Bir çok hayvan hakları eylemcisi dirikesimcinin şeytan,
çiftçinin de hasta olduğunu ilan ediyor. Sosyal süreçlerin, yapıların,
kurumların kavranması bu tür hataları düzeltebilir. Dirikesimciler ve diğer
hayvan kölecileri hasta ya da kötü insanlar değiller- her anlamda tür ayrımcısı
olan toplumların sosyalleşmiş bireyleri onlar. Bu yüzden hayvan haklarını
savunanların bireysel hayvan
kullanıcılarının patolojisine değil kültürel tür ayrımcılığına dikkat çekmeleri
gerekiyor.
Sosyologlar
toplumsallaşma süreçlerinin asla sona ermediğini söylüyor; insanlar doğar
doğmaz (hatta rahimde) başlayan bu süreçler insanlar ölene dek devam ediyor. Bu
süreçlerin sosyal etkileri toplumsallaşma terimiyle karıştırılarak kullanılan
kültürleme gibi terimlerde görülebilir, kültürleme insanların ait oldukları
toplumdaki bilgiyi edinmeleri anlamına geliyor, bir de kültürel aktarıma dair
antropolojik bir kavram olan kültürleşme var.
Sosyoloji
öğrencileri ilk toplumsallaşmanın aşırı derecede önemli olduğunu öğreniyor;
çünkü insanların sosyal dünyada hareket edebilmesi için temel bir sosyal
bilgiyi ortaya koyuyor. Bireylerin uzun ve yoğun sosyalleşme süreçleri
insanların diğer hayvanlarla nasıl bağlantı kurduğunu görmede son derece
önemlidir. Bu süreçler sosyal tavırları ve pratikleri biçimlendirir.
Bir çok sosyal bilimci ilk ve başlangıç
sosyalleşme sürecinin insanın toplumdaki yaşam kariyeri anlamında son derece
önemli. Sosyal filozof Zygmunt Bauman “grubun” kişinin oluşmasına nasıl
yardımcı olduğunu gösteriyor. Sosyal etkileşime ve dile yoğunlaşarak önemli
kuramcı Jürgen Habermas sosyalleşme sürecinin öznelerarasılığa dair bir dil
yapısı içerisinde hayata geçirildiğini bildiriyor.”Edilgen insanlık” bakışının
aşırı sosyalleşmiş görüşünü hatırlatan bazı düşünceleri kabul ederken
sosyalleşme süreçlerinin insanlar üzerinde güçlü bir etkisi olduğuna dair iddia
ise tamamen meşru görülüyor.
Ayrıca Bauman
öncelikle insanların dönüştürüldükleri şeyi değiştirmek için en nihai bir
çabayı sarfetmeleri gerektiğini öne sürüyor. Bu yüzden direnme ve değiştirme
yönünde bir istek; efor, kararlılık ve sabır gerektirir: açıkçası, insanın
kendini akışa bırakması ve konformizme boyun eğerek ve uysalca yaşaması daha
kolaydır.
Konuya yönelik
sosyopsikolojik bir yaklaşım hem içselleştirilmiş hem de kurumlaşmış boyutları
anlamamıza yardımcı oluyor. Örneğin;
Piaget toplumsallaşmanın bilişsel gelişimdeki önemli rolünün altını
çizerken, Freud aile düzeninin sağlam bir ahlâki ve kişisel kimliğin
edinilmesini sağladığını söylerken sosyolog Herbert Mead ise benlik ve sosyal kimlik kavramının eş zamanlı
edinilmesine işaret ediyor.
1984 yılında
şair, oyun ve metin yazarı Maureen Duffy insan ve insan olmayan canlıların arasındaki ilişkiler
üzerine bir kitap yazdı, bu kitaptan söz eden neredeyse hiç kimse yok artık.
Ancak kitabı “Men and Beasts: An Animal Rights Handbook” mükemmel bir şekilde
çocuk yetiştirmenin sosyolojik boyutlarından söz ediyor. Örneğin, bazı modern
İngilizlerin ampirik gerçekliğini ifade ederken şöyle yazıyor, “ ben et yiyen
bir dünyada büyüdüm”. Sosyal antropolog Nick Fiddes et yemenin gerekliliği ve
hatta iyiliğiyle ilgili bir çok
mitolojiler(et-olojiler) bulunduğunu gösterdi. Duffy etin kendi içinde iyi
olduğuna inanarak yetiştirildiğini söylüyor ve et barındırmayan bir yemeğin de
içinde iyilik taşımadığına inanıyordu. Genç Maureen Duffy için et tanıdığı
herkesin yemeyi istediği birşeydi, bazıları için ekonomik anlamda zor olsa
bile.
Eğer bazı
insanlar insan yemiyorsa o zaman bunun sebebi bu insanların ancak başka bir
sosyal sınıfa ait olduklarındandı. Oların etten “o nazik kaçınışları” bir çeşit
sosyal duruş sağlıyordu bu insanlara ya da daha pratik olarak aslında genelde
tükettikleri rosto oyunundan farklı bir varyasyon sağlıyordu. Beyaz ekmek gibi
bazı temel besinlerin sadece mide doldurmaya yaradığı kabul ediliyordu ama “et
yemekleri”nin kesinlikle büyümek ve sağlıklı olmak için gerekli olduğu
düşünülüyordu, öyle ki sanki ölü bir hayvanı yemenin o hayvanın gücü ve
kuvvetini onu yiyen insana transfer edilmesi gibi bir durum söz konusu
oluyordu.
Duffy
denizleraşırı yolculuklar yaparak İngiltere’de yabancıların yiyeceği diye kabul
ettiği şeyin yavaş yavaş normal kabul edilmesini gözlemlemesi üzerine et yemeyi de içeren dünyaya dair bir açıklama
bulması gerektiğini hissetti. Elbette halihazırda hayvanlara zarar vermeyi
açıklayan bir çok geleneksel açıklama vardı, en dinsel, felsefi ve hayvan
refahçılığı görüşler de bu açıklamalara dahildi, Duffy bu bakış açılarını tek
tek edindiğini söylüyor.
Eğer davranışın
sosyolojik örüntülerinin, uzun vadeli sosyal görüşlerin ve yaygın olarak kabul
edilen tavırların ve oryantasyonların temelindeki sosyolojik örüntüleriyle ilgili geçerli bir kavrayışa ulaşılmak
isteniyorsa toplumsallaşma gibi toplumsal süreçlerin etkisi göz ardı
edilmemelidir. Bireylerin hepsini bir arada tutan gruba bağımlı olduğunu
söyleyen Bauman son derece doğru konuşuyor olabilir, öte yandan David DeGrazia
dominant değerlere ve düşüncelere direnmenin hem sıradışı bir şekilde zihinsel
bağımsızlık hem de büyük bir efor gerektirdiğini söylüyor.
Ancak insanlar
toplumsallaşma sürecinden kopabilirler ve koparlar; tür ayrımcısı insanlar
arasında hayvan haklarını savunanların bulunması bu iddiayı kanıtlıyor.
Ancak; tam da
toplumsallaşma süreçlerinin güçlü sosyal etkileri olduğu için, insanların
hayvan hakları taleplerinin hem yaygın hem de sık sık duyulduğu bir dünyada
sosyalleşmeleri hayvan hakları davasına oldukça faydalı olurdu. Ne yazık ki
günümüz toplumunda insanların gerçek hayvan hakları görüşlerine dair bir şeyler
duyabilmesi oldukça zor. Bu tür görüşler genelde yeni refahçı görüşlerin
kakafonik retorikleri arasında kaybolup gidiyor. Hayvan refahçılığı ve onun yasal düzenlemeleri tamamen kendini
akışa bırakmaktan ibaret. Geleneksel hayvan refahçılığı arzu edilen türden bir
insan-insan olmayan canlılar ilişkisi kurmak adına hiç bir derin ve kök
değişimlerin gerekli olmadığını düşündürüyor insanlara. Yeni refahçılık sözde
radikal bir değişim talep ediyor, ama pratik anlamda hem ağır ağır işliyor hem
de “gerçekçi” reformlar talep ediyor, o kadar. Toplum ise refahçı nosyona göre
içinde zulüm barındırmayan hayvan sömürüsündeki bütün gereklilikleri yerine
getirecek sosyal kontrol mekanizmalarının gerçekliğine dair ekstra bir çaba
görmek istiyor.
Sosyal süreçlerin
sosyolojik anlamda kavranışı ile beraber bu oryantasyonun neden bir çok insan
için göz boyayıcı bir imaj çizdiğini anlamak hiç zor değil. Ancak, hayvanları
koruma toplumunda ya da başka topluluklarda bulunan bir çok insanın refahçı
yönergeler içerisinde çalışmak yerine kültürel tür ayrımcılığına karşı koyup
meydan okuyacak iddialar ve taleplerde bulunmak için gerekli bütün araç gereci
ve olanakları bir araya getirmesi gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder