıkları ve var olmaya devam ettikleri göz önünde tutulduğunda, James Baldwin’in varoş hakkında söyledikleri tümüyle kenti kapsar: “[Varoş] yalnızca tek bir şekilde ıslah edilebilinir: varoluşu dışında.” Kent kuramcıları arasında, “kentlerin yakın zamanda bölünmüş ve kutuplaşmış olduğuna dair” kuvvetli bir görüş birliği vardır. Kentleştirilmek zorunda olan fakir ve yerli, sömürgeci-emperyalist ideolojinin diğer başlıca görünümüdür.

Özgün anıtsalcılık hala mevcut ve bireyin aynı gölgede bırakıldığı ve gücünün azaltıldığı bugünün kentinin önemini belirtiyor. İnsan ölçüsü, yüksek binalar, duyumsal yoksunlukla yok edilir, ve kentin sakinleri monotonluk, gürültü ve diğer kirleticilerle saldırıya uğrar. Siberalem kelimesinin kendisi, fiziksel görünüş ve bağlantının temelden zayıflayışını hızlandıran bir kent ortamıdır. Kent mekanı, her zaman, doğanın yenilgisinin ve topluluğun ölümünün (yatay ve dikey olarak) gelişen sembolüdür. John Habberton’un 1889′da yazdığı şey bugün daha geçerli olamazdı: “Büyük bir kent büyük bir yaradır – hiçbir zaman iyileşemeyen bir yara.” Ya da Kai W. Lee’nin sürdürülebilir kentlere doğru bir dönüşümün hayal edilebilir olup olmadığı sorusunu yanıtladığı gibi: “Cevap, hayır.”

Copán, Palenque, ve Tikal, MS 600 ve 800 yılları arasında, zirvelerindeyken terk edilmiş zengin Maya kentleriydi. Çeşitli kültürlerdeki benzer örnekler ile birlikte, bizler için ileriye yönelik bir yola işaret ederler. Kentçiliğin yapıtları, terörizm ve çöküş gölgelerini uyarlığın en çürük ürünlerinin – dünya kentlerinin – üzerine düşürdükçe, son yıllarda yalnızca daha kötü ve daha korkunç olmuşlardır. Kent yaşamının daimi esaretine ve müzmin hastalığına yüz çevirerek, günümüze Los Angeles Nehri denilen bölgedeki geçmiş yerli yerleşkeleri gibi yerlerden ilham alabiliriz. Yaşam alanının, dünya ile uyumlu bütünüyle becerikli insanlar olarak varlığını sürdürmeye dayandırıldığı yerler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder